FAHRETTİN ÇAVUŞ

FAHRETTİN ÇAVUŞ

63 ncü Alay makineli tüfek bölüğünün künye defterinde Mustafa oğlu Fahrettin-Urfa diye kayıtlıydı. Galiçya’da inanılmaz kahramanlık örnekleri vermiş, çavuşluğa terfi etmiş ve nihayet bölüğünün 1 nci Takım Komutanı olmuştu.

1916 yılının 14 Eylül günü bitmişti. Günün gökleri inleten tarrakaları, yaralanan ve ölenlerin feryat ve iniltileri, bu zifiri karanlığın sonsuz boyutları içerisinde dinleniyor gibiydiler. Ara sıra bir yaylım ateş, birkaç atım top bu sessizliğe sıkılan bir yumruk gibi parıldıyor, bazen uzaktan gelen bir ses siperler üzerinden bir ölüm rüzgârı hâlinde geçip gidiyordu.

Fahrettin Çavuş tüfeğine yaslanmış, heybetli duruşuyla gecenin bu ıssızlığından doğacak fırtınayı bekler gibiydi. Bütün gün çok yorulmuş; fakat, ormanının güney kenarındaki iri ağaçların her birinin dibine bir Moskof cesedi dikmek için akşama kadar parmağını tüfeğinin tetiğinden ayırmamıştı.

Siperler içerisinde çevresindeki ikişer, üçer kişilik grupların konuşmalarını, yârenliklerini duyuyor, hatta bu konuşmalardan kendine, kendi kahramanlıklarına ait olanları bile işitiyordu. Düşüncelere, iç âlemindeki hatıralara dalmıştı. Hayaller elinde olmaksızın bir film şeridi gibi birbirini izliyor, onu bazen vatanına, yuvasına, eşine götürüyor, bazen siperlerdeki boğuşmaları, birer birer şehit olan arkadaşlarını gözlerinin önünde canlandırıyordu. Bir an köyünden ayrılışını hatırladı; davul çalınıyordu. Bütün köylüler onları uğurluyorlar, dualar okuyorlardı. Tekbir sesleri gökyüzüne ulaşırken eşi sessizce ağlıyordu. Oğlu Necmettin koşarak dizlerine sarılmış ve çocukça bir erdemle; “Babacığım, gidenler ya gazi ya şehit olacaklarmış. Sen de öyle mi olacaksın?” demişti. Sarı bukleli saçları iri gözlerinin üstüne düşmüştü. Ama o gözlerde yaş görünmüyordu.

Fahrettin Çavuş birden bu hayali kucaklar gibi tüfeğine sarıldı ve yüksek sesle; “Acaba, Necmettin ya gazi ya şehit olmak için ayrılan babasını özledi mi?” diye söylendi.

Sonra gözlerinin önünde kendi çocukluğu canlandı. Annesi ona babasının Plevne’deki çıkış hareketinde yaralanan Gazi Osman Paşa’yı nasıl sırtında taşıdığını, sonra nasıl şehit olduğunu, hasta yatağında ağır ağır, gözleri nemlene nemlene anlatmıştı.

Şehit babasını rahmetle andı.

Sonra Mohaç Muharebesi’ni, Viyana Muhasarası’nı düşünerek millî gururunun heybetiyle “Koca Türk, buraları kaçıncı defadır kanınla suluyorsun.” diye haykırmaktan kendini alamadı ve “Ey Tanrım, senden başka bir dileğim yoktur, bu kâfirleri tamamen kırmadıkça ve bunu kendi gözlerimle görmedikçe beni ne yarala ne de şehit et.” diye dua etti.

Bu sırada siperlerinin çok yakınına bir top mermisi düşmüş, mermi, müthiş bir patlama içerisinde ortalığı toz ve dumana katmıştı. Fahrettin Çavuş hiddetle ayağa kalktı; “Mel’un Moskof, bunu senin yanına komam.” diyerek dışarı fırladı ve ileriye doğru atıldı. Onun bir prensibi vardı, düşmanın hiçbir davranışını cezasız bırakmamak. Şimdi o, bu prensibinin peşinden koşuyordu.

En ileri emniyet hattını geçti. Dikenli çalılar içinden dolaştı. Bir dereye indi. Etrafı dinledi, akan suyun şırıltısından başka bir şey işitilmiyordu. Yüksek bir yere çıkıp duruma hâkim olmak istiyordu. 433 rakımlı tepeye tırmanmaya başladı. İntikamını kendine meşale edinmiş, karanlıkları yarıyordu. Tepeye ulaştı. Uzakta soluk bir ışığın zaman zaman titremekte olduğu dikkatini çekti. İçine sevinç dolmuştu. Kunduralarını çıkarıp palaskasına astı. Farkında olmaksızın tüfeğini biraz daha sıkmıştı. Büyük bir dikkatle ışığa yaklaştı. Burası özel şekilde hazırlanmış ve gizlenmiş topçu gözetleme yeriydi. Hafif ve titrek bir ışık veren mumun aydınlığında bir Moskof subayının telefonla emirler vermekte olduğunu gören Fahrettin Çavuş sevinçten haykırmamak için dudaklarını ısırdı.

Bir arslan gibi hemen avının üzerine atılmak istiyordu. Belindeki bombayı çıkardı. Gözetleme yerini, içindekilerle birlikte havaya uçuracaktı. Sonra bu fikri beğenmedi. İçeriye girip hepsini diri yakalamak ve bölüğe götürmek “iyi haberler almak” için uygun olurdu. İyi haberler fikri birden aklına başka bir şey getirdi ve yumruklarını havaya kaldırdı: “Siz ne zaman olsa benimsiniz.” dedi. Sıçradı ve bir geyik çevikliğiyle telefon telini takibe başladı. Yürüdü, yürüdü. Şimdi tam kendi siperleri istikametinde bulunuyordu. İki gece evvel. keşfe çıktığı zaman yanına aldığı beyaz şeritlerden bir deste çıkardı, telefon teline bağladı. Doğruca Tabur Komutanının yanına koştu. Şimdi şeridin bir ucu Komutanının elinde idi.

On beş dakika sonra Rus bataryasına verilen emirler aynen alınıyor ve ateş ona göre tanzim ediliyordu.

Fahrettin Çavuş ise gözetleme yerine tekrar ulaşmıştı. İndeki bir subay ve iki er Fahrettin Çavuş’un karşısında kıpırdayamadılar bile. Kartal görmüş bir keklik gibi donakaldılar.

Fahrettin Çavuş onları sıkıca bağladıktan sonra önüne katarak komutanına getirmiş, düşman bataryasının ateş mevzileri de sabahın ilk ışıklarıyla darmadağın oluvermişti.

Mustafa oğlu Mehmet Fahrettin 17 Ekim 1916’da taarruz hazırlıkları yapılırken şehit olmuş ve isminin verildiği Fahrettin Çavuş tepesine gömülmüştür.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir