BASKIN
Binlerce kilometre batıdan, on binlerce tonluk gemilere binip yüz binlerce mermi yağdırarak zorla aldıkları topraklarda, insan hak ve hürriyetlerine önderlik ettiklerini iddia eden devletler, dinini, yuvasını ve yurdunu koruyan bir avuç insana sınırsız bir hırsla saldırıyorlar.
Torpil makineleri, mitralyözler (ağır makineli tüfek) irili ufaklı kara topları, gemi topları, sabahtan akşama kadar ağızlarından ölüm kusuyorlar.
Kanlıdere, Kanlısırt, Kanlıbayır… Her yer kanlı, yerlerde pıhtılaşan kan kokusu gökleri sarmış. Küreyi sarsan bir gürültüyle patlayan lağımlar siperleri; o siperlerle beraber insan kafalarını, kollarını paramparça göğe fırlatırken sıçrayan kan, bu göğün güneşine de bulaşmış, kıpkırmızı görünüyor. Toz bulutları arkasından sabahtan akşama kadar kaynayan toprağın buğusundan esmer renkli insanların yüzleri beyaz, beyazlarınki esmer olmuş.
Saldıran her yönden ne kadar kuvvetli ise savunma o derece zayıf. Fakat üstünde boğuştuğu toprak onun. Evler, camiler onun, alnında dalgalanan bayrak onun. Belli bir amaç, pazılarını şimşir, göğsünü çelikleştiriyor Mehmet’in.
Kanlısırt’ta her gün bir kavga vardı. Kanlısırt, Kuzey Grubu sol kanadının en önemli dayanak yeri idi.
Düşman biraz daha ilerleyerek Karayörük vadisine hâkim olursa cephenin yarılma tehlikesi vardı.
Bu sebeple 3 ncü Kolordu Komutanı (Kuzey Grubu Komutanı) 6 Ağustos 1915 gecesi Kanlısırt’ın geri alınması için düzen alıyordu. Bu sıralarda düşmanın ileri hatlarında iyi gizlenmiş bir makineli tüfeği, vahşi kahkahalarıyla siperlerimizi yalıyordu. Gün geçmiyordu ki bölüğe acı haberler gelmesin. 3 ncü Bölüğün hizmet eri sipere gelirken vurulmuş, 4 ncü Mangadan Dursun Onbaşı şehit olmuş, 2 nci Bölük Komutanı gözetleme yerine giderken yaralanmıştı.
Kanlısırt’taki bu uğursuz silah, Mehmetçikleri aralıksız rahatsız ediyordu.
Göklerde uğultunun, yerlerde sarsıntının kesildiği 7 Ağustos gecesi, bu makinelinin karşısına düşen zeminliklerden birisinde 47 nci Alay 3 ncü Bölük Takım Komutanı ile Mustafa Çavuş ve dört arkadaşı artık bu tüfeğin ortadan kaldırılması gerektiğini konuşuyorlardı. Komutan, siperler yakın olduğu için bu işin topçu ile yapılamayacağını söylüyordu. Mustafa Çavuş söze karışarak :
Bir baskınla sipere atlayalım dedi. Komutan yine, durumun şimdilik hücum için uygun olmadığını bildirdi. Mustafa:
– Öyleyse ben onu alır getiririm – dedi. Arkadaşları:
– Satmıyorlarmış galiba çavuşum, diyerek şaka ettiler. Mustafa Çavuş bu sözleri duymamış gibi gözlerini, zeminliğin seyrek ağaçlarla pekiştirilmiş kara duvarlarına dikerek düşünmeye başladı. Onu yakından tanıyanlar ne düşündüğünü anlamışlardı bile. Nitekim, yavaşça yerinden kalkan Çavuşun, bel kayışına asılı bombalarını okşayarak zeminlikten fırladığı görüldü.
Çavuşlarını yalnız bırakmak istemeyen iki kahraman da bir anda karanlıklara gömülmüşlerdi. Takım Komutanı, onun mangası başında çok zaman en önden düşman siperlerine atladığını, çelik gibi avuçlarına yapışan süngüsüyle sayısını hatırlayamadığı düşmanı yere serdiğini çok iyi biliyor; fakat, tek başına bir sipere girmenin mümkün olamayacağını hatta sonunda dindirilemeyecek bir acı ile karşılaşacağını düşünüyordu. Haber kısa zamanda takıma yayılmıştı. Herkes gidenlerin arkasından koşmak, birlikte düşmana saldırmak için sabırsızlanıyordu. Fakat zaman geçmişti. Bütün kulaklar karşıdaki boğuşmayı duymak ister gibi toprağa yapışmıştı.
Çok geçmeden düşman siperlerinde birkaç ateş yandı söndü. Patlamaların arkasından bağrışmalar, hemen peşinden karanlıkları delik deşik eden bir cayırtı koptu. Gürültüler daha dinmeden siperlere yaklaşan iki gölge belirdi. Ateşe hazır vaziyette siperine dayanmış bir nöbetçi bağırdı:
– Çavuş!
Keskin bir ses cevap verdi:
– Benim, geliyorum.
Evet Mustafa Çavuş iki insan gibi görünüyordu. Sırtında taşıdığı makineli tüfekle sipere girdiği zaman:
– Alın şu uğursuzu. Bana pahalıya mal oldu dedi. Ve bu boğuşmada şehit düşen arkadaşlarının acısıyla gözleri yaşarmış bir hâlde siperin kenarına dayandı. Yarım saat süreyle çalkalanan gece, seyrettiği bir kavgadan sonra, korkusuz yiğitlerin kucağında tekrar uykuya daldı.