Üretim ve tüketim toplumları

Üretim ve tüketim toplumları

İstiklal harbinin ve inkılapların gücüyle kalpleri fetheden, aydınlanmayı sağlayan ve cihana ve bu arada en çok da mazlum devlet ve halklara emsal olan Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel özelliği üretici olmaya duyduğu heves ve üretmekteki kabiliyetidir.

İman, kahramanlık, şehitlik arzusu, mertlik, cesaret, vatanseverlik gibi sayılabilecek daha pek çok erdem arasında üretmek ve üretmeyi dilemek vasfı ön sıralardadır ve aslen üretememekten, tüketmekten kaynaklanan Osmanlı hastalığının tedavisi Cumhuriyet’in bu üretme aşkıyla şifa bulabilmiştir.

İnanç üretmek, imkan üretmek, güven üretmek, ders üretmekle başlayan Türk İstiklal harbi yoktan var edilen bir ordu üreterek, bir inanç heyeti teşkil ederek, halkı istiklale taşıyacak bir inanç ve bağımsızlık rüzgarı üreterek muzaffer olmuştur.

Anlaşmaların, ayaklanmaların bastırılışının, dev işgal ordularına direnişin, vatan uğruna ölmeyi dilemenin, bağımsız yaşayamamaya yemin etmenin ardında hep bu üretilen inanç ve gayeler vardır.

İnkılapların topraktan çıkan bir filiz gibi yeşermesi, umutların tüm Anadolu’ya yayılması Atatürk ve dava arkadaşlarının kalplere ektikleri inanç, azim ve güven tohumları iledir. Çünkü o kurucu kadro çok iyi bilmektedir ki üretmek, ortaya çıkarmak, muhtaç olmamak ayakta, dik ve bağımsız olmanın tek şartıdır.

Fikir bazında da madde bazında da bu böyledir ve bu nedenle dikilen her tohum anında yeşermiş, önce bağımsızlık ve sonra insanca yaşam nasip olabilmiştir. Bu tohumlar sayesindedir ki karanlıklar kaybolmuş, beyinlerde haysiyet ve namus kavramları yeniden hayat bulmuş, bedenler tembellik ve üşengeçlikten sıyrılarak yeniden çalışmaya ve üretmeye koyulmuştur.

Düşünülsün ki memleketteki kağnı sayısı dahi parmakla gösterilecek kadar az iken, para, mal, yiyecek, kıyafet yok denecek kadar az iken, elektrik, su, yol gibi alt yapılar bilinmez iken, fabrika, tesis, kurumlar demode veya hiç yok iken, velhasıl her şeyi dışarıdan alan, üretmeyi akıl dahi etmeyen, borçlandırılan, kapitülasyonlara mahkûm edilen Osmanlı’dan üreten ve kendine yeten bir ülke çıkarmak ancak Türk Cumhuriyeti’nin mucizesidir.

Parasız, yorgun, tükenmiş Anadolu insanının evvela düşmanları, sonra cehaleti ve sonra yoklukları yenmesi ancak bu üretme azim ve inancıyladır.

O kadar ki yolsuz, barajsız, alt yapısız, elektriksiz memleketin imarı, tohumsuz, gübresiz, bilgisiz demode tarımın şahlandırılması, makinesiz, teknolojisiz, bilimsiz sanayinin çarklarının döner hale getirilmesi, tasarrufun özendirilmesi, gaye birliği edilmesi, imece ile kooperatif mantığıyla kalkınmanın sağlanması hep bu üretim arzu ve gayesi ile mümkün olmuştur.

Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, medeni çağdaş ülkeler hizasına erişmenin ancak akıl ve bilimle olduğunu bilen, muhtaç olunan kudretin damarlarda bulunduğunu bilen, milletine güvenen ve çalışmaktan asla vazgeçmeyen yapısıyla örnek olan dünya dâhisidir.

Maneviyatla maddiyatı ortada buluşturabilen, yorgunlukları umut ve hedeflerle azaltan Atatürk, aşıladığı inanç ve ektiği azim tohumlarıyla Türk Milletine yeni bir var olma imkânı sağlayan ve bunu yaparken de gelecek yüzyılları da teminat altına aldıran ilkeleriyle evvela bağımsızlık ve egemenliği şart koşmuş, bu incileri her alanda şart koşarak ekonomi, imar, sanayi ve tarıma verdiği önemle hem lokomotif görevi görmüş hem de planlı vaziyette başarılan her bir hamle ile halkın bir kez daha şahlanmasına öncülük etmiştir.

Yerli malı kullanmaya ve tasarrufa özendiren bu anlayış, “milli” kavramını ön plana çıkararak boyundurukları kırmayı başarmış, on beş yıl gibi kısa bir sürede Osmanlı’nın muhtaç, parasız, zavallı tebası, üreten ve kendine yeten, borçsuz bir Türk halkına dönüşmüştür.

Üretmeyi düşünmek yerine satın almayı düşünen, modern teknolojileri hem de din adına reddeden Osmanlı’nın sonunu asıl bu cehalet getirmiştir. Bu cehalet iledir ki evvela bilim askıya alınmış, ardından teknolojiden uzak ordu zayıflamış, idareler batıl ve demode akımlara teslim edilmiş, çaresizlikle dini aldatışlar devreye sokulduysa ve bu bir süre zaman kazandırdıysa da kaçınılmaz son olan çöküş yaşanmış ve Osmanlı tüm damarları ile dışa muhtaç ve borçlu hale getirilmiştir.

Bu borçlu olma hali kaçınılmaz olarak tavizleri ve imtiyazları getirmiş, ödenen yüksek faizler ile gelirlerden de fazla giderler devletin sonunu getirmiştir.

Tüm bu hakikatleri çok önceden gören Ulu Önder Atatürk ise evvela üretime ve borç ödemeye kıymet ve önem vererek, ardından borçsuz, tasarrufa dayalı ve israfa engel olucu tedbirler üreterek Türk halkının kabiliyetlerine uygun, kültür ve geleneklerinden kaynaklanan sanat ve imallerini gün ışığına çıkarmış, bu üretimleri ahilik kültürü ile buluşturarak ahlakı ticaretin tam ortasına yerleştirmiş, ülkece planlı ve zamana yayılı bir kalkınma süreci başlatarak evvela dışa bağımlılığı ve kendine yeterliliği temine çalışmıştır.

Nitekim on – on beş yıl sonra ülke üreten ve kendine yeten vaziyete geçmiş bu sayede sadece borçlardan kurtulmakla ve borç almadan yaşama şansı bulmakla kalmamış aynı zamanda borç verenlerin yüzsüzce istediği tavizlerden de kurtulmuştur.

Üretilen her bir şey bir başka üretimi mümkün kılmış, imkân sağlamış ve üretim zinciri hem alansal hem de coğrafi olarak artarak devam etmiştir. Sözgelimi evvela pamuk üretimi, ardından o pamuğu işleyecek kumaş fabrikası ve nihayet o kumaştan elbise dokuyacak tesis hayata geçirilerek hem üretim hem istihdam (iş imkânı) sağlanmış, dış alımların azalmasıyla para kıymetlenmiş, ücretler yeterli hale gelmiş, yerli malı rafları doldurmuş, enflasyon kelimesi sözlüklerden çıkarılmıştır.

Hem fikirsel hem de madde anlamında üretime yönelen Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin aynı zamanda tüketimleri dizginlemek ve Milli mal kullanımını teşvikleri artırmak gayeleri neticesinde israf azalmış, gelir dağılımı sağlanmış, paylaşma ve yardımlaşmanın huzuru ile kardeşlik bağları kuvvetlendirilmiş, kurulan sosyal vakıf ve kurumlarla muhtaçlar, öksüzler, fakirler ve üretemeyecek durumda olanlar devletin şefkatli kolları ile sıcacık yuvalara kavuşturulmuştur.

Yani üreten Türkiye’ye geçiş aynı zamanda tüketimi dizginleyen bir anlayışla başarılı olmuştur ki sınırsız harcamanın ve üretilenden fazla tüketmenin zararının fazlasıyla farkında olan Cumhuriyet kurucuları halkı eğiterek, kooperatifleştirerek, üretici ve tüketici arasındaki mesafeleri kısaltıp, aracıları devreden çıkartarak kazancın helak olmamasına ve hak edenin kazanmasına gayret etmiş, alın terinin karşılığına saygı duymuştur.

Sigortalaşmayı dahi akıl eden bu yeni Cumhuriyet kadrosu, Zonguldak maden işletmelerinden başlayarak üreten-çalışanların haklarını teminat altına almakla örnek olmuş, maaş ve sosyal koşullarda yaptıkları iyileştirmelerle geleceğe de ışık tutmuşlardır.

Kendisini güvende ve devlet garantisinde hisseden halk böylece daha büyük bir motivasyonla çalışmaya başlamış ve üretim kotaları her seferinde artmıştır.

Üretime dönük çıkartılan yasal mevzuatlarla anayasal olarak bu kalkınma ve üretme süreci kanunlaştırılmış, gerek seferberlik kanunlarıyla ve gerekse demiryolu işçiliğinde kısa süreli çalışma mükellefiyeti kanunlarıyla bedelsiz olarak bazı hizmetlerin hayata geçirilmesi sağlanırken ülkedeki kalkınmadan hoşnut olan halk bir tek itiraz dahi etmemiştir.

Vergi toplanması ve vergi adaleti sayesinde devletin kasası kısa sürede dolmuş, kaçak ve kayıplar engellenerek, lüzumsuz harcamaların önüne geçilerek, horum ve kayırmalar reddedilerek müteakip yatırımlar için ihtiyaç duyulan sermayeler bu sayede toplanmıştır.

Başta Ulu Önder Atatürk olmak üzere devletin ileri gelenlerinin mal varlıklarını devlete hibe etmeleri, kişisel servet yığma hevesine düşmemeleri sayesinde zenginleşme kişisel değil toplumsal bazda olmuştur.

Başta Sovyet Rusya olmak üzere, Hindistan ve Mısır’dan alınan kurumsal ve kişisel yardımların da bu kalkınma sürecinde etkili olduğu muhakkaktır ki bu maddi yardımlar ile Cumhuriyet nefes alabilmiş, İstiklal harbini yapabilmiş ve geleceğe dair ilk tohumları atabilmiştir.

Ama cevher ve öz milletin kendisidir, çalışma arzusu ve hevesidir, geçmişten alınan derslerdir, Ulu önderin işaret ve ilkeleridir.

Eğitim bu üretim sürecinin en büyük kaçınılmazıdır ki daha İstiklal harbi yaşanmadan ileri görüşlülükle yurt dışına tahsile gençler gönderen Atatürk, teşkil ettirdiği kongre ve toplantılarla aydınlatma sürecini çok önceden başlatmış, özellikle okullarda ve kitaplardaki bilim ışıklarının gayeye yönelik olarak anlaşılmasına bizzat öğretmenlik yaparak sürecin kolay ve kısa sürede yaşanmasına imkan sağlamıştır.

Başöğretmen ve Başkomutan Atatürk’ün milletin güvenine layık olarak halkın akıl ve kalbine hitap edebilmesi, Türk ulusunu kaderin kendisine verdiği mesuliyet istikametinde liderlik mevkine oturmasına imkân sağlamıştır.

Velhasıl kısa sürede borçlarını ödeyen, tüm alanlarda tam bağımsızlığına ve kendine yeterliliğe kavuşan Modern Türkiye Cumhuriyeti bu mucizevi başarısına üretmekle kavuşmuştur.

Çünkü onlar bilmektedir ki üretmeden tüketmek yok olmak, özgürlükten yoksun kalmaktır.

Çünkü onlar bilmektedir ki israf ve lüks düşkünlüğü sonsuz bir cehalettir.

Çünkü onlar bilmektedir ki ekonomik bağımsızlığına erişemeyen milletler diğerlerine köle olmaya mahkumdur.

Çünkü onlar bilmektedir ki üretmek geleceğe hem maddi hem manevi anlamda irfan tohumları ekmektir.

Türk İstiklal harbinin, Türk Cumhuriyeti’nin, Atatürk ilke ve inkılaplarının gençliğe ve çocuklara emanet edilmesi dahi geleceğe atılan tohumlardır, üretime yönelik yatırımlardır.

Alfabeden tahsile, spordan sanata, siyasetten askerliğe her alanda üretime dayandırılan Türk ekonomisi bu sayede var ve güçlü olabilmiştir.

Modern zamanlarda sistem ve teknolojilerin değişmiş olması bu ana ilkelerden sapmaya asla gerek doğurmaz ve Atatürk ilkeleri özellikle devletçilik ilkesi güçlü Türkiye için her daim kılavuz olmak durumundadır.

Milli, yerli, yeterli, kontrollü, denetimli bir ekonomiyi emreden, israfa mani olan, devlet ve özel sektörü aynı idealde buluşturan, işbölümünü esas alan, millet ve devletin bekasını ekonomik bağımsızlıkla denk tutan bu yaklaşım ile Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği de teminat altındadır.

Yeter ki bu ilkelerden sapılmasın ve sapmak isteyenlere imkân verilmesin.

Bugün Rusya ve Çin gibi süper güçlerin taklide çalıştığı bu devletçilik ilkesi dünyanın arzuladığı ve ders olarak ele aldığı bir konuyken, bunun hem de sahibi olan Türk Ulusu’nca reddediliyor olması anlaşılır bir şey değildir.

Çünkü bu ilkeden verilen her taviz evvela ekonomi ve hükümdarlığı ve ardından bağımsızlığı yok edecektir.

Ülkenin bugünkü halinin geldiği kritik noktada burasıdır ve ülke ekonomik olarak Atatürk ilkelerinden uzaklaştığı içindir ki uçurumun kıyısına gelmiştir.

Üretimi sıfırlayan ekonomik politikalarla gelinen bu kıyamet noktası evvela mutluluk ve refahı, sonra kardeşlikleri, sonra servetleri mahvedecek, dışa bağımlılığı kaçınılmaz kılarak, halkı köleleştirecek, bir dilim ekmeğe muhtaç edecek, ulusu sömürgeleşmiş bir ülke haline getirecektir.

Bu ise evvela Türklüğün kahramanlıkla dolu tarihine, sonra kaderin Türk’e verdiği mesuliyete ve Allah’ın Türk Ulusu’ndan beklediklerine ihanet etmek demektir.

Çünkü Türk; dünyaya mertliği ve çalışmayı tanıtan, namus ve şeref timsali,  karanlıkları aydınlatan güneştir.

Bunu zedeleyen herşey … Türklüğe düşman olmaktır.

Çare ise Atatürk ve ışığındadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir