SİNA ÇÖLLERİNDE
Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Sina, kuş uçmaz, kervan geçmez bir çölden ibaretti. Uzun zamanlardan beri de Hafir’e kadar bütün bölge İngilizlerin nüfuzu altında idi.
4 ncü Ordu, harp stratejisi gereği bu büyük çöl parçacığını İngilizlerin elinden kurtarmak ve Kanal’a hâkim olmak vazifesini almıştı.
Yürüyen bir kıta için çöl, en kuvvetli düşmandan çok daha korkunçtu. Yol, kuma ilk basan erin ayak izinden başlıyor, su; ancak, birkaç yağmur çukurunda ve yalnız bedevilerin bildiği kuyularda bulunabiliyordu. Bunlardan da herkes için günde ancak yarım matara pay ayrılıyordu. Su başlarında düzen, çoğunlukla, süngülü birçok nöbetçi ile korunuyordu.
Yürüyüş sırasında günlerce hayat eseri görülmüyordu. Bütün gönüller bir an önce Kanal’a varmak özlemi içinde idiler.
Günlerce yüründü. İngilizler Kanal’ın öbür tarafında dikkatle hazırlanmış ve bütün eksikleri tamamlanmış mevziler içerisinde idiler. Demir yolları ve düzenli haberleşme şebekeleri sayesinde her şeyleri tam ve mükemmeldi.
Anadolu’nun en uzak köşelerinden gelmiş birkaç bin vatan evladı Kanal’a ulaşacak bol su, bol gıdadan sonra İngiliz birliklerine bu keyfi haram edecek ve Sina’daki rahatının son bulduğunu haber verecekti. Yakan güneş ışınlarında parlayan namlular her Türk’ün yüreğinde yeminleşen bir iradenin işareti gibiydi.
Mevzilerinde korku içinde yaşayan İngilizler, ışıldaklarının ulaşabileceği uzaklıklara kadar bütün çölü aydınlatmaya çalışıyorlar, gündüzleri aralıksız uçan uçaklar, kum üstünde hareket eden her şeyi hemen haber veriyorlardı. Birlikler gece yürüyüşü yapmak zorunda idi. Zaten çölde gündüz yürüyüşü yapmaya imkân da yoktu. Bu suretle hareketlerimiz İngilizlere karşı gizli tutulabiliyordu.
Yürüyüş kolunun gerisinde develerden kurulu bir kervan yürümekteydi. Erzak, cephane ve her çeşit ikmal malzemesi bu deve kollarıyla taşınıyordu. Katırlar, atlar ve arabalar alışmadıkları bu çöl şartları içerisinde, beraber oldukları askerin büyük ve zor vazifesini anlamış gibi sabırla ilerlemeye çalışıyorlardı.
Kanal’a yaklaşılmıştı. Uzaklarda beliren bazı görüntüler, yarılan tabanlara, çatlayan dudaklara, kuruyan dillere yeni bir güç vermişti. Bu manzara bol su, bol gıda vadeden, uzun günler boyunca aranan hedefi müjdeliyordu.
Belki yarın, Anadolu’nun en uzak köşelerinden inanılmaz bir güçle çöllere akan selin sürüklediği ateş, dünyayı avucunda boğmak isteyenlerin başına yağacaktı. Gündüzün hareketsizliğine gömülmüş ve öbek öbek dağılmış birlikler kumlarda uyukluyorlardı. Bir tarafta birkaç çift manda ve yüz kadar istihkâm eri, günlerce kum üstünde sürükledikleri tombazların gölgesine uzanmışlardı. Bu tombazlar, buraya ta Edirne’den taşınmaktaydı.
Edirne ve Kanal… Bir deniz geçildi. Trenler, tozlu yollar, Toroslar… Sonra Kudüs’ten Kanal’a kadar Sina çöllerinin kızgın kumları yüründü. Tombaza baktıkça insan azminin ve Türk gücünün yüceliğini duymamak mümkün değil. Bu tombazı getiren Anadolu çocukları günlerdir sıcak yemek yememişler, çatlayan dudaklarını ara sıra rastladıkları çamurlu sularla ıslatmışlar ve güneş altında bir taş kadar sert peksimetlerini, dişlerinin acısına rağmen sabırla ezmeye çalışıyorlardı.
Yavuz Sultan Selim ordularının çölde yazdıkları kahramanlık destanını kıskandıran bir avuç Türk eri, mola verdikleri bu yerde, gözleri yarı kapalı olarak ilk defa Kanal’da kopacak kıyameti daha sonra da geçmişi ve yuvalarını düşünüyorlardı.
Artık yürüyüşün son safhasına gelinmişti. Kanal yakın, asker sabırsızdı. Duraklamaksızın ilerlemek ve gündüz olmadan hedefe ulaşmak lâzımdı. Çekilen bunca çilenin mükâfatı da buna bağlıydı.
İngiltere’nin Mısır ordularını buraya bağlamak ve bu suretle Batı Cephesi’nde, müttefikimiz Almanların yükünü hafifletmek amacıyla girişilen bu teşebbüs gayesine ulaşmıştı. Fakat ateşe göğsüyle, inancıyla karşı koymasını bilen binlerce Anadolu genci korkusuzluk destanı yazarak Kanal’ın şaplı sularında boğulmuş Sina Çölü’nün kızgın kumlarına gömülmüştü.