MİLLİ MÜCADELE – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com Bir Mustafa Kemal Atatürk sitesi Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.9.11 http://ataturkicimizde.com/wp-content/uploads/2018/09/cropped-512512-1-32x32.png MİLLİ MÜCADELE – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com 32 32 19 Mayıs’a doğru adım adım http://ataturkicimizde.com/19-mayisa-dogru-adim-adim/ http://ataturkicimizde.com/19-mayisa-dogru-adim-adim/#respond Thu, 16 May 2019 05:04:04 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8082 19 Mayıs’a doğru adım adım Mustafa Kemal Atatürk’ün, İstanbul’un işgali esnasında söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözünü yüreğinde daima canlı tutarak, kurtuluş ve bağımsızlığın Anadolu’dan başlayacak...

Bu yazı 19 Mayıs’a doğru adım adım ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
19 Mayıs’a doğru adım adım

Mustafa Kemal Atatürk’ün, İstanbul’un işgali esnasında söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözünü yüreğinde daima canlı tutarak, kurtuluş ve bağımsızlığın Anadolu’dan başlayacak bir direniş ile gerçekleşeceğine olan inancı kendisini Kıta müfettişi olarak Anadolu’ya atandırması, İzmir’in bir gün önce yaşanan kanlı işgalinin de etkisiyle İstanbul’da gerekli görüşmeleri yaptıktan hemen sonra hareketi, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Samsun’a ulaşarak burada Milli Mücadeleyi başlatması, dünya tarihinin son asırlarda gördüğü en yüce kurtuluş ve aydınlanma hareketinin ilk adımıdır.

Bu yolculuk sıradan bir gemi yolculuğundan çok öte umuda yolculuktur ve her Türk genci tarihin şanlı sayfalarında yer alan bu İstanbul’dan ayrılış ve Samsun’a varışı, saltanatın sonu ve Cumhuriyet tohumlarının atılışı olarak okumak zorundadır.

Çünkü Samsun’a atılan o ilk adım her şeyin başladığı andır ve o andan sonra Türk topraklarında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

İşte bu destansı yolculuğun gün gün hikayesi…

15 Mayıs 1919

– Yunanlıların İzmir’e çıkması. Elefterios Venizelos’un devamlı gayretleri ve diğer büyük devletlerin desteklemesi sonucunda İzmir’e Yunan askeri çıkarılması 15 Mayıs 1919 tarihinde uygulamaya konuldu. 16 Yunan gemisinin taşıdığı, 4 İngiliz ve 2 Yunan muhribinin refakat ettiği işgal donanması İzmir’e çıktı. İşgal başladığı sırada İzmir limanında ayrıca İngiltere, ABD, Fransa, İtalya ve Yunanistan’a ait 30’dan fazla savaş gemisi vardı.

– Sabahtan itibaren yaklaşık onikibin kişiyi bulan Yunan kuvvetleri İzmir’e çıkmaya başladı. Kadifekale’ye Yunan topları yerleştirildi.

– Hukuk-ı Beşer gazetesinde günlerdir direniş çağrıları yapan gazeteci Hasan Tahsin (Osman Recep Nevres) şehir içinde zafer yürüyüşü yapan işgalcilerin (Yunan Efzon alayının) bayraktarını tabancasıyla vurdu. Bunun üzerine işgalciler Hasan Tahsin’e kurşun yağdırarak, şehit etti. Yunan güçlerine ilk kurşunu atan Hukuku Beşer gazetesi Başyazarı Hasan Tahsin (Osman Nevres) ile Askerlik Şube Başkanı Albay Süleyman Fethi şehit edildiler. (15 Mayıs sabahı saat 8’den itibaren müttefik donanmasının şehre dönük toplarının himayesinde, Yunan birlikleri İzmir’i işgale başladılar. Karaya çıkan birlikler, yerli Rumların taşkın ve coşkun gösterileri ortasında, İzmir Metropoliti Hrisostomos tarafından takdis edildikten sonra, Konak istikametinde yürüyüşe geçtiler. Efzon alayı “Zito Venizelos” naraları arasında Kemeraltı köşesini dönerken atılan bir kurşunla Yunan bayraktarı yerlere yuvarlandı. Rumlar panik halinde kaçışmaya başladılar. İlk şaşkınlığı attıktan sonra, Efzonlar silâha sarılıp etrafı taramaya başladılar. Özellikle Sarıkışla yarım saat tarandı. Sonra Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, elinde beyaz teslim bayrağı olduğu halde, subay ve askerleriyle dışarı çıkarıldı ve ağır hakaretlere maruz kaldı. Türk askerleri “Zito Venizelos” diye bağırmaya zorlandı. Bağırmayanlar süngülendiler.)

Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı.

– İzmir, işgaline karşı ilk silahlı direniş başladı.

– Şehirdeki telgrafçılar işgali bütün Anadolu’ya bildirmeye başladı.

– Yağma ve katliama başlayan Yunan askerleri şehirde terör estirdi.

– İzmir’in işgalinden 4 saat 10 dakika sonra, Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendinin başkanlığında, “Denizli Heyeti Milliyesi” kuruldu. İzmir’in işgalinden hemen sonra düzenlediği mitingde “işgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir.” diyen Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin etrafında Denizlililer hemen birleşmişlerdi.

– Muğla’da, İzmir’in işgalini protesto amacıyla miting. Denizli’de, Aydın’da, Muğla’da, Konya’da ve Burdur’da işgale karşı mitingler yapıldı.

– Atatürk Samsun’a hareket öncesi, sabah Genelkurmay Başkanlığı’na giderek Cevat (Çobanlı) ve Fevzi (Çakmak) Paşalara ve Babıâli’ye giderek Hükûmet üyelerine veda etti. (Atatürk Babıâli’ye geldiği zaman Kabine toplantı halinde idi ve Yunanlıların İzmir’e çıkışını görüşüyordu. Atatürk Sadaret bekleme salonunda Dahiliye, Hariciye ve diğer bir kısım nazırlarla görüşerek onlara veda etti.)

– Mustafa Kemal, Yıldız Sarayı Küçük Mabeyn Köşkü’nde Padişah Vahdettin ile görüştü. Padişah yaveri Naci (İldeniz) Paşa beyanına göre Vahdettin o görüşmede adının ilk harfleri yazılı bir saati Mustafa Kemal’e armağan etti. Atatürk’ün anlattığına göre Vahdettin o görüşmenin bir yerine, “Paşa, paşa! Devleti kurtarabilirsin!” demişti. Vahdettin’in ne demek istediğini Atatürk sonraları şöyle anlatacaktı: “Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğruluğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım.”

– Atatürk, Bandırma vapuru kaptanı İsmail Hakkı (Durusu) Bey’i Şişli’deki evine çağırarak hareket şekline dair bilgi aldı.

– İzmir’in işgali esnasında görevli olan Mümin, kendisini ordudan attırarak, işbirlikçi rolüne başladı. Oysa Mustafa Kemal’in istihbarat elamanıydı. Deşifre olup Yunan ordusunca tutuklanınca idama mahkûm edildi. 1923’de Atatürk’ün özel takibiyle esir edilen Trikopis’e karşılık takas edildi ve orduya geri döndü. İstiklal Madalyası aldı, Aksoy soyadını aldı. Albay rütbesinden emekli oldu. 1948’de vefat etti. İzmir Balçova mezarlığında yatıyor.

– Fevzi çakmak Paşa genelkurmay Başkanlığı görevini Cevat Çobanlı Paşa’ya devretti. (Fevzi Paşa İzmir’de işgal güçlerine silahla direnme emri verdiği için bu görevden alınmış ve 1 nci ordu birlikleri müfettişliğine atanmıştır.)

– Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a hareketinden hemen önce Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa ile gizli ve özel bir şifre kararlaştırması.

– Harbiye Bakanlığı Mustafa Kemal ve kuruluna, Karadeniz’e çıkış vizesi almak ,için İngiliz İstihbarat Bürosuna başvurdu. Heyetin listesi İngiliz Binbaşı Milligan tarafından 15 Mayıs 1919 tarihinde onaylandı. 9 ncu Ordu Müfettişliği kıtasının vizesini ise İngiliz istihbarat subayı Yüzbaşı Bennet imzaladı. Listenin arka sayfasında Yüzbaşı Bennet tarafından imzalanıp mühürlenen vize bölümüne “Müttefik Pasaport kontrol bürosu, İngiliz bölümü Samsun için 16.5.1919 tarihinde geçerlidir” yazılıdır. (Yüzbaşı Bennet, işgal İstanbul’unun işkenceci İngiliz subayıdır.)

16 Mayıs 1919

 – İstanbul Galata Rıhtımı’nda olağanüstü bir kalabalık vardı. Seyyar satıcılardan, ayakkabı boyacılarından, polislerden, jandarmalardan ve hamallardan geçilmiyordu. Bunlar, gizli örgüt MM Grubu’nun tepeden tırnağa silahlı adamlarıydı. Görevleri, Mustafa Kemal Paşa ile 19 kişilik maiyetinin Bandırma Vapuru’na sağ salim binmesini sağlamaktı. Operasyonu rıhtımda yöneten Topkapılı Cambaz Mehmet, iyi yüzme bilen, iyi silah kullanan 50 İnebolulu fedai genci de Bandırma Vapuru’nun içine yerleştirmiş, bunlara gerekli talimatı vermiş ve Samsun’a kadar sürecek yolculuğun tüm güvenlik önlemlerini almıştı.

– Öğleden sonra Rum çetelerle destekli Yunan birlikleri, Urla’daki askeri birliğe ve Türk mahallelerine saldırdı. Urla’da Yarbay Kazım Bey’in elinde 173. Alay’a mensup sadece 18 er vardı. 120 kadar gönüllü, bu 18 kişilik birliğin yardımına geldi. Urla’da asker-sivil birlikte bir gün boyunca düşmana direndi. 17 Mayıs’ta Urla Yunan işgaline girdi. Halk ve ordu tarafından yapılan ilk kurşun savaşı buydu.

– Yurdun dört yanına telgraflar çekilmeye, mitingler yapılmaya, direniş için örgütlenilmeye başlandı.

– İzmir’in işgali bütün Anadolu’da protesto edilmeye başladı.

– Atatürk, Yıldız’da Hamidiye Camii’ndeki cuma selâmlığından sonra mahfil-i hümayun’da Padişah Vahdettin tarafından kabul edildi ve veda etti. (Mustafa Kemal Paşa, müfettişlik karargâhının seferi karargâh sayılmasını ve personelin 3 aylık maaşlarının önceden verilmesini istedi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra sadrazam ve Padişaha veda etti. Veda esnasında Padişahın sözleri anlamlıydı: “Paşa, paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemlidir. Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin.” Güven ve ümit ifade eden bu sözlere, Paşa saygı ve teşekkür ifade eden cümlelerle karşılık verdi.)

– Atatürk, cuma selâmlığını takiben Şişli’deki evine döndü, annesi ve kız kardeşine veda etti.

– Denizli, Tavas, Kastamonu’da İzmir’in işgalini protesto mitingleri yapıldı.

– Seferihisar Yunanlılar tarafından işgal edildi.

– Güllük İtalyanlar tarafından işgal edildi.

– Sarayköy Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi, 16 Mayıs 1919 tarihinde düzenlediği mitingde halka İzmir’in kâfir Yunanlılar tarafından işgal edildiğini, bu kâfirlerin bulunduğu yerde Cuma namazı kılınamayacağını ve kılınmasının da caiz olmadığını bildirerek, düşmana karşı konulmasını istedi.

– Mustafa Kemal, 9 uncu Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya geçmek ve milli mücadeleyi başlatmak üzere, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a 16.30’da yola çıktı. (Atatürk, Galata rıhtımından bir motorla Kızkulesi açığında demirli bulunan Bandırma vapuruna geçmiş, vapur buradan hareket etmiştir). (Bandırma Vapuru; Küçük bir yolcu vapuruydu. 1878 yılında İskoçya’nın Paisley kentinde yapılmıştı. Kardeş gemisi yoktu. Demir uskurlu ve buharlıydı. Boyu 47,97 metre, eni ve derinliği 8,5 metreydi. 1891’de Marmara denizinde Erdek’te batan bu gemi daha sonra kurtarılarak yüzdürüldü ve İdare-i Mahsusa gemiyi satın aldı. Adı ‘Panderama’ olarak değiştirildi. 1910 yılında ismi bu kez ‘Bandırma’ yapıldı. 28 Ekim 1909’dan itibaren gemi posta vapuru olarak kullanılıyordu. (Samsun’a çıkıştan sonra gemi İstanbul’a döndü ve 1923 sonuna kadar posta vapuru olarak kullanıldı. Bu tarihten sonra Tekirdağ – Mürefte posta vapuru görevine başladı. 1925 yılında arızalanınca onarılamadı, gemi hurdacısı İlhami Söker’e satıldı ve dört ayda söküldü, jilet olmaktan kurtulamadı.) Bandırma vapurunda toplam 48 yolcu vardı ve bu 48 kişiden 23’ünü Mustafa Kemal Paşa ile karargáh mensupları, 25’ini de er ve erbaşlar teşkil ediyordu.

– Atatürk’ün, Bandırma vapurunun Kız kulesi açıklarında İngilizlerce durdurulup aranmasını takiben düşman zırhlıları arasından geçerek İstanbul’u terk ederken, güvertede arkadaşlarına söyledikleri: “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silâh kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Sersem herifler! Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz!”

– Atatürk’ün, gece Bandırma vapuru kaptanına direktifi: “Düşman devletlerinin herhangi bir vasıtasının gadrine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Şayet kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!”

– Balıkesirliler, işgali protesto ve silahlı mücadele kararı aldı.

– Yunanlılar, Urla’yı işgal etti.

17 Mayıs 1919

– Denizli-Çal Müftüsü Ahmet İzzet (Çalgüner) Efendi de ilçesinde ve çevresinde halkın ulusal harekete katılmaları için çalışmalarda bulunan din adamlarının ilklerindendir. O, 17 Mayıs 1919 günü Çal halkını Çarşı Camii’nde toplayarak onlara düşman istilasına karşı seyirci kalınmamasını ve silahla karşı konulmasının gerekli olduğunu anlatmıştır. Daha sonraki günlerde de aynı camide yapılan toplantılarla halkı düşmana direnme konusunda bilinçlendirmeye ve örgütlemeye çalışmıştır. Bu amaçla, ilçenin nüfuzlu kişileri ile toplantı yapmıştır. “Allah’ımız bir, kitabımız bir, vatanımız bir olduğuna göre korumaya da mecburuz. Kutsal değerlerimizi savunmak için Allah’ın ve Peygamberin emirlerine uymak gereklidir.”

– İstanbul Darülfünunu’nun (İstanbul Üniversitesi) hocaları ve öğrencileri, üniversitede İzmir’in işgalini kınadı.

– Refet Bey (Bele), Sivas’ta 3. Kolordu komutanlığına atandı.

– İtalyanlar Söke’yi işgal etti.

– Yunanlılar Çeşme’yi işgal etti.

– Bandırma vapuru, gece saat 23.00 sıralarında İnebolu’ya geldi. (Şiddetli fırtına sebebiyle Atatürk ve arkadaşları karaya çıkmaksızın yolculuğa devam etmişlerdir.)

– Atatürk’ün, Ömer Sezai (Madra) Bey’e mektubu: “Azizim Sezai Bey, vazifeli olarak Anadolu’ya hareket ediyorum. Sizde korunan emanete ait senedi, anneme bıraktım. Dönüşünüzde, emanetle senedin değiştirilmesi için Vasıf Bey biraderimize rica ettim. Gözlerinizden öperim.”

– Atatürk’e verilen müfettişlikle ilgili talimat, Vükelâ Meclisi’nde kabul edildi.

18 Mayıs 1919

– Balıkesirliler, Alacamescid toplantısını düzenledi. Kuvayı Milliye hareketi ve kongre toplanması kararı alındı.

– İşgale karşı tüm Anadolu’da protesto mitingleri yapıldı. Erzurum’da yapılan gösteride Dursunzade Cevat (Dursunoğlu), tek çarenin silahlanıp, düşmana karşı koymak olduğunu dile getirdi.

– İstanbul’da Ömer Besim Paşa’nın yönetiminde toplanan binlerce Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) öğrencisi işgali lanetledi.

– Bandırma vapuru ile yola çıkan Mustafa Kemal saat 12.00 sıralarında Sinop limanına girdi. (Şiddetli fırtına sebebiyle Atatürk karaya çıkmamış, ancak, Üsteğmen Hikmet (Gerçekçi) Bey’i, vapuru yanaşan bir sandal aracılığıyla kıyıya göndererek, Samsun’daki Tümen Komutanlığı’na, -gelmekte olduklarını bildiren- bir telgraf çektirmiş, sonra yola devam edilmiştir.

– Atatürk’ün, kendisini karaya davet eden Sinop Mutasarrıfı Mazhar Tevfik Bey’e Bandırma vapurundan gönderdiği kart: “Sinopluların hakkımda gösterdikleri duygulara teşekkür ederim. Rahatsızlığım dolayısıyla davetlerine uyamadığımdan üzgünüm. Kendilerine selâm ve sevgilerimin iletilmesini rica ederim.”

19 Mayıs 1919

– Atatürk’ün sabah Samsun’a çıkışı. Bandırma vapuru, sabah saat 06:00 sıralarında Samsun limanına girmiş, sandallar aracılığıyla arkadaşlarıyla beraber 07:00 sularında karaya çıkan Atatürk, askeri bando eşliğinde halk tarafından sevgi ile karşılanmıştır. Milli mücadele aslen bu ilk adımla başlamıştır. Atatürk 25 Mayıs tarihine kadar Samsun’da kalmıştır.

– Atatürk’ün, Samsun’dan, emrindeki vilayetler mülki amirleri ile 15. ve 20. Kolordu Komutanlıklarına bölgelerindeki asayiş durumunu belirten bir rapor göndermeleri hakkında telgrafı.

– Damat Ferid Paşa, ikinci hükümetini kurdu. (Damat Ferit Paşa’nın ikinci defa kabine kuruşu (Damat Ferit, 15/16 Mayıs 1919’da Sadaret’ten istifa etmiş, aynı gün yeni kabineyi kurma görevi yine kendisine verilmiştir.)

– Fenerbahçe, Kurtuluş Savaşı’nın gizli örgütlerinden Mim Mim Grubu gibi örgütlerde koordineli bir şekilde çalışarak Kurtuluş Savaşı’nın en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur. Nitekim Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihinde FB’nin Altıyol’daki kulüp binasında çok özel bir toplantı yapılmıştır. FB’nin önde gelen yöneticilerinden Ali Naci Karacan ve bazı arkadaşları bir yıl kadar önce Mustafa Kemal’in de oturduğu o masanın etrafında oturtarak, işgal boyunca FB’nin izleyeceği politikayı tartışmışlardır. O toplantının sonunda alınan kararlar, FB’nin işgal İstanbul’unda toprak sahalarda yapacağı maçların artık “ulusal çıkarlara” hizmet edeceğini göstermektedir. Ali Naci Karacan, o gün aldıkları kararları sonradan şöyle açıklamıştır: “1. FB’yi Mütareke döneminin İstanbul’a döktüğü işgal kuvvetlerine mensup takımlarla çarpıştırarak, mümkün olduğu kadar galibiyetlere sevk etmek. 2. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve bilhassa Rumlar, Ermeniler ve bunların muhtelifleriyle yapılacak maçları gazetelerde mümkün olduğu kadar anlatarak, FB’yi milli bir mücadele bayrağı haline koymak ve halka sevdirmek 3. Bir taraftan ve mütemadiyen maçlar ve diğer taraftan bu maçların gazetelerde propagandasını yaparak büyük kitlelerin futbola karşı alakasını hareketlendirmek….” FB, Kurtuluş Savaşı yıllarında, adeta üzerine ölü toprağı serilen, işgal altındaki İstanbul’un tek gurur ve neşe kaynağı haline gelmişti. Çünkü FB, işgal İstanbul’unda İngiliz-Fransız işgal takımlarıyla 50 maç yapmış, bunların 41’ini kazanıp 4’ünde berabere kalırken sadece 5’ini kaybetmiştir. Bu maçlarda düşman filelerine 193 gol atan FB sadece 37 gol yemiştir. FB, ayrıca Ermeni ve Rum takımlarıyla yaptığı 16 maçın da tamamını kazanmıştır. Toplam 66 maç yapan FB, bunların 57’sini kazanmış, sadece 5’ini kaybetmiştir. Bazı FB’lilerin gizlice Anadolu’ya gizlice silah kaçırdıkları, bazılarının elde silah cepheden cepheye koştukları dikkate alınacak olursa FB’nin yetersiz kadrosuyla işgal takımlarına karşı elde ettiği başarının boyutları çok daha iyi anlaşılacaktır.

– Aydın ve İstanbul’da İzmir’in işgalini protesto mitingleri yapıldı. (İşgal bütün yurtta protestolara, mitinglere yol açtı. Özellikle İstanbul’da 17,19 ve 23 Mayıs tarihlerinde düzenlenen mitinglerde Türkün hak ve adalet isteyen sesi heyecanla, coşku ile dile getirildi. Özellikle Halide Edip Hanım’ın şu unutulmaz sözleri toplu bir and içmeye dönüştü: “Türk’ün büyük ve şanlı tarihine ağlayan şu minareler altında beraber yemin ediniz ve benimle birlikte tekrar ediniz. Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna, ataların emanetlerine, vatanın tek taşına ve bir karış toprağına hiyanet etmeyeceğiz.” Yüz bini aşkın kalabalık yemini coşku ve heyecan içinde tekrarladı.)

– İngiliz Karadeniz orduları kumandanı General Milne 19 Mayıs 1919 tarihinde Türk Harbiye bakanlığına gönderdiği nota ile Mustafa Kemal ve yanındakilerin Samsun’a gidiş sebebinin bildirilmesini istedi. (Bu soruya beş gün sonra 24 Mayıs 1919’da verilen cevapta; Mustafa Kemal’in İngilizlerin isteği üzerine ateşkes hükümlerini denetlemek amacıyla Samsun’a gönderildiği bildirilmiştir.) Yani, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı gün İngilizler bu işten kuşkulanmaya başlamışlardır.

– Atatürk’ün, Samsun’dan Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya telgrafı: “İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgali hadisesi, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu tasavvur ve tasvir edilemeyecek derecede üzmüştür. Ne millet ve ne ordu, mevcudiyetine karşı yapılan bu haksız tecavüzü kabul etmeyecektir!”

– Atatürk’ün, İngilizlerin Samsun’a bir kısım asker çıkarmaları sebebiyle, bu gibi tecavüzlerin men’i ile siyasî vaziyetten gerektikçe haberdar edilmesi hakkında, Harbiye Nezareti’ne telgrafı.

– Samsun’da görevli İngiliz askerî temsilci Yüzbaşı Hurst’un, Atatürk ile bölgedeki umumî durum hakkında görüşmesi.

NOT: Detaylı kronolojik bilgi için buradan, o ilk adımla ilgili yazımıza buradan ve aynı konulu şiirimize buradan ulaşılabilir.

 

Bu yazı 19 Mayıs’a doğru adım adım ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/19-mayisa-dogru-adim-adim/feed/ 0
O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru http://ataturkicimizde.com/o-ilk-adim-19-mayisa-dogru/ http://ataturkicimizde.com/o-ilk-adim-19-mayisa-dogru/#respond Thu, 09 May 2019 10:12:41 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8071 O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru Tam yüz yıl önce 16 Mayıs günü hava nasıldı, rüzgârlı mıydı veya bulutlar ne renkti bilemiyoruz. 1919’un o...

Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru

Tam yüz yıl önce 16 Mayıs günü hava nasıldı, rüzgârlı mıydı veya bulutlar ne renkti bilemiyoruz. 1919’un o işgal kokan karanlık günlerinde güneş utancından bulutların ardına saklanıyordu herhalde, rüzgâr ise muhtemelen o puslu havayı dağıtamamak korkusuyla esmiyordu.

Oysa o gün bir Mustafa Kemal vardı, güneşten, rüzgardan, bulutlardan da cesur, bir Mustafa Kemal vardı güneşli günleri yakın gören. ‘Geldikleri gibi giderler’ diyen Mustafa Kemal.

Bir bandırma vapuru vardı, kırık dökük. Anasıyla, bacısıyla helalleşmiş, anasının kefen parasını millet uğruna harcamaktan çekinmeyen Mustafa’yı, dava ve silah arkadaşlarını yaşlı bedeni, bozuk pusulası ile umut seferine çıkaracak.

Karadeniz vardı sevinçle, dalgalarıyla bandırmayı okşayan. Adeta yol açar gibiydi umuda.

Samsun, bekliyordu. Umudu, güneşi, Anadolu’ya ışık olma şerefini taşıyacak olmanın haklı gururuyla.

Sabırsızdı kaptan, tam yol gidiyordu Bandırma, gerilmiş ok gibi hazırdı Milli Heyet sahile adım atmaya, bekliyordu Samsun o ilk adımı, heyecanla, umutla bekliyordu Anadolu İstanbul’dan yola çıkan, karanlık bulutları dağıtacak özgürlük yellerini.

Sahildeydi halk, bayraklarla, davullarla, yaşlısından gencine, çoluğundan çocuğuna.

Nihayet vardı Bandırma sahile. Bismillah demir attı yorgun bedeniyle. Umut yolcularının devasa ağırlığıyla bitkindi ama mutluydu kutsal vazifesini yerine getirmenin şanlı onuruyla.

Mustafa vardı gemide, daha inmeden sahile baktı o Karadeniz dağlarına, gördü dağların ardındaki özlemleri. Denize baktı sonra şükranla. Aklından neler neler geçiyordu kim bilir? Korku yoktu, üşenmek, vazgeçmek yoktu aklında ama kolay da değildi.

O ilk adımı atmak için gelmişti ama o ilk adımı atmalı mıydı?

Filistin’de gördüğü kahramanlıklara, İstanbul’da demirden dev gövdeleriyle sükse yapan düşman zırhlılarının heybetine, Çanakkale’de şahit olduğu maneviyata, yol arkadaşlarının gözlerindeki suallere, sahilde bekleyenlerin akıllarındaki sorulara, kalplerdeki endişelere rağmen o ilk adımı atmalı mıydı?

Dökülecek binlerce gencin kanına, uzun savaş yıllarına, açlık ve yorgunluğa değer miydi o ilk adım?

Değerdi!

Baktı arkadaşlarının gözlerine sevinçle parlıyordu her biri. Baktı sahildekilerin alkışlardan kabarmış ellerine gözleri yeşermişti. Baktı bandırma Kaptanına haydi diyordu gururla, inin sahile. Baktı bulutlara dağılmaktaydılar.

O ilk adımı attı.

Çınladı tüm İstanbul, sarsıldı Anadolu toprakları, tüm Anadolu’da yüreklere inanç yelleri değdi.

O ilk adımla yeniden yazıldı Türk’ün tarihi.

O ilk adımla değişti Türk’ün makûs mukadderatı.

O ilk adımla yeniden Türk vatanı olabildi Anadolu.

O ilk adımla bir kez daha şahlandı Allah’ın orduları.

O ilk adımla ağlamayı kesti bebekler.

O ilk adımla parladı süngü uçları.

O ilk adımla yarınların kaderi çizildi.

O ilk adımla gönlüne su serpildi anaların.

O ilk adımla toprağına buğday tohumu atan çiftçi amcanın gözbebeklerinde bir umut yeşerdi.

O ilk adımla karanlıklara mahkûm kız çocukları yeniden doğdu.

O ilk adımla karınları deşilen namuslu Türk kadınlarının kanı yerde kalmadı.

O ilk adımla yanan yakılan evlerden yeniden umut dumanları yükseldi.

O ilk adımla beyinlere, kalplere, ayaklara vurulan prangalar sökülüp atıldı.

O ilk adımla İslam’a vurulan batıl darbeler silinip atıldı.

O ilk adımla bilime düşman edilmiş akıllar bilimle kucaklaştı.

O ilk adımla korku bulutları dağıldı, utanç kaleleri yıkıldı.

O ilk adımla üzerlerdeki ölü toprakları silkelendi.

O ilk adımla esaretten hürriyete yürüyüş başladı.

O ilk adımla “Dev” uyandı.

O ilk adımla yüzyıl kaybetti sömürgeci, işgalci karanlık zihniyetler.

O ilk adımla sarayın ihanet kokulu gafletleri suya gömüldü.

O ilk adımla can suları kesildi kara cehaletlerin.

O ilk adımla menfaat odaklarının çıkarlarına tökezler konuldu.

O ilk adımla işbirlikçi hainlerin gırtlakları düğümlendi korkudan.

O ilk adımla korktu işgal güçlerinin kumandanları.

O ilk adımla bir telaş kapladı yandaş basını.

 O ilk adımla imparatorluğu çöktü yobaz zihniyetin.

O ilk adımla sömürünün, yayılmanın meyvelerinden mahrum kaldı işgalci şeytanlar.

O ilk adımla … Türk’ü yok etmeye yeminlilerin planları bozuldu.

O ilk adımla yeniden başladı cihan harbi.

O ilk adımla geri dönmeye mecbur bırakılan işgalcilerin valizleri toplanmaya başladı.

O ilk adım korkusuz, kahraman, vatansever, deha, lider, önder, komutan, devlet adamı, başöğretmen Mustafa kemal Atatürk’ün öngörülü, milletine ve Allah’a güvenen, kararlı fikriyatının, özgürlük emelinin, vatan sevgisinin, esaret bilmeyişinin, güneş gibi doğuşunun ilk adımıydı.

O gün, orada, o anda başlayan Türk destanı sayesinde şahlandı Anadolu, o sayede yeşerdi umutlar, o sayede vatan kurtuldu, o sayede Cumhuriyet meşalesi yurdu baştan sona dolaşabildi.

O ilk adımla değişen dünya tarihine Türklük bir kez daha altın harflerle yazıldı.

O ilk adımla atıldı yüz yıl sonra yaşanacak kutlamaların tören programları.

Vatanın kurtuluş ve yüceltilmesinde, esaretlerin bitirilip hürriyetlerle kucaklaşmada, vatanın selameti ve esenliğinde, namus ve şereflerin kurtarılmasında, zulümlerin bitirilip sevginin kazanmasında, haklının galip getirilip haksızlığın yenilmesinde, aydınlıkların yaşanmasında, sevinç çığlıklarında, var olmanın temininde, hür ve bağımsız yaşamın elde edilmesinde, çağdaş ve modern yaşama hakkında, geleceğe güvenle bakmakta o ilk adım ilk kurşundu.

O gün o ilk adımı atan başta Mustafa Kemal Atatürk’e ve dava arkadaşlarına, İstiklal ve Cumhuriyet uğruna can ve mallarıyla, yıllar boyu yokluklar içinde fedakârca mücadele eden kahraman Türk Milletine, asil Türk ordusuna, inançlı halka, işgale ve zulme sessiz kalmayanlara, ya istiklal ya ölüm diyebilenlere … bu millet ebediyyen minnet borçludur.

O ilk adımla başlayan Türk destanını yazanlara selam olsun.

O ilk adımla Türklüğü yeniden hatırlatanlara şükranlar olsun.

O ilk adımla bizlere bugünleri armağan edenlerden Allah razı olsun.

O ilk adımı atan Mustafa Kemal Atatürk’e bu vatanın tüm hakları “HELAL” olsun.

Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/o-ilk-adim-19-mayisa-dogru/feed/ 0
Anadolu Ajansı, Sinan Meydan http://ataturkicimizde.com/anadolu-ajansi-sinan-meydan/ http://ataturkicimizde.com/anadolu-ajansi-sinan-meydan/#respond Sun, 28 Apr 2019 04:19:57 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8012 Anadolu Ajansı Vatan kurtarmaktan parti kurtarmaya HEY GiDi ANADOLU AJANSI! 8 Nisan 2019 “Anadolu Ajansı (bültenlerinin) bazı yerlere yayılmadığı ve gönderilmediği yolunda şikayetler alıyoruz. Anadolu’nun...

Bu yazı Anadolu Ajansı, Sinan Meydan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Anadolu Ajansı

Vatan kurtarmaktan parti kurtarmaya HEY GiDi ANADOLU AJANSI!

8 Nisan 2019

“Anadolu Ajansı (bültenlerinin) bazı yerlere yayılmadığı ve gönderilmediği yolunda şikayetler alıyoruz. Anadolu’nun dışarıyla bütün ilgisinin kesilmiş bulunduğu şu sıralarda (…) bu konuda yapılacak bir ihmalin ‘vatan suçu’ teşkil edeceğinin bilinmesini arz ederiz.” (Atatürk, 18 Nisan 1920)

Geçtiğimiz hafta 31 Mart Yerel Seçimleri yapıldı. Seçim bitti ama gerilimi hâlâ devam ediyor. 31 Mart yerel seçimlerinin en ilginç ve düşündürücü olaylarından biri seçim gecesi yaşandı. Saat 17’de sandıklar kapandı. Oy sayımı başladı. Türkiye seçim sonuçlarını öğrenmek için ekrana kilitlendi. Televizyonlar, Anadolu Ajansı’ndan aldıkları sonuçları açıklamaya başladılar. Özellikle İstanbul’daki yarış nefes kesiciydi. İstanbul’da sandıkların yüzde 99’undan fazlası açılmıştı ki Anadolu Ajansı birden bire veri akışını durdurdu. Diğer illerdeki seçim sonuçlarını açıklayan Anadolu Ajansı, saatlerce İstanbul’u açıklamadı. Bu gecikmenin nedeni, İstanbul’da muhalefetin adayı Ekrem İmamoğlu’nun öne geçmesiydi. İktidarın kontrolündeki Anadolu Ajansı, muhalefetin İstanbul’da öne geçtiğini açıklamaktan çekiniyordu.

Şu garip tesadüfe bakın ki 31 Mart 2019 gecesi herkese saç baş yolduran Anadolu Ajansı, bundan tam 99 yıl önce 31 Mart 1920’de doğmuştu.

Her şeyi en başından anlatayım!

NASIL KURULDU?

16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildi. Meclisi Mebusan dağıtılıp bazı milletvekilleri Malta’ya sürüldü. İşte o günlerde İstanbul’daki bazı aydınlar –Atatürk’ün çağrısıyla– Ankara’ya geçmek için yollara düştüler. O aydınlardan ikisi; Yunus Nadi (Abalıoğlu) ve Halide Edip (Adıvar), binbir güçlükle İstanbul’dan Ankara’ya geçtiler.

Yunus Nadi ve Halide Edip 31 Mart 1920’de Geyve’de buluştular. Trenle yollarına devam eden iki aydın, Gevye-Akhisar (Pamukova) istasyonundaki mola sırasında Ankara’da bir “haber ajansı” kurulmasını görüştüler. Halide Edip, “Türk Ajansı”, “Ankara Ajansı” ve “Anadolu Ajansı” adlarını önerdi. “Daha da bulunabilir” dedi. Yunus Nadi, en iyi adın “Anadolu Ajansı” olduğunu belirtti. Halide Edip de “Önce kendini ve bütün vatanı kurtaracak olan Anadolu’dur. O halde kararımızı vermiş olalım: Anadolu Ajansı…”  dedi. Yunus Nadi bunu kabul etti. Böylece Anadolu Ajansı’nın kuruluş fikri 31 Mart 1920’de Geyve Akhisar İstasyonu’nda doğdu. (1)

Yunus Nadi ve Halide Edip, Anadolu Ajansı düşüncesini Ankara’da 4-5 Nisan 1920 gecesi, Atatürk’e açtılar. (2) O günlerde bir ajans kurmayı düşünen Atatürk de bu fikri derhal kabul etti.

6 Nisan 1920’de Atatürk’ün bir beyanatıyla Anadolu Ajansı kuruldu. 8 Nisan 1920’de Atatürk, Anadolu Ajansı’nın kurulduğunu resmen açıkladı. (3)

TBMM açılmadan iki hafta önce kurulan Anadolu Ajansı yeni Türk devletinin ilk milli kurumu oldu.

Anadolu Ajansı, o sırada Atatürk’ün de karargahı durumundaki Ziraat Mektebi’ndeki bir odada çalışmaya başladı. Halide Edip de o “dar ve uzun odada” kalıyordu. Odada eşya olarak “dosya rafları sandalye, iki masa ve -Atatürk’ün Osmanlı Bankası’ndan aldığı- bir yazı makinesi” vardı. Halide Edip burada bazı yabancı gazetelerin haberlerini tercüme ediyor, Atatürk’ün Kâtibi Hayati Bey’in getirdiği telgraflardan ajans için gerekli parçaları kesiyordu. Halide Edip’e bu işlerde, o sırada Ankara’da Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’ni çıkaran Yunus Nadi Bey ile Abdurrahman adlı bir Afgan genç yardım ediyordu İlk günlerde, ajans haberlerini ve yazılarını bizzat Atatürk kontrol ediyordu.

Anadolu Ajansı, Ziraat Mektebi’nden sonra Ulus’ta Öğretmen Okulu’nun bodrum katına taşındı. Birkaç yer değişikliğinden sonra da Samanpazarı’nda iki katlı bir binaya geçti.

NEDEN KURULDU?

Atatürk, “Milli Mücadele’yi nasıl kazandınız?” diye soranlara “telgraf telleriyle” diye cevap verirdi. Hiç kuşkusuz “telgraf telleri” kadar o tellerdeki “haberler” de çok önemliydi.

Atatürk, milli direnişi örgütlemek için her şeyden önce işgal altındaki ülkede en uzak köşelere kadar haber ulaştırmak zorundaydı. İstanbul basını, ya “baskı” ya da “düşman etkisi” altındaydı. Anadolu’da yerel basın yetersizdi. (4) Ülkede yerli milli bir ajans yoktu: 1911’de kurulan “Osmanlı Telgraf Ajansı” milli olmaktan çok ticariydi. Daha sonra “Osmanlı Milli Ajansı”na dönüşen “Telgraf Ajansı” I. Dünya Savaşı sonunda kapatılmıştı. 1918’de “Türkiye Havas-Reuter Ajansı” kurulmuştu. (5) Fakat bu ajans da işgalcilerin çıkarları doğrultusunda haberler yapıyordu. (6) Örneğin Atatürk, Nutuk’ta, “Havas-Reuter Ajansı”nın 27 Mayıs 1919’da “Türkiye, büyük devletlerden birinin himayesini sağlama noktasında birleşiyor” haberine tepki duyarak “milletin, milli bağımsızlığı korumaya kararlı oluğunu” ve “millî vicdanı temsil etmeyen haberlerin endişe verici tepkiler yarattığını” belirterek milleti bu yanlış haberlere karşı uyardığını anlatıyor.

Kısacası milli direnişi örgütlemek için yerli milli gazetelere ve haber ajanslarına ihtiyaç vardı. Atatürk bu nedenle Sivas’ta “İrade-i Milliye”, Ankara’da da “Hâkimiyet-i Milliye” gazetelerini kurdu. Başlangıçta İtalyan Haber Ajansı’ndan yararlandı. Sonra da milli direnişe zarar verecek yanlı haberlere karşı milleti uyarmak, meclis kararlarını, milli bildirileri halka ulaştırmak, yerli ve yabancı kamuoyunu milli direniş hakkında bilgilendirmek için Anadolu Ajansı’nı kurdu.

Milli Mücadele’de Anadolu Ajansı

Anadolu Ajansı, zorlu savaş yıllarında üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. İç ve dış kamuoyunu milli direniş hakkında sürekli doğru bilgilendirdi.

Anadolu Ajansı, içeride İstanbul, Zonguldak, İnebolu, Antalya ve İzmit’te; dışarıda ise Londra, Paris, Berlin, Viyana, Cenevre ve New York’ta irtibat büroları açtı.

Anadolu Ajansı bültenleri binbir güçlükle işgal altındaki İstanbul’a ulaştırıldı. İstanbul’da eski Çiftçi Kütüphanesi sahibi Akif Bey ile Hayri Budak Bey bu bültenleri gizlice aldılar. Bu bütünler, İstanbul Babıali’de bir kitabevinin bodrum katında eski bir teksir makinasıyla veya bültenin altına kopya kağıdı yerleştirilerek elle çoğaltıldı. Ajans haberleri telgrafla yayıldı. Atlı görevlilerin ücra köşelere kadar götürdüğü bültenler buralarda kara tahtalara asıldı. Anadolu Ajansı bütün bu çalışmaları Halide Edip, Yunus Nadi, Hamdullah Suphi ve on kadar personelle yürüttü.

Düşmanın bütün kara propagandasına karşın milli direnişin en zor anlarında Anadolu Ajansı’nın haberleri halka güç verdi. Anadolu’daki Yunan mezalimini Anadolu Ajansı dünyaya duyurdu. TBMM’nin açılacağı, Anadolu Ajansı bülteniyle halka duyuruldu. Cephelerden en doğru haberleri Anadolu Ajansı verdi: Sakarya Savaşı’nın ne zaman başlayıp nasıl ilerleyip nasıl sonuçlandığı, Büyük Taarruz’un tüm aşamaları ve İzmir’in kurtuluşu gibi önemli haberler hep “AA” kaynaklıydı.

Anadolu Ajansı sadece Milli Mücadele’de değil, sonrasında Cumhuriyet’in ilk yıllarında da yeni Türkiye’nin gözü kulağı oldu. Önce Lozan görüşmelerini çok başarıyla yansıttı. Sonra Atatürk’ün devrimlerini topluma anlattı. Devrimleri halka anlatmak için çıktığı yurt gezilerinde Atatürk’ün yanında hep AA muhabirleri vardı. Atatürk, İzmir suikast girişimi sonrasında 19 Haziran 1926’da “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözünü Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte söyledi.

Atatürk, Anadolu Ajansı’nın Batılı anlamda modern bir haber ajansı olmasını istiyordu. Bu amaçla 1925’te Anadolu Ajansı’nı şirketleştirdi.

İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Anadolu Ajansı’nın 50. yılı dolayısıyla kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle demişti: “Bizim de bir ajansımız vardı. Dünyaya haber verebiliriz diye pek çalımlıydık!”

Anadolu Ajansı’nda ihmal “vatan suçu”ydu

Atatürk, milli direnişin başarıya ulaşması için Nutuk’taki ifadesiyle ülke içinde ve dışında “elektrik şebekesi” gibi bir bilgi ve haber ağı kurdu. Bu ağdaki veri akışı için Anadolu Ajansı’na çok büyük iş düşüyordu.

Atatürk işte bu nedenle Anadolu Ajansı haberlerinin ve bültenlerinin zamanında yerine ulaşmasını “vatan görevi”, ulaşmamasını ise “vatan suçu” olarak gördü.

Örneğin, Konya Postanesi’nde Anadolu Ajansı haberleri ve bültenlerinin engellendiği anlaşılınca Atatürk, 18 Nisan 1920’de Konya Posta ve Telgraf Müdürlüğü’ne çektiği bir telgrafta Anadolu Ajansı haberlerinin dağıtımında ihmali olan kişilerin isimlerini istedi. 18 Nisan 1920’de Anadolu Telgraf Merkezi’ne gönderdiği bir tamimde ise Anadolu Ajansı haberlerini iletmekte ihmali olanların “cürmü vatan” (vatan suçu) işlemiş sayılacaklarını bildirdi. 21 Nisan 1920’de Diyarbakır Posta ve Telgraf Başmüdürlüğü’ne çektiği bir telgrafta da Anadolu Ajansı haberlerinin Palu’ya ulaşmadığının öğrenildiğini, durumun incelenerek sonucun bildirilmesini ve ajans haberlerinin düzeli olarak bütün merkezlere verilmesini emretti. 21 Nisan 1920’de de Balıkesir’de 64. Fırka Komutanı’na ve Mudanya Kaymakamı’na çektiği telgrafta ise Anadolu Ajansı’nın günlük bildirilerinin hiç aksamadan Bandırma ve Mudanya’dan güvenilir kayıkçılar ve kaptanlarla İstanbul’a gönderilmesini istedi. (8)

Demem o ki, Anadolu Ajansı 99 yıl önce bir ölüm kalım savaşında emperyalizmin ve yerli iş birlikçilerinin “yalanlarına” karşı halkı “doğru” bilgilendirmek için kurulmuştu. Anadolu Ajansı’nın 31 Mart 2019 gecesi sergilediği “yandaşlık”, Anadolu Ajansı’nın şanlı tarihine hiç yakışmadı.

Görülen o ki 99 yıl önce Atatürk’ün “vatan” kurtardığı Anadolu Ajansı ile 99 yıl sonra “iktidar partisi” kurtarılmak istendi.

Atatürk’ün Anadolu Ajansı’ndan isteği: En doğru ve hızlı havadis

Atatürk, 8 Nisan 1920’de yayımladığı Anadolu Ajansı’nın kuruluş genelgesinde Milli Mücadele’de halkın iç ve dış “en doğu havadis (haber) ile aydınlatılmasının” zorunlu olduğunu, “Anadolu Ajansı’nın en hızlı araçlarla vereceği havadis ve bilginin Temsilciler Kurulu’nun belgeli ve asıl kaynaklarına” dayandığını bildirdi. (7)

Atatürk’ün bu genelgesi dikkatle okunduğunda sadece “havadis” değil “en doğru havadis”, “en hızlı araçlarla vereceği havadis”, “belgeli ve asıl kaynaklara dayalı havadis” ifadelerini kullandığı görülür. Atatürk’ün burada altını çizdiği noktalar; “doğru”, “tarafsız”, “belgeli ve kaynaklı” haberlerin “hızlı” biçimde her yere ulaştırılması, haber ajanslarının uyması gereken evrensel ilkelerdir.

Anadolu Ajansı’nın 12 Nisan 1920’e yayımladığı ilk bültende de bu ajansın, halkın “en doğru haber ve bilgiler alabilmesi” için kurulduğu belirtiliyordu.

Anadolu Ajansı, kuruluşundaki bu evrensel ilkelerden 99 yıl boyunca –31 Mart 2019 gecesine kadar– hiç vazgeçmedi.

Sinan Meydan

KAYNAKLAR:

1- Yunus Nadi, Ankara’nın İlk Günleri, Ankara, 1959, s.77,78.

2- Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 1983, s. 108.

3- Yücel Özkaya, “Milli Mücadele’de Anadolu Ajansı’nın Kuruluşu ve Faaliyetine Ait Bazı Belgeler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 2, Ankara, 1985, s. 592.

4- Ömer Sami Coşar, Milli Mücadele Basını, İstanbul,1964.

5- Yücel Özkaya, Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın, 3.bas, Ankara, 2014, s. 42.

6-  Orhan Koloğlu, Havas-Reuter’den Anadolu Ajansı’na, Ankara, 1994, s.42.

7- Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Ankara, 1957, S. 19, Vesika 470. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. IV, Ankara, 1969, s. 286,287.

8- Özkaya, “Milli Mücadele’de Anadolu Ajansı’nın Kuruluşu ve Faaliyetine Ait Bazı Belgeler”, s. 595-598.

Bu yazı Anadolu Ajansı, Sinan Meydan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/anadolu-ajansi-sinan-meydan/feed/ 0
19 MAYIS KUTLAMALARI ÖĞRETMEN KONUŞMA METNİ http://ataturkicimizde.com/19-mayis-kutlamalari-ogretmen-konusma-metni/ http://ataturkicimizde.com/19-mayis-kutlamalari-ogretmen-konusma-metni/#respond Sat, 27 Apr 2019 06:04:04 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8026 19 MAYIS KUTLAMALARI ÖĞRETMEN KONUŞMA METNİ Sayın Müdürüm, kıymetli meslektaşlarım, değerli veliler ve sevgili öğrenciler, Yüzüncü şeref yılını kutladığımız 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve...

Bu yazı 19 MAYIS KUTLAMALARI ÖĞRETMEN KONUŞMA METNİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
19 MAYIS KUTLAMALARI ÖĞRETMEN KONUŞMA METNİ

Sayın Müdürüm, kıymetli meslektaşlarım, değerli veliler ve sevgili öğrenciler,

Yüzüncü şeref yılını kutladığımız 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlama törenimize hepiniz hoş geldiniz.

Bugün Ulusumuzun kurtarıcısı ve önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün; dava ve silah arkadaşlarıyla birlikte, çaresizliğe, esarete, yedi düvel düşmanın Türk topraklarına aç kurtlar gibi saldırışına, masum ve temiz kalpli Anadolu insanının yıllar süren gözyaşlarına “DUR” demek için çıktığı mukaddes deniz yolculuğunu tamamladığı, Anadolu topraklarına ayak bastığı, umutları yeşerttiği gündür.

Bugün, tarihin yeni ve şanlı bir sayfasının açıldığı, kurtuluş meşalesinin yakıldığı, acı ve kederden siyahlaşmış yüzlerin yeniden sevinçle parladığı, örümceklenmiş beyinlerin aydınlıkla tanıştığı gündür. Bugün, Türk’ün unutulmaya yüz tutmuş mertliğinin, fedakârlığının ve kahramanlığının hatırlandığı gündür.

Genciyle, yaşlısıyla, askeri siviliyle, kadını erkeğiyle Vatan müdafası için tek yürek olabilmeyi başarmış kahraman Türk milletinin yeniden şahlanışıdır 19 Mayıs. Bandırma vapurundan inen Gazi Mustafa Kemal gibi sayısız Mustafa Kemal’lerin Anadolu’ya rüzgâr olup, umut olup yayılışı, hürriyet ve istiklal tohumlarının tüm yurda serpilmesidir 19 Mayıs.

Bugün Amasya’ya, Sivas’a, Erzurum’a, Ankara’ya, Afyon ve İzmir’e uzanan bir kurtuluş destanının baş yazgısıdır. Silahsız, parasız, teşkilatsız, umutsuz, sahipsiz Anadolu’nun, zulme ve haksızlığa isyanı, iştahlı aç sömürgeci kurtların pençesinde kıvranan masum güvercinlerin barışı getirmek için kaplanlaştığı gündür 19 Mayıs.

Yaşlı anaların, çocukların, kınalı kuzuların, er’siz kadınların, şehit babalarının bir karış vatan toprağını müdafa uğruna şehit olmaya ant içtiği, kurtuluşa kadar durmadan, uyumadan, yemeden, içmeden çalışmaya azmetmiş milletin ölümü hiçe sayarak özgürlük için ayağa kalktığı gündür 19 Mayıs.

Fikirlerde başlayan, yüreklerde filizlenen, tüm yurda yayılan vatan sevdasıdır, karamsarlığın umuda, korkunun güvene, esaretin özgürlüğe döndüğü gündür bugün.

Bugün, Mustafa Kemal’in halkına güvenerek çıktığı yolda, Çanakkale ruhunu yeniden yeşerttiği, Alparslan’ın, Mete’nin gözlerini yeşerttiği mukaddes bir gündür.

Haçlı seferlerini aratmayacak açgözlü düşman emellerinin, anayurdu savunmaya and içmiş Türk’ün çelik göğsünde yok olup gitmesinin ilk adımıdır bugün. Bugün karanlıkların aydınlanmaya başladığı, güneşin bir kez daha ve daha parlak doğduğu mübarek bir gündür.

Tarih boyu esir düşmemiş, mertlikten taviz vermemiş, sadece barış için savaşan kahraman Türk’ün zulme baş kaldırışının adı olan 19 Mayıs, milletin tek yürek olup düşmanı İzmir’e sürmeye yemin ettiği gündür.

Samsun, 23 Nisan’ların, 30 Ağustos’ların, 9 Eylül’lerin ilki, başı, başlangıcıdır.

19 Mayıs, Samsun’dan İzmir’e uzanan kahramanlık destanının tarihe altın harflerle geçen mucizesi, inancı, imanıdır.

Anadolu’nun yeniden vatan olmasının adıdır 19 Mayıs.

Türk’ün sönmeye yüz tutmuş bağımsızlık ateşinin, yok olmaya yüz tutmuş varlığının yeniden tarih sahnesinde parladığı en güzel gündür 19 Mayıs.

19 Mayıs işin başı, yolun başı, kurtuluşun ilk adımıdır.

Bu mukaddes gün susmaya yüz tutmuş ezan seslerini yeniden hür kılmak, semaya yükseltmek günüdür.

Üç buçuk yıl boyunca Atalarımızın, analarımızın, dedelerimizin uyumadan, dinlenmeden vatan uğruna ter ve emek sarf ettiği o günler, zaferi getiren, kurtuluşu temin eden, Cumhuriyeti ve barışı yeniden Türk’e armağan eden kutsal bir savaştır.

Bu savaş sadece silahla değil, yürekle, sevgiyle, umutla verilen bir savaştır. Bu savaş sadece muharebe alanlarında değil, devrimlerle sürecek fikri ve medeni alanlarda da verilen bir savaştır. Aydınlık yarınların, demokrasi ve Cumhuriyetin, eşitlik ve hürriyetin, barış ve huzurun teminatıdır bu savaş.

Bu savaşta kalemler, silahlar, kürekler, sabanlar bir olup düşman mermilerini dize getirmiş, mermileri yavrusundan mukaddes sayan annelerin şefkat ve azmi düşmanın tüm umutlarını yerlere sermiştir.

Tek serveti olan sarıkızını satıp askere mühimmat için veren dedeler, başlık parasını, hastane parasını, çeyizini vatan için harcayan fedakâr insanlar, ekinini bırakıp askere giden babalar, okulunu yarıda kesip cepheye koşan gençler 19 Mayıs’ın sivil kahramanlarıdır.

Askeriyle siviliyle tek yürek olup düşmana karşı koyan milletin haklı davasının zaferidir, her sabah doğudan doğan güneştir 19 Mayıs.

19 Mayıs, yıllar geçse de tükenmeyecek sevdanın adı, kurtuluşun yemini, milli misakın sınırı, Cumhuriyet tutkusu, egemenlik türküsü, millet olma bilinci, var olma savaşıdır.

100 yıl sonra hala yanmakta olan bir ateştir 19 Mayıs. Gençliğin omuzlarında yükselen şanlı bir sancaktır bugün.

Atalardan yadigâr bu güzel vatanın, şanlı sancağın ayakta ve özgür kalacağına yemindir 19 Mayıs. Savaştan siyasete, bilimden sanata, sanayiden spora, eğitimden ahlaka kadar her alanda aydınlık Türkiye’nin mührüdür 19 Mayıs.

Bizlere bu günleri kanıyla, canıyla armağan eden, malını, servetini, emeğini, terini, kanını, canını esirgemeyen kahraman atalarımıza vefa borcumuzdur 19 Mayıs.

Bizlere emanet Cumhuriyet’tir, özgürlük ve eşitliktir, namus ve haysiyettir 19 Mayıs.

19 Mayıs, vatana borç, Türk’lüğe sadakat, Allah’a yemin, şehitlerimize verilen sözdür.

Bu bayram, ağlamak değil, hatırlamak, hissetmek, kendine gelmek bayramıdır. Bu bayram, 19 Mayıs ruhunu yeniden diriltmek, ışık ve umut olup bir daha Samsun’a çıkmak demektir. Bu bayram Mustafa Kemal’in askeri olmak değil, binlerce Mustafa Kemal olabilmektir.

Bu özgür ve refah ortamı, Cumhuriyet erdemini, barış ve huzuru bizlere yüksek bedellerle armağan eden kahraman şehit ve gazilerimize şükranlarımızı sunuyor, başta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, emeği geçen tüm merhumlarımıza minnet ve sevgilerimizle şöyle diyoruz;

“Ey Türk mevcudiyetinin 20. yüzyıl korkusuz, fedakâr kahramanları, Ey Kara Fatma’lar, Ey Sütçü İmam’lar, Ey şehit oğlu şehitler, Ey Mustafa Kemal Paşa’m!

Yaktığınız bağımsızlık meşalesini söndürmeden muhafaza edeceğimize, al sancağı daha yükseklere taşıyacağımıza, vatanı ne pahasına olursa olsun koruyup yücelteceğimize, devrim ve ilkelerin yılmaz bekçileri olacağımıza, vatan ve Cumhuriyet uğruna canlarımızı seve seve feda edeceğimize, medeniyet, bilim ve adalet yolunda durmadan yürüyeceğimize, her birimiz birer Mustafa Kemal Atatürk olacağımıza namus ve şerefimiz üstüne yemin ederiz.”

Yüz yıl önce Samsun’dan filizlenen bağımsızlık ve egemenlik aşkı ilelebet sönmeyecek, Türk Gençliği vatan aşkıyla yanan o şanlı bedenlerin açtığı kahramanlık yolunda durmadan yürüyecektir. Cumhuriyet nice 100 yıllar daha yaşayacak, bu bayrak asırlar boyu şerefle dalgalanmaya devam edecektir. Ne mutlu Türk’üm diyene!

Bu yüce dilek ve ruh haliyle, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor bayramınızı bir kez daha kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Arz ederim.

Bu yazı 19 MAYIS KUTLAMALARI ÖĞRETMEN KONUŞMA METNİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/19-mayis-kutlamalari-ogretmen-konusma-metni/feed/ 0
ŞEYH SAİT İSYANI VE DEVRİM KANUNU http://ataturkicimizde.com/seyh-sait-isyani-ve-devrim-kanunu/ http://ataturkicimizde.com/seyh-sait-isyani-ve-devrim-kanunu/#respond Sat, 27 Apr 2019 04:29:54 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8014 ŞEYH SAİT İSYANI VE DEVRİM KANUNU 25 Şubat 2019 “Bizi yanlış yola sevk eden habisler, bilirsiniz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz...

Bu yazı ŞEYH SAİT İSYANI VE DEVRİM KANUNU ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
ŞEYH SAİT İSYANI VE DEVRİM KANUNU

25 Şubat 2019

“Bizi yanlış yola sevk eden habisler, bilirsiniz ki çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir. (Atatürk, 1923)

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk ve dava arkadaşları, aklı ve bilimi esas alan, çağdaş hukukun egemen olduğu, düşünce ve vicdan özgürlüğüne saygılı uygar bir düzen için “laikliğe” ihtiyaç duymuşlardı. Bunun için her şeyden önce “din istismarı”yla ve “irtica”yla mücadele etmişlerdi.

Mesela bir devrim kanununa göre “din istismarı” ile “dini siyasete alet etmek” vatana ihanet suçuydu.

TBMM, bundan tam 94 yıl önce bugün, 25 Şubat 1925’te, “dinin siyasete alet edilmesinin vatana ihanet suçu olduğunu” kabul etmişti.

ŞEYH SAİT İSYANI

1925’te genç Cumhuriyete karşı Doğu bölgelerinde Şeyh Sait İsyanı patlak verdi.

Şeyh Sait, 13 Şubat’ta Piran Köyü’nde ayaklandı. İsyancılar burada bir jandarma teğmenini esir alıp bir eri şehit ettiler. Telgraf hatlarını kestiler. Piran’dan Eğil bucağına geçtiler. Bucak müdürüyle 10 jandarmayı esir aldılar. Daha sonra Genç hapishanesini ve jandarma dairesini bastılar, oradaki jandarmaları da esir aldılar. İsyancılar, 16 Şubat’ta Genç ilinin merkezi Darahini’ye saldırdılar. Burada üç gün üç gece kaldılar. Şehri yağmaladılar. Ziraat Bankası’na el koydular. Buradaki isyanı Ankara’ya bildiren öğretmen Mehmet Zeki’yi önce hapsettiler, sonra öldürdüler.

Oradan Diyarbakır yolu üzerindeki Lice’ye hareket ettiler. Bu güzergah üzerindeki Hani bucağını ele geçirdiler. Lice-Hani, Çapakçur-Palu telgraf hattını kestiler. İsyancılar Çapakçur, Muş, Diyarbakır olmak üzere üç kola yarıldılar. Çapakçur Hükümet Konağı’na saldırıp orayı ele geçirdiler. İsyancılar, 20 Şubat’ta, üzerlerine gelen Türk Ordusu’yla çatışmaya başladılar. 21 Şubat’ta Yarbay Cemil komutasındaki bir süvari alayını pusuya düşürüp esir aldılar. Ellerinde yeşil bayrak ve Kuran’larla ilerleyen asilere halk da yardım etti. 2 Mart’ta isyancılar Elazığ’ı ele geçirip yağmaladılar.

Diğer taraftan Şeyh Abdullah, Muş cephesini tutarak Varto’yu aldı ve Erzurum’a doğru ilerlemeye başladı. Şeyh Sait ve adamlarının asıl hedefleri Diyarbakır’dı. 7 Mart’ta kendilerine katılan aşiretlerle birlikte Diyarbakır’a saldırdılar. Kuzey cephesinde surlar dışında yapılan savunmayla geri püskürtüldüler. Güney cephesinde ise içeriden yardım alarak şehre girmeyi başardılar. Fakat General Mürsel Paşa’nın gönderdiği süvari kuvvetleri asileri geri püskürttü. Şeyh Sait ve eşkıyaları ilk kez 8 Mart’ta yenilerek geri çekildiler.

Ordu birlikleri Varto, Elazığ ve Diyarbakır üzerinde temizlik harekatına başladı. Asiler dört bir yandan kuşatıldı. Nisan başında Silvan, Palu ve Piran asilerden geri alındı. Nisanın ikinci haftasında özellikle Tük Hava Kuvvetleri’nin operasyonlarıyla isyan bastırıldı. İsyanın elebaşlarından Şeyh Sait ve Seyit Abdülkadir yakalandı. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi, 23 Mayıs 1925’te Seyit Abdülkadir ve 5 arkadaşını, 28 Haziran 1925’te de Şeyh Sait ve 46 arkadaşını idamla cezalandırdı. (1)

Cumhuriyeti daha doğarken boğmayı amaçlayan Şeyh Sait İsyanı güçlükle bastırıldı. Cumhuriyet yaşamaya devam etti. Ama Musul kaybedildi. Sonuçta isyan İngilizlere yaradı.

Cumhuriyete karşı ‘din’ silahı; Şeyh Sait’in ibretlik ifadeleri

Şeyh Sait İsyanı’ndan sadece iki hafta önce Erzurum Milletvekili Ziyaeddin Efendi, meclis kürsüsüne çıkarak “yeniliğin”, işret, dans ve plaj sefasından başka bir şey olmadığını söylemişti. Ona göre “fuhuş” artmıştı! Müslüman kadınlar edepsizleşmişti! Sarhoşluk teşvik olunuyordu! “Dini hisler” rencide oluyordu! Yeni rejim sadece “ahlaksızlık” getirmişti! Bunlar “Terakki” kılıfı altında, “Batılılaşma” diye “Medeniyetçilik” adına yapılıyordu! “Rezil bir idare” memleketi çamurlar içine sürüklemişti! Şeyh Sait, sorgusunda, Ziya Hoca’nın meclisteki bu açıklamalarından çok etkilendiğini itiraf edecekti. (2)

Ocak 1925’te Şeyh Sait imzalı bildiriler Doğu Anadolu’da elden ele dolaşmaya başlamıştı. Bu bildirilerde “Hilafetsiz Müslümanlık olmaz!” deniliyor, Cumhuriyet “dinsizlikle” suçlanıyordu. Bildiriler ileri bir teknikle basılmıştı. İsyancıların elinde yabancı silahlar da vardı. (3)

Piran’a gelen Nakşibendi şeyhi Şeyh Sait, verdiği vaazda şunları söylemişti:

“Medreseler kapandı. Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Din okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Gazetelerde bir takım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar; dinin yükselmesine gayret ederim.” (4)

İsyanın ilerlediği günlerde de Şeyh Sait şöyle bağırıyordu: “Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur. Bunlardan yararlanacağız. Bugünkü Türk Hükümeti İslamiyet’ten ayrılıyor. İstanbul’da Beyoğlu’nda bazı İslam kızları şapka ile geziyorlar…” (5)

Şeyh Sait sorgusunda, amacının “hükümete şeriat hükümlerini uygulatmak” olduğunu söylemişti. (6)

Mahkeme Başkanı ile Şeyh Sait arasında geçen konuşmaların bir bölümü şöyle: (Soru: Mahkeme Başkanı, cevap: Şeyh Sait)

Soru: “Niye isyan ettin?”

Cevap: “Medreselerde fıkıh okudum… Şeriat hükümleri uygulanmazsa kıyam vaciptir. Kaza ve kader beni buraya sevk etti… Binaenaleyh şeriatımız yolunda ölürsek dinsiz gitmeyiz!”

Soru: “Yunan ordusu İslamiyet’in merkezini ayaklar altına almışken cihadın farzlarını niye yerine getirmediniz?”

Cevap: “O zaman muhacirdik ve perişan haldeydik!”

Soru: “Din hükümlerinin zedelendiğini söylerken neyi kasettiniz?”

Cevap: “İçki yasağı kaldırıldı.”

Soru: “İslam’a kılıç çeken İslam değildir’ hadisinden haberiniz yok mu?”

Cevap: “Müslümanlara din hükümleri bıraktırılmıştı.” Başkan, “Hamdolsun! Hepimiz Müslümanız. Kuran okuyoruz, zekat veriyoruz” deyince Şeyh Sait, “Din hükümlerinden hangisi var?” diye sordu.

Soru: “Şeyh yalan söyler mi?”

Cevap: “Eh! Söyler ya! Allah bilir!”

Soru: “Hükümetin dine karşı olduğunu nereden çıkardınız?”

Cevap: “Gazetelerden, dergilerden, gelen tüccardan ve milletvekillerinden.”

Soru: “Hangi gazetelerden?”

Cevap: “Sebilürreşad, Tevhid-i Efkâr.”

Soru: “Sana dinin kalmadığını söyleyen tüccarlar ve milletvekilleri kimlerdi?”

Cevap: “Erzurum Mebusu Raif Hoca”

Soru: “Ziya Hoca’nın beyanatını duydun mu?”

Cevap: “Ziya Hoca’nın beyanatını Sebilürreşat’ta, daha başka yerlerde okurduk. Bir kere okudum ki Kılıçzade Hakkı Bey, Peygamberimizin aleyhinde bulunmuş… Okurduk ki kız mekteplerinde İslamiyete aykırı şeyler oluyormuş! Kızlar piyano çalıyorlar, erkekler keman çalıyorlar, sabaha kadar sohbet ediyorlarmış… Sebilürreşat’ın her nüshası beni müteessir ediyordu. Farmasonluk, laiklik de bizi çok müteessir ediyordu.”

Soru: “Sait Efendi! Geçen celsede ‘beni isyana sevk eden üç neden var’ demiştin. Birincisi, din hükümlerinin uygulanmaması; ikincisi, basının etkisi; üçüncüsü, meclisteki muhalefet… Bunları açıklar mısın?”

Cevap: “Sebilürreşat’ta şeriata aykırı olan şeyler hep yazılıyordu. Derdik ki, ‘Yalan ise nasıl yazar?’ ‘Nasıl söyler?’ ‘O halde doğrudur ki yazmaya cesaret diyor!’ Zaten Sebilürreşat yazdığını hep bir gazeteye dayandırırdı. Başka bir neden de Tevhid-i Efkar’dı… Sonra Cibranlı Halit bir gazete gönderdi. Gazetede “Allah’ü Teâlâ yoktur. Her kulun dayanağı ne ise Allah odur!’ diyordu. Buna da kızdık… Velhasıl! Din, ırz, namus, farmasonluk, laiklik hakkındaki yazılardan kin ve nefret duyuyorduk.”

Soru: “Neden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programını beğendin?”

Cevap: “Çünkü ‘içkiyi, fuhuşu yasaklayacağız!’ demesi hoşumuza gitti. Bir de ‘dine hürmetkâr olduklarını’ söylüyorlardı.”

Soru: “Asker-i Rum nedir?”

Cevap: “Biz Kürtler, Türk askerlerine ‘Asker-i Rum’ deriz. Tabirdir, öyle deriz!”

Soru: “Din kalktı!’ diyorsun. Namazını kılmıyor muydun? Camilerde ezan okunmuyor muydu?

Cevap: “Evet, ibadetime kimse karışmıyor, her isteyen namazını kılabiliyor ve camilerde ezan okunuyor… Fena yaptık! Bundan sonra iyi olur inşallah!” (7)

Dini siyasete alet etmek; VATANA İHANET SUÇU

Şeyh Sait İsyanı’nda, İslam dini, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir “silah” olarak kullanıldı. Din, vatana ihanetin “aracı” yapıldı.

25 Şubat’ta isyan TBMM’de görüşüldü.

Başbakan Fethi (Okyar) Bey, Şeyh Sait İsyanı’nda dinin politik araç olarak kullanılıp bölge halkının istismar edildiğini, isyanın amacının hilafeti geri getirmek ve Abdülhamit’in oğullarından birinin saltanatını sağlamak perdesi altında “Kürtçülük” olduğunu söyledi.

Fethi Bey, bu açıklamalarından sonra sıkıyönetim kararının onaylanmasını, “dini araç yaparak halkı ayaklanmaya kışkırtanların sert şekilde cezalandırılmaları” için hazırlanan bir kanun maddesinin ve askeri harcamaların kabul edilmesini istedi.

Daha sonra muhalefet adına söz alan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Başkanı Kazım Karabekir Paşa, sıkıyönetim ilanını uygun bulduklarını belirterek şöyle dedi: “Efendiler, dini araç yaparak milli varlığı tehlikeye koyanlar lanetle anılmalıdır. Bu hareket vatana ihanettir.”

Bu açıklamalardan sonra oylamaya geçildi. Önce sıkıyönetim ilan edildi. Sonra da Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in “Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na bir madde eklenmesi” için yaptığı kanun teklifi ele alındı.

Teklife göre “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na şu madde eklendi (1. Madde):

“Dini veya dinin kutsal kavramlarını siyasi amaçlara esas ya da alet etmek için dernekler kurulması yasaktır. Bu tür dernekleri kuranlar ya da bu derneklere girenler vatan haini sayılırlar. Dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek devletin şeklini değiştirmek ve başkalaştırmak ya da devletin güvenini bozmak veya dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek her ne surette olursa olsun halk arasına bozgunculuk ve ayrımcılık sokmak için gerek tek başına gerek toplu olarak sözle ya da yazı ile ya da fiilen ya da nutuk söyleyerek ya da yayın yaparak harekette bulunanlar da ‘vatan haini’ sayılırlar.”

(TBMM Zabıt Ceridesi, C.14, 25 Şubat 1925. Kanunun 1. maddesinde, dini siyasete alet edenlerin ‘vatan haini’ ilan edilecekleri ifade ediliyor.)

Bu kanun teklifi, 25 Şubat’ta TBMM’de oylanıp 556 sayılı kanun olarak kabul edildi. (8)

Şeyh Sait İsyanı, devrimci bir tepkiyle karşılandı. Cumhuriyeti kuranlar, Cumhuriyeti koruma kaygısıyla bir takım sert önlemler aldılar.

1925’te Şeyh Sait, dini kullanarak Cumhuriyeti yıkmaya çalışmıştı. Cumhuriyeti kuranlar, buna karşı, “Dini siyasete alet etmek vatana ihanet suçudur” şeklinde bir kanunla mücadele etmişlerdi. Aradan 91 yıl geçti. 15 Temmuz 2016’da bu sefer FETÖ, dini kullanarak Cumhuriyeti yıkmak istedi. Bugün başka tarikatlar ve cemaatler gizli, açık şekilde Cumhuriyeti yıkmaya çalışıyorlar. Türkiye’yi yönetenler, keşke tarihten biraz ders almış olsalardı.

Sinan Meydan

Kaynaklar:

1- Metin Toker, Şeyh Sait ve İsyanı, Ankara, 1994, s. 18, 22, 96-100, 129. Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, İstanbul, 1994, s. 67, 68. Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Ankara, 2009, s. 210. 211, 221, 222, 241, 253, 254. Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, İstanbul, 2007, s. 113-143.

2- Toker, age, 26, 27.

3- Aybars, age, s.213.

4- Mumcu, age, s. 68.

5- Mumcu, age, s. 71,72

6- Aybars, age, s. 243. Mumcu, age, s. 124

7- Savcının iddianamesi, savunmalar ve karar konusunda bkz. TBMM Arşivi, Dosya 69, Karar no 69 ve IV-12, b-1; Şark İstiklal Mahkemesi Karar Defteri, S.15, D. 4/32; Hâkimiyet-i Milliye, 28 Haziran 1925, Behcet Cemal, Şeyh Sait İsyanı, İstanbul, 1955, s. 112 vd. Toker, age, s. 150-170, Aybars, age, s. 242-256, Mumcu, age, s. 123-140.

8- Ayrıntılar için bkz.

TBMM Zabıt Ceridesi,

Devre II, C.14, 25 Şubat 1925, s. 306- 311.

Bu yazı ŞEYH SAİT İSYANI VE DEVRİM KANUNU ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/seyh-sait-isyani-ve-devrim-kanunu/feed/ 0
Cumhuriyetin Temel Taşı TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ http://ataturkicimizde.com/cumhuriyetin-temel-tasi-turkiye-buyuk-millet-meclisi/ http://ataturkicimizde.com/cumhuriyetin-temel-tasi-turkiye-buyuk-millet-meclisi/#respond Fri, 26 Apr 2019 04:13:02 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8009 Cumhuriyetin Temel Taşı TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ Atatürk, sadece “hukuk” ve “mantık” ilkeleriyle 600 yıllık bir monarşiden ve 10 yıllık bir meşrutiyetten, sadece 4 yılda...

Bu yazı Cumhuriyetin Temel Taşı TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Cumhuriyetin Temel Taşı TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

Atatürk, sadece “hukuk” ve “mantık” ilkeleriyle 600 yıllık bir monarşiden ve 10 yıllık bir meşrutiyetten, sadece 4 yılda (1920-1923 arasında) bir cumhuriyet çıkarmayı başardı. İşte TBMM, o cumhuriyetin temel taşıdır…

Yarın 23 Nisan, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı; Ankara’da TBMM’nin açılışının, başka bir ifadeyle “egemenliğin” saraydan/sultan alınıp millete verilişinin 99. yıl dönümü…

Peki, ama Atatürk, üstelik bir ölüm kalım savaşında, Anadolu’nun orta yerinde TBMM’yi neden ve nasıl açtı? TBMM sıradan bir meclis miydi, yoksa çok daha başka anlamları mı vardı?

YENİ MECLİS HAZIRLIĞI

16 Mart 1920’de İngilizler, İstanbul’u işgal ettiler. Atatürk, aynı gün bir bildiri yayımladı:  Bu işgalle “Osmanlı Devleti’nin yedi yüz yıllık hayatına ve egemenliğine son verildiğini” belirtip “milli bir savaş dönemine girildiğini” söyledi. Türk Milleti’ni, “uygarlık yeteneğini, yaşama ve bağımsızlık hakkını ve bütün geleceğini savunmaya” çağırdı.

Atatürk, 17 Mart 1920’de, Ankara’da bir “Kurucu Meclis” açma düşüncesini kolordu komutanlarıyla paylaşıp onların görüşlerini aldı. Henüz daha İstanbul’daki Mebusan Meclisi kapatılmamışken böyle bir girişimde bulunmuştu. Çünkü İstanbul’daki meclisin kapatılacağını öngörüyordu. Komutanlar, “Kurucu Meclis” yerine “Milli Şura”, “Milli Meclis” adını önerdiler. Sonunda “Olağanüstü Yetkiler Taşıyan Meclis” adında karar kılındı.

16 Mart 1920’de İngilizler, İstanbul’da Mebusan Meclisi’ni basıp bazı milletvekillerini tutuklayıp Malta’ya götürdüler. Bu tutuklamaları protesto eden Mebusan Meclisi, 18 Mart 1920’de çalışmalarına ara verdi. “Bir millet var koyun sürüsü, ona bir çoban lazım, o da benim” diyen Padişah Vahdettin de 10 Nisan 1920’de Mebusan Meclisi’ni tamamen kapattı.

Atatürk,  19 Mart 1920’de yayımladığı bir bildiriyle Ankara’da olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclis açmak için bütün illerde seçim yapılmasını istedi. Mevcut seçim kanunu uygulanarak gizli oy, salt çoğunlukla, her sancaktan 5 üye seçilecekti. Bütün partiler, dernekler ve topluluklar aday gösterebilecek, isteyen bağımsız aday olabilecekti. İstanbul’daki Meclisi Mebusan’dan gelen milletvekilleri de bu meclise kabul edilecekti.

ATATÜRK’ÜN MECLİS AŞKI

İşgalci emperyalizm, işbirlikçi saray ve onun hükümeti, Ankara’da yeni bir meclis açılmasına karşıydı.

Atatürk ise bu iç ve dış düşmanlara karşı “milli iradenin” gücüne güvenerek Ankara bozkırında TBMM’yi açacaktı.

Atatürk,  “Önce meclis, sonra ordu” diyordu. “Ben her kerameti meclisten bekleyenlerdenim” diyordu. “Bir devre yetiştik ki onda her şey meşru olmalıdır” diyordu. “Meclis teori değil hakikattir, hakikatlerin en büyüğüdür. Orduyu yaratacak millet, millet adına da meclistir.” diyordu.

Halide Edip (Adıvar), o günlerde meclis aşkıyla yanıp tutuşan Atatürk’ü, Jean Jacques Rouesseau’ya, George Washington’a benzetiyordu. Haksız da sayılmazdı.

Ateşler içinde bir Meclis

Şevket Süreyya Aydemir’in ifadesiyle o günlerde Ankara “ateş çemberi içindedir.” Bir taraftan emperyalist işgal, diğer taraftan işbirlikçi saray ve onun hükümetinin başlattığı “iç savaş” devam ediyordu:

Şöyle ki,

2 Nisan 1920’de kurulan 4. Damat Ferit Hükümeti;

8 Nisan’da Anzavur’a paşalık unvanı verip Balıkesir Mutasarrıflığı’na atadı. Anzavur, 10 Mayıs’ta paralı bir kuvvetle Adapazarı’nı işgal edecekti.

10 Nisan’da Milli Mücadele’yi kınayan ve Kuvayı Milliyecileri “asi” olarak suçlayan bir beyanname yayımladı.

10 Nisan’da Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın hazırladığı “ihanet fetvasını” yayımladı.

18 Nisan’da Kuvayı Milliye’yi bastırmak için Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) kurulmasına karar verdi.

11 Mayıs’ta İstanbul Divanı Harbi, Atatürk, Ali Fuat Cebesoy ve Halide Edip’i idama mahkûm etti. Vahdettin, bu kararı 24 Mayıs’ta onayladı. 6 Haziran’da da İsmet İnönü ile birlikte asker-sivil birkaç yurtsever daha idama mahkûm edildi.

22 Haziran’da Yunan ordusu, Milne Hattı’nı geçerek Bursa ve Uşak’a doğru ilerlemeye başladı.

TBMM’nin açılacağı günlerde Anadolu’da manzara şuydu:

Güneyde, Urfa, Antep ve Maraş’ta Fransız işgaline karşı savaş vardı. Ege’de efeler Yunan’a karşı direnmeye çalışıyordu. Doğu’da Ermeni tehdidi sürüyordu. Marmara ve civarında ise Kuvayı Milliye birlikleri İngilizlere ve yerli işbirlikçilere karşı savaşıyordu. Gönen, Bursa, Adapazarı, Hendek, Bolu, Düzce, Yozgat, Konya isyan ateşiyle yanıyordu. Anadolu’da irili ufaklı 60 kadar isyan patlak vermişti. Bunların başında padişahın, halifenin, İngilizlerle işbirliği halindeki kumandanları vardı.

İşbirlikçi saray ve hükümetinin Atatürk’ün üzerine saldırttığı Anzavur askerleri, Hilafet Ordusu ve Kuvayı Ahmediye Ankara’yı tehdit ediyordu.

Ankara’da tüm yurtseverler çok tedirgindi. Öyle ki, Halide Edip’in eşi Dr. Adnan (Adıvar) Bey, isyancılar tarafından boğazlanmaktansa gerektiğinde intihar etmek için üzerinde zehir taşıyordu. Atatürk’ün kaldığı Ziraat Mektebi’ne gelen telgraf tellerinin kesildiği, etraftan silah sesleri duyulduğu oluyordu.

O günlerin tanıklarından Halide Edip (Adıvar) şunları anlatıyor: “Rahat uyumak mümkün olmazdı. Çünkü Hilafet Ordusu mensuplarının ne zaman bizim yerimizi de basıp, yatağımızda bizi boğazlayacaklarını tahmin edemiyorduk. O günlerde bu vatan hainleri Bolu hastanesinde yatan bazı subayları da yataklarından sürükleyip hastanenin önünde kafalarını taşla ezmişlerdi.”

O sırada Ankara’yı savunacak asker de yoktu. Atatürk, neredeyse tüm birlikleri, iç isyanları bastırmak için görevlendirmişti. Refet Paşa, Denizli taraflarından Ankara’ya 120 kişilik birlik gönderdi. Kılıç Ali de Antep’ten 70 kişilik bir süvari müfrezesi getirdi. İşte meclis açılırken Ankara sadece bu 190 askere emanetti.

Henüz güçlü komutanların hepsi de Atatürk’ün yanında değildi. İsmet (İnönü), TBMM açılmadan önce Ankara’ya gelmişti. Ancak Fevzi (Çakmak), Yusuf İzzet Paşa ve Fahrettin (Altay) paşalar henüz Milli Mücadele’ye katılmamışlardı. Atatürk, başlangıçta Milli Mücadele’ye karşı olan bu komutanları yanına çekmek için de o günlerde çok çaba harcadı.

Atatürk, o zor günlerde zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da ne “milli bağımsızlık” ne de “milli egemenlik” savaşından vazgeçti.

YENİ MECLİS YENİ DEVLET “Atatürk’ün Milli Egemenlik Devrimi”

Ankara’da İttihat ve Terakki Kulübü olarak yapılan, ancak tamamlanmamış binanın meclis binası olmasına karar verildi. Binanın açık çatısı kiremitlerle kapatıldı. Toplantı salonuna Erkek Öğretmen Okulu’ndan getirilen tahta sıralar konuldu. Milletvekillerine Öğretmen Okulu’nda kalacak yer hazırlandı.

İstanbul’daki Mebusan Meclisi Başkanı Celalettin Arif Bey ve bazı arkadaşları da Ankara’daki TBMM’ye katıldı. TBMM, 23 Nisan 1920’de 355 vekil yerine ancak 115 vekille açıldı. Mayıs ayında meclise 62 vekil daha katıldı.

Atatürk, TBMM’yi açarken sadece yeni bir meclis değil, aynı zamanda yeni bir devlet kurduğunu biliyordu. Bu yeni devlet, bir “din devleti” değil “laik bir devlet” olacaktı. Egemenliği saraydan/sultandan alıp millete vermek zaten başlı başına “laik” bir adımdı.  Ancak dönemin koşulları gereği Atatürk uzun bir süre “laik cumhuriyet”ten hiç söz etmeyecek, hatta anayasaya “devletin dini İslamdır” maddesini koyacaktı.

22 Nisan Perşembe günü açmayı düşündüğü TBMM’yi, “olası eleştirilere meydan vermemek için” 23 Nisan Cuma günü, Hacı Bayram Camii’nde Cuma namazı kılınarak, Kuran okunarak, kurbanlar kesilerek, dualar edilerek açmayı uygun gördü. Milli Mücadele önderlerini “dinsiz”, “zındık” ilan eden Dürrizade fetvalarının ve hükümet bildirilerinin havada uçuştuğu bir ortamda Atatürk’ün meclisi cuma günü dini bir törenle açtırması “akılcı” bir davranıştı.

Atatürk, TBMM’yi açtıktan sonra yaptığı konuşmalarda da -muhafazakâr vekilleri küstürmemek için- bir süre “sultanı ve halifeyi kurtarmaktan” söz etti. Buna karşın Abdülhalim Çelebi’nin “Vahdettin’le anlaşalım” isteğini ve meclise bir “padişah vekili” atanması önerisini ise ustaca reddetti. Çok değil, meclisin açılmasından 5 ay sonra, 25 Eylül 1920 tarihli meclis gizli oturumunda Vahdettin için ilk defa “hain” ifadesini kullandı. Saltanatı kaldırmak için fırsat kolluyordu.

Atatürk,  24 Nisan 1920’de TBMM’de yaptığı 4 saatlik uzun konuşma ve sonrasında meclise verdiği önerge ile “cumhuriyet” sözcüğünü kullanmadan “cumhuriyet” rejiminin temellerini attı. Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk’ün bu konuşması hakkında şu yorumu yapıyor: “Bu nutukta yalnız mantık dile geldi. Bizim yakın tarihimizde ilk defa bir asker, bir büyük ve mantık adamı olarak belirdi.”

Atatürk bu konuşmasında;

Önce Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan TBMM’nin açılmasına kadar geçen olaylar hakkında ayrıntılı bilgiler verdi. İstanbul’un işgali ve Mebusan Meclisi’nin kapanmasından sonra meydana gelen “hukuk boşluğunu doldurmak” gerektiğini söyledi.

Sonra yeni bir devlet kuran şu önergeyi okudu: (Özetleyerek veriyorum)

Mecliste milli iradeye dayanan bir hükümet kurulmalıdır.

Geçici olarak da olsa bir “padişah vekili atamaya” izin verilemez

TBMM, kanun yapma ve yürütme yetkilerine sahiptir.

Yüce Meclis, sınırlı bir yasama göreviyle değil, milletin bütün işlerini üstlenmek ve memleketin ve halifenin kurtuluşunu sağlamak amacıyla oluşturulmuştur ve artık Yüce Meclisin üstünde bir kuvvet yoktur.

Padişah ve İslam halifesi her türlü zorlama ve baskıdan kurtulduğunda meclisin düzenleyeceği yasaya göre yerini alır. Önerge kabul edildi.

Görüldüğü gibi Atatürk’ün 24 Nisan 1920’de meclise sunduğu önerge adını anmadan cumhuriyeti işaret ediyordu.

Atatürk, 1927’de Nutuk’ta bu önergeden şöyle söz diyor: “Efendiler! Bu esaslara dayanmış olan bir hükümetin mahiyeti kolayca anlaşılabilir. Böyle bir hükümet milli hâkimiyet esasına dayanan halk hükümetidir, cumhuriyettir.”

Demem o ki, Atatürk, sadece “hukuk” ve “mantık” ilkeleriyle 600 yıllık bir monarşiden ve 10 yıllık bir meşrutiyetten sadece 4 yılda (1920-1923 arasında)  bir cumhuriyet çıkarmayı başardı. İşte TBMM, o cumhuriyetin temel taşıdır.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun…

SİNAN MEYDAN

KAYNAKLAR:

  1. Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.7, 8, 9 İstanbul, 2002
  2. Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatırları, İstanbul, 2000
  3. Yunus Nadi, Ankara’nın İlk Günleri, İstanbul, 1955
  4. Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 1962
  5. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, 2. bas, Ankara, 2008.
  6. Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. II, 26. bas, İstanbul, 2009
  7. Sina Akşin, İç Savaş ve Sevr’de Ölüm, İstanbul, 2010.
  8. Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, 23 Nisan 1336 (1920)

Bu yazı Cumhuriyetin Temel Taşı TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/cumhuriyetin-temel-tasi-turkiye-buyuk-millet-meclisi/feed/ 0
Kaderin Türk Milletine yüklediği kutsal görev http://ataturkicimizde.com/kaderin-turk-milletine-yukledigi-kutsal-gorev/ http://ataturkicimizde.com/kaderin-turk-milletine-yukledigi-kutsal-gorev/#respond Thu, 07 Mar 2019 07:13:34 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7893 Kaderin Türk Milletine yüklediği kutsal görev “Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte...

Bu yazı Kaderin Türk Milletine yüklediği kutsal görev ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Kaderin Türk Milletine yüklediği kutsal görev

“Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!”

Yukarıdaki satırlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 yılında, Cumhuriyet’in ilanından hemen bir gün sonra (30 Ekim 1923) İsmet İnönü’ye yazdığı mektubun son bölümüdür.

Bu mektubun yazılış maksadı ve sonrasında yaşananlar incelenecek olursa yazı başlığına esas konunun ehemmiyeti de çok daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü Türk İstiklal Harbi ve Türk İnkılabı sadece Anadolu’ya has bir haykırış veya direniş değil, tüm Türk ve İslam alemine ışık tutacak bir başkaldırış ve aydınlanma hareketidir.

Milli mücadelenin baş aktörleri durumundaki Mustafa Kemal Paşa ve İsmet İnönü’nün gerek muharebe meydanlarında ve gerekse İnkılaplar safhasındaki siyasi hamlelerde olaya bu pencereden bakmak lazım gelir ki modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımlarının nasıl emsalsiz, köklü ve etkileyici olduğu daha iyi anlaşılabilsin.

Açıklamak gerekirse 1919 yılı itibarıyla dünyanın hali hiç iç açıcı değildir. Birinci dünya savaşından çıkmış ülkeler milyonlarca evladını kaybetmiş, evler tesisler yıkılmış, açlık ve hastalıklar yaygınlaşmış, genç nüfus azalmış, medeniyet adına olan birikimler tahrip edilmiş, işgaller, zulüm ve işkenceler dört yanı sarmış en azından açlık ve fakirlik devletlere egemen olmuş, köhne itikad ve alışkanlıklarla devam edilemeyeceği anlaşılmış, zengin ve fakir ülkeler arası uçurumlar iyiden açılmış ve kapitalist ve emperyalist (paraya dayalı gücü savunan ve yayılmacılığı esas alan) politikalar siyasetlere egemen olmuş, faşist diktatörler ve tek kişilik yönetimler halkları boğmuş, dünya sol ve sağ olarak kutuplaşmış, ülke insanları ittifaklar sebebiyle hiç tanımadıkları ülkelere gidip savaşır olmuş, nihayet dünya tam anlamıyla bir savaş sahnesine dönmüş vaziyettedir.

Biten dünya savaşına rağmen tesis edilemeyen barış ve yerine oturtulamayan dengeler sebebiyle dünya ikinci bir savaşa gebedir ve kazanan devletler mağlup olanların kanlarını emmekle meşgulken her devlet kendi bekası için diğer ülke halk ve topraklarına göz dikmektedir. Teknolojiler silaha ve savaşa dayalı haldedir, medeni anlaşmalar olmadığı için güçlü devletler her türlü savaş hilesini rahatlıkla uygulayabilmekte, yeni bombalarını diğerlerinin topraklarında kullanabilmekte, ölen insanlar kimseleri rahatsız etmemektedir.

Galip devletlerin, teknolojide mesafe kat etmiş ulusların diğerlerine yaşama hakkı vermediği bu tabloda ülkemiz dahil çoğu Müslüman ülke mazlum durumdadır ve birkaç Avrupa devleti hariç diğerlerinin halkları kan ağlamaktadır. Toplumların en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığı bu acınası düzende, sözde medeni Avrupa devletleri medeniyet naraları ile emsalsiz barbarlıklara imza atarken açgözlülükleri ve insansızlıklarıyla tarihe kara leke olarak düşmektedir.

Mazlum devletler ise evlatlarını savaşlarda şehit vermiş, yolsuz, hastanesiz, topraksız, parasız ve en acısı umutsuz haldedir. Dünya kaosa mahkumdur ve ateş kusan silahlar dünyada arzulanan barış ve huzuru getirmeye yaramadığı gibi sömürgeci devletlerin doymak bilmez açlıkları yaşanan zulmü her geçen gün daha da artırmakta, öyleki bu hunharca saldıran devletler kendi aralarında daha fazla toprak  kapma savaşına dahi girmekte, sayısız gizli anlaşma ile tüm uluslar diğerlerinin hatta müttefiklerinin dahi kuyusunu kazmaktadır.

İşte 1919 yılında durum budur .  Mazlum olan sadece virane Osmanlı’dan arata kalan bir avuç toprak değil tüm Avrasya, Ortadoğu ve hatta Avrupa’dır.

1923 yılına gelindiğinde ise tablo biraz değişmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti ordusunun emsalsiz zaferi ile temizlenen Anadolu ve Lozan ile teminat altoına alınan Türk İstiklal Ve Cumhuriyeti, akabinde Hindistan, Afganistan, Irak, İran, Suriye gibi ülkelere de umut ve örnek olmuş, Türkiye Cumhuriyeti önderliğinde tesis edilen Paktlar ve çok taraflı anlaşmalar ile Balkanlardan Ortadoğu’ya kadar tüm coğrafyalarda bir güven ve umut hasıl olmuş vaziyettedir.

Savaşın bitmesi veya İkinci Dünya savaşına kadar geçecek sürede savaştan korunma – barış ortamının tesis edilmiş olması elbette yeterli değildir. Çünkü yapılacak çok şey vardır ve barış sürekli değildir. Ülkeler bir yandan yara sarmak, bir yandan ilerlemek, bir yandan halkın sosyal ihtiyaçlarını karşılamak ve bir yandan da olası savaşa hazırlanmak zorundadır. Tüm bunlar ise para, çalışmak, umut ve işgücü ihtiyacı demektir. Çoğusu fakir ülkeler için bunlar hiç te kolay değildir.

Türkiye Cumhuriyeti işte burada da yine sahneye çıkan, tıpkı bağımsızlığın kazanılmasında nasıl öncü ve örnek olduysa, aydınlanma ve toparlanma sürecinde de lider olan bir umut güneşidir.

Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşlarının başardıklarının her an diğer ülkelerce izleniyor ve taklit ediliyor olması, genç Cumhuriyetin ekonomi, sanat, spor, tarım, sanayi alanlarında kat ettiği başarılar ve siyasi ilişkilerde sağladığı güven ve dayanışma ortamı sadece savaşmak bahsinde değil, gelişmek ve medenileşmek bahsinde de Türkiye’yi örnek bir hale getirmiştir.

Muhakkak en mühim örneklerden birisi Laiklik ilkesinin Anayasa ile teminat altına alınmasıdır ki tüm Müslüman ülkelere esas olacak bu husus maalesef çoğu tarafından hala başarılamamıştır. Çünkü nihayetinde diğer Müslüman ülkelerin yaptığı şey Türkiye Cumhuriyeti’ni taklit etmektir ve taklit olduğu için de yeterli menzile ulaşamamış, bugün hala teokrasi altında inim inim inleyen bu uluslar ne dini ve ne de hayatı gerektiği gibi yaşayamamaya mahkum olmuşlardır.

Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşları içinse durum farklıdır ve yapılan her inkılap bir zaruret ve halk isteği neticesi olduğundan tereddüt yaşanmamış, yapılan her hamle halk tarafından anında desteklenmiş ve yaygınlaşarak yerleşik hale gelmiştir. Atatürk İnkılaplarının evrenselliği ve kalıcılığının sırrı da buradadır. Yani bu inkılaplar iş olsun diye değil, ihtiyaca binaen tesis edilmiş muazzam yapılardır ve hem sanat eseri, hem yıkılmaz kale hem de örnek birer abidedir.

İşte 30 Ekim 1923 sabahı Mustafa Kemal Atatürk’ün gayretlerin adeta tam ortasında İsmet İnönü’ye yazdığı mektup bu kutsal davanın neden ve nasıl yürümek zorunda olduğunu anlatan, yapılacak çok şey olduğunu tespit ve tarif eden, neden başarılmak zorunda olduğunu tarif eden bir mektuptur ki orada seçilen kelime kaderin yüklediği mesuliyettir.

Dünya selameti, barışı ve insanlığın bugün geldiği nokta dikkate alınırsa 1923 yılında ve yakın sonrasında yapılanların dünyaya ne güzellikler kattığı daha iyi görülür. Yayılmacı ve sömürgeci devletlerin kendi davalarında neredeyse yüzyıl kaybetmiş olmaları Atatürk İnkılapları sayesindedir.

Dünya devlerinin Türk ve İslam düşmanı olması boşuna değildir.

Kader, ölçü ve nizamdır, alınyazısıdır, kutsaldır, Allah’ın takdiridir.

İstiklal harbinde ve İnkılaplar sürecinde Türk Ordu ve devletine yardım eden Yüce Allah, bu iman cephesinin diğer tüm mazlumlara örnek teşkil etmesini istemiş, bizlere nasıl dürüst ve namuslu bir lider ile yaşanan halk egemenliğiyle güzel şeylerin başarabileceğini gösterirken, diğer mazlum devletlere de Türkiye örneğini göstererek onlara da takip etmeleri gereken yolu işaret buyurmuştur. Yazık ki o örnek alan devletlerin hiçbiri yeterince feyz alamamış ve cesur olamamışlardır.

Atatürk’ün bir anekdotta belirtildiği şekilde, kendisine bizim ordularımızın da başına geçseniz de biziz de kurtarsanız diyen diplomata, halkınız ölmeye hazır olduğu zaman haber verin geleyim şeklindeki cevabı Türk Milletinin bu kutsal davadaki başarısının ve diğer devletlerin başarısızlığının cevabıdır.

Yüce Allah, inançlı, namuslu, esaret bilmeyen, dürüst ve mert Türk’ün tarihten silinmesine razı olmamış, iman ordusunun neferleri tırnağıyla dişiyle zalimlere karşı koymuş, canlarını ortaya koyan onbeş yaşında erkek evlatlar dahi şehadet şerbetinden gülümseyerek içmiştir.

Türk’ün ne yüce bir millet olduğunun göstergesi bu haysiyet ve şeref manzumesi, işgal güçlerinin hala anlayamadıkları mağlubiyet sebebidir.

Atatürk bu kutsal inancı askerlerinin göz bebeklerinde görebilmiş, bu inanç ve Allah sevgisini potansiyel (durağan) enerjiden kinetik (hareketli) enerjiye çevirebilmiş emsalsiz bir önderdir.

Ve bu muhakkak Allah’ın yardımıyladır.

Allah’ın en sevgili kullarından olan Mustafa Kemal, muharebe kaybetmemiş, başarısız olmamış, öngörülerinde yanılmamış, hata yapmamış, kendisine bahşedilen kabiliyetleri vatan ve milleti için sonuna kadar en güzel biçimde kullanmış bir deha ve güzelliktir. İslam’ın hak ettiği temizlik ve saydamlığa ermesine de vesile olan Atatürk, İslam’a, İslam tarihi içinde en büyük hizmetleri veren kullar arasındadır.

Atatürk ve yapmaya çalıştıkları; tüm dünya huzur ve barışı için örnek, mazlum devletler için emsaldir.

Kahraman Türk Milleti, Kaderin kendisine yüklediği bu mesuliyeti, layıkıyla yerine getirmiş, halkına, mazlumlara, işgalci güçlere, içteki ve dıştaki hainlere ispat etmiştir. Anadolu halkı Atatürk ve dava arkadaşlarından razıdır, inşallah Yüce Allah’da razı olacaktır.

Şimdiden sonra yapılacaklar ise o emsalsiz başarı ve gelişmelerin zaman hamuruyla yoğrulmuş ama özünden bir şey kaybetmemiş şeklini sürdürmek gayretinden başka bir şey değildir.

Düşman orada aynen durmaktadır. Silahlarını kuşanmasa da, para, teknoloji, kumpas, faiz türü adı konmamış silahlarla sürekli ateş etmekte, topraklarımıza asker göndermese de fabrikalarımıza, basınımıza, meclisimize, okullarımıza düşman neferleri ve casuslar sevk etmekte, savaş bombalarla olmasa da soğuk veya asimetrik vaziyette devam edip gitmektedir.

Kaderin yüklediği aydınlanma ve akıllanma hareketinin muzaffer Milleti Türkiye’nin, tüm Türki Cumhuriyetlere ve Ortadoğu Müslüman halklarına lider vaziyetini çok iyi bilen yayılmacı ve sömürücü güçler için, bir numaralı hedef olması da bu yüzdendir.

Vaktinde sayısız iç ve dış hain varken şimdi de vardır, vaktinde yüzlerce işbirlikçi varken şimdi de vardır, vaktinde bizden olmayanlar, inkılaplara karşı olanlar, Cumhuriyete karşı olanlar, Atatürk’e düşman olanlar varken … şimdi de vardır.

O zaman onların isyan ve mücadelesi yaban otlarından temizlenmiş aydınlatıcı ve erdirici İslam’ın tesis edilmesine iken bugün de aynı dava İslam’ı tahrif etmek ve merdiven altına indirerek Kur’an’dan uzaklaştırmak şeklindedir.

O zaman nasıl halk egemenliğine karşıysalar bugün de köhne, teokratik (sözde dine dayalı) düzeni tesis etmek için can atmaktadırlar Oysa kurmayı hayal ettikleri düzen ne Allah emridir ve ne de halak mutluluk getirmeyecektir. Kur’an’a da zinhar karşıdır. Halifelik ve saltanat tarihte hiç olmaması gerekirken olmuş ama Cumhuriyet ile ortadan kaldırılmış kurumlardır.

Bugün Atatürk ve Cumhuriyet’e düşman olanların arzusu tüm bu kazanımları ortadan kaldırmak, sadece Türkiye’yi değil, Türkiye’yi örnek alan tüm mazlum devletleri de karamsarlığa ve yokluğa mahkûm etmektir.

Ancak Yüce Allah bu dipsiz arzulara müsaade etmeyecek, Allah’ın yeryüzündeki orduları olan Türkler tarihten silinmeyecek, mertlik ve namus ateşi sönmeyecek, mü’minler mağlup edilemeyecektir.

Çünkü kader Türk Milletine İslam’ın da, insanlığın da, insanca yaşamında bayraktarlığını vermiştir ve Mustafa Kemal bu sancaktarlardan sadece birisidir. Bu yüzden Mustafa kemaller tükenmez, tükenemez.

Allah, kahraman Türk Ordusu ve İmanlı Türk Milleti ile beraberdir. Allah yanımızda olduğu müddetçe de tüm cihan bir araya gelse bu inanç ve devlet yıkılmayacaktır.

Çünkü Türk ve Müslüman aynı manadadır.

Birini diğerinden ayırmaya çalışmak en basitinden özü anlamamak, davaya engel hatta düşman olmaktır.

Kur’an nasıl kıssalarla din tarihinin yanlış ve doğrularını gösterir ve olması gerekeni emrederse, Türk İnkılap tarihi ve dünya tarihi yanlış ve doğrunun nasıl olduğunu ve olması gerekenin “Türk gibi olmak” olduğu açıktır.

Artık Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi şirk kokan safsatalarla ortalarda dolaşanlar payelenemeyecekse bu Atatürk ve dava arkadaşları sayesinde ve tabi Allah’ın izni ve yardımıyladır.

Bu nedenle bu şafaklarda yüzen al sancak asla inmeyecektir.

Bu yazı Kaderin Türk Milletine yüklediği kutsal görev ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/kaderin-turk-milletine-yukledigi-kutsal-gorev/feed/ 0
Medine Kahramanı Fahrettin (Türkkan) Paşa http://ataturkicimizde.com/medine-kahramani-fahrettin-turkkan-pasa/ http://ataturkicimizde.com/medine-kahramani-fahrettin-turkkan-pasa/#respond Sun, 20 Jan 2019 10:50:32 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7524 Medine Kahramanı Fahrettin (Türkkan) Paşa “Fahreddin Paşa daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran bir komutandır.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk) Türk asker ve diplomat olan...

Bu yazı Medine Kahramanı Fahrettin (Türkkan) Paşa ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Medine Kahramanı Fahrettin (Türkkan) Paşa

“Fahreddin Paşa daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran bir komutandır.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk)

Türk asker ve diplomat olan Fahrettin (Türkkan) Paşa 1868 yılında Bulgaristan’ın Rusçuk (bugünkü adı ile Ruse) doğdu. Annesi Fatma Adile Hanım, babası sise Mehmed Nahid Bey’dir. Kız kardeşi Sabiha Hanım, Osmanlı Devleti’nin siyasi isimlerinden birisi olan Ali Haydar Paşa ile evlenmiştir. Fahrettin Paşa ise 1900 yılında Ayşe Sıdıka Hanımefendi ile evlenmiştir. Bu evlilikten Süphiye Türkkan, Mehmed Selim Türkkan, Mehmed Orhan Türkkan, Ayşe Nermin Türkkan ve Ayhan Türkkan adlı çocukları olmuştur. Çocuklarından en son Ayşe Nermin Türkkan 1997 yılında hayatını kaybetmiştir. Günümüzde hiçbir çocuğu yaşamamaktadır.

Fahrettin Paşa Osmanlı Ordusu’nun 1916 ve 1919 yılları arası Medine Müdafii’sidir. Fahrettin Paşa’nın adı 1934 yılında getirilen Soyadı Kanunu ile Ömer Fahreddin Türkkan olmuştur.

93 Harbi’nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti. 1878’de Harp Akademisi’nde eğitime başlayan Fahrettin Paşa 1888 yılında mezun oldu. Mekteb-i Harbiye’yi birincilikle bitirdi. Erkan-ı Harbiye Mektebi’ni bitirdikten sonra 1891 yılında Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle göreve başladı.

İlk olarak Osmanlı 4. Ordu’da Ermenistan sınırında görev yaptı. 1908’de İstanbul’a geri dönen Fahrettin Paşa, Osmanlı 1. Ordu’ya katıldı. 1911 – 1912 döneminde Libya’ya gönderilen Fahrettin Paşa, Balkan Savaşı patlak verince Çanakkale Cephesi’nde 31. Alay komutanı oldu. Çatalca savunmasında ve Edirne’nin geri alınışı’nda görev aldı.

I. Dünya Savaşı başladığında 4. Ordu’ya bağlı 12. Kolordu komutanı olarak Musul’da bulunuyordu. 12 Kasım 1914 tarihinde Mirliva ünvanı alan Fahrettin Paşa, Halep’te bulunan 4. Ordu’nun komutan yardımcısı olmuştur.1915 yılında 4. Ordu komutan vekilliğine getirildi. Bu bölgede iken hem tehcire tabi tutulan Ermenileri yerleştirmesiyle uğraştı aynı zamanda Urfa, Zeytun, Musadağı ve Haçin’deki Ermeni isyanlarını bastırdı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Mekke Emiri Hüseyin Bin Ali, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir isyanın hazırlıkları içerisindeydi. Cemal Paşa’nın emri üzerine Fahrettin Paşa 23 Mayıs 1916’da Medine’yi savunmak için harekete geçti. 17 Temmuz 1916’da Hicaz Kuvve-i Seferiyesi komutanı ilan edildi.

Özellikle I. Dünya Savaşı sırasında çıkan Şerif Hüseyin İsyanı’nda zor şartlar altında Medine’de yönettiği 2 yıl 7 ay süren Medine Müdafaası ile bilinmektedir. “Medîne Müdâfii”, “Türk Kaplanı”, “Çöl Kaplanı”, “Medine Kahramanı” lakaplarıyla anılır.

Fahrettin Paşa, Medine’de Osmanlı İmparatorluğu’na karşı İngilizler’in yanında saf tutan asi Araplar tarafından kuşatıldı. Fakat Fahrettin Paşa, kuşatmaya rağmen hiç yılmadan ısrarcı bir biçimde savaştı. Yalnızca Medine’yi savunmakla kalmadı ve ayrıca Hicaz Demiryolu hattını, Hicaz Ordusu’nun sabotaj saldırılarına karşı da korudu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğratılması ile beraber 30 Ekim 1918’de Osmanlı ve İtilaf Devletleri arasında Mondros Mütarekesi imzalandı. Fakat Fahrettin Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun imza attığı Mondros Mütarekesi’ni tanımadı ve reddetti.

Osmanlı’nın hezimetini ve Peygamber emanetlerinin terkini içine sindiremeyen Fahrettin Paşa, Medine Kuşatması sırasında korumasındaki birçok önemli tarihi eseri, kutsal değerleri ve yazınları trenle gizlice İstanbul’a gönderdi.

Birinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günden sonraki 72 gün boyunca Medine’yi savunmaya devam etti. Osmanlı İmparatoru 6. Mehmed, Fahrettin Paşa’yı emirlere itaat etmemesi sebebiyle ordudan attı. Fahrettin Paşa, daha fazla şehit verilmemesi için kutsal eserlerin sevkini takiben kendi askerleri tarafından Mavera-i Ürdün Emirliği’nin Kralı I. Abdullah’a teslim edildi ve 9 Ocak 1919’da tutuklandı. Tutuklanmasının ardından savaş esiri olarak önce 27 Ocak 1919 tarihinde Mısır’a daha sonra da 5 Ağustos 1919 tarihinde Malta’ya sürgün edildi.

Sürgün sırasında, savaş suçlularını yargılamak üzere İtilaf Devletleri tarafından İstanbul’da kurulan Kürt Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harbi adı verilen mahkemece ölüme mahkum edildi. Ancak Ankara Hükümeti’nin ve Atatürk’ün gayretleriyle 8 Nisan 1921 tarihinde Malta’dan kurtulduktan sonra Eylül 1921 tarihinde Türk Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Ankara’ya geldi, orduya katıldı. Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından Güney Cephesi’nde Fransız Ordusu’na karşı savaşan Türk kuvvetlerini birleştirmekle görevlendirildi. Anadolu’da Yunan ve Fransız güçlerine karşı mücadele etti.

Kurtuluş Savaşı’nın ardından (Fransızlarla Ankara Antlaşması’nın imzalanmasıyla güneyde savaş sona erince) 9 Kasım 1921 tarihinde TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nin Afganistan’daki ilk Kabil Büyükelçisi olarak atandı. Kabil’de 1922 ve 1926 yılları arası görev yaptı. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynadı.

1936’da Ferîk-i sânî (Korgeneral) ünvanı alan Fahrettin Paşa daha sonra ordudan emekli oldu. 22 Kasım 1948 tarihinde bir tren yolculuğu sırasında Eskişehir yakınlarında kalp krizi geçirerek vefat etti. Vasiyeti üzerine Aşiyan Mezarlığına defnedildi.

ÇEKİRGE OLAYI

Büyük komutan Fahrettin Paşa, bir taraftan Medine’nin geleceğini düşünürken diğer taraftan gıda sıkıntısına karşı çözüm yolları arıyordu… Hicaz Demiryolu’nun Medine’ye yakın istasyonlarının düşman eline geçmesi nedeniyle şehre erzak girişinin kesilmesi ve isyancıların Medine Kalesi’ni muhasara etmesi üzerine direnişin en zor günleri başlamıştı. Medine açlıkla boğuşurken çok ilginç bir olay yaşanır. Şehir çekirgeler tarafından istila edilmiştir. Herkes durumu endişe ile karşılarken Fahrettin Paşa, askerlerini toplayarak; Peygamber Efendimiz döneminde de Hicaz’da çekirge istilasının yaşandığını ve sahabenin çekirge yediğini söyleyerek durumu bir fırsata dönüştürmek istemiştir.

Askerlerine, Hz. Peygamber’in “İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu.” şeklindeki hadisini hatırlatan; “iki ölü balık ve çekirge, iki kanlı dalak ve karaciğerdir.” diyen Fahrettin Paşa, çekirge yemenin sünnet olduğunun altını çizerek askerlerini buna alıştırmak için şu bildiriyi yayınlamıştı: “Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Uçar, yeşilliklerle beslenir, temiz ve taze olan yiyecekleri yer… Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar… Hekimlerimiz de çekirgenin şifa verici ve besleyici olduğundan bahsediyorlar…” diyerek Peygamber Efendimiz’in kabrini düşmana teslim etmemek için yaşadıkları bu sıkıntı karşısında Allah’ın kendilerine bir lütufta bulunduğunu ifade etmiştir. Fahrettin Paşa’nın bu açıklamalarıyla askerimiz kavurma niyetine çekirge yemiş, çekirge unundan ekmek yapmış, çekirge kurusunu da çerez gibi yiyerek bir süre bu şekilde beslenmiştir.

 70 GÜN DAHA…

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştır. Anlaşma gereği Medine’nin 48 saat içinde düşmana teslim edilmesi gerekir. Fahreddin Paşa beyninden vurulmuşa döner. Haberi önce kimseye söylemez ama kötü haber çabuk yayılır. Askerin morali bozulur ama o yüreğinin sesine kulak verir ve askerini Hz. Peygamber’in kabri önünde toplar. Onlara seslenir. Fahrettin paşa son cümlesini gözyaşları içerisinde söyler. Birden sanki gök gürler yer yerinden oynar. Askerin tekbir sesleriyle sallanır Peygamber’in kenti. Fakat bu aşk ve şevkle tam 70 gün daha savunur asker Medine’yi…

Bu yazı Medine Kahramanı Fahrettin (Türkkan) Paşa ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/medine-kahramani-fahrettin-turkkan-pasa/feed/ 0
Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı http://ataturkicimizde.com/mustafa-kemalin-ordusunda-bir-alman-yuzbasi/ http://ataturkicimizde.com/mustafa-kemalin-ordusunda-bir-alman-yuzbasi/#respond Tue, 08 Jan 2019 10:18:34 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7060 Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı İstiklal madalyası kazanmış tek yabancı Alman Yüzbaşı Hans Tröbst 1. Dünya Savaşı’nda “İttifak Devletleri” adına çarpışmış olan ve Mustafa...

Bu yazı Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı

İstiklal madalyası kazanmış tek yabancı Alman Yüzbaşı Hans Tröbst

1. Dünya Savaşı’nda “İttifak Devletleri” adına çarpışmış olan ve Mustafa Kemal’e büyük bir hayranlık besleyen 1891 doğumlu Hans Tröbst, 1. Dünya Savaşı’nın başından sonuna kadar Alman imparatorluk ordusunda yüzbaşı olarak görev yaptı.

Almanya beş yıldır kaynaklarını ve insan gücünü sömüren kanlı ve amansız bir savaşta yorgun ve bitkin düşmüştü. Ruslara karşı açılmış Doğu Cephesi yarım yamalak bir başarıyla kapatılmış, Alman ordusu yüzünü Batı’ya dönmüştü. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa katılması ve ivedilikle Fransa’ya sevk ettiği yeni ve eğitimli birlikler cephede Almanlar için durumu daha da zorlaştırıyordu. Çok geçmeden 28 Haziran 1919’da Alman İmparatorluğu belki de tarihteki en ağır koşullu antlaşmayı imzalayarak savaştan resmi olarak çekildi. Savaşın ardından Alman topraklarının işgaline yetkililerden kimse ses çıkartmadı. Savaşta büyük başarılara imza atan Prusyalı subayların apoletleri sökülüp rütbeleri elinden alındı. Zorla emekli edilen subaylar aç kalmamak için prestijlerine göre ufak işler yapmak zorunda kaldılar. Bütün bu durum, tabiri caizse, Hans Tröbst’ün kanına dokunuyordu.

Buna karşın Anadolu’daki durum oldukça farklıydı. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun sayılı başarılarından birçoğuna kendi imzasını atmayı başarmış, Türk halkının ve subayların desteğini toplamış başarılı bir komutan vardı: Mustafa Kemal.

Emperyalist güçlerin dayattığı Sevr Antlaşması’nın şartlarını kabul edilemez bulan Mustafa Kemal, Bandırma adlı vapura binip Anadolu’yu kasıp kavuracak bir direnişin ve mücadelenin ilk adımlarını atıyordu. Savaş boyunca Alman müttefiki olan Türklerin Milli Mücadele ruhu Hans Tröbst’ü derinden etkilemiş ve Alman yüzbaşı bu haklı davaya destek verme kararı almıştı.

Hans Tröbst, 1920 sonbaharında bir avuç eşyasını bir bavula sığdırdı ve Anadolu’ya uzanan yolculuğuna çıktı. 1921 baharında ancak İstanbul’a varabildi. O zaman İngiliz ve Fransız donanmalarının ablukası altında bulunan ve işgal edilmiş İstanbul, Anadolu’ya geçiş yapmak için pek kolay bir yer değildi. Haliyle Milli Mücadele ve direniş rüzgârı İngilizlerin de kulağına gitmişti. Anadolu’ya geçişleri mümkün mertebe kısıtlamaya çalışıyorlardı. Hatta İngilizler, açtıkları başvuru bürolarıyla Anadolu’ya geçmek isteyenleri tespit edip sürgüne yolluyorlardı.

Hans Tröbst’ün görüştüğü ve mücadeleye destek veren Türk subaylar da casus olabileceği gerekçesiyle ona pek güvenmediler. Türk subayları Mustafa Kemal Paşa’nın güvenliği gerekçesiyle çok sıkı önlemler alıyorlardı. Paşa’nın suikasta uğrama riski oldukça yüksekti. Ayrıca henüz bir savaş gücü haline gelmemiş Milli Mücadele kırılmaya oldukça müsait bir durumdaydı. Hans Tröbst tüm güven kaygılarına rağmen İnebolu üzerinden Ankara’ya vardığında bu elzem önlemleri anlayacak ve gecikmeye hak verecekti.

Hans Tröbst 1939’da, 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde hayata gözlerini yumdu.

Hans Tröbst, ölümünün ardından bizlere Milli Mücadele dönemine ait birçok anı bıraktı ve Kurtuluş Savaşı’nın unutulmaz isimlerinin arasında yerini aldı. Tüm baskılara, imkânsızlıklara ve zorluklara rağmen Mustafa Kemal önderliğindeki direniş Türk’ün makus talihini yendi ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atıldı. Yazımıza Hans Tröbst’ün Asker Kanı-Baltık Denizi’nden Mustafa Kemal Paşa’ya eserinden bir alıntıyla nokta koyuyoruz:

“Dünya Kurtuluş Savaşı’nı şaşkınlıkla izledi, dünya kendi kendine soruyordu: Bu nasıl mümkün oldu? Evet, yenilmiş ve yıkılmış bir ülke en korkunç savaşlardan birinin ardından hemen silaha sarılmış; muktedir İngiltere ve uydularının dikte ettiği, sonsuza kadar geçerli olmasını istediği barış antlaşmasını paramparça etmişti. Bu Türk kahramanlık savaşı bugün biz Almanlar için özel anlam taşıyor: Ardımızda kalan onursuz yılları unutalım, tekrar kendimize ve kendi gücümüze güvenelim.”

Hans Tröbst, ülkesine döndükten sonra Milli Mücadele sırasındaki anılarını bir kitap halinde derledi.

Türk milletinin bağımsızlık gayesini bu kitabında şöyle özetleyecekti: “Burası, umudunu yitirmeyen ve ulusal varlığı için savaşmayı sürdüren tek ülkeydi, bedeli tamamen yok olmak olsa bile.”

Hans Tröbst’ün Milli Mücadele sırasında birçok olayı kendi gözünden anlattığı ve yorumladığı Asker Kanı-Baltık Denizi’nden Mustafa Kemal Paşa’ya eseri akademisyen Yüksel Pazarkaya tarafından çevirildi ve “Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı” olarak Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Türkiye’deki raflarda yerini aldı. (Çevirisi Yüksel Pazarkaya)

Alman yüzbaşı, Anadolu’nun insanını, değişken doğasını, köyleri, kentleri, dönemin yaşam koşullarını güçlü bir anlatımla sergiliyor. Hans Tröbst, Anadolu köylerinde karşılaştığı kimi manzaralara da akıl sır erdiremiyor. Köylerde erkeklerin tüm gün namaz kılıp tütün içmekten başka bir şey yapmadığını söyleyen Alman Yüzbaşı, kadınların ise sabahtan akşama kadar çalıştıklarını anlatıyor. Yüzbaşının en çok şaşırdığı manzaralardan biri de Anadolu köylerindeki tuvaletler.

İşte Alman Yüzbaşı Hans Tröbst Anadolu köylerindeki bazı izlenimleri:

Türk köylerinde hayatı bilmedikleri yolunda devamlı bir sanıya kapılıyordum. Bu yerleşimlerin üstüne iç sıkıntılı bir bungunluk çökmüştü. Sabahtan akşama kadar durmadan çalışan tek yaratıklar kadınlardı. Adamların uğraşıysa, yalnızca abdest almak, namaz kılmak, tütün tüttürmek ve uyumaktan ibaretti. Bunları da yapmadıkları zaman, evlerin önünde çömeliyor ve bakışlarını dünyadan kopuk, uzaklara dikiyorlardı. Akşamüstü kadınlar ve hayvanlar eve geliyor, ağıllara konuyordu ve güneş battıktan sonra sokakta bir tek canlı kalmıyordu.

Çocukları bile oynarken görmek mümkün olmuyordu. Her köylü işte böyle kendi kendinin kralıydı, evi onun şatosuydu ve dışarda olan hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Bunun sonucu olarak kendi dört duvarında ve avlusunda temizlik hâkimdi, ama köy sokaklarına ve bazı âdetlerine sıhhi demek, alay etmekten başka bir şey olmazdı ve bu durumlar, Kuran’daki temizlik kurallarının tamamen yanlış anlaşılmasının birer kanıtıydı. Sanırım, bu bağlamda biraz “W.C.”den, Türk helasından söz etmenin yeridir. Ama okur sağlam durmaya hazır olsun ve “kalbini üç kat demir zırhla korusun” ve benimle beraber zihninde “o hücreye, bütün evde sessiz sakin o yere” geçsin! İlk kez onunla Kospoli’deki küçük “Otel Varna”da tanıştım. Vay, Tanrım, diye düşündüm o zaman, farklı ülkeler, farklı örfler ve sifilis ile diğer zührevi hastalıkların kol gezdiği burada, bu yöntem belki de iyidir.

Çıplak, pis kokulu, taş döşeli bir yer, orta yerinde bir delik ve üstüne basılacak iki ayaklık hepsi buydu. Ama Türk helasının bütün derin anlam ve manası İnebolu’da hastanede kafama dank etti, orada “Mösyö Necip” sağ olsun bana güzel bir ders verdi ve bu dersi şaşkın bir dehşet içinde dinledim. Ben o işten sonra geri kalmış bir Orta Avrupalı olarak daima kâğıt kullanırdım, ama bu Türklere göre “pisliğin” daniskasıydı. Müslüman kişi –hangi toplum zümresinden olursa olsun fark etmez– bu iş için sadece parmaklarını kullanıyor! Ve helânın vazgeçilmez malzemesi, bir elbeziyle bir testi su. İyi otellerde, bu sakin yerde her zaman su dolu bir Amerikan teneke gaz ibriği bulunur, kırsalda ve küçük köylerde bunu herkes kendisi getirmek durumunda.

Bir süvari ne zaman bir bez ve matarasıyla ortadan kaybolup, bir çeyrek sonra yine gelip ortak sofraya oturduysa, fevkalade iştah açıcı bir etki yaptı üzerimde. Öğünlerde yüzde yetmiş beş, birlikte bir çanaktan yalnız elle yemek yeniyor ve şölen ne kadar resmiyse, bu şekilde parmaklarla yemek yeme âdetine daha fazla önem veriliyor. Hela vaziyetleri kırsal yörelerde daha da berbat. Kaba taşların yığılmasıyla yapılan avlu duvarının önünde, üzerine iki tahta konulan bir çukur kazılıyor. Görülmemek için etrafına yarı boy küçük bir taş duvar çekiliyor. Hepsi bu. Yaz sıcağında barbarca pis koku hakkında ancak zayıf bir tahminde bulunmak mümkün.

Çoğunlukla dışkı duvardan köy yoluna akıtılıyor ve milyonlarca sinek hastalık mikroplarını her tarafa taşıyor. Köylü istisnai olarak nazik bir burun sahibiyse, helayı köy sokağının ortasına ortak kullanım için kuruyor ve 228 gerçekten kimse burasıyla ilgilenmediği için, bu pislik çok daha berbat oluyor. Ama aynı köylü, önce suni olarak ürettiği “mikropları” öldürmek için –dildeki devamlı deyim bu– günde beş vakit ayaklarını, ellerini, kulaklarını, burnunu ve ağzını yıkama zahmetine katlanıyor. Kuran’a göre, her yemekten sonra ağzı çalkalamak ve dudakları titizce temizlemek gerekir, çünkü oralarda “mikroplar” yuvalanabilir.

Anadolu’da neresi olursa olsun, bir otele gelince, orada ufak bir ayrı köşede yemekten sonra ağızlarını yıkayan otel konuklarını görmek mümkün, sonra da çoğunlukla oldukça kirli ortak bir havluyla kurulanırlar. Bir tek frengili kişi, bu yolla yüz sağlıklıya hastalığını bulaştırır! Ama her biri gayretle ağzını temizler ve “mikropları” yok ettim diye sevinir, mutlu olur.

Günde beş vakit namazın birtakım beden hareketlerinden başka bir şey olmadığını, daha önce de çeşitli defalar dile getirme fırsatım oldu. Aslında namazın derin anlamı da bu. Bir dâhi olan Muhammed, insanların tabiatını çok iyi tanıyor ve Arap’ın veya Anadolu için Türk’ün yaşlandıkça daha çok rahatına düşkün olacağını biliyordu. Kim kırsalda yaşlı köylüleri ya da şehirde esnafları, her Allah’ın günü köşelerinde bağdaş kurup nargile çekerken ve çay içerken gözleme olanağını bulduysa, bana bu konuda hak verecektir.

Sayısız kez eğilip kalkmayla, diz çöküp dinelmeyle, alnı yere değirmekle ibadet, göbek masajından başka bir şey değildir, böylece göbek kasları iyice gerilip sıkıca yoğrulur, bu da genel olarak kendini iyi hissetmeye çok gerekmiş. Kuran’da birçok kez abdest almak öngörülmeseydi, sıradan Türk herhalde hiç yıkanma nedir bilmeyecekti.

Kitap özeti;

Hans Tröbst, (Çeviren: Yüksel Pazarkaya), “Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı”, TÜYAP Yayınları, 2017

Kitabın yazarı Hans Tröbst, Türk Kurtuluş Savaşı başlayınca, Mustafa Kemal’e ve bağımsızlık savaşımıza büyük hayranlık duyar. Bu nedenle Anadolu’ya ulaşıp Kurtuluş Savaşımıza katılmaya karar verir. Uzun süren yolculuk sonunda önce İnebolu’ya, izin verilmesinin ardındansa Ankara’ya varır. İsteği, cephede, savaş alanında görevlendirilmektir.

Ne ki tüm girişimlerine karşın bu isteği gerçekleşmese de Behiç Beyin yönetimi altında, Eskişehir’de, savaşın demiryolu yanıyla ilgili çok önemli görevler üstlenir. Bağımsızlık Savaşımızın başından sonuna hemen her dönemine tanıklıklarını bu kitapla kalıcılaştırır. Kitapta sıklıkla Bağımsızlık Savaşımıza hayranlığını dillendirir. Yapıtta belgesel niteliğinde çok değerli etnografik, tarihsel, toplumbilimsel gözlemlerini de yansıtır. Yer yer belirttiği eleştirileri bazı toplumsal davranış kalıplarımıza ilişkin.

Kitabın, mutlaka okunması gereken bir temel kaynak olduğu kanaatindeyiz.

Sevgili Soner Yalçın’ın gazetesinde yayınlanan ‘Yuh artık’ isimli ilgili makalesinde ise aktarılanlar şunlar;

“Yıl, 2015. İnci Pazarkaya, Almanya’da sahafları gezerken gözüne bir kitap takıldı: “Soldatenblut- Vom Baltikum zu Kemal Pacha.” Yazarı, Hans Tröbst isminde Alman idi. Leipzig’de 1925 yılında basılan 330 sayfalı kitabın adını Türkçeye şöyle çevirebiliriz: “Asker Kanı- Baltık’tan Kemal Paşa’ya.” İnci Hanım Almanca kitabı 2016 başında eşine yılbaşı armağanı olarak verdi.

Yüksel Pazarkaya Almanya’da edebiyat doktorasını yapmış; Stuttgart Üniversitesi’nde tiyatro kurmuş ve altı yıl yönetmiş; gerek bu üniversite ve gerekse ABD-Princeton Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmış şair ve yazardı. Kitap çok ilgisini çekti; “bazı bölümleri Türkçeye çevireyim” diye düşündü. Ama okuma ilerledikçe belirli bölümleri çevirmenin kitaba haksızlık olacağını düşünerek tüm kitabı çevirdi. Adını, “Mustafa Kemal’in Ordusu’nda Bir Alman Yüzbaşı” koydu!

Kitap; TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından bir kültür hizmeti olarak 1.500 adet olarak yayınlandı. TÜYAP Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Ünal’ın hediye ettiği kitabı “yaz okumalarım” arasına koymuştum. Geçen hafta okumaya başladım bırakamadım…

ÜÇ CEPHE

Hans Tröbst (1891-1939)… Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu’nda görev yapan Yüzbaşı idi.

Savaş yenilgisi ardından Versay Antlaşması’yla Almanya’nın topraklarının işgalini; ve kimsenin karşı koymayan teslimiyetçiliğiniiçine sindiremedi. Üstelik rütbeleri sökülen anlı-şanlı Prusyalı subayların üç kuruş için kendilerini küçük düşürecek işler yapmaya başlamasına tahammül edemedi. Oysa…

Öğrendi ki; Almanların savaş müttefiki Türk subaylar, Sevr Antlaşması’na karşı Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da direniş örgütlemeye başlamıştır. Emperyalist işgalcilere karşı mücadele eden Türklerin safında savaşmak için Anadolu’ya gitmeye karar verdi. 1920 yılının sonbaharında elinde küçük bavuluyla zorlu yolculuğa çıktı. 1921 baharında İstanbul’a varabildi. Anadolu’ya nasıl geçecekti? Dikkatli olmak zorundaydı:

İngilizler açtıkları “çağrı büroları” tuzağıyla Anadolu’ya gitmek isteyen yurtseverleri Malta’ya sürgüne gönderiyordu!

Savunma Bakanlığı’nda görüştüğü Türk subaylar da “casus olabilir” diye Alman subayı Tröbst’e güvenmedi. O dönem herkesin herkesten şüphelendiği günlerdi…

Yüzbaşı Tröbst’ün İnebolu’ya ve buradan Ankara’ya ulaşması sıkı kontroller nedeniyle güç gerçekleşti. Kızsa da sebebini Ankara’ya ulaştığında anladı; İngilizler, “destek” maskesiyle Ankara’ya gönderdiği casuslar Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünde bulunuyordu! Anadolu isyanının, sömürgesi altındaki Müslüman ülkelerde de ayaklanmaya sebep olacağından çekiniyorlardı. Tröbst şöyle yazdı:

-”Üç cephede birden savaşmak gerekiyordu: Gerideki düşmana; Ermenilere karşı, içerideki düşmana; bozgunculara, barış gevezelerine ve bilgiçlik taslayanlara karşı ve nihayet dış düşmana; Yunan’a, Fransızlara İngilizlere ve İtalyanlara karşı…”

HANGİSİ BİZDEN

Alman Yüzbaşı Tröbst’ün yaşayarak yazdığı….

-Mustafa Kemal’in güvensizliği yok eden büyük komutan olduğu ve Binbaşı Nazım gibi Türk subayının ölüme koşan fedakarlıklarını yanaklarınız ıslanarak okuyorsunuz…

-Başta Yunan Ordusu olmak üzere işgalcileri Anadolu insanına yaptıkları zulmü ve asker kaçaklarını hınç duyarak okuyorsunuz…

Mehmetçik’in destanıyla gurur duyuyorsunuz…

-”Sakarya Savaşı on iki gündür devam ediyordu. Türkler burada, kendilerinden üç kat üstün  düşmana karşı savaşıyorlardı. İngiliz dostları Yunan’ı en modern silahlarla aşırı ölçüde donatmıştı. Ama şimdiye kadar dişe dokunur herhangi bir avantaj elde edememişlerdi…”

Sonuçta:

Sakarya’da Türk’ün makus talihi yenildi; 1693’den beri geri çekilen Türk Ordusu ilk kez ileriye hamle yaptı. İlk hedefi Akdeniz idi…

-”Düşman çekilirken demiryolu iyice tahrip etti, az sayıdaki ağacı devirdi, halkı katletti ve sistematik olarak ülkeyi çöle çevirdi…”

Zafer tüm bu zulme rağmen kazanıldı.

-”Dünya Kurtuluş Savaşı’nı şaşkınlıkla izledi, dünya kendi kendine soruyordu: Bu nasıl mümkün oldu? Evet, yenilmiş ve yıkılmış bir ülke en korkunç savaşlardan birinin hemen ardından silaha sarılmış; muktedir İngiltere ve uydularının dikte ettiği, sonsuza kadar geçerli olmasını istediği barış antlaşmasını paramparça etmişti… Bu Türk kahramanlık savaşı bugün biz Almanlar için özel anlam taşıyor: Ardımızda kalan onursuz yılları unutalım, tekrar kendimize ve kendi gücümüze güvenelim…”

Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşımız yıllarca dünya mazlumlarına örnek gösterildi/gösteriliyor. Ve fakat “içimizden” biri dedi ki:

-”Keşke Yunan galip gelseydi!”

Bu lakırtıyı kimin ettiğini yazmaya gerek yok. Üzerinde durulması gereken -İngilizlerin koruması altındaki- bu fesli yobazın pulunu basmaya kimlerin karar verdiğidir!

Atatürk’ün sözünü anımsatırım:

“Vatana ihanetin nedeni olmaz; er ya da geç bedeli olur.”

***

Yakın bir zamanda Hans Tröbst’ün oğlu Christian Tröbst de Türkiye’yi ziyaret etmişti

Mustafa Kemal’e hayranlığı dolayısıyla Kurtuluş Savaşı’na katılan ve İstiklal Madalyası alarak ülkesine dönen Alman yüzbaşı Hans Toebst’in oğlu Cord Christian Troebst, babasının görev yaptığı yerleri görmek için Türkiye’ye geldi. Troebst, Türkleri çok seven babasının ablasına Gülnar ismini koyduğunu söyledi.

Almanlar tarafından inşa edilen Bağdat Demiryolu’nun kuruluşunun 100. yıldönümü nedeniyle, Adana’nın Pozantı İlçesi’ne gelen Sonntag Aktuell muhabiri Troebst, babasının tuttuğu günlük ve Türk ordusunu anlattığı ’Asker Kanı – Baltık Denizi’nden Mustafa Kemal Paşa’ya’ adlı kitapta Atatürk’e olan hayranlığını dile getirdiğini söyledi. Babasının Kurtuluş Savaşı yıllarında deniz yoluyla Ortaköy’e geldiğini ve Atatürk’e savaşa katılmak istediğini söylediğini anlatan Trobest, ‘Ona ‘Sen esir düşersen Alman olduğun anlaşılır, seni demiryolunda görevlendirelim’ demişler. Babam, önce Eskişehir demiryolunda, daha sonra Konya Ereğli demiryolunda, demiryolu subayı olarak görev yapmış. Alman ordusundaki yüzbaşı rütbesini, Türk ordusunda da kullanarak, Anadolu’da bu kez Türk üniforması altında verilen özgürlük mücadelesine katılmış’ dedi.

Babasının, ülkesine dönerken kendisine verilen İstiklál Savaşı madalyasına gözü gibi baktığını belirten Troebst, şöyle devam etti: ‘Babam, 1923 yılında döndüğü Almanya’da uzun süre kalmamış ve 1924’de tekrar Türkiye’ye dönmüş. O dönemde (Alman Telgraf Merkezi) adı verilen ve devletin resmi ajansı olan kuruluşa gönderdiği yazılar beğenilince onu Türkiye muhabiri yapmışlar. Babamın ilk eşinden üç çocuğu olmuş. Babamın Gülnar adını verdiği ablam şu anda 80 yaşında ve halen yaşıyor.’

Mustafa Kemal’e, Hans Tröbst’e ve Türk bağımsızlık mücadelesine gönlünü vermiş nice ölümsüz kahramana selam olsun.

Bu yazı Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/mustafa-kemalin-ordusunda-bir-alman-yuzbasi/feed/ 0
KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ http://ataturkicimizde.com/kahramanlik-oykuleri/ http://ataturkicimizde.com/kahramanlik-oykuleri/#respond Sun, 06 Jan 2019 06:44:33 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=6705 KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI (93 HARBİ) GÖZÜ PEK BİR DENİZCİMİZ: BİNBAŞI YÖRÜK ALİ İKİ KAHRAMAN DENİZCİMİZ BURAK REİS VE İMAMOĞLU ALİ BEY’İN HİKÂYESİ NENE...

Bu yazı KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ

1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI (93 HARBİ)

TRABLUSGARP SAVAŞI (1911)

ÇANAKKALE CEPHESİ (18 Mart 1915)

KANAL CEPHESİ

IRAK CEPHESİ

FİLİSTİN CEPHESİ

GALİÇYA CEPHESİ

KAFKAS CEPHESİ

DOĞU CEPHESİ

GÜNEY CEPHESİ

BATI CEPHESİ

İNÖNÜ MUHAREBELERİ

KÜTAHYA – ESKİŞEHİR MUHAREBELERİ

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

BÜYÜK TAARRUZ

KOMUTANLAR

ÇOCUK KAHRAMANLAR

Burada adı geçen kahramanlar elbette tarihimizdeki kahraman evlatlarımızın tamamı değildir. haklarında bahsedilen konularda kahramanlıklarını tarife elbette yetmez. Bu yüzden isimli ve isimsiz tüm kahraman atalarımızı minnet ve şükranla anıyor, ruhları şad olsun diyoruz. Onlar savaş meydanında veya başka yerde ama daima Vatan için öldüler. Allah tamamından razı olsun.

Bu yazı KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/kahramanlik-oykuleri/feed/ 0