Cumhuriyet Halk Partisi tarihi
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde 9 Eylül 1923’te önce “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur. 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında ise “Cumhuriyet Halk Partisi” adını almıştır.
1927 yılında “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir. 1935 yılında “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de eklenerek Partinin ilkeleri altıya çıkarılmıştır. Partinin amblemi olan 6 ok bu ilkeleri simgelemektedir.
CHP, kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde ulusal bağımsızlığı kazanan, Cumhuriyeti kuran, saltanatı kaldıran, hilafete son veren ve Ulusal Birliği sağlayan Partidir. Hukuk ve eğitim gibi toplumsal alanlarda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirmiştir. Ulusal sanayinin ve ekonominin gelişmesine öncülük etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçişi sağlayarak Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde de öncü misyonunu sürdürmüştür.
Çağdaş sosyal demokrasinin evrensel değerleri olan “özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme” kavramları CHP’nin Türkiye’de kurumsallaştırmaya çalıştığı ve Programlarında önemle vurguladığı başlıca ilkeler arasında yer almaktadır.
1. Kurtuluş’tan Cumhuriyet’e, Cumhuriyetten Demokrasiye…
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Kuruluşu
Mustafa Kemal Atatürk CHP’nin kurulmasına ilişkin ilk açıklamasını 6 Aralık 1922 tarihinde yapmıştır ve “Halk Fırkası” adını kullanmıştır. Bilindiği üzere Büyük Atatürk, Kurtuluş Savaşı henüz bitmeden, Ülkenin geri kalmışlığını ve çöküş tehlikesini ortadan kaldırmak, çağdaş ve ileri bir toplum yaratmak amacıyla devrimler yapmayı planlıyordu. Bu amaçlara ulaşmak ise ancak gücünü halktan alan ve belirli bir program dahilinde bu amaçları gerçekleştirmeye odaklanmış bir siyasal parti ile mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal Atatürk parti kurma niyetini şu sözlerle ifade etmiştir:
“…Milletin her sınıf halkından, hatta İslam dünyasının en uzak köşelerinden bana ebedi olarak iftihar duyacağım şekilde gösterilen teveccüh ve itimada layık olabilmek için en mütevazı bir millet ferdi sıfatiyle hayatımım sonuna kadar vatanın hayrına vakfeylemek emeliyle barıştan sonra Halkçılık esası üzerine dayanan ve Halk Fırkası adıyla siyasi bir fırka kurmak niyetindeyim”.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuşmayı yaptığı tarihlerde Kurtuluş Savaşı yeni sona ermiş, Mudanya Ateşkes Antlaşması yeni imzalamış, Saltanat yeni kaldırılmış ve Lozan Barış görüşmeleri yeni başlamıştır. Aynı zamanda TBMM’de gruplaşmalar çoğalmış ve siyasal yaşamda siyasal partilere gereksinim duyulmaya başlanmıştır. 6 Aralık 1922 tarihinde basına yaptığı açıklamada yeni bir döneme girildiğini belirten Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, izleyen dönemdeki çağdaşlaşma sürecinde de milletin yardımını ve aydınların da katkısını istiyordu.
Atatürk bu konuşmanın hemen sonrasında bir yurt gezisine çıkmıştır. Gezi sırasında yaptığı bir konuşmada kuruluş yıllarında Halk Fırkasının temel felsefelerinden birini oluşturacak şu ifadeye yer vermiştir:
“Bence, bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bundan dolayı da mücadele halinde buluna gelen çeşitli sınıflara malik değildir. Memleketteki sınıflar birbirlerine lazım olan ve birbirlerini tamamlayıcı ve bütünleyici mahiyettedir. Onun için de Halk Fırkası bütün sınıfların haklarını, yükselme sebeplerini ve saadetini sağlamak yolunda çalışmalarda bulunacaktır”.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk yaptığı konuşmada, Halk Fırkası’nın sınıf temeli üzerine kurulmayacağını, sınıf ayrımı yapılamayacağını ve tüm sınıfları kapsayan bir parti olacağını belirtmektedir. Bu konuşma, Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’sinde ortaya çıkan ve 10’ncu Yıl Marşı’nda da ifadesini bulan “imtiyazsız, kendine güvenen toplum, kaynaşmış kitle” arayışına, parti yoluyla cevap oluşturma ve ulus devlete yönelişin bir habercisi gibidir.
8 Nisan 1923 tarihinde ise, Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatıyla, bir bildiri yayınlamıştır. Dokuz maddeden oluştuğu için 9 umde (ilke) olarak anılan bu metin, bir “seçim bildirgesi”dir. Bu seçim bildirgesi, aynı zamanda, kurulacak parti için de bir program hazırlığı niteliğini taşımaktadır.
Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk ve partinin kuruluşunu destekleyen milletvekilleri, tüzük hazırlıklarına başlamışlardır. Hazırlanan tüzükte, “Halkçılık”, “Cumhuriyetçilik” ve “Milliyetçilik” temel ilkeler olarak benimsenmiş; “Ulusal Egemenlik”, “Devrim” ve “Hukukun Üstünlüğü” kavramlarına da yer verilmiştir.
Bu gelişmelerden sonra “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, “Halk Fırkası”na dönüştürülmüş ve Mustafa Kemal Atatürk, 9 Eylül 1923’te İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, “Halk Fırkası”nın kuruluşunu bildirmiştir.
CHP’nin partileşme sürecindeki gelişim çizgisinin de ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet Halk Partisi, Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen ve yürüten “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin devamıdır. Başlangıçta “Halk Fırkası” olan partinin adı, 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında da “Cumhuriyet Halk Partisi” olarak değiştirilmiştir.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden (A-RMCH) Cumhuriyet Halk Fırkasına (CHF)
Kurtuluş Savaşı yıllarında Milli Mücadeleyi yürütmek, tüm toplumsal kesimleri/ sınıfları temsil etmek ve ulusal birliği sağlamak amacıyla oluşturulan Cemiyet, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Cemiyetin kuruluşu, 4–11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde gerçekleştirilmiştir. Halk Fırkası da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin tarihsel mirasına sahip çıkarak, Kurtuluş Savaşı’yla yurdun kurtarılmasını sağlayan Cemiyetin ve O’nun TBMM’deki devamı olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun devamı olduğunu göstermiştir. Nitekim Halk Fırkası kurulduğunda il ve ilçelerdeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şubeleri tabelalarını indirerek Halk Fırkası tabelasını astılar. Böylece ülkenin hemen her yerinde, il ve ilçe örgütlerinin yanı sıra ocak (mahalle ve köy) ve bucaklarda da CHP örgütü kurulmuş oldu.
Tek parti dönemi boyunca CHP’nin temel felsefesi yukarıda sözü edilen iki temele dayanmıştır. Bunlar sırasıyla;
Ülkeyi kurtaran Müdafaa-i Hukuk temelinden gelme (başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere CHP yöneticilerinin Milli Mücadele’yi kazanmış olmalarının verdiği sarsılmaz karizma).
Tüm toplumsal kesimlerin temsili (Ulusal bir parti olarak CHP’nin, sınıfsal yapının pek de gelişkin olmadığı, geleneksel ve kırsal yapının hakim olduğu bir toplumsal yapıda “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” düşüncesini temel alması).
Bu iki temel üzerine kurulmuş olan CHP, bir “halk” partisi olarak, ülkedeki tüm toplumsal kesimleri temsil etmekteydi. Nitekim 1927 Nüfus Sayımı da ülkede ciddi bir sınıfsal yapının olmadığını, büyük çoğunluğu tarım sektörüne dayalı kırsal ve geleneksel toplum yapısının hakim olduğunu göstermiştir.
1927 Nüfus Sayımı sonuçlarında tespit edilen meslek gruplarına bakıldığında sanayi, ticaret, hizmet ve serbest meslekler gibi modern toplumsal sınıfları temsil eden kesimlerin oranının yüzde 7 civarında olduğu görülmektedir. Diğer yandan, çiftçi ve mesleksizler gibi geleneksel toplum yapısını temsil edenlerin oranı ise yüzde 90’ın üzerindedir. Dolayısıyla, Cumhuriyetin ilk yıllarında devralınan toplumsal miras, son derece gelenekseldir ve kırsal karakteri baskındır.
Bu dönemde CHP, tüm toplumsal kesimleri temsil eden “ulusal” bir parti niteliği taşımaktadır. Bununla birlikte, CHP kendi yönetimini her zaman “demokratik” olarak tanımlamıştır. Nitekim Parti Programı’nda yer alan Halkçılık maddesi halk iradesini ve demokrasiyi anlatmaktadır. CHP Programı’ndaki Halkçılık ilkesi şu şekilde özetlenebilir:
Demokratlık,
Herhangi bir fert veya zümreye milletin umumi hakları haricinde imtiyaz tanımamak,
Sınıf mücadelesini kabul etmemek.
TBMM’de Birinci ve İkinci Guruplar
Kurtuluş Savaşı’nı idare eden Meclis’in siyasal ve ideolojik yelpazesi son derece geniştir. İlk Meclis’te birbirinden çok farklı ideolojik gruplaşmalar yer almaktaydı. En büyük gruplaşma ise, Birinci Grup ve İkinci Grup arasında yaşanmıştır. Ülkenin kurtuluşu konusunda benzer fikirlere sahip olan her iki grup, ülkenin kurtuluşundan sonra rejimin niteliğinin ne olacağı konusunda farklı düşüncelere sahip olmuştur. Birinci Grup’un lideri Mustafa Kemal Paşa iken; İkinci Grup’un ise tek bir lideri bulunmamaktaydı. Hüseyin Avni (Ulaş), Ali Şükrü ve Selahattin Beyler bu gurubun önde gelen isimleriydi. İdeolojik olarak her iki grubun ayrımı şu şekilde özetlenebilir: Birinci Grup, “İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir” derken; İkinci Grup, “İhtilalin de hukuku vardır. Olağanüstülüğün de hukuku vardır” demektedir. Bu iki söz, her iki grup arasındaki felsefi ve siyasal farklılaşmanın net bir şekilde ifadesidir.
Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde sonradan CHP’ye dönüşecek olan Birinci Grubun Devrimci ve Reformcu bir dünya görüşüne sahip olduğu, İkinci Grubun ise; geleneksel, muhafazakar ve popülist bir anlayışı benimsediği görülmektedir. Kurtuluş Savaşı’nın ertesinde, 1923 yılında yapılan seçimleri kaybeden İkinci Grup üyeleri İkinci TBMM’ye girememiştir. Bu dönemde Rauf (Orbay) Bey, muhalif paşalarla birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur. Peşi sıra Hüseyin Avni Bey, Kara Vasıf Bey ve Selahattin (Köseoğlu) Bey de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na girerek. Partinin İstanbul örgütünü kurmuşlardır. Böylece, Birinci Grup’tan kopan muhalif kanat ile İkinci Grup birleşmişler, ayrıca, bazı eski İttihatçılar da yeni kurulan Partiye katılmışlardır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyet Halk Partisinin Devrimcilik Anlayışı
Mustafa Kemal Paşa, devrimci amaçlarını çok daha önceden, daha Erzurum Kongresi devam ederken ifade etmiştir. Ortada ne Meclis ne de Ordu varken, Erzurum Kongresi’nin hemen ertesinde (7–8 Ağustos 1919) Kurtuluş Savaşından sonra yapılacakları Mahzar Müfit Bey’in (Kansu) günlüğüne şöyle yazdırmıştır:
1. Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır.
2. Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
3. Tesettür kalkacaktır.
4. Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
Bu arada M. Müfit Bey, “Darılma Paşam ama hayalperest taraflarınız var” der. M. Kemal Paşa’nın yanıtı nettir: “Bunu zaman tayin eder. Sen yaz”.
5. Latin harfi kabul edilecek.
Müfit Bey, bu söylenenlere inanmadığını hissettirerek “Paşam kafi kafi!” der. M. Müfit Bey’in hayal olarak tanımladıkları, Atatürk dönemi içerisinde gerçekleştirilecektir. Geleneksel toplumun, bir Ortaçağ toplumunun kurumları olan Saltanat, Hilafet, Medreseler, Şeriat Hukuku devrimci yöntemlerle 1920’li yıllarda ortadan kaldırılacaktır. Yerlerine modern toplumun kurumları kurulduğu gibi Cumhuriyet rejiminin halk tarafından benimsenmesi için yoğun çaba harcanacaktır.
Bu devrimci söylem ve yöntem ile CHP’nin modernleşme anlayışını sonraki yıllarda (1930’larda) Üniversite Reformu’nun mimarı ve Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip şu şekilde açıklıyacaktır:
“Biz tedrici tekamül kaidesini yolumuzun üstünde çiğneyerek, irfan yolunda tekamülümüzü inkılaplar(la), sürat ve şiddetle yapmak, içtimai kanunlara yeni bir kanun ilave etmek mecburiyetindeyiz”.
Cumhuriyetle Birlikte Gelen Devrimler
Osmanlı Devleti’nin çöküşünde Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi olmak üzere iki büyük devriminin rolü olduğunu söylemek gerekir. Osmanlı Devleti her iki devrime de seyirci kalarak Batı dünyası karşısında geri kalma sürecine girmiştir. Bu iki devrim ile Batı dünyası geleneksel toplum yapısından (tarım ekonomisi, dinsel-monarşik devlet yapısı, dinsel cemaatlere dayalı toplum yapısı, kırsal ağırlıklı nüfus) çıkarak, modern toplum yapısına (ulus-devlet, sanayileşme/ kapitalistleşme, aydınlanma, bireyselleşme, kentleşme…) geçmiştir. Özetle, kapitalistleşme ve milliyetçilik düşüncesi, Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Bu dönemlerde Osmanlı Devleti’nin uygulamaya koyduğu kısmi modernleşme çabaları kurtuluş için yeterli olamamıştır. Bu nedenle Kemalist Cumhuriyet, köktenci/ radikal bir modernleşme politikasıyla, diğer bir deyişle “devrimci” bir politikayla Batı dünyasıyla arasındaki farkı kapatmaya çalışmıştır. Bu anlayışı dönemin seçim afişlerinde bile görmek mümkündür. Nitekim CHP, 1930’lu yıllardaki afişlerden birinde “Asrı, yıla sığdırdık” diyordu.
1920’li yıllarda yapılan devrimlerle, geleneksel toplumun kurumları kaldırılarak yerlerine modern toplumunun kurumları oluşturulmuştur. 1930’lu yıllarda yapılan devrimlerin ve reformların ise devrimlerle oluşturulan yeni kurumların toplum tarafından benimsenmesinin sağlanmasına yönelik girişimler olduğu görülmektedir. Ayrıca, yapılan devrimlerle yeni bir ulus inşası çabası da açıkça görülmektedir. Devrimlerin yıllara göre seyri ise şöyledir:
1922: Saltanatın kaldırılması
1923: Cumhuriyetin ilanı, İzmir İktisat Kongresi, Ankara’nın Başkent Yapılması
1924: Halifeliğin kaldırılışı, Öğretim Birliği, Medreselerin Kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığının Kurulması, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması
1925: Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Aşar Vergisinin Kaldırılması, Şapka Kanunu, Ankara Hukuk Mektebi’nin Kurulması, Miladi Takvim’in Kabulü
1926: Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu
1927: Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu
1928: Yeni Harflerin Kabulü, Millet Mekteplerinin Açılışı, “Devletin Dini İslam’dır” Maddesinin Anayasa’dan Çıkarılması, Uluslararası Rakamların Kabulü
1929: Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu
1930’lu yıllarda ise yapılan devrimlerin yerleşmesi açısından iki önemli adımın atıldığını söylemek gerekir.
Eğitim ve kültür politikaları: Halkevleri, Halkodaları, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Köy Eğitmen Teşkilatı, Köy Enstitüleri’nin kurulması.
Ekonomik kalkınma: Devlet ve özel sektör eliyle ülkenin bir an önce kalkınması ve bu amaçla çok sayıda sanayi, finans ve benzeri kalkınma kuruluşunun kurulması.
Altı İlke
Devrimlerin gelişim sürecine paralel olarak, CHP’nin 6 ilkesi de aşamalı bir şekilde parti programına girmiştir. 1927 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda kabul edilen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerine, 1931 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri eklenmiştir. 1935 yılındaki CHP Kurultayı’nda ise, bu ilkeler Kemalizm olarak tanımlanmıştır. 5 Şubat 1937 tarihinde ise 6 ilke Anayasa’ya girmiştir.
CHP’nin 1938 yılında yayınlanan “Onbeşinci Yıl Kitabı” adlı bir resmi yayınında “Milliyetçilik” şöyle tanımlanmaktadır:
“Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve menşeden olursa olsun Türk’tür. (…) Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir uzvudur. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve milli menfaatine ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve telkin etmez”.
CHP’nin “Devletçilik” anlayışı ise iki temele dayandırılmıştır: Bizzat devletin kuruculuğu ve yapıcılığı ile yapılması özel sektöre bırakılan işlerin düzenlenmesi ve kontrolü. Devletçiliğin gerekçesi ise Onbeşinci Yıl Kitabı’nda şöyle açıklanmıştır: “Asırlarca yabancı milletler tarafından istismar edilen Türk milletinin ekonomik istiklalini temin edecek, milleti ecnebi fabrika mahsullerine müşteri olmaktan kurtaracak, yurdun iptidai maddelerini yok pahasına satıp onların ecnebi mamullerini çok pahalı bir fiat ile satın almaktan çıkaracak yol, ancak Devletçilik prensiplerini kabul ve tatbik ile mümkün olabilirdi.
Yeni Türk devleti bunu temin için en esaslı tedbirlerini aldı. Milli endüstrinin kuvvetlenmesi için dış pazarlardan yurda gelecek mallara yurttan çıkan malların rekabetini tanzim etmek ve yeni kurulan fabrikaların kuruluş senelerine mahsus zaruri olarak yaptıkları fazla masraflar dolayısile maliyet fiatındaki yükseklikten doğan nisbî pahalılığı korumak için dahili sanayi himaye etmek lazımdı. Bu, hariçten gelecek mallara fazla gümrük resmi koymak, ecnebi malların ithalatını tahdit ve tanzim etmekle mümkün olabilir. Bu himaye prensibi Büyük Millet Meclisi’nin vazettiği kanunlarla temin edildiği gibi Devletin tanzim edici elinin dış ticarete de müdahale etmesi sayesinde ithalat, ihracat ve tediye muvazeneleri temin edilmiş ve dünya piyasalarında Türk toprak mahsullerinin yeri gittikçe genişlemiştir.
… Cumhuriyet Halk Partisi’nin Devletçiliği, hususi ve ferdi teşebbüs ve faaliyetlere imkan vermeyen, mülkiyet haklarını tanımayan ve bütün iktisadi faaliyetlerle her türlü istihsal vasıtalarını Devlet elinde teksif eden Kolektivist ve toptan Devletçilikle asla alakalı değildir”.
CHP’nin Onbeşinci Yıl Kitabı’nda “Laiklik” ilkesi ve laikleşme süreci şöyle tanımlanmıştır:
“Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müspet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe Laiklik derler.
… Cumhuriyetin şer’i mahkemeleri kaldırarak ve Medeni Kanunu koyarak adli birliği, medreseleri ilga ederek tedrisat birliğini yapması; cemiyetin yetiştirici ve yaşatıcı şartları arasından dinin tesirini kaldırması demektir. Böylece amme haklarının en mühimlerinden biri olan vicdan hürriyeti, Laiklik sayesinde en geniş ve ideal bir şekilde temin edilmiştir. Bir cemiyetin üstünlüğü ve medeniliği için birinci şart olan vicdan hürriyeti, her ferdi manevi hususlarda kendi idrak ve imanına bırakarak ferdi inanışla devletin ve cemiyetin umumi yürüyüşünü köstekleyici bütün bağları koparıp atmıştır.
Milli ve içtimai hayatta ferdin, dinsiz, şu veya bu itikat sistemine mensup oluşu; milli ve içtimai vazifesi bakımından ne bir kusur, ne de bir fazilet sayılamaz. Türkiye’de dinin dünya işlerinden ayrı tutulduğu, Laikliğin ilan olunduğu andan itibaren hiç kimse, hiçbir ibadete icbar edilemez ve hiç kimse, vicdanının ilhamı ile kabul ettiği ibadetten men olunamaz.
Bu geniş ve yüksek anlayışın hududu içinde köhne, yıpratıcı ve en yüksek içtimai heyetleri bile sukut ettirici tekke, tarikat gibi irticai zihniyet mümessillerinin girmesine tabiatile imkan yoktur”.
CHP’nin “Cumhuriyetçilik” anlayışına göre egemenliğin kaynağı halktır. Bu kapsamda tarihimizdeki en köklü dönüşüm olan Cumhuriyet Devrimi, “saltanat”ın yıkılmasını ve yerine “milli iradenin” getirilmesini amaçlamıştır. Böylelikle “tebaa”nın yerini “yurttaş” almıştır.
CHP’nin Cumhuriyetçilik anlayışına göre Türkiye Cumhuriyeti bir ilke ve ideal beraberliği üzerinde kurulmuştur. Cumhuriyet, gücünü, bu beraberliği oluşturan tüm insanların, hukuk ve hakları ile eşitliği ve bütünlüğü ilkesinden almaktadır. Yurttaşlık herkes için ortak temel öğe ve “hak alanı” olarak esas alınan temel bir kavramdır.
CHP’nin “halkçılık” anlayışı ise siyasal meşruiyetin temelini halkta bulabilmektedir, ekonomik ve siyasal imtiyazların kaldırılmasıdır, sahipsizlerin sahibi olmaktır, çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır.
CHP’nin “devrimciliği” ise yukarıda geniş olarak ifade edildiği gibi barış içinde kökten değişimdir, çağı paylaşmadır, geleceğe atılımdır. Çağdaş düşüncelere açılarak yenilikleri kavrayıp benimsemektir; bunu süreklilik içinde bir yaşam ve yönetim biçimine dönüştürmektir. Kuralları ve kendini sorgulayarak, daha iyiye ve doğruya ulaşmanın yollarını açmak, bu çerçevede gelişimin yöntem ve araçlarını oluşturmaktır. Bu anlayışla, CHP, halkla birlikte, halktan güç ve yetki alarak, demokratik hukuk devleti kurallarına ve barışçı yöntemlere bağlı kalarak devrimciliği sürdürür.
Altı Oklu Bayrak
Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce CHP’nin yayınladığı On Beşinci Yıl Kitabı’nda, 1923 Tüzüğü’nün birinci maddesinde sıralanan amaçlara benzer şekilde şunlar dile getirilmektedir: “Cumhuriyet Halk Partisi’nin üç(üncü) ve dördüncü Büyük Kongrelerinde tanzim olunan Parti programı Türk milletini, milli ülküsüne götürecek olan ana yolları tam, kat’i ve açık olarak gösterir. Bu program, şu veya bu sınıf ve zümre için değil; bütün millet için, milletin yeni ve ileri hedefi olan medeni yükseliş uğrunda çalışacak bütün vatandaşlar içindir. Bu program bugünkü ve yarınki cumhuriyet nesilleri için inan esaslarını anlatan ve Kemalizm’in ortaya koyduğu ve Partinin bayrağında kırmızı zemin üzerinde altı beyaz okla temsil ettiği altı ehemmiyetli vasfı ihtiva eder”. CHP, altı oklu bayrağı 1933 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Bayrağın nasıl kullanılacağı ve şekli CHF Bayrak Talimatı’nda açıklanmıştır. Altı oklu bayrağın tasarımı Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Resim-İş Bölümü’nde İsmail Hakkı Tonguç tarafından yapılmıştır. Cumhuriyetin 10. yılı kutlamalarından önce altı oklu bayraklar parti örgütlerine gönderilmiştir.
Kemalizmin Resmiyet Kazanması
“Kemalizm” CHP’nin Mayıs 1935 tarihinde toplanan Dördüncü Büyük Kurultayı’nda kabul edilen CHP Programı ile resmiyet kazanmıştır. Programın “Giriş” kısmında Kemalizm ile ilgili şu değerlendirme yer almaktadır:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına temel olan ana fikirler, Türk Devrimi’nin başlangıcından bugüne kadar yapılmış olan işlerle, yalın olarak ortaya konmuştur.
Bundan başka, bu fikirlerin başlıcaları, 1927 yılında Parti Kurultayı’nca da kabul olunan tüzüğün genel esaslarında ve Genel Başkanlığın, aynı kurultayca onanmış olan bildiriğinde ve 1931 kamutay seçimi dolayısiyle çıkarılan bildirikte saptanmıştır.
Yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarılarımızın ana hatları burada toplu olarak yazılmıştır.
Partimizin güttüğü bütün bu esaslar, Kemâlizm prensipleridir”.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin İlk Programları ve Dokuz Umde
CHP’nin ilk programı 1931 tarihlidir. Ancak, 1923 genel seçimleri öncesinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın 8 Nisan 1923 tarihli “Dokuz Umde” olarak bilinen “Seçim Beyannamesi” de bir program taslağı olarak kabul edilmelidir.
Ülkeyi işgalden kurtaran Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin partiye dönüşmesiyle ortaya çıkan CHP, kurtuluşçu ve modernleştirici bir parti kimliğine sahiptir. Bu kapsamda, Kurtuluş Savaşında ülkeyi kurtaran parti 1923 sonrası dönemde devlet kurma/ ulus inşa etme misyonu yüklenmiştir. Nitekim tüm tek parti dönemi boyunca kabul edilen CHP programlarına (1931, 1935, 1939 ve 1943) bakıldığında –Dokuz Umde de dahil olmak üzere-, yeni bir devlet, yeni bir ulus inşası açıkça görülmektedir. Bu kapsamda Dokuz Umde’de dikkati çeken unsurlardan bazıları şunlardır:
Egemenliğin millete ait olduğu,
Güvenlik sorununun çözüleceği,
Adalet sisteminin reforma tabi tutulacağı,
Askerliğin kısaltılacağı,
Savaşta harap olan ülkenin yeniden inşa edileceği,
Ekonomik ve sosyal alanda halk yararına politikaların uygulanacağı (aşar vergisinin yeniden düzenlenmesi, tütün ekimine ilişkin düzenlemeler, üreticilere yönelik kredi kolaylıkları, tarımda makineleşme, demiryolları yapımı, eğitimin yaygınlaştırılması, sağlık sisteminin düzenlenmesi, ormanların verimli bir şekilde işletilmesi, hayvancılığın geliştirilmesi).
9 Eylül 1923 tarihinde kabul edilen Halk Fırkası Nizamnamesi’nin birinci maddesinde ise Partinin;
Milli hakimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek,
Türkiye’yi asri bir devlet halinde yükseltmek,
Türkiye’de bütün kuvvetlerin üstünde kanunun velayetini hakim kılmak için çalışacağı belirtilmektedir.
1931, 1935, 1939 ve 1943 tarihli CHP programlarının girişinde vatan, millet ve devlet gibi başlıkların olması ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Bununla birlikte, söz konusu dönemde ulus ve devlet inşasının halen sürmekte oluşu gerçeği dikkate alındığında bu dönemdeki söylem ve uygulamaların bu amaçlara dönük program (yani yapılacak işler) dahilinde olduğu görülecektir. Nitekim M. Kemal 9 Mayıs 1935 tarihinde, CHP Dördüncü Büyük Kurultay’ında yaptığı konuşmada Türk Devrimi’ni şöyle tanımlamaktadır: “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız devrimler… İşte Türk genel devriminin kısa bir diyemi…”1931 programında “kadınlara milletvekili seçilme hakkı verilmesi” gibi dönemin tüm çağdaş uluslarının da ilerisinde çağdaş bir hakkın tanınacağı belirtilmektedir. Nitekim Bir sonraki 1935 Programından önce bu hedef gerçekleştirilmiştir.
1931 Programında, bir dereceli seçim sistemi toplumun (ileride) belli bir olgunluğa ulaşmasından sonra uygulanabilecek nihai bir hedef olarak algılanmaktadır. 1935 tarihli programda ise, ileride bir dereceli seçim sistemine geçilmesinden vazgeçilerek, iki dereceli sistemin demokratikleştirilmesi esası benimsenmiştir. İkinci Dünya Savaşı koşullarında hazırlanan 1943 tarihli program ise, bu konuda daha geri bir nitelik taşımakta olup, iki dereceli seçim sistemine devam edileceğini belirtilmektedir.
1935 programı, 1931 tarihli programa göre daha ayrıntılıdır. Partinin ideolojisi Kemalizm olarak tanımlanmıştır. Uluslar arası amaçları olan, kökü yurt dışında olan ve sınıf esasına dayalı cemiyetlerin kurulamayacağının belirtilmesi dikkat çekicidir. Ayrıca işçi ve esnafın parti tarafından örgütleneceği belirtilmektedir ki, bunun ilk örneği İzmir’de verilmiştir. Bu tarihlerde, Recep Peker’in otoriter-totaliter bir parti program ve tüzüğü hazırladığı, bunun Atatürk tarafından reddedildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak, bu program ve tüzük taslağı ortada yoktur.
1943 Programının beşinci bölümü “Cihan harbi içinde idare” ve altıncı bölümü “Cihan harbinden sonraki ihtimaller”, Partinin dönemin koşullarına uyum sağladığının ve Programını buna göre revize ettiğinin önemli bir göstergesidir. Nitekim tek parti dönemi boyunca dört yılda bir toplanan CHP Kurultaylarının en önemli işlerinden biri Parti Programı üzerine yapılan çalışmalardır. “Altı Ok”un aşamalı bir şekilde kabul edilmesi gibi, Kemalizm de tek parti dönemi boyunca –özellikle de Atatürk döneminde- gelişip bir ideoloji niteliği kazanarak, belirli bir çerçeveye oturtulmuştur.
Cumhuriyet’in Demokrasiyi Kurması Sürecinde Toplumsal Altyapının Geliştirilmesi Çabaları
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri, Türkiye’de çok partili rejimin yerleşmesi için toplumsal altyapının henüz yetersiz olduğunu açık bir şekilde göstermiştir. Ayrıca, devrimlerin toplum tarafından yeterince benimsenmediği de görülmüştür. Bu durum karşısında devrimlerin doğru anlatılması, anlaşılması ve toplum tarafından içselleştirilebilmesi için başlıca iki yol izlendiği görülmektedir. Bunlardan ilki eğitim/kültür seviyesinin yükseltilmesi, ikincisi ise hızlı kalkınma/sanayileşme doğrultusunda girişimleridir.
Eğitim Seferberliği: Köy Eğitmen Teşkilatı, Köy Enstitüleri ve Halkevleri
Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı eğitim mirası hiç de iç açıcı değildir. Toplam nüfusun içerisinde öğrencilerin oranı yüzde 2,9 ile çok küçük bir paya sahiptir. Bu oranın önemli bir bölümünü de yüzde 2,8 oranıyla ilkokul öğrencileri oluşturmaktadır. Ortaokul öğrencilerinin oranı onbinde 5 iken, lise öğrencilerinin oranı ise ancak onbinde 1 düzeyinde kalmaktadır. Böyle bir tablo içerisinde eğitim seferberliği ve toplumun eğitim seviyesinin hızla yükseltilmesi ivedilik arz eden bir politika tercihi olarak öne çıkmıştır.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, 26 Mayıs 1936 tarihinde TBMM’de bakanlık bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada, köy çocuklarının çok azının okula gidebildiğini, bu şekilde çalışmaya devam edilirse, okulsuz 35.000 köye birer öğretmen göndermek için yüz yıl beklenilmesi gerektiğini açıklamıştır. Gerçekten de 1933 yılında 40.000 köyden 32.000’inde okul, posta teşkilatı ve dükkan bulunmamaktadır. 11 milyon kişinin yaşadığı 40.000 köyde okuma-yazma bilen nüfus oranı sadece yüzde 2’dir. Bu nedenle de, çözüm arayışları çerçevesinde 1936–1937 yıllarında “Köy Eğitmen Teşkilatı” kurulmuştur. Askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapanlar 8 aylık bir kurstan geçirildikten sonra köylere öğretmen olarak gönderilmişlerdir. 1940 yılında açılan “Köy Enstitüleri”nden mezun olanlarla birlikte, 1950 yılına gelindiğinde 26.000 eğitmen ve enstitülü öğretmen köylere gönderilmiştir.
Yetişkinlerin eğitimi için ise “Halkevleri” kurulmuştur. 1932 yılında kurulan 34 Halkevi’nin sayısı 1950’de 478’e ulaşmıştır. 1940 yılında Halk evleri’nin küçük birer örneği olarak kurulan 141 Halkodası’nın sayısı ise 1950 yılında 4322’ye çıkarılmıştır. Bu dönemlerde halkın eğitiminde önemli ve çok yönlü işlevler gören Halkevleri 9 şubeden oluşuyordu: Bunlar sırasıyla; Dil, tarih ve edebiyat, Ar (Güzel Sanatlar), Gösterit (Tiyatro), Spor, Sosyal yardım, Halk dershaneleri ve kursları, Kitapsaray (Kütüphane) ve yayın, Köycülük, Müze ve sergi şubeleridir.
Millet Mektepleri’nde yetişkinlere yönelik açılan okuma-yazma kurslarını Halkevleri devam ettirmiştir. Yoğun bir eğitim seferberliğine rağmen, 1950 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı devraldığında halkın sadece yüzde 32’si okuryazar niteliğine kavuşturulmuştu. Nüfusun büyük çoğunluğu ise hala okuma-yazma bilmiyordu.
Halkevlerinin amaçlarından birini de yurttaş yaratmaya yönelik çabalar oluşturmuştur. Nitekim Atatürk’ün yaptığı pek çok konuşmada, topluma moral aşılama ve ulusal gurur kazandırma konusunda yoğun çaba harcadığı görülmektedir.
En Güzel Musiki Makine Sesi, En Büyük Ulusal Dava: Sanayileşmek
Atılan bir diğer önemli adım da hızlı kalkınma ve bu doğrultuda sanayileşmeye yöneliktir. M. Kemal Paşa, 13 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te İstanbul gazetecilerine İzmir’de toplanacak olan Türkiye İktisat Kongresi’ni haber verirken;
“Yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı iktisat ile kuracaktır. Yeni Türkiye devleti dünyayı alan bir devlet olmayacaktır. Ama, yeni Türkiye devleti bir iktisat devleti olacaktır”.
Yeni Türkiye’nin en büyük ulusal davalarından biri sanayileşmek olmuştur. Dönemin aydınları ve lider kadrosu için en güzel musiki de makine sesi idi.
Ülke ekonomisinin millileştirildiği, hızlı sanayileşmek için hem özel sektörün, hem de devletin birlikte yatırım yaptığı Atatürk dönemi, kendinden sonraki tüm dönemlere göre çok daha başarılı ve göz kamaştırıcı bir performansa sahip olmuştur. Bu başarı ekonomik göstergelere de yansımaktadır. Nitekim, 1923–1938 yılları arasını içeren Atatürk döneminde GSMH artış hızı yüzde 115 olarak gerçekleşmiştir. Üstelik Atatürk döneminde fiyat artışları yaşanmamış ve Türk parası sürekli olarak değer kazanmıştır. Kısaca özetlemek gerekirse Atatürk döneminde ülke ekonomimiz adeta “Altın Çağ”ını yaşamıştır.
Cumhuriyet tarihimiz boyunca ekonomik kalkınma açısından en başarılı dönem olan Atatürk döneminin başarısının temel nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Millileştirme ve Karma ekonomi, Denk bütçe, İthalat-ihracat denkliği, karşılıksız para basmama ve 0 enflasyon ile tüm bunların sonucunda elde edilen yüksek kalkınma hızı.
1930’lu yıllarda öncelikli amaç kalkınma olmuştur. Bununla birlikte dönemin kalkınma anlayışı, sadece ekonomik alanla sınırlı kalmamış, eğitim ve kültür de dahil olmak üzere toplumsal yaşamın diğer alanlarını da içermiştir. Nitekim böylesi bir kalkınma anlayışı çerçevesinde, Celal Bayar İş Bankası yönetiminden, 1932’de önce İktisat Vekilliğine, 1937’de Başbakanlığa getirilmiştir. İsmet İnönü’nün yerini Celal Bayar’ın almasında ülkede öncelikli hedefin kalkınma yönünde değişmesi belirleyici olmuştur.
1936 tarihli İkinci Sanayi Planı’nda dönemin İktisat Vekili Celal Bayar, “Türkiye için endüstrileşme bir milli varlık savaşıdır, bir milli müdafaa mücadelesidir ve hiç bir fedakarlık ve sıkıntı bu milli mücadelenin neticesiyle mukayese edilemez” ifadesiyle dönemin kalkınma anlayışını net bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bu dönemde kalkınmanın planlı bir anlayış çerçevesinde yürütülmesi benimsenmiştir. Bu çerçevede beş yıllık sanayi planları uygulaması başlatılmış ve izlenen sanayileşme politikası genel hatlarıyla ithal ikameci bir nitelik taşımıştır. Bu kapsamda öncelikli olarak dokuma, şeker, çimento, kağıt, şişe cam, demir çelik vb. alanlarda büyük ölçekli kamu işletmeleri kurulmuştur.
Bu dönemde kurulan fabrikalardan bazıları şunlardır: Alpulu Şeker Fabrikası (1926), Uşak Şeker Fabrikası (1926), Bünyan Dokuma Fabrikası (1927), Eskişehir Şeker Fabrikası (1933), Turhal Şeker Fabrikası (1934), Bakırköy Bez Fabrikası (1934), Konya-Ereğli Bez Fabrikası (1934), Kayseri Bez Fabrikası (1934), İzmit Birinci Kağıt ve Karton Fabrikası (1936), Karabük Demir-Çelik Fabrikası (temel atma, 1937), Ereğli Bez Fabrikası (1937), Gemlik İpek Fabrikası (1938), Bursa Merinos Fabrikası (1938). Bu dönemde ayrıca iç pazarın oluşması açısından büyük önem taşıyan ulaşım politikalarına ve öncelikli olarak da demiryolları yapımına büyük önem verilmiştir.
CHP Avrupa’nın Faşistleriyle Değil, İlerici ve Demokrat Partileriyle İlişkilerini Geliştirmiştir
CHP 12–15 Ağustos 1933 tarihlerinde Sofya’da toplanan 9’uncu Radikal Demokratlar Kongresi’ne katılmıştır. Daha önceki yıllarda da radikal demokratların bir kongresine (1927) CHP Genel Sekreteri Saffet Bey (Arıkan) “müşahit” olarak katılmıştır. CHP’nin 1927 tarihli Büyük Kongresi’nde, radikal partilerin oluşturduğu birliğe doğrudan katılma fikri reddedilmiştir. Ancak, 1933 tarihinde yapılan kongreye katılmalarından da anlaşılacağı üzere, CHF bu kongrelere “müşahit” olarak katılmaya devam etmiştir.
Sofya’da toplanan kongrede; işsizlik, işçi ücretleri ve gümrük duvarları konuları ele alınmıştır. Gümrük duvarlarının kaldırılması, Avrupa gümrük birliği ve tek paralı uluslar arası bir bankanın kurulması Avrupa Federasyonu için aşamalar olarak önerilmiştir. Kongrede alınan siyasal kararlar ise; “Demokrat bir hükümet usulünün memleketlerin içtimai teşkilatında manevi ve fikri teşriki mesaiyi mümkün kılacağı, çünkü ancak böyle bir usulün bütün vatandaşların kanun önünde beraberliğini, mahkemelerin istiklalini ve söz ve matbuat hürriyetini temin eyliyeceği” belirtilmektedir.
Radikal ve Mümasili Fırkaların Beynelmilel İtilafı’nın Avrupa’da yükselen totaliter rejimler karşısında ilerici ve demokrat Avrupa’yı savunmaları, Avrupa Birliği’nin temellerini teşkil edecek fikirleri gündeme getirmeleri son derece önemlidir. Türkiye’deki Kemalist iktidarı temsil eden CHP’nin bu örgütle ilişki içerisinde olması, Cumhuriyetin kurucularının fikri temellerinin ortaya konması açısından anlamlıdır.
2. Dünya Savaşı Genel Eğilim Totaliter Rejimler iken, CHP Türkiye’yi Demokrasiye Taşımıştır
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde dünyada yaşanan genel eğilim totaliter (faşist ve komünist) rejimlerin yükselişte olmasıdır. Kemalist Türkiye’nin bu tarz partilerle ilişki kurmak yerine radikal/ilerici ve demokratik partilerle ilişki kurması ve dünya konjonktürünün tersine iki kez çok partili rejim denemesinde bulunması ve iktidarı kaybetme pahasına çok partili rejimi üçüncü denemede başarması dikkat çekicidir.
Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde demokratik ülkelerin sayıları hızla azalmıştır. Nitekim 1922 yılında 64 bağımsız devletten 29’u demokratik (yüzde 45,3) ülke niteliğinde iken, 1942 yılında 61 devletten sadece 12’si demokratik (yüzde 19,7) rejimlere sahiptir. Demokratik ülkelerin oranı 1922–1942 arasındaki dönemde yüzde 56,6 azalmıştır. Anılan dönemde dünyada genel eğilim hızla totaliter rejimlere geçiş yönünde iken, Türkiye’nin yılmadan çok partili rejime geçme çabalarının ve demokratikleşme girişimlerinin önemle altı çizilmesi gerekmektedir. CHP’nin Ülkemizin Çağdaşlaşma sürecindeki misyonunun doğru okunması ve anlaşılması açısından bu dönemde yaşananların doğru çözümlenmesi büyük önem taşımaktadır.
CHP’nin Millet ve Milliyetçilik Anlayışı Hiçbir Zaman Irk Temeline Dayalı Olmamıştır
Yeni Türkiye’nin millet ve milliyetçilik anlayışı, 1924 Anayasası’nda net bir şekilde yer almaktadır. Anayasanın 88’nci maddesi şöyledir:
“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk itlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sini rüşde vusülünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut vatandaşlık kanunun mücibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izahe edilir”.
Anayasa TBMM’de tartışılırken millet ve milliyetçilik konusunda iki milletvekili iki farklı önerge vermiştir. İki değişiklik önergesi de TBMM’ce kabul edilmemiştir.
Bunlardan birincisi Mersin milletvekili Niyazi Bey’in önergesidir: “Efendim, kanunun birçok yerinde Türkiye kelimesi vardır. Kanuni Esasi Encümeni ile de görüştük. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Teb’aya Türk dedikten sonra Türkiye demek doğru değildir. Esasen Türkiye tabiri İtalyancadan alınmıştır ve Arabca bir kelimedir. Buna hiç mahal yoktur. Türk devleti; Türk Teb’ası, Türk Büyük Millet Meclisi, hepsi Türk, hepsi müsavidir. Binaenleyh Türkeli suretinde tashihini teklif ediyorum”.
TBMM başkanlığına verilen diğer değişiklik önergesi Konya milletvekili Naim Hazım’a aittir:
“Maddenin birinci fıkrasındaki Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve diğer fıkralarının da buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim”.
Atatürk, 1930 yılında hazırladığı Medeni Bilgiler kitabında, millet kavramını çağdaş değerler temelinde ve ırkçılık dışında şöyle tanımlamıştır:
“Millet; dil, kültür ve ülkü birliğine dayanan siyasal ve sosyal bir topluluktur”.
Yine aynı kitapta Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” derken, milleti oluşturan unsurlar arasında ırkı ve dini saymamış, ülkedeki tüm etnik grupları kapsayan bir üst kimlik milliyetçiliği tanımı yapmıştır.
Laiklik
“Acılar gördük. Bunun nedeni, dünyanın durumunu anlayamadığımızdır” Millet kavramının yanı sıra, Laiklik kavramı da dönemin resmi metinlerinde tanımlanmıştır: 1938 tarihli On Beşinci Yıl Kitabı’nda şu tanıma yer verilmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müsbet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe laiklik derler”.
Laiklik konusu günümüzde olduğu gibi, 1930’lar Türkiye’sinde de önemli bir yer teşkil ediyordu. 1933 yılında Bursa’da meydana gelen bazı olaylar üzerine Adalet eski Bakanı Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ilginç bir öneride bulunmaktadır: “Bence bugün dahi halli lazım gelen bir cihet vardır. Diyanet işlerinin yavaş yavaş devlet bütçesinden ayrılması, yalnız devletin yüksek nezareti altında, fakat hususi varidatla, mesela Kanunu Medeniye uygun tesisatla idare edilmesi icap eder. Vaizlerin büyük şehir imamlarının Darülfünun ilahiyat şubesi mezunları olması ve lisan bilir kimseler arasından seçilmesi lazımdır. Küçük şehir imamlarının ise mevkileri ile mütenasip bir tahsil görmeleri Layikliği anlamaları çok faidelidir”.
Geç bir modernleşme ve laik bir ulus inşa etme hareketi olarak da tanımlanabilecek olan Türk Devrimi’nin dünyevileşme ve uygarlık bağlamındaki bakış açısını Atatürk, 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada şöyle ifade ediyordu: “Acılar gördük. Bunun nedeni, dünyanın durumunu anlayamadığımızdır. Düşüncemiz, anlayışımız uygar olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Uygar olacağız. Bununla övüneceğiz. Bütün Türk ve İslam dünyasına bakınız. (…) Bizim de şimdiye değin geri kalmamız ve sonunda son yıkım çamurunda batışımız bundandı. Beş altı yıl içinde kendimizi kurtarmışsak, bu anlayışımızdaki değişikliktendir. Artık duramayız; ne olursa olsun ileriye gideceğiz. Geriye hiç gidemeyiz. Çünkü ileri gitmek zorundayız. Ulus açıkça bilmelidir; uygarlık öyle güçlü bir ateştir ki ona aldırmaz olanları yakar ve yok eder.
İçinde bulunduğumuz uygarlık ailesinde yaraştığımız yeri bulacak ve onu koruyacak, yükselteceğiz. Gönenç, mutluluk ve insanlık bundadır”.
200 yıllık modernleşme tarihimizin en köklü ve en radikal değişimlerinin yaşandığı dönem, Tekeli-İlkin’in “Köktenci Modernite Projesi” dediği 1923–1950 yılları arasıdır. Bu dönem, tek parti yönetiminin egemen olduğu ve Atatürk’ün liderliğinde (1938’e kadar) Türk Devrimi’nin gerçekleştiği dönemdir. Söz konusu dönemde; geleneksel toplumun kurumlarının yerini modern toplumun kurumları almaya başlamıştır. Gelenekselliği sembolize eden tarım ekonomisinin, dinsel-monarşik devlet yapısının, dinsel cemaatlere dayalı toplum yapısının ve kırsal toplum yapısının yerini sanayileşme, ulus-devlet, aydınlanma, bireyselleşme, kentleşme, kurumsallaşma gibi modernleşme kavramları ve olguları almaya başlamıştır.
…
KAYNAK: chp.org.tr