Salih BOZOK
“Başkomutan yaversiz gidemez!” Bu haykırış, Atatürk’ün hayata gözlerini kapadığı anda tabancasını kalbine dayayıp tetiği çeken Başyaver Salih Bozok’tan duyuluyordu. Kurşunlar ciğerlerini parçalamıştı. Ameliyatla kurtuldu ama bu büyük acı onu çok yaşatmadı. Kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu. Bu kayıp karşısında en anlamlı sözü gazetesinde Akagündüz yazıyordu:
“Salih Bozok Atatürk’e kavuştu!”
Salih Bozok’un, Mustafa Kemal’le Selanik’te Ortaç Sultan Mahalle Okulu’ndan başlayan arkadaşlıkları ömür boyu sürmüştür. Arıburnu’ndan başlayarak O’nun yaverliğini üstlenmiş ve bu görevi milletvekili olduğu süre içinde de üniformasız olarak yürütmüştür.
Bu iki arkadaşın elimize geçen 1911 ve daha sonraki yıllarda birbirlerine yazmış oldukları mektupları, inkılap tarihimizde önemli bir yer tutar. Mustafa Kemal, Ayn-ı Mansur Karargahl’ndan 25/26 Nisan 1912 akşamı saat 6’da Bozok’a gönderdiği bir mektubunu şöyle bağlamaktadır:
“Vatan kesinlikle düzlüğe çıkacaktır. Millet kesinlikle mutlu olacaktır. Çünkü, kendi esenliğini, kendi mutluluğunu memleketin ve milletin esenliği ve mutluluğu için feda edebilecek vatan evlatları çoktur!”
Mustafa Kemal, Bozok’a gönderdiği mektuplarında hep “Kardeşim Salih”, “Merhaba Ey Hazret-i Salih”, “Güzel gözlü, burma bıyıklı Salih’im”, “Güzel Salih’im” diye içtenlikle hitap etmektedir. Salih Bozok, bu hitaplara layık olduğunu hayatı boyunca kanıtlamıştır. Ve Atatürk’ün sevdiği, güvendiği bir kişinin çevresinde de aynı duygularla tanındığını ona takılan şu adlar göstermektedir: “Salih Selanik”, “Erkek Salih”, “Sadık Salih”, “Şen Salih”, Tatlı Salih”, “Muahrip Salih”, “Ahbap Salih” ve “Bozok Salih”.
Bozok, hep Atatürk’ün yanındadır. Atatürk, bir gün ona Arıburnu harekatının bir bölümünü şöyle anlatır:
“Düşmanın bütün yıkıcı araçlarıyla üzerimize yüklendiği bir gündü. Saflarımız korkunç biçimde boşalıyordu. Yiğit Mehmetçiklerden binlercesinin sapır sapır döküldüklerini görüyordum. Bu kanlı sahne benim orada üst’üm durumunda bulunan bir Paşa’yı kaygıya düşürdü. Yanıma sokularak heyecanla:
– Ne olacak? Şimdi ne olacak? Diye soruyordu. Açıklamaya kalkıştı. Geri çekilmekten söz ediyordu. Hemen şu müdahalede bulundum:
– Ben, bu düşüncede değilim. İleri hareketi yeğ tutarım. Geriye dönmek mahvolmaktır. Bundan doğacak sorumluluğu kim üzerine alıyorsa, komutayı da o alsın!
Üst’üm olan komutan:
– Hayır! İşi bu ana kadar sen yönettin. Yine sen bitirmelisin! deyince harekâta karşı koyan bir Alman komutanı ile birlikte kendisini de kastederek şu karşılığı verdim:
– O halde, üç başa gerek yoktur. Burada, benim vücudumu yeterli görüyorsanız siz ikiniz de çekilin!
Bu sözlerimi söyledikten sonra şehitlerin üstünden atlayıp sağ kalanların önüne geçerek:
– Arkadaşlar! diye haykırdım. Karşınızdaki düşman döğüşemez duruma gelmiştir. En ufak bir kımıldayışınız, onları kaçırmaya yetecektir. Haydi arkadaşlar!.. En önünüzde ben olmak üzere, hep birlikte düşmana saldıralım!..
Ve ayakta kalabilen kıtalara; elimdeki kamçıyı sallayınca, bunu saldırı için verilmiş bir işaret sayarak, hemen harekete geçmelerini bildirdim.
Kahramanlar, çelik bir yay gibi gerilerek düşmanın üzerine atıldılar. Sonuç olarak Arıburnu Savaşı’nı kazandık.”
Bozok’un Kurtuluş Savaşı ile ilgili anıları ayrı bir yer tutar ve o günlerin heyecanını bize olduğu gibi tattırır:
“Bir gün Biçer istasyonundan otomobille Sivrihisar üzerinden Akşehir’e gidiyorduk. Atatürk, pelerinine sarılmış, gözlerini akşamın karanlığında alacalaşan ovalara dikmiş, düşünüyordu. Bir aralık:
– Hımm, dedi.
Ben, bu davranışın çok önemli içten bir ruh halinin belirtisi olduğunu sezinlemiştim:
– Bir emriniz mi vardı Paşam? dedim.
O, gözlerinin eritici bakışlarını gözlerime dikti ve:
– Salih, dedi. Eğer düşündüklerimi uygulayacak zamana sahip olursam, yakında dünyanın gözlerini kamaştıracak bir askeri görünüm oluşacaktır.
Ve işte, bütün zaferlerin kapısını açan Büyük Afyon Taarruzu, O’nun bu sözleri söyledikten tam on beş gün sonra başarıldı.”
27 Ağustos 1922, Türk ulusunun, Türk Kurtuluş Savaşı’nın yazgı günü olmuştur. O günlere ilişkin bir kahramanlık destanını Salih Bozok şöyle anlatıyor:
“LVII. Tümen, karşısındaki tepede inatçı bir biçimde tuunan düşmanı oradan çekilmeye zorlayamamıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın bu gecikmeye canı sıkıldı ve hemen Komutan’a telefonla ikinci bir emir verdirerek, bu tepenin ne kadar bir zamanda alınacağını sordu. Gelen karşılıkta, yarım saatlik bir süre isteniyordu. Fakat aradan yarım saat geçtiği halde tepe, henüz alınamamıştı.
Mustafa Kemal Paşa:
-Hani ya… Yarım saatte alacağını vaat etmişti. Niçin sözünü tutmadı? Diye sordu. Gelen yanıtta: Tümen komutanın bunu bir onur sorunu yaparak sözünü yerine getiremediğinden dolayı intihar ettiği kendisine bildirildi. En büyük milli davanın kazanılması söz konusu olduğu bir sırada vukua gelen bu isteyerek şehitlik olayı da ayrıca ve hatta başlıbaşına, Türk’ün sonsuz kahramanlığına örnek olarak tarihe geçecektir.
Mustafa Kemal Paşa:
– Allah rahmet etsin, dedikten sonra, aynı emri onun yerine geçen komutana tebliğ ettirdi ve tepe, bir kaç dakika içinde şiddetli bir hücumla alındı.
Çiğiltepe’de Türk Bayrağı dalgalanırken Albay Reşad da son nefesini veriyordu.”
Bozok, Kurtuluş Savaşı günlerinde geçen bir anısını da şöyle anlatır:
“Eskişehir yolunda her uğradığımız yerden bir klavuz alıyorduk. Bir akşam üzeri, tenha bir köye girmiştik. Çamurlu yollarında, bir çeşme başında abdest alan bir ihtiyardan başka kimseye rastlamadık. Ona:
– Baba, dedik. Bize yol gösterecek birini bulabilir misin?
Sevimli ihtiyar:
– Birini bulmak ne demek, dedi. Kendim ne güne duruyoum.
Otomobil dolu idi. Fakat o, çamurlukta gidebileceğinde direniyordu. Çaresiz razı olduk. Yolda Atatürk, o ihtiyarla konuşmamı emretti. Laf kıtlığında aklıma yine aynı soru geldi:
Sordum:
– İhtiyar! Sen Mustafa Kemal’i tanır mısın?
– Tabii tanırım!
– Görsen ne yaparsın?
– Ayaklarının altına köprü olurum.
Bu karşılığı alınca güldüm ve Atatürk’ü gösterdim:
– İşte Mustafa Kemal!..
İhtiyar, bizi peygamberlik iddiasına yeltenmiş iki dengesiz gibi süzdü, şahadet parmağı ile sağ gözünün alt kapağını aşağıya çekerek güldü:
– Pışşşt! dedi.
Fakat, az sonra vardığımız kasabada geleceğimizi bildikleri için karşılamaya hazırlanmışlardı. İhtiyar, bunu görünce, kırdığı potu anlamıştı. Utancından, otomobil durur durmaz ortadan kayboldu. Atatürk, onu bulmamı emretmişti. Biçare beni görünce âyağıma kapandı:
– Ne olur, dedi. Beni bağışlayıp bir defa elini öptürsün. Ömrüm oldukça çizmesinin çamurunu yiyeyim.
Güldüm ve parmağımla sağ gözümün alt kapağını aşağı çekerek karşılığı verdim:
– Pışşşt…
İşte, hayatımın en büyük heyecanlanndan birini de, onu Atatürk’ün yanına oturttuğum zaman duydum.
İhtiyarın, Atatürk’ün ayakları altında kurbanlık bir koyun teslimiyetiyle yıkılıverdiğini hatırlıyorum da, o anda kalbimin nasıl durmadığına hala şaşıyorum.”
Bozok, o günlerde Nif’de kaldıkları bir günü şöyle anlatıyor:
”Ordumuz, savaşı kazanmış olarak İzmir’e doğru yürüyüşünü sürdürürken biz de onları çok yakından takip ediyorduk. Köylüler, askerlerimizin girişini izliyorlar, onlara kırık testilerle su taşıyorlar, gönül borçlarını yürekten anlatmak ihtiyacıyla paralanıyorlardı. Evleri yanmış ve dünyada sırtlarındaki donlarından ve gömleklerinden başka bir şeyleri kalmamış insanların ağırlamak isteğiyle nasıl çırpındıklarını görseydi, acımasız Neron bile kör oluncaya kadar göz yaşı dökebilirdi.
Tam yanlarına vardığımız sırada, bir ulaştırma kolu geçmemize engel oldu. Otomobil durdu. Atatürk, istediği bir sigarayı yakmak üzere gözlüklerini kaldırdı. O sırada otomobilin yakınına sokulan sakallı bir ihiyar, boynunda muşamba rengini almış buruşuk bir kağıt çıkardı. Önce kağıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü süzdü. Yine kağıda, yine Atatürk’e baktı. Bu hareketi üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi hatırladıkça tüylerimi ürperten bir sesle:
– Bu sensin! dedi.
Ve arkasını dönerek köylülere, Tanrı’yı yerde görmüş gibi bir mümin heyecanıyla bağırdı:
– Mustafa Kemal! dedi, Mustafa Kemal!..
Bu haykırışı duyanların nasıl birbirlerine karıştığını göz önüne getiremezsiniz.
Biz, bütün çabalarımıza karşın onların birbirini çiğneyerek otomobile dolmalarına engel olamadık. Çünkü, bilincin dışına taşmış bir sevgiden güç alıyorlardı. Atatürk’ün yüzünü, ellerini öpüyorlar, çizmesinin tozunu sürme gibi gözlerine çekiyorlardı.”
Atatürk, aradan yıllar geçtikten sonra tekrar İzmir yollarındadır: 12 Ekim 1925. O günleri anımsayarak Kemalpaşa’da halka hitaben yaptığı konuşmada:
“Arkadaşlar! Hayatım boyunca sevimli geçirdiğim bir gece vardır. O gece, Ordumuzun İzmir’e girdiği gün burada geçirdiğim gecesidir. O vakit buradan geçerken bu muhterem halkın gördüğü zulüm ve işkenceye karşın resmimi koyunlarından çıkararak beni tanıdıklarını ve otomobilime atlayarak kucakladıklarını unutamam. Bugün o hatırayı yaşıyorum, mutluyum” demektedir.
Ankara’nın ilk günleri ve Salih Bozok yine O’nun yanında, Çankaya’nın çevresini dolaşmaktadırlar:
“Bir köylü evine girmiştik. Girdiğimiz kulübede ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyorlardı. Bize ikram edilen kahveleri içerken Atatürk, köylü ile konuşmamı söyledi. Ben, bu buyruğa uyarak ak sakallı köylüye ilk aklıma geleni sordum:
– Sen Gazi’yi tanır mısın?
İhtiyar, beni, saçma bir soru sormuşum gibi küçümseme ile süzdü:
– Gazi’yi tanımayan var mı ki? dedi ve ekledi:
– Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Veli Camii’nde cuma namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nurlu yüzlü, Peygamber gibi uğurlu bir ihtiyarmış.
Gülmemi güç tutarak Atatürk’ün tamamen tıraşlı ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarıya çıktığımız zaman da güldü ve:
– Varsın, dedi, o da öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar. Onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp de sevgisini kaybetmekte ne anlam var.”
Tarihsel adı “Bozok” olan Yozgat ilimizde, milli mücadele başlarında ortaya çıkan isyanların, o zamanki çete kuvvetleriyle, bastırılması hareketine katılması ve sonradan bu ilin milletvekilliğini de yapmış olması nedeniyle Atatürk, “Güzel gözlü, burma bıyıklı Salih’ine “Bozok” soyadını vermiştir. Bozok’u, 25.4.1941 günü yitirmiştik.
Alıntı: https://mustafakemalim.com/
Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2