EBEDİ BAŞKOMUTAN / Sinan MEYDAN

Sinan Meydan köşe yazıları

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini” EBEDİ BAŞKOMUTAN / Sinan MEYDAN

“Milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize güven ve inancım bir an olsun sarsılmamıştır. Şu dakikada bu kesin inancımı yüksek topluluğunuza karşı, bütün millete karşı, bütün dünyaya karşı ilan ederim” (Başkomutan Atatürk, 5 Ağustos 1921)

Bundan tam 97 yıl önce, 5 Ağustos 1921’de Atatürk, TBMM tarafından Başkomutan seçildi. Bu sıradan bir başkomutanlık değildi; Atatürk, üç ay boyunca meclisin yetkilerini kullanabilecekti. Türk tarihinin en zor günlerinde; Kütahya’nın, Afyon’un ve Eskişehir’in kaybedildiği, işgalci Yunan ordularının Ankara yakınlarına dayandığı, TBMM’nin Ankara’dan Kayseri’ye taşınmasının düşünüldüğü, Türk milletinin varlık- yokluk kavgası verdiği Sakarya Savaşı öncesinde bir adam, tarihin gördüğü en büyük fedakârlıklardan birini yaparak Türkiye’nin tüm sorumluluğunu üzerine aldı.

Bizler bugün, işte o adamın; Ebedi Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün, 97-98 yıl önce yeniden vatan yaptığı bu topraklarda yaşıyoruz.

VATANIN BAĞRINDAKİ DÜŞMAN HANÇERİ

Tarih: 13 Ocak 1921
Yer: TBMM

Meclis Başkanı Atatürk kürsüde… Birinci İnönü Zaferi’ni anlatıyor. Meclis sıralarından yükselen alkışlar, salonun ortasındaki odun sobasından yayılan cızırtılara karışıyor. Atatürk sözlerini şöyle bitiriyor:

“Milletimiz bugün, bütün geçmişinde olduğundan daha çok ümitlidir. Bunu ifade etmek için şunu arz ediyorum. Kendilerinin tabiriyle, cennetten vatanımıza koruyucu olan merhum (Namık) Kemal demiştir ki:

‘Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini’

İşte bu kürsünden bu meclisin başkanı sıfatıyla meclisi oluşturan bütün üyelerin her biri adına ve bütün millet adına diyorum ki:

‘Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”

Birinci ve İkinci İnönü muharebelerini kazanmak yetmedi. Gerçekten de gün geldi, vatanın bağrına düşman dayadı hançerini…

12 Haziran 1921’de Yunan Kralı, Yunan Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı İzmir’e geldiler. Yunan Kralı Konstantin, İzmir’de, “Bizans’a, Ankara’ya” çığlıklarıyla karşılandı.

16 Haziran 1921 tarihli Yunan resmi tebliğine göre “175.000 Yunan askeri karşısında yalnızca 60.000 Türk askeri” vardı. Yunan ordusu 11 yeni tümenle güçlendirilmişti. Yunanistan’da silah fabrikası yoktu, ama Yunan ordusunun topu, tüfeği, uçağı, gemisi, kamyonu vardı. Yunan ordusu İngiliz silahlarıyla donatılmıştı. Öyle ki İngiltere, Türk-Yunan Savaşı’nda “tarafsızlığını” ilan ettikten sonra bile Lloyd George, 10 Ağustos 1921’de Yunanistan’a savaş malzemesi gönderilmesi için İngiltere Ticaret ve Sanayi Odası’na emir vermişti. (Bilal Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan İzmir’e, s. 160). Yunan ordusu İngiliz silahlarıyla donanmasına karşın, Türk ordusunun elinde yeterli silah ve cephane yoktu. Yunan’ın kamyonlarına karşı Türk’ün kağnıları vardı.

KÜTAHYA-ESKİŞEHİR SAVAŞI

27 Haziran 1921’de İzmir’de Yunan Savaş Meclisi toplandı. Toplantıda, Yunan ordusunun Afyon, Kütahya ve Eskişehir’e yürümesine karar verildi.

5 Temmuz 1921’de Yunan donanması Samsun’u bombaladı. 9 Haziran’da da İnebolu’yu bombalamışlardı.

10 Temmuz 1921’de Yunan ordusunun ilerleyişiyle birlikte Kütahya-Eskişehir Savaşı başladı.

13 Temmuz 1921’de Afyon ve Bilecik, 17 Temmuz 1921’de de Kütahya Yunanlarca işgal edildi. Türk ordusu Eskişehir-Seyitgazi hattına çekildi.

Kütahya’nın düşmesi üzerine Yunanistan’da kiliselerde çanlar çalındı. Halk coşkuyla bütün gece sokaklarda kutlamalar yaptı. Yunan halkı İngiliz elçiliğini ziyaret edip İngiltere Başbakanı’nı alkışladı. 19 Temmuz sabahı Yunanistan’da 101 pare top atıldı ve katedralde resmi şükran ayini yapıldı. Yunan gazeteleri Yunan tarihinin en büyük zaferinin kazanıldığını yazdılar. (Şimşir, s. 165).

ATATÜRK’ÜN KURTARICI KARARI

Afyon ve Kütahya düşmüştü. Eskişehir’in düşmesi an meselesiydi. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa endişeli ve kararsızdı.

18 Temmuz 1921’de Atatürk, İsmet Paşa’nın Eskişehir’in güneybatısında Karacahisar’daki karargâhına gitti. En zor anda Hızır gibi yetişmişti. Cephede durum çok kötüydü.

Atatürk, karargâha gelir gelemez oturdu, durumu değerlendirdi. Önce İsmet Paşa’ya moral verdi. Sonra kurmay subaylarını cesaretlendirdi. Ümitsizlik bulutlarını dağıttı. Daha sonra birkaç defa elindeki raporlara, birkaç defa da elindeki haritaya baktı. 1918’de Suriye-Filistin’de ordular yenilip dağıldığında verdiği geri çekilme emrini hatırladı. Orada düşmanı Halep’in kuzeyinde durdurmuştu. Şimdi de düşmanı Sakarya’nın doğusunda durdurmayı düşündü. Hiç çekinmeden bütün sorumluluğu üzerine alıp belli bir plan dâhilinde Sakarya’nın doğusuna çekilme emri verdi.

Atatürk stratejik akılla hareket ediyordu. Düşmanı iyice Anadolu içlerine çekip İzmir’deki ana karargâhından mümkün olduğunca uzaklaştırmayı, böylece hem düşman ordusunun ikmalini zorlaştırmayı hem de Türk ordusunun toparlanması için zaman kazanmayı düşündü. Savaşın yerine ve zamanına düşman değil, kendisi karar verecekti. Sonuçta, zamanı geldiğinde, kendi ifadesiyle, düşmanı, “Anadolu’nun harimi ismetinde boğacaktı.” Öyle de yaptı. Anlayacağınız, Sakarya Savaşı’nda uygulayacağı “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” stratejisini aslında Kütahya- Eskişehir Savaşı sonrasında uygulamaya başlamıştı bile…

Atatürk, verdiği bu geri çekilme kararının bazı sakıncalara yol açacağının da farkındaydı. O sakıncaları İsmet Paşa’ya şöyle açıklamıştı:

“Bu şekilde çekilişimizin en büyük sakıncası Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Fakat kısa zamanda elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini, kararsızlığa düşmeden uygulayalım. Başka türden sakıncalara karşı koyabiliriz.”

İşte çok zor şartlarda yedi düvele karşı Milli Mücadele’yi kazandıran şey, Atatürk’ün bu kurtarıcı kararlarıdır. Onun en zor zamanda başkomutan olmasının sırrı da burada gizlidir.

KÜTAHYA-ESKİŞEHİR SAVAŞI SONRASI

19 Temmuz 1921’de Türk orduları Eskişehir’i boşalttı. Şehir, Yunanlarca işgal edildi.

21 Temmuz 1921’de Yunan Dışişleri Bakanı Baltazzi, Yunanistan’ın dış temsilciliklerine gönderdiği raporda şöyle diyordu: “Kemalist sürülerden kurtarılan Hristiyan, Musevi ve hatta Müslüman halk sevinç içindedir.” Eskişehir’in düşmesinden sonra Yunanistan artık Sevr Antlaşması’yla yetinmiyor İstanbul’u da istiyordu. (Şimşir, s. 169, 170).

22 Temmuz 1921’de Türk orduları, Atatürk’ün plan ve programı doğrultusunda, arkada artçılar bırakarak Sakarya’nın doğusuna çekildi. 25 Temmuz 1921’de çekilme tamamlandı. İsmet Paşa, Polatlı’da karargâh kurdu.

Kütahya Eskişehir Savaşı’nda Türk orduları 1643 şehit, 4981 yaralı verdiler. Çekilme sırasında 30.120 silahlı, 687 silahsız Türk askeri firar etti. Çekilme yine de başarılı oldu. Yunan Genelkurmay Başkanı Dusmanis, “Türkler o derece rahat ve düzenli çekilmiştir ki, ne esir alabildik ne de elimize silah ve cephane geçti” diyordu.

Bu arada Karadeniz’deki Yunan donanması 19-20 Temmuz 1921’de Trabzon’u, 22 Temmuz 1921’de Sinop’u bombaladı.

28 Temmuz 1921’de Kütahya’da Yunan Kralı Konstantin başkanlığında Yunan Savaş Meclisi toplandı. Toplantıda Ankara’nın işgaline karar verildi.

31 Temmuz’da Yunan Kralı Eskişehir’e gelip karargâh kurdu.

ATATÜRK’ÜN BAŞKOMUTANLIĞI: SON ÜMİT, SON ÇARE

Mustafa Kemal Paşa Başkomutan 9 Ağustos 1921, Tevhid-i Efkar

24 Temmuz 1921’de Milli Savunma Bakanı Fevzi (Çakmak) Paşa, TBMM’deki gizli oturumda kürsüye çıktı. Savaş yorgunluğu yüzünden belli oluyordu. Ankara’nın boşaltılmasından söz etti. Meclisin Kayseri’ye taşınması gerektiğini söyledi. Tartışmalar başladı.

Fevzi (Çakmak) Paşa, “Milli Savunma Bakanı olarak yenilgiden bizzat ben sorumluyum” demesine rağmen muhalifler ikna olmadılar.

TBMM’deki muhalifler Atatürk’ün ordunun başına geçmesini istiyorlardı. 4 Ağustos 1921’de TBMM’deki gizli oturumda Mersin Mebusu Selahattin Bey, kürsüden Atatürk’ün adını vererek “Ordunun başına geçsin!” dedi. Meclis birden hareketlendi.

Atatürk muhalifleri, ordunun büsbütün yenildiğini, davanın kaybedildiğini düşünerek yenilginin tüm sorumluluğunu Atatürk’e yıkmak için; diğer milletvekilleri ise –ki bunlar çoğunluktu– Türkiye’yi bu felaket çukurundan ancak Atatürk’ün çekip çıkaracağını düşünerek onun ordunun başına geçmesini istiyorlardı. Atatürk’ün o koşullarda ordunun başına geçmesini sakıncalı bulanlar ise onu “son ümit” olarak görenlerdi. Atatürk ordunun başına geçer ve ordu yenilirse “son ümit” de yitirilebilirdi. İşte bu “son ümidin yitirilmemesi için” Atatürk’ün şimdilik ordunun başına geçmemesi gerektiğini düşünüyorlardı.

Ancak yapılan görüşmeler ve tartışmalar sonunda TBMM, “son çare” olarak Atatürk’ün başkomutan olmasına karar verdi.

Atatürk meclise verdiği önergede “TBMM’nin sahip olduğu yetkileri fiilen kullanmak şartıyla” başkomutanlığı kabul ettiğini belirtiyordu. Atatürk önergesini şöyle bitiriyordu. “Ömrüm boyunca milli hâkimiyetin en sadık bir kulu olduğumu millete bir defa daha gösterebilmek için bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle sınırlandırılmasını ayrıca rica ederim.”

Meclisten itirazlar yükseldi. Muhalifler, “Başkomutan değil, ancak Başkomutan Vekili” olabileceğini ve “Meclisin yetkilerini kullanmasının söz konusu olamayacağını” ileri sürdüler.

Atatürk, şüphe ve kararsızlıkları dağıtacak şekilde kanuna “bağlayıcı hükümler” konmasını istedi.

5 Ağustos 1921’de 184 milletvekilinin oy birliğiyle “Başkomutanlık Kanunu” kabul edildi. Kanunun 2. maddesinde başkomutanın ordunun maddi ve manevi kuvvetini artırmak için “TBMM’nin buna ait yetkilerini meclis adına fiili olarak kullanacağı”, kanunun 3. maddesinde ise verilen sıfat ve yetkilerin üç ayla sınırlı olduğu ve “Meclisin gerek gördüğü takdirde bu sürenin bitmesinden önce de bu sıfat ve yetkileri kaldırabileceği” ifade ediliyordu.

Edirne Mebusu Şeref Bey, “Milleti kurtaracaksın ve tarihe adın altın harflerle yazılacaktır” dedi. Bursa Mebusu Muhittin Baha Bey de önceden, “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini, bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” dediğini hatırlatarak “Çanakkale’de olduğu gibi Anadolu’da da bir Kemalyeri kuracaksınız” dedi.

Başkomutanlık Kanunu’nun kabulü üzerine kürsüye gelen Atatürk, kendinden emin, meclise ve millete şöyle söz verdi:

“Milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize güven ve inancım bir an olsun sarsılmamıştır. Şu dakikada bu kesin inancımı yüksek topluluğunuza karşı, bütün millete karşı, bütün dünyaya karşı ilan ederim.”

DİKTATÖRLÜK ALDATMACASI

Başkomutanlık Kanunu’yla Atatürk’ün “diktatör” olduğu iddiası yersizdir.

1. Atatürk, bir ölüm-kalım savaşı nedeniyle kendisine verilecek olağanüstü yetkilerin 3 ayla sınırlı olmasını istemişti. İsteseydi, pekâlâ süre kısıtlaması olmadan meclisin yetkilerini üzerine alıp “gerçekten diktatör” olabilirdi. Asla böyle bir yola başvurmadı.

2. TBMM, Atatürk’e verdiği yetkileri 3 ay süreyle vermişti ve çok daha önemlisi gerektiğinde 3 ay dolmadan yetkileri geri alabilecekti. (Madde 3).

3. TBMM, savaş durumu devam ettiği için olağanüstü yetkileri 3 kere daha oylayarak uzattı. Evet, Atatürk, meclisin yetkilerini kullanıyordu, ama aslında her şey meclisin kontrolündeydi.

4. 20 Temmuz 1922’de –Büyük Taarruz’dan önce- Atatürk’ün başkomutanlığı “süresiz” olarak uzatıldı. Atatürk bir konuşma yaparak olağanüstü yetkilere artık gerek kalmadığını açıkladı. Meclisin yetkilerini meclise geri verdi. Bugüne kadar hiçbir diktatör, ele geçirdiği olağanüstü yetkileri geri vermemiştir.

KUŞATMA ALTINDAKİ BAŞKOMUTAN

Atatürk’ün başkomutan olup tüm sorumluluğu üzerine aldığı o günlerde Türkiye dört bir yandan kuşatılmıştı:

1. Eskişehir’de Yunan orduları, başlarında krallarıyla birlikte Ankara’ya 80 km. yaklaşmıştı. Ankara’ya yürüyüp son darbeyi vurmaları an meselesiydi. İngilizler, Atatürk’ün artık “gerilla savaşı”ndan başka çaresi kalmadığını düşünüyordu.

2. Batum’a gelen Enver Paşa, Bolşevik kuvvetleriyle Anadolu’ya yürümek için fırsat kolluyordu.

3. İstanbul’da Halife/Padişah ve İngilizler ilk fırsatta Atatürk’ü devirmeye hazırlanıyordu.

4. Ankara’da TBMM’deki muhalifler pusuya yatmış bekliyordu. (Şimşir, s. 184, 194, 204).

Bu dörtlü kuşatmaya Türk ordusunun yokluğunu, yoksulluğunu, halkın savaş yorgunluğunu, moralsizliğini ve iç isyanları da eklemek gerekir.

İşte Başkomutan Atatürk, bütün bu kuşatmaya rağmen Milli Mücadele’yi zaferle sonuçlandırdı.

Demem o ki, Atatürk’ün başkomutanlığı sıradan bir başkomutanlık değildi. Onun başkomutanlığı, bir ölüm kalım savaşının en zor anında tüm sorumluluğu üzerine alan bir başkomutanlıktı. Onun başkomutanlığı, 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra gazilikle-mareşallikle taçlanan bir başkomutanlıktı. Onun başkomutanlığı, bu toprakları yeniden vatan yapan bir başkomutanlıktı. Onun başkomutanlığı, bağrına düşman hançeri dayanan vatanın nasıl kurtarılacağını gösteren “ebedi” bir başkomutanlıktı.

Sinan MEYDAN, 6 Ağustos 2018

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir