Halkçılık ilkesinin Türk İnkılabındaki yeri ve önemi
Halk tabirinin, milletin o an için yaşayan kesimi olduğu hatırlanırsa, millet ve milliyetçilik ilkesiyle olan ilişkisi de anlaşılacaktır. İnkılapçılık gibi ilericiliği, aydınlanmayı ve gelişimi esas alan ilkeleri de birlikte düşündüğümüzde halk nasıl değişiyorsa halkçılık ilkelerinin de zaman ve duruma göre değişebilir olması daha net anlaşılacaktır. Ve çağdaşlık yakalamak hevesindeki halkçılık ilkesinin inkılaplarla kendini sürekli yenilemesi ihtiyacının kaçınılmazlığı daha iyi anlaşılacaktır. Bu nedenle halkçılık ve milliyetçilik ilkeleri, inkılapçılık ve Cumhuriyetçilik ile kol kola, aynı bütünün parçaları gibidir ve her ikisinin de mutlaka ve yakından Cumhuriyetçilik ilkesi ile alakası vardır.
Atatürk’ün Halkçılık ilkesi her şeyden önce “Halkın halk tarafından halk için idaresi” anlamına gelen ileri batılı gerçek bir demokrasinin gerçekleşip yerleşmesi amacına yönelmiştir. Cumhuriyet öncesi dönemde benimsenmesi bile zor ve imkânsız olan “Halkçılık” ile ilgili Atatürk’ün ifadeleri gözden geçirildiğinde Milliyetçilik ilkesi ile sıkı sıkıya bağlı olduğu hemen gözlenecektir.
Çünkü O, halkı ne ulus içinde ayrı bir sınıf ve gruplar, ne de egemen bir gücün yönettiği kitle olarak kabul etmiştir. Halk Büyük Önderimizin “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” sözü ile belirlediği gibi, milletimizin doğrudan doğruya kendisi sınıfsız ve ayrıcalıksız kaynaşmış bir kitle olarak bütündür.
Bu görüşleri biraz daha açabilmek için yine Atatürk’e dönelim ve “bizim inancımıza göre, milletimizin hayatının ve yükselmesinin sağlanması, kendine sindirip benimseyeceği görüşlerdir. Fakat esas olarak incelenirse, bizim görüşlerimiz kî halkçılıktır, kuvvetin ve kudretin, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulunmasıdır. Hiç kuşku yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir ilkesidir” sözlerine kıymet vermek gerekir.
Görülür ki; Atatürkçü halkçılığın amacı “Demokratik ve sosyo-ekonomik alanda ve çağdaşlaşma yolunda başarıya ulaşmaktır”. Nitekim Ulu Önder “Hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümetidir ve dilimizde bu hükümet halk hükümeti diye anılır” deyişiyle yukarıdaki görüşümüzü güçlendirmektedir.
Halkçılık, halkı egemen ve her bakımdan mutlu kılmak olduğu gerçeğini benimseyen Atatürk, milletin vicdanında ve geleceğinde sezinlediği büyük gelişme, yükselme yeteneğini, bir millî sır gibi vicdanında taşımıştır. Ülkü, gözlem ve değerlendirmeler zamanı geldikçe uygulanmıştır. Halkçılık da bu çerçeve içinde, millî vicdan İle, Atatürk’ün vicdanının bütünleşmesi sayesinde gerçekleşebilirdi. Nitekim Atatürk, engin sezgi ve bilgisi İle kavradığı Türk toplumundaki gerçeği çağdaş halkçılık hedeflerine doğru, büyük yetenek ve iradesiyle yöneltmiştir.
Halk idaresi demek olan demokrasinin uzun bir geçmişi vardır. Türk ulusu ve toplumlarının da bunda rol oynadıkları tarihî bir gerçektir. Toplumların gelişmesine uygun, yaygın, etkili bir sosyal felsefe ve sistem olarak demokrasi, halkın siyasî ve fikrî terbiyesini aynı zamanda hak ve görevlerini her şeyin üstünde sayar.
Ulu Önder 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşmasında: “Sosyal bilim bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse Halk Hükümeti deriz. Sosyal meslek bakımından da düşündüğümüz zaman, biz hayatını bağımsızlığını kurtarmak için çalışan insanlarız. Zavallı bir halkız, durumumuzu bilelim, kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmak zorunda bulunan bir halkız.
Buna göre her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışarak bir hakkı kazanırız; yoksa çalışmadan sırtüstü yatmak isteyen insanların bizim toplumumuzda yeri yoktur – hakkı yoktur. O halde söyleyiniz baylar: Halkçılık toplumsal düzene, çalışmaya, hukuka dayanmak isteyen bir sosyal meslektir” diyordu. Mustafa Kemal, bu sözleri ile halkçılığı gerçekleştirecek yöntemi ve kendi buluşu olan Atatürkçü düzeni anlatmaktadır. O halde Halkçılık ilkesi ile amaçladığı “halk için, halkla birlikte ve gerekirse halkın yüce çıkarları uğruna millî çabalarda bulunmaktır”.
Atatürk 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’daki şu sözleri ile halkçılığa, yani halk egemenliğine yeniden ışık tutmakta ve şöyle demektedir:
“…. Bu büyük zaferin türlü tesirleri üstünde en önemlisi ve yükseği, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.”
Yukarıdaki açıklamaların ışığında açıkça söyleyebiliriz ki, Atatürk Millî Mücadele süresince memlekette kendisini gönülden destekleyen iç kuvvetlerle dünya ölçüsündeki dış gelişin şartlarının dengeli etkisini her an hesaba katarak her türlü “doktriner ve dogmatik” düşüncelerden temizlenmiş bir halkçılık anlayışına ve ilkeler kompozisyonuna ulaşmıştır. Çünkü o, hiçbir zaman dogmacı doktriner görüşlerin sosyal gelişim ve kültürel değişim şartlarına uymadığını görerek, Türk toplumuna yol gösterecek diğer ilkeleri ve anlamlan gibi Halkçılık ilkesi anlamını da özel görüş açısından tesbit etmiştir. Bu nedenledir ki, Halkçılık ilkesi de her şey için, halkla beraber anlayışı ile bütüne yönelik bulunmaktadır.
Eşitliği ve milli egemenliği baz alan, sınıflaşmaya tamamen karşı olan, kişilerin kanun ve sosyal yaşam alanlarında tamamen bir ve bütün olduğu temeline dayanan halkçılık ilkesinin sadece bir sınıf veya zümrenin malı ve inancı olamayacağı da kesindir.
Bu cihetle, özetle, zümreleşmenin, eşitsizliğin önünü tıkayan halkçılık ilkesi, çağdaşlaşmayı ve refahı esas alırken her hangi bir sınıfın üstünlüğüne de mani olan, milli birlik ve beraberliği şart koşan bir yapıdadır.
Halkın kendisini yönetmesi demek olan milli egemenliğin şaşmaz takipçisi durumundaki halkçılık ilkesi bu haliyle de Cumhuriyetçilik ilkesinin yılmaz savunucusu durumundadır.