Atatürk’ün Türk Tarih Tezi

Atatürk'ün Türk Tarih Tezi

Atatürk’ün Türk Tarih Tezi

Atatürkçü düşünce kuruluşlarının, araştırma merkezlerinin ve hatta Atatürkçü yazarların dahi ihmal ettiği bu konu, Atatürk Türkiye’sinde öne çıkan millileştirme ve Türk Kültürü ile yeniden tanıştırma ve bu sayede Ulus’a moral ve manevi güç verme, millet olma bilincine katkı sağlama gayretlerinin en önde gelenlerinden idi. Bir diğer konuda elbette Türk Dil Tezi idi. Yazık ki anılan Türk Tarih Tezi onca gayret ve alınan mesafeye rağmen unutuldu, yerine Türk İslam sentezi egemen oldu ve bugün bu alanda yazılı bir eser dahi bulmak oldukça güç.

Oysa Atatürk’ün kendisi ve ilk kez bir İzmir ziyaretinde Namazgah’taki bir ilkokulda sunum yaparken tanıdığı ve çok etkilendiği Afet İnan aracılığı ile modern Türk tarihçiliğinin oluşumunda önemli etkiler yaratmak için verdiği emek azımsanamayacak kadar çoktur ve bu tarihçi anlayış çok eskilere, Mu kıtasına ve hatta daha da eskilere kadar gider. Sonuçta ana arayış şudur; Türkler zaten Türk nüfusu barındıran Anadolu’ya büyük kafilelerle medeniyetin asıl beşiği Orta Asya’dan gelmiştir, peki, Orta Asya’ya nereden gelmiştir? Arayışlar bunun içindir ve bu sorunun bilimsel cevapları dünya tarihini değiştirecek niteliktedir.

Çünkü detaya inildiğinde görülecektir ki bugün dünyada yer alan pek çok ulus Türk kökenlidir, Türk kavmidir, dinini, dilini, topraklarını değiştirse de Türk’tür.

Afet (İnan) Hanım, gerek yurt dışında tahsil ederken ve gerekse 1927 yılından sonra Ankara’da “Türk Tarih Tezi”nin oluşumunda çok önemli katkılar sunmuştur. Öyle ki; Batı’nın Türkleri aşağılayan ve “ikinci sınıf bir millet” olarak gösteren oryantalist yayılma tezlerine ve Türkleri göçebe, medeniyete hiçbir katkısı olmayan, “yerleşik bir halk” olarak görmeyen “barbarlar” diyerek niteleyen ırkçı ve yayılmacı yakıştırmalarına karşı “Türk Tarih Tezi”ni oluşturmuştur. Ve bunu İsviçre’de doktora tezi hazırlayarak yapmıştır. Ve O bu tez ile emperyalist Batı’ya Türk milli devletinin tarihsel köklerinin ne kadar derin ve zengin olduğunu, Türklerin medeni bir topluluk sayılmaları gerektiğini, tarihsel ve kültürel kanıtlarla belgelemiştir. Türk Tarih tezi diye anılan çalışmaların ana fikri ve gayesi de aslen budur.

Ulu Önder Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı. Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye’de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler.

Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk’e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere “Türk Tarih Heyeti” kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” demiştir.

26.9.1932 tarihinde Ankara’da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.” Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.

Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.

Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi’nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi’ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür:

  1. Türklerin sarı ırktan oldukları, dolayısıyla Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılmaları gerektiği,
  2. Türklerin medenî kabiliyetten mahrum oldukları, dolayısıyla medeniyet düşmanı oldukları,
  3. Türklerin yaşadıkları toprakların kendilerine ait olmadığı iddialarıdır.

Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar’dan, daha sonra da Türkiye’den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini, “Türkler’in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır” sözleriyle ortaya koymuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamız ve bunları belgelerle, keşiflerle ispat edemeyişimizdir.  “Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.”

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk’ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir.

Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak.

İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak.

Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.

Bu üç hususu ise Atatürk “tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır” şeklinde ifade etmiştir.

Atatürk’ün, Türk Tarih Tezi’nde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz:

  1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır
  2. Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır.
  3. Anayurtları olan Orta Asya’dan değişik sebeplerle göç eden Türkler böylece dünyaya medeniyeti yaymışlardır.
  4. Anadolu’nun ilk yerli halkları da Türklerdir, dolayısıyla buranın ilk sahipleri Türklerdir.
  5. Türklerin İslâm Medeniyetine katkıları araştırılmalıdır.
  6. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili iddialar araştırılmalı, gerçek ortaya çıkarılmalıdır.

Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir. Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi’nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur.  Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır.”

Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.

Tarih, milli kültürü sadece taşıyan basit bir vasıta değil, aynı zamanda milli bilinci yaratan ve onu daima canlı tutan bir ana kaynaktır.

Bilindiği gibi Osmanlı tarihçiliği, Tanzimat dönemine kadar aktarmaya dayalı, edebi ve tasviri bir karaktere sahiptir. Bu eski tarihçiliğimizde İslam tarihi ve Osmanlı tarihi dışında, dünya tarihine ilgi duyulmamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar hâkim olan bu tarih anlayışına, “Ümmet Tarihi” anlayışı denir. Bu dönemde Müslüman Türklerin tarihi, İslam tarihi içinde değerlendirilmiştir. Ayrıca, İslam tarihinin ana kaynakları Arapça olduğu ve bunlar da Türkçeye çevrilmedikleri için, diğer bilim alanlarında olduğu gibi tarih alanında da kaynak sıkıntısı çekilmiştir.

Dünya tarihine, ancak Batı dilleri öğrenildikten sonra ilgi duyulmaya başlanmıştır. Tanzimat’tan sonra tarih yazıcılığımızda, Avrupa tarihçilerinin eserleri hiçbir incelemeye tabi tutulmadan ya aynen ya da kısaltılarak alınmıştır. Çoğu zaman genel tarih adıyla kaleme alınan bu tip kitaplar, Batı örneğinde kurulan Osmanlı okullarında da ders kitabı olarak okutulmuşlardır. Tanzimat devrinde Ümmet Tarihi anlayışına paralel olarak gelişen bu tarih anlayışına “Devlet Tarihi” anlayışı denir. Bu anlayış, Müslim ve gayrimüslim halkın kanun önünde eşit sayılmasına yönelik ıslahat hareketlerinin doğal bir sonucudur. Bu tarih anlayışına “Osmanlı Tarihi” anlayışı da denir. Çünkü bu anlayışın amacı, Müslim ve gayrimüslim halkın hepsini “Osmanlılık Siyaseti” altında ve “Osmanlılık İdeali” etrafında birleştirmektir.

Bu anlayışın ürünü olan tarih kitaplarında, Osmanlı Devleti’nin tarihine ve Osmanlı Devleti’yle ilişkileri ölçüsünde Avrupa devletlerinin tarihine yer verilmiştir. Osmanlı tarihi için başlangıç olarak da Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi kabul edilmiştir. Bu tarihten önceki Türk tarihine ilgi gösterilmediği gibi, Türklerin Osmanlı Devleti’nin kurulmasındaki hizmetlerine de yer verilmemiştir. Ayrıca, Tanzimat’tan sonra tarihle ilgilenenlerin çoğu iyi bir medrese öğretimi görmediklerinden, yeteri kadar Arapça ve Farsça da bilmiyorlardı. Bundan dolayı, İslam kaynaklarına inememişler ve Türk tarihi İslam tarihi içinde kalmıştır. Bunlar bildikleri Batı dillerinden yararlanarak, Avrupalı yazarların tarih kitaplarını ya aynen ya da kısaltarak Türkçeye aktarmakla yetinmişlerdir.

Ayrıca, Batılılaşma döneminde genellikle fen bilimleri ve askeri bilgilerin öğretimine ağırlık verilmiş ve sosyal bilimlerin öğretimi ihmal edilmiştir. Sosyal bilimlerin öğretiminin zayıf kalmasında, Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid iktidarının yıkılması endişesinin de etkisi olmuştur. Bu nedenle Abdülhamid’in uzun iktidarı döneminde sosyal bilimlerin programlarına müdahale edilmiştir. Sosyal bilimlerin programdan büyük ölçüde çıkarılmasının nedeni, öğretmenlerin bu derslerde hükümete eleştirici yorumlarda bulunmasıydı. Özellikle Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu yeni fikirler büyük ölçüde kısıtlanmıştır.

Bütün bu kısıtlamalara ve devletin iyi niyetle giriştiği ıslahat hareketlerine rağmen, Osmanlılık siyaseti toplum hayatına hâkim kılınamamış ve İmparatorluğu yıkmaya yönelik ayrılıkçı hareketler önlenememiştir. Daha doğrusu ‘’Osmanlılık’’, bir mefhum olmaktan öteye gidememiştir. Nihayet, Balkan devletlerinin teker teker ayrılarak bağımsızlıklarını elde ettiğini gören bazı Türk aydınları, milli tarih anlayışına sarılmak gerektiğini anlamışlardır.

Türk tarihi üzerindeki çalışmalar, I. Meşrutiyet devrinde başlamış, ancak esas yoğunluğunu II. Meşrutiyet döneminde kazanmıştır. Türk tarihi üzerindeki çalışmaların doğmasında Avrupa’daki Türkoloji araştırmalarının etkisi olmuştur. Ayrıca Orta Asya’nın Ruslar, Hindistan’ın İngilizler tarafından istila edilmesinin, diğer İslam ülkelerinin ise Avrupalıların nüfuz ve istilası altına girmesinin, Osmanlı İmparatorluğu içinde yarattığı manevi çöküntünün de bunda etkisi olmuştur.

Yukarıdaki faktörlerin etkisiyle Türk tarihine ilgi duyan aydınların çoğu, Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkındaki fikir ve kanaatlerini ciddi bir şekilde incelemeden aynen aktarmışlardı. Böylece Türk tarihi hakkında yanlış bilgiler, anlamsız iddialar ve hatta iftiralar da memleketimizde yerleşmeye başlamıştır. Türk tarihi hakkındaki bu yanlış bilgi ve görüşlerin yanında, XVIII. yüzyıldan itibaren Batı medeniyetinin üstünlüğüne duyulan hayranlığın da etkisiyle toplumda bir aşağılık kompleksi de yerleşmiştir.

bahsedilen bu  tarih anlayışları, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Oysa Osmanlı Devleti parçalanmış, Saltanat ve Hilafet makamları kaldırılmış, bunların yerine milli egemenliğe dayalı yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Mustafa Kemal, milletin içine düşmüş olduğu felaketten kurtulması için, her alanda milli ve modern bir politika izlenmesi gerektiğini devamlı olarak belirtmiş, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda yeni Türk Devleti’nin yapısına uymayan bu tarih anlayışlarından ayrılmak gerektiğini açıklamıştır.

Türk Devleti yeni olmakla beraber, bu devleti kuran millet uzun ve şerefli bir geçmişe sahipti. Onun için Türk Milleti, bu şerefli geçmişine uygun tarih anlayışına kavuşmalıydı. Daha doğrusu Millet Tarihi anlayışının kabul edilmesi gerekiyordu.

Atatürk’ün Millet Tarihi anlayışını kabul etmesinde yukarıdaki temel nedenlerin dışında, bazı özel sebeplerin de etkisi olmuştur. Bunların başlıcaları: Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, Türklerin medeni kabiliyetten yoksun olduğuna dair bilim ve gerçek dışı iddialar, Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialardır.

Birçok Avrupalı düşünür, Türklerin sarı ırka mensup ve Avrupalı­lara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduklarını iddia etmiştir. Türklerin sarı ırka mensup gösterilmesinin bir sonucu olarak; medeni kabiliyetten mahrum bulundukları, medeniyet tarihinde hiçbir medeni eser yaratmadıkları, kurmuş oldukları ordularla yerleşik medeniyetler için her zaman bir tehlike kaynağı olan barbar ve göçebe topluluklar oldukları, bundan dolayı Avrupa’dan Asya’ya kovulmaları gerektiği görüşündeydiler.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi üzerine, Türk topraklarının paylaşılması sırasında, asırlarca Türk yurdu olan topraklar üzerinde hak iddia eden devletler ve çevreler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Yunanlılar, Batı Anadolu ve Trakya üzerinde; İtalyanlar ise Güney Anadolu üzerinde tarihi iddialar ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Doğu Anadolu’da Ermeni, Doğu Karadeniz’de Pontus devletleri kurulması için tarihin şahitliğine başvurulmuştur. Sevr Antlaşması da bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine dayandırılarak hazırlanmış ve Osmanlı Hükümeti’ne imzalatılmıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine düşman orduları, Türk yurdundan temizlenmiş ve yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı Lozan’da dünyaya kabul ettirilmiş olduğu halde, bazı emperyalist devletler Türk toprakları üzerinde tarihi hakları olduğunu ileri sürerek istilacı bir programı uygulamaya koyacaklarını göstermişlerdir. Bu durum, savaş meydanlarında ve konferans masalarında elde edilen maddi sonuçları, manevi alanda yapılacak çalışmalarla takviye etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur.

Bu nedenle Ulu Önder Atatürk; devamlı olarak aleyhimize kullanılan bu tahrif edilmiş tarih anlayışına karşı milli tarihimizi gerçek yapısıyla gün ışığına çıkarma çalışmalarını başlatmıştır.

Türk tarihi üzerindeki çalışmalarını 1928 yılından itibaren hızlandırmış ve yoğunlaştırmış olsa da aslında Atatürk’ün Türk Tarih Tezi doğrultusundaki çalışmaları Milli Mücadeleyle birlikte başlamıştır. İlk Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur tarafından Bakanlık bünyesinde kurulan birkaç daireden bir tanesi Türk Asar-ı Atikası Dairesi (Türk Eski Eserleri Dairesi)’dir. Bu dairenin görevi; Anadolu’daki Türk eserlerini araştırmak ve ortaya koymak, bunları Türk ve dünya kamuoyuna tanıtmaktır. Anadolu’da başlayan Atatürk hareketine uygun kültür politikası, Hamdullah Suphi Bey’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde (14.12.1920-20.11.1921) uygulanmaya başlamıştır.

Hamdullah Suphi Bey, Osmanlı Devleti’nin İstanbul merkezli politikasına karşılık, bütün Anadolu’yu içine alan yaygın bir kültür politikası izlemek gerektiğini savunmuştur. Hamdullah Suphi Bey, Bakanlık teşkilatını İstanbul’dan gelen memurlarla doldurduğu iddiasıyla hakkında verilen gensoru üzerine 4 Nisan 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle demektedir:

“Arkadaşlar, bir esas fikir vardır. Anadolu’muz İstanbul lehine olmak üzere devamlı soyulmuştur. Bütün büyük medreselerimiz İstanbul’dadır. Bütün yüksekokullarımız İstanbul’dadır. Bütün bilim adamlarımız İstanbul’dadır, sadece az bir kısmı kendi kendini yetiştirmeleri neticesi memleket içinde, Anadolu içerisinde kalmıştır. Biz fikir ve sanat bakımından kıymetli adamlarımızı İstanbul’da toplamışızdır. Eğer gaflette devam etmek istemiyorsak Erzurum gibi, Sivas gibi, Konya gibi, Ankara gibi Anadolu’nun bütün büyük şehirlerini bir fikir merkezi ve bir sanat merkezi haline koymamız gerekir. Biz uğradığımız felaketten bir ders çıkararak, zararımızı yarı yarıya indiririz. İstanbul içerisinde (kendi aleyhimize olarak) hapis kalmış olan bilim ve sanat erbabını Anadolu içerisine yaymamız gerekir. Şimdiye kadar bunu yapmamak gördünüz ki İstanbul ile Anadolu arasında büyük uçurum yaratmıştır. Bundan sonra iyi seçim yapmak şartıyla, kaliteli adamlarımız sayesinde endişelerimize ve gerilemelere son verebiliriz.’’

Hamdullah Suphi Bey’in Anadolu üzerine yoğunlaştırılmış kültür politikasının ana ilkelerinden birincisi, İstanbul’da birikmiş bilim, kültür ve sanat adamlarının Anadolu’ya aktarılması ve bunların Anadolu’nun kalkınmasında görevlendirilmesidir; ikinci ana ilkesi de Anadolu’nun tarih, kültür ve medeniyetinin araştırılması ve incelenmesidir. Bu amaçla Anadolu’nun tarihine, kültürüne ve eğitimine hizmet edenler ve bu alanlarda eser yazanlar ödüllendirilmiş ve desteklenmişlerdir.

Nitekim Antalya bölgesini araştırarak kitap haline getiren Şükrü Efendi’ye, Konya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren Abdülkadir Efendi’ye ve Kütahya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren İsmail Hakkı Bey’e ödül verilmiştir. Bu konular hakkında sorulan sorulara 10 Kasım 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verdiği cevapta bakan Hamdullah Suphi, şunları söylemiştir:

“Anadolu, yabancı bir memleket kadar bizim için yabancı bir yerdir. Ne eski eserlerini inceledik, ne kitabelerini (yazıtlarını) inceledik, ne şarkılarını toplamışızdır. Anadolu bizim için meçhul (bilinmeyen) olan bir memlekettir. Arkadaşlar! Bunları kim incelemiştir bilir misiniz? Ermeniler incelemiştir. Komidos Varteks isminde bir Ermeni, Anadolu’nun bütün şarkılarını toplamış ve bütün bunları Avrupa’da kitap halinde bastırmıştır. Avrupa’da bu şarkılar Ermeni musikisi olarak çalınıyor.

Bir Macar gelip Anadolu’da kelimeleri ve şarkıları toplamıştır. Birtakım yabancılar gelerek memleketimizin çeşitli kısımlarını ve mesela Konya bölgesini incelemiş, gitmiş Sivas’ı incelemiş, fakat biz memleketimizi incelememişizdir. Özel bir maksatla kendi yaşadığı memleketi, kendi milliyetine ait olan tarihi ve oradaki eserleri incelemiş bir kişiye ödül verdiğimizden dolayı takdir mi yoksa tenkit mi edilmeliyim?”

Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’nin ön hazırlığı olarak değerlendirilebilecek bir çalışma da Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1922-1926 yılları arasında çoğunluğu Türk tarihi, Anadolu tarihi ve Türk düşünürleri ve yazarları hakkında kitapların yayınlanmasıdır. Yine 1922 yılında Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti (Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü) tarafından yayımlanan Pontus Meselesi isimli kitabın girişinde Anadolu’da büyük bir medeniyet kuran Sümerler ve Etiler’in Turani kavimler olduğu ileri sürülmüştür.

1928 yılında Afet İnan, Atatürk’e Türklerin sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupalılara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek  “bu böyle midir?” diye sormuştur. Atatürk, “hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” cevabını vermiş ve bundan sonra tarihle yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır. Atatürk tarih araştırmalarını devletin önemli işleri arasına almış ve belli bir vaktini bu işe ayırmayı kararlaştırmıştır. İlk önce tarih konusunda çıkmış yeni kitaplarla bir kitaplık kurmuştur. Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarihle uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeye koyulmuştur. Bakanlardan, milletvekillerinden, profesör ve öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışma görevi vermiştir.

Bu çerçevede tercüme edilmiş kitapların özeti çıkarılmış, incelenen konular üzerinde raporlar hazırlanmış ve Atatürk’e sunulmuştur. Böylece Türk tarihi üzerinde geniş çaplı bir araştırma başlatılmıştır. Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk Tarihi Tetkik Heyeti’nin kurulması ile uğraşılmıştır. 23 Nisan 1930 tarihinde toplanan Türk Ocakları Kurultayında, Atatürk’ün direktifleriyle “Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu heyetin ilk işi, bir komisyona Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlatmak olmuştur.

Bu komisyonun üyeleri; Tarih ve Medeni Bilgiler Öğretmeni Afet Hanım ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mehmet Tevfik, Çanakkale Milletvekili Samih Rifat, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Akçuraoğlu Yusuf, Aydın Milletvekili Dr. Reşit Galip, Bolu Milletvekili Hasan Cemil, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Sadri Maksudi, Sivas Milletvekili Şemseddin Günaltay, İzmir Milletvekili Vasıf Çınar ve İstanbul Hukuk Fakültesi Profesörü Yusuf Ziya Bey’di. İncelenmek üzere önce 100 adet basılan kitabın önsözünde Türk Tarihi Tetkik Heyeti‘nin kuruluş amacı şöyle açıklanmıştır:

“Bu kitap, belirli bir amaç gözetilerek yazılmıştır. Şimdiye kadar memleketimizde yayınlanan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara kaynak olan Fransızca tarih kitaplarında, Türklerin dünya tarihindeki rolleri bilinçli ve bilinçsiz olarak küçültülmüştür. Türklerin, ataları hakkında böyle yanlış bilgiler edinmesi, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini geliştirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla ulaşılmak istenen asıl amaç, bugün bütün dünyada yayılan ve bu şuurla yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların düzeltilmesidir.

Aynı zamanda bu, son büyük olaylarla ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk Milleti için milli bir tarih yazmak ihtiyacı yolunda atılmış ilk adımdır. Bununla, milletimizin yaratıcı kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak, Türk zekâ ve üstün yaratılışının sırrını meydana çıkarmak, Türkün özelliklerini ve gücünü kendine göstermek ve milli gelişmemizin derin ırki köklere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz. Bu deneme ile muhtaç olduğumuz o büyük milli tarihi yazdığımızı iddia etmiyoruz. Ancak bu konuda çalışacaklara genel bir yön ve hedef gösteriyoruz”.

Bu kitap; İnsanlık Tarihine Giriş, Türk Tarihine Giriş, Çin, Hint, Mezopotamya (Kalde, Elam ve Asur), Mısır, Anadolu, Ege Havzası, Eski İtalya ve Etrüskler, İran, Orta Asya olmak üzere on bir bölümden oluşuyordu. 1931 yılında ise Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” haline dönüştürülmüştür. Atatürk’ün yüksek himayesi altına alınan Cemiyetin amacı, yönetmeliğinde şöyle belirlenmiştir:

Madde 3- Cemiyetin amacı, Türk tarihini incelemek ve elde edilen sonuçları yayımlamak ve duyurmaktır.

Madde 4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, amacına ulaşmak için aşağıdaki vasıtaları kullanır:

a) Toplanıp bilimsel müzakerelerde bulunmak,

b) Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp yayımlamak,

c) Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak bilgi ve belgeyi elde etmek için gerekli yerlere araştırma, kazı ve keşif ekipleri göndermek,

d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti çalışmalarının sonuçlarını her türlü yollarla yayımlamaya çalışmaktır.

Böylece Türk Tarihi üzerindeki araştırmalar, bir ocak ortamından çıkarak kurum statüsüne yükselmiştir. Bu zamana kadar genellikle dokümanter bir nitelik taşıyan Türk tarihi araştırmaları, arkeolojik ve antropolojik araştırmalarla da desteklenerek, teorik görüşleri doğrulama imkânına kavuşmuştur.

Atatürk’ün Tarih merakı

Atatürk tarihe, özellikle Türk tarihine daha okul sıralarındayken ilgi duymaya başlamış ve bu ilgi hayatı boyunca artarak devam etmiştir. Bu ilgisi sonucu hayatının her döneminde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Atatürk’ün tarihe ilgisini özel kütüphanesinde bulunan tarih kitaplarından da anlamak mümkündür. Kütüphanesindeki 4.289 eserden 885 tanesi tarih kitabıdır. Yaklaşık yüz çeşit konu içinde tarih kitaplarının bu sayıda olması, Atatürk’ün tarihe olan ilgisi hakkında açık bir bilgi vermektedir.

Atatürk daha Türk Tarihini Tetkik Heyeti kurulmadan önce (1930), Türk tarihi hakkında geniş ve doğru bir bilgiye sahipti. Atatürk’ün bu kuvvetli tarih bilgisinin Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında olduğu gibi inkılâpların gerçekleştirilmesinde de önemli etkileri olmuştur. O, savaş meydanlarında askerlik sanatı hakkındaki bilgi ve tecrübelerine harp tarihi hakkındaki bilgilerini de katarak tarihi, milli bir heyecan kaynağı şeklinde kullanarak başarıya ulaşmıştır. Yine Atatürk tarihi, gerçekleştirmek istediği inkılâplar için bir dayanak olarak kullanmıştır. Ömrünü tamamlamış olan Osmanlı kurumlarını kaldırırken, onların artık işlevlerinin kalmadığını göstermiştir.

Tarihsel araştırma sonuçları

Atatürk’ün önderliğinde Türk tarihi üzerinde yapılan araştırmaların sonuçları, 1932 yılında I. Türk Tarih Kongresi’nde Türk bilim çevrelerine ve kamuoyuna, 1937 yılında II. Türk Tarih Kongresi’nde de dünya bilim çevreleri ve dünya kamuoyuna sunulmuştur. Arkeolojik, antropolojik ve dilbilim araştırmaları üzerine temellendirilen Türk Tarih Tezi’nin daha iyi anlaşılması için bazı ön bilgiler vermek yararlı olacaktır. Yapılan araştırmalara göre, insanın yeryüzünde ilk çıkışı son jeolojik (Antropozoik) zamanda olmuştur. İnsanın ilk çıkışını açıklayan “monogenizm” ve “poligenizm” adlı iki teori vardır.

Bunlardan monogenizme göre, insan ilkönce bir bölgede meydana gelmiş ve diğer bölgelere buradan dağılmıştır. Poligenizme göre ise, insan aynı anda çok sayıda bölgede birden meydana gelmiştir. Doğal bir varlık olan insanın, belli bir ortamın hazır olmasıyla meydana gelmesi akla daha yakındır. Ancak insanların her yerde aynı tarzda hayat yaşadıklarını iddia etmek oldukça zordur. Bu nedenle insanlığın ilk doğuş yeri tek olarak kabul edilmese de, insanlığın kültür beşiği tek merkez olarak kabul edilebilir. O merkez de Orta Asya’dır. İnsanın meydana geldiği Antropozoik zaman dilimi, kendi içinde Paleolitik (eski taş), Mezolitik (orta taş), neolitik (yeni taş) ve maden devirlerine ayrılır. İnsanlar yazıyı maden devrinde bulmuştur.

İnsanlık tarihi, yazının icadından önceki Prehistorik (tarih öncesi) devir ve yazının icadından sonraki Historik (tarihi) devir olmak üzere ikiye ayrılır. Yalnız, yazının icadı insanların yaşadığı her bölgede aynı zamanda gerçekleştirilmemiştir. Yani insanlık, tarihî devirleri aynı anda yaşamamıştır. Örneğin Orta Asya’da Türkler yontma taş devrini MÖ 12.000 yıllarında yaşarken, Avrupa bunu 5.000 yıl sonra yaşamıştır.

IV. zamanın paleolitik devrinde dünyanın verimli birçok bölgelerinde (Afrika, Avrupa) dolikosefal tipi insanlar vardır. Bu insanlar bir hayli yayılmış olmakla beraber, sadece Orta Asya’da bu tip insanlara rastlanmamıştır. Bu sırada Orta Asya’da neolitik devreye erişmiş bir insan tipi olarak brakisefaller görülmektedir. Böylece bu devirde yeryüzünde dolikosefal ve brakisefal olmak üzere iki ırk vardır. Mezolitik devirde ise Çin, Hint, Hindiçin ve Avrupa’da hem dolikosefal hem brakisefal hem de ikisinin karışımı olan mezosefal tipi insanlar görülmektedir. Bu karışım, brakisefal insanların esas yurtları olan Orta Asya’dan çıkarak dünyanın dört bir yanına dağılmalarıyla olmuştur. Çünkü paleolitik devirde Afrika ve Avrupa’da brakisefal, Orta Asya’da ise dolikosefal insan tipine rastlanmamıştır.

Türklerin atası olan beyaz tenli insanlar, iklimin değişmesi sonucunda yurtlarını terk ederek doğu, batı ve güney yönlerinde göç etmek zorunda kalmışlardır. MÖ 6000–5000 yıllarında başlayan göçler, hep birden değil, art arda dalgalar halinde olmuştur. Türkler, yaratmış oldukları yüksek medeniyeti ve bu medeniyetin unsurlarını gittikleri yerlere beraberlerinde götürmüşlerdir. Tahıl tarımı, evcil hayvanlar, tekerlek, su üzerinde ulaşım, madencilik bu unsurlar arasında en önemlileridir. Bu maddi medeniyet unsurlarıyla birlikte bunların isimleri de daha doğrusu Türk dili de gitmiştir. Böylece dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olan Türklerin göçleri sonucunda, insanlık tarihinde köklü bir sosyal değişim meydana gelmiştir. Türkler bu hareketleriyle dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu kültür ve medeniyeti dünyaya yaymışlardır.

Ancak, Atatürk Türklerin Avrupa’ya, Çin’e ve Hindistan’a giden kollarından çok; batı yönünde ilerleyen, Yakındoğu’ya gelerek buralarda Sümer, Hitit ve diğer Anadolu medeniyetlerini kuran kollarıyla ilgilenmiştir. Buna, bugünkü yurdumuzun tarihini aydınlatması ve Türklerin dünya medeniyeti içindeki yerinin tespit edilmesi bakımından önem vermiştir. Bu konuya ağırlık vermekle birlikte, Türk tarihinin zaman ve mekân içindeki birliğini ve bütünlüğünü hiçbir zaman gözden uzak tutmamıştır.

Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri ve önemi

Bu konuda Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan yayımlar esas alınmıştır. Bu yayınlar; Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan kitaplar, kazı ve inceleme raporları, “Belleten” dergisinde çıkan makaleler, Tarih Kongreleri zabıt tutanaklarıdır. Bu yayınlar üzerinde yapılan incelemelerden şu sonuçlar elde edilmiştir:

Türk tarihi araştırmalarında Göktürk-Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti olarak, coğrafi bakımdan kuzeyde bulunan Türklere ağırlık verilmiştir. Buna karşılık Uygurlar-Karahanlılar-Gazneliler-Tolunlular-İhşidiler gibi güneyde bulunan Türkler hakkında çok az araştırmaya rastlanmaktadır. Bunlar dışında Altınordu, Kırım, Timurlar, Memluklular ve Hindistan Türk İmparatorluğu hakkında kuzey Türklerine göre az, güney Türklerine göre daha çok araştırma yapılmıştır.

1940 yıllarından itibaren Türk tarihinin İslami dönemine ait araştırmaların diğer araştırmalara oranı devamlı olarak artmıştır. Bu artış, Osmanlı ve Selçuklu tarihleri üzerindeki araştırmaların artmasından ileri gelmiştir.

1940 yıllarından itibaren Yunan ve Roma tarihine ait araştırmalar da devamlı artmıştır. Bu artış ise Anadolu’da eski Yunan ve Roma yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların artmasından kaynaklanmıştır.

Eski Anadolu tarihine ait araştırmalar, Anadolu medeniyetlerinden özellikle Hitit tarihi üzerindeki araştırmalar, hiçbir kesintiye uğramadan devam etmiştir. Hitit tarihinin yanında Asur, Fenike, Sümer, Frigya, Lidya, Babil, son zamanlarda da Urartu kavimleri üzerinde araştırmalar da yapılmıştır.

Atatürk ve Cumhuriyet tarihi üzerindeki araştırmalar 1940 yılları hariç, 1950’li yıllardan itibaren devamlı olarak artmıştır.

Yabancı dillerde yayımlanmış Türk tarihinin kaynakları ile Türk tarihine dair araştırmalar, özellikle 1940’lı yıllarda Türkçeye çevrilmiş, ondan sonra da azalarak devam etmiştir.

Türk Tarih Tezi, bazı Avrupalı tarihçilerin araştırmalarına dayanılarak ileri sürülmüş, ancak daha sonra bu tez arkeolojik, antropolojik ve dilbilimsel araştırmalar ve delillerle desteklenmeye ve temellendirilmeye çalışılmıştır.

Özellikle Atatürk döneminde Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar, birbirine bağlı ve birbirini destekleyici bir nitelikte yürütülmüştür. Ancak daha sonra Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar gittikçe birbirlerinden ayrılmıştır. Bu ayrılmada Türk Dil Kurumunun araştırmalarında dilin sosyal, tarihi ve kültürel temellerini incelemekten çok, büyük ölçüde sözlük çalışmalarına ve edebiyat araştırmalarına ağırlık vermesinin rolü olmuştur.

Yukarıdaki tespitlere dayanarak Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri hakkında bir değerlendirme yapıldığında görülebilecek en önemli hususlar şunlardır:

* Türk tarihinde birlik ve bütünlüğün kurulmasının sağlanmasıdır.

* Türk tarihinin İslam tarihi dışında bağımsız olarak araştırılmasıdır.

* Bazı Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkında ileri sürdükleri yanlış bilgilerin, Türk milleti üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesidir.

* Türklerin ikinci anayurdu olan Türkiye’nin tarihinin aydınlatılması yolunda önemli adımların atılmış olmasıdır.

Fakat çağdaş medeniyetin temelinde Türk medeniyetinin bulunduğu yolundaki Türk Tarih Tezi’nin önemli bir iddiasının topluma ve bilim âlemine mal edilmesi hususunda beklenen başarı sağlanamamıştır. Tam tersine, çağdaş medeniyetin temelinde Yunan medeni­yetinin bulunduğu şeklinde bir yanlış anlayış zamanla Türkiye’de de yerleşmiştir. Bu anlayışın yerleşmesinde eski Yunan ve Roma medeniyetleri hakkında yapılan incelemelerin ve bu toplumlara ait Anadolu’daki eski yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların etkisi olduğu gibi, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun çalışma ve araştırmalarının birbirinden kopuk olması nedeniyle, Türk Tarih Tezinin lengüistik delillerden mahrum bırakılması da etkili olmuştur. Bunların dışında, bu anlayışın yerleşmesinde, 1940’larda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tercüme ettirilerek yayımlanan ve okul kitaplıklarına konulan Yunan, Roma ve Batı klasiklerinin de etkisi olmuştur.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu’nun yayımlanmasına kadar dernek statüsünde çalışmışlardır. 1982 Anayasası’nın 134. maddesi uyarınca 2876 sayılı Kanun ile Atatürk’ün manevi himayesinde, Cumhurbaşkanı’nın gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulmuştur. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, bu yüksek kuruma bağlanmışlardır. Ayrıca bu Kanun, Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi adında iki yeni kurumun daha kurulmasını sağlamıştır.

Böylece günümüzde; Atatürk, Türk tarihi, Türk dili ve Türk kültürü konuları bu yüksek kurum tarafından incelenmektedir. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun yanında Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi’nin kurulması olumlu olarak değerlendirilmektedir. Ancak Atatürk’ün arzusu, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun birlikte Türk Bilimler Akademisi haline getirilmesiydi. Bu arzusu tam olarak yerine getirilemediği gibi, “Türk Tarihi” ve “Türk Dili”nin yanında bu değerlerin oluştuğu mekân olan “Türk Coğrafyası” da eksik bırakılmıştır. Böylece, Atatürk’ün Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurmasındaki asıl amaç tam olarak yerine getirilememiştir. Aslında Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi birlikte düşünülmelidir.

“Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.” (Ord. Prof. Dr. Enver Ziya KARAL)

Genel Sebepler:

Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.

Bu iş kolay olmadı. Atatürk milli tarih anlayışını kurmak için ilkin Osmanlı İmparatorluğu devrinde değer kazanmış tarih anlayışını çürütmek zorunda olduğunu anladı. Osmanlı tarih anlayışı üç konaktan geçerek gelişmiş bulunuyordu. İmparatorluğun kuruluşundan Tanzimat’a kadar süren devirde, ümmet tarihi anlayışını görüyoruz.

İslâm uleması, İslâmlık temellerine dayanan İmparatorluğun İslâm halkı arasında ortak bir kültür vasıtası yaratmak için tarihten faydalanmağı düşünmüş ve İslâm tarihini, bu maksatla devlet tarihi olarak kabul etmişlerdi. İslâm tarihinde Türklerin İslâmlıktan Önceki tarihleriyle, İslâmlığın yayılmasında gördükleri büyük hizmetten hiç bahsedilmiyordu, Tanzimat devrinde ümmet tarihine paralel olarak devlet tarihi anlayışı gelişmeğe başladı.

Bu yeni anlayış, İslam ve Hristiyan halkının kanun önünde eşit sayılmağa başlamasının bir neticesi idi. İslam tarihinin medreselerde okutulmasına devam edildi. Fakat medrese dışında açılan okullarda İslâm tarihi yanında Osmanlı tarihi öğretimi başladı.

Yeni tarih anlayışında, Osmanlı devleti için başlangıç olarak, Osmanlı devletinin kuruluş tarihi, kabul ediliyordu. Bu tarihten önceki Türk tarihi ile Osmanlı devletinin kurulmasında Türk Milletinin sarf ettiği gayretler, belirtilmek şöyle dursun, işaret bile edilmemişti. Tanzimat ve birinci Meşrutiyet, Osmanlı halkım ortak değerlere kavuşturmadıktan başka, milliyetçilik cereyanlarını da önleyemedi.

İmparatorluğun türlü taraflarında bağımsız devletler kurulması üzerine Türk münevverlerinden bazıları milli tarih anlayışına, sarılmak gereğini duydular. Bunlar, Türklerin, Osmanlı tarihiyle İslâm tarihinde yaptıkları büyük işin belirtilmesini istedikleri gibi, bu iki tarihin ötesindeki Türk tarihinin kaynaklarına gidilmesi lüzumunu da belirttiler. Bu yeni tarih anlayışı istikametinde başlayan çalışmalar en çok ikinci Meşrutiyet devrinde gelişti.

Devlet bu çalışmalara karışmadı, Aydınlardan tarihe merak sardıranlar, Avrupalı bilginlerin Türk tarihi alanında edinmiş oldukları bilgileri ve kanaatleri, ya hiçbir kritiğe tâbi tutmadan ve yahut gevşek bir kritikten geçirerek derlemeğe ve yaymaya başladılar.

Bu suretle Türk tarihi hakkında, gerçeğe uymayan birçok bilgiler, manasız iddialar ve hatta iftiralar memleketimizde de yerleşmeğe başladı. Osmanlı İmparatorluğunda geliştiklerine kısaca işaret ettiğimiz bu üç tarih anlayışı, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına kadar, yan yana yaşamağa devam ettiler.

Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması ve halifeliğin kaldırılması, ümmet tarihi anlayışını, Osmanlı Devletinin yıkılması da, manasını yalnız Osmanlı tarihinde bulan devlet tarihi anlayışını modası geçmiş tarih anlayışları durumuna düşürmekte idi.

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkomutan ve Devlet Başkanı olarak söylediği nutuklarda fırsat buldukça bu tarih görüşlerinden ayrılmanın gereğini ve yeni bir tarih görüşüne varmanın önemini belirtti. Lozan Muahedesinin imzalanmasından sonra bu düşünce üzerinde ısrarla durdu. Türk Milleti dünyaca tanınan ve sayılan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurmuştu. Devlet yeni, fakat millet uzun ve şerefli bir geçmişe malikti. Milletin kendi adını taşıyan tarihine kavuşması muhakkak lazımdı. Bunun için de millet tarihi anlayışını kabul etmekten başka çare yoktu.

Özel Sebepler:

Bu genel sebep yanında, Atatürk’ü, millet tarihi anlayışını kabul etmeye zorlayan, aşağıdaki sebepleri görüyoruz:

Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler: Avrupa düşünürlerinden bir kısmı, ya din gayretkeşliği veya sadece siyasi düşüncelerle Türkün sarı ırka mensup, Avrupalılara göre ikinci neviden bir insan tipi olduğu bilgisini yaymışlardı. Bu bilgi okul kitaplarına bile geçmiş bulunuyordu.  Türkiye’de tarih araştırmaları gelişmiş bulunmadığı ve tarih yazarlarımızdan büyük bir kısmı Avrupa tarihlerinden tercümeler yaparak, Tarih kitabı yazdıkları için, Türklerin ikinci nevi bir insan tipi olduğu yolundaki yanlış bilgiler memleketimizi de istila etmiş bulunuyordu.

Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum oluşu:  Türklerin sarı ırktan gösterilmesinin bir neticesi olarak medeni kabiliyet ve istidattan mahrum bulundukları da kabul edilmekte idi.  Yakın çağlarda, Osmanlı İmparatorluğunda yapılan Islahat hareketlerini beğenmeyen, bir çok Avrupa tarihçileri ve siyasileri, Türkleri anlayışsızlık ve kabiliyetsizlikle itham ettikten başka, hiç bir medeni eser yaratmadıklarını, Avrupa’da ordu kurmuş bir insan topluluğu mahiyetinde olduklarını, ileri sürmüşlerdir. Hattâ Türkiye’de ara sıra patlak veren siyasi buhranlar sebebiyle Türklerin Avrupa’dan Asya’ya kovulması icabeden barbarlar olduğu bile söylenmiş ve yazılmıştı.

Türk toprakları üzerinde tarihi iddialar:  Osmanlı devletinin birinci cihan harbini kayıp etmesi üzerine, Osmanlı topraklarının taksimi, bir olupbitti gibi kabul edilmişti. Bu toprakların taksimi sırasında Anadolu ve Trakya gibi öz ve öz Türk toprağı olan yerlere hak iddia eden devletler çıktı. Yunanlılar batı Anadolu ile Trakya’ya, İtalyanlar’da güney Anadolu’ya yerleşmek için bu topraklar üzerinde tarihi iddialar ileri sürdüler.  Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulması için tarihin şahitliğine başvuruldu.  Sevr Muahedesi bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine hazırlanarak, Osmanlı Devletine imzalatıldı.

Kurtuluş savaşımızla, topraklarımızı yabancı ordulardan temizledik ve istiklâlimizi Lozanda dünyaya tanıttık. Fakat Türk milletiyle Türk toprakları hakkında yüzyıllardan beri sakat tarih bilgisiyle beslenmiş olan, dünya umumi efkârını her an düşman olarak karşımızda bulabilirdik.

Nitekim Lozan antlaşmasından sonra bile emperyalist bazı devletlerin, Türk toprakları üzerinde tarihi haklar serdederek istilâcı birer programın tatbikine hazırlanmakta oldukları, söz ve hareketlerinden anlaşıldı.

Bu da gösteriyor ki kurtuluş savaşımızda elde edilmiş olan maddi neticeleri, manevi alanda yapılacak çalışmalarla tamamlamak lazımdı. Bunun için de aleyhimizde kullanılmış olan silahın cinsinden bir silah ile kendimizi müdafaa etmekten başka çare yoktu. Aleyhimize kullanılan silah tahrif edilmiş olan tarihti.

O halde bize düşen görev, tarihimizi gerçek yapısı ile meydana, koymak ve şaşırtılmış bulunan efkârı umumiyeyi, Türk milleti ile Türk toprakları hakkında aydınlatmaktı. Buraya kadar yapılan kısa açıklama Atatürk’ün Türk Tarih tezine vermiş olduğu önemi belirtecek karakterdedir.

Atatürk’te tarih merakı ve sevgisi okul sıralarında başlar. Kurtuluş savaşında türlü vesilelerle söylediği nutuklarında fikirlerini kuvvetlendirmek için, daima tarihten misaller getirdiğini görüyoruz. Tarihle uğraşmak hususundaki düşüncelerine ilk defa olarak, 1923’de kendisine fahri Profesörlük ünvanını vermiş olan, İstanbul Edebiyat Fakültesinin, fahri Profesörlük beratını Ankara’ya getirmiş olan, heyetine söylemiştir. Bu heyette bulunmuş olan Prof. Şemseddin Günaltay, Belleten de yayınladığı bir yazıda Atatürk’ün sözlerini şöyle nakletmektedir:

“Beratı takdim ve lütfen fahri müderrisliği kabul buyurduklarından dolayı müderrisler meclisinin şükranlarını arz ettik. Heyetimize iltifatta bulunan Gazi bir aralık kendisinin mektep sıralarından beri çok sevdiği tarihle daima meşgul olduğunu, bu itibarla fahri müderrisliğinin Edebiyattan ziyade tarihe ait olmasının daha münasip olacağını söylediler“.

Bu sözlere rağmen Atatürk’ün 1923’den 1928 yılına kadar tarihle yakından alakadar olduğunu görmüyoruz.  1928’de Bayan Afet (İnan) kendisine, Türk ırkının Sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci “Secondaire” nev’i bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek: – Bu böylemidir? diye sormuştur.

Atatürk’ün verdiği cevap şudur: “Hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” bundan sonra Atatürk devamlı ve sıkı bir şekilde tarihle uğraşmaya başlamıştır. Onun yıllardan beri aydınlatılmasını gerekli bulduğu belli başlı tarih meseleleri şunlardı:

Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir?

Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir?

Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir?

Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kuruluşu için başka bir izah bulmak lâzımdır.

İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslâm tarihinde rolü ne olmuştur?

Atatürk, bu meseleler üzerinde milletimizi ve dünyayı eski ve hatalı tarih anlayışından, yeni ve doğru bir tarih anlayışına getirmenin kolay olmadığını biliyordu.  Bu önemli iş için her şeyden önce, teşkilâta sistemli, devamlı ve sabırlı bir çalışmaya lüzum görüyordu. Atatürk tarih tetkiklerini büyük devlet işleri arasına alınca, belli bir vaktini bu işe hasretmeği kararlaştırdı.

İlkin tarih sahasında çıkmış en yeni kitaplarla bir kitaplık kurdu.

Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeğe koyuldu, Bakanlardan, Milletvekillerinden Profesör ve Öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışmak vazifesi verildi.

Tercüme edilmiş kitapların özü çıkarılmakta, incelenen meseleler üzerinde raporlar hazırlanmakta ve Atatürk’e sunulmakta idi.

Böylece Türk Tarihi üzerinde büyük ölçüde bir anket işi başlamış oldu.

Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk tarihinin incelenmesi ile devamlı olarak çalışmak üzere Türk Tarihi Tetkik Heyetinin, kurulması ile uğraşıldı.

Tarih çalışmalarının ilk mahsulü 1930’da yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları’’ isimli kitap oldu. Atatürk bu kitabın birçok yerlerini beğenmedi. Bu kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra da Türk Tarihi Tetkik Heyeti resmen kurulmuş oldu. Heyetin kurulmasıyla çalışmalar hızlandı.

O kadar hızlandı ki, Türk Tarihi Tetkik Heyeti bir aralık gezici bir hal aldı.  Çankaya’da, Yalova’da, Dolmabahçe’de, vapurda, trende, sözün kısası Atatürk’ün çalışmak için vakit bulduğu yerlerde toplantılar yapıldı. Toplantı saatlerinin yalnız başlangıcı belli idi. Bazen 24 saat fasılasız çalışıldığı da olurdu.

Çalışmalar çok kere münakaşalı geçerdi.  Atatürk’ün münakaşalarda haklıyı ayırt etmek için kullandığı usul hakkında bir fikir edinmek için Prof. Muzaffer Göker’in Belletende yayınladığı “Atatürk’ün huzurunda” başlıklı yazısında şu satırları alıyoruz:

“Bir gün Ankara Halkevindeki Tarih Kurumu Dairesinde müsveddeleri okumak için toplanmıştık. Müzakereler hararetli oldu. Bilhassa iki arkadaş arasında müzakere, münakaşa şeklini aldı, O akşam Atatürk lütfen cemiyet azalarını sofralarına davet buyurdular. Günlük mesai hakkında malumat aldıktan ve her zaman olduğu gibi çalışmaları iltifatları ile teşvik ettikten sonra söz sırası günün münakaşa mevzuu olan meseleye geldi.

Münakaşadan son derece zevk alan Atatürk gayet neşeli bir halde günün hadisesini hülâsa ettikten sonra münakaşanın huzurlarında devamını kendilerine has nezaketiyle rica ettiler. Arkadaşlar mevzuu anlatmağa başladılar: Onları dinledikten sonra kâğıt ve kalem getirilmesini emrettiler. Zaten kâğıt ve kalem yemek odasının demirbaş eşyası sırasına girmişti. Salonun bir ucunda kara tahta, kenarda etajerlerin üzerinde lügatler, ansiklopediler yemek odasına bir mektep manzarası hali vermişti. Ve orası hakikatte bir mektepti. İstenilen şeyler geldikten sonra Atatürk her iki arkadaştan iddialarını yazı ile tespit etmelerini istedi.

Münakaşalarda başlangıçtaki iddiaların unutulması sık sık görülen birşey olduğu için buna lüzum görüldüğünü ilave etti. Sonra arkadaşlardan sözlerini teyit için ne gibi ilmi vesikalara ve mehazlara müracaat edeceklerini sordu. Bunlar da kâğıda yazıldı. Kütüphaneden istenilen kitaplar geldikten sonra okuma ve tercüme başladı. Neticede bir taraf hak kazandı. O zaman Atatürk kaybeden arkadaşımıza dönerek bu neticenin kendisinin yüksek kıymetini küçültecek bir hadise olmadığını ilâve ederek gönlünü aldı.

Yalnız dedi ki:

“Size her zaman söylerim. Yalnız kendi başınıza ve kendiniz için çalıştığınız zaman herkes gibi böyle bir netice ile karşılaşmanız mümkündür. Hatta sık sık olabilir. Cemiyeti ben bunun İçin kurdum. Buradaki üyeler yurt içinde ve dışında tarihe ait yapılan çalışmalarda ve kendi tetkikleri neticelerinden birbirlerini haberdar ederek birbirlerini tamamlayarak çalışırlarsa netice daha müsbet olur. Bunu yaparken şahsınıza ait bir buluşun başkaları tarafından kullanılmasından ve mesut neticelerin isminize değil, mensup olduğunuz cemiyete ve millete mal edilmesinden endişeniz olmasın. Millet bunun kadrini bilir. Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanan hepsi milletin eseridir dedim. Aranacak olursa doğmanda budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımıza ileri süremeyiz. Bu güne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük İşlerimiz vardır, kimi araştırmalar da bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem budur: Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliği ile çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur.”

Atatürk, Türk Tarihi Tetkik Heyetinden, çok istifadeli çalışmalar bekliyordu. Fakat heyette bazen her şey beklediği gibi gitmiyordu. Ara sıra heyet üyelerini irşad edecek yolda direktifler vermek mecburiyetinde kalıyordu. Tarih çalışmalarının ayarlanmasında ve istenilen istikamette yönetilmesinde tesir yapan bu direktiflerin önemlilerinden bazıları şunlardır.

“Büyük Devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetikik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha, büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır,”

“Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nadim olmaktansa hiç bir eser vücuda getirmemek, aczini itiraf etmek evlâdır.”

“Biz tarih yazarken aport değil bizzat fiiller ve hadiseler arayan adamlarız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmiyelim.”

“Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız, Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikatta her şeyden ve herkesten evvel, kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu nokta-i nazarlardan kıskanç olmak İsal edebilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatan ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının… baziçesfi kalırsınız.”

“Tarih hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmağa çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmeden çekinmeyelim.”

“Biz daima hakikat arayan ve buldukça, bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlarız.”

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.”

Bu direktiflere göre yürütülen tarih çalışmaları neticesinde 1931 yılları sonlarında okullar için dört ciltlik bir umumi tarih serisi ortaya kondu.

Ağırlık noktasını Türk Tarihi teşkil eden bu serinin müsveddelerini Atatürk baştan aşağı okudu ve tashih etti.

Yeni Türk Tarih Tezi yazılımı

Yeni tarih kitaplarımız Milli Tarih Tezimizi de ihtiva etmekte idi. 1932’de Ankara’da Tarih Profesör ve Öğretmenlerinin iştiraki ile ilk defa olarak toplanan Türk Tarih Kongresinde Türk Tarih Tezi geniş ölçüde açıklamalar ve tartışmalarla millete mal edildi.  Kültür alanımızda bir inkılâp ifade eden bu tezin esası şudur:

“Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.”

“Türk ırkı, çok kere öne sürüldüğü gibi sarı değildir. Türkler beyaz insanlardır ve brakisefaldir. Bu günkü yurdumuzun sahipleri, en eski kültür kurucularıyla aynı vasıfları taşıyan çocuktandır,”

“Türkler yayıldıkları yerlere medeniyetlerini de götürmüşlerdir. Irak, Anadolu, Mısır, Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalılardır. Biz bugünkü Türkler de Orta Asyalıların çocuklarıyız.”

Türk Tarih Tezi, Tarih alanında yapılan en yeni çalışmalarla Arkeolojik, Antropolojik araştırmalar neticesinde elde edilmiş olan vesikalara dayanmaktadır.

1937’de toplanan ikinci Türk Tarih Kongresinde Tarih tezimiz yabancı ilim adamlarının da tetkikine arz edildi. Kongrenin komisyonlarında ve genel toplantılarında yapılan açıklamalara göre Türk Tarih Tezi âlemşümul bir tarih gerçeği olarak kabul edildi. Türk Tarih Tezinin kabul edilmesi ile milli tarihimiz gerçek karakterini millet ve dünya nazarında kazanmış oldu. Türkleri medeni milletler birliğinden ayırmak ve onları insan yapısıyla medeni vasıfları bakımından ikinci neviden saymak gibi yalnız kin ve garaz mahsulü olan bir edebiyat da gene tarih tezimizle çürütülmüş oldu.

Türk Tarih Tezinin, cihan tarihi anlayışında da ileri bir adım olduğunu kabul etmek lazımdır.  Tezimiz beşer kültürüne Orta Asya’yı beşik göstermekle bütün dünya milletlerinin hasretini asırlardan beri çektikleri ortak bir kültür temeli de yaratmaktadır. İlk anlarda, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi istikametinde yönetilmiş çalışmalarında ırkçı ve emperyalist düşüncelerin izlerini arayanlar oldu. Fakat onun bütün hayatı, bütün düşünce ve çalışmaları milliyet ile insanlığın uzlaşacağı yolunda bir inanın örnekleri ile süslenmişti. Bu örneklerden birini Balkan milletlerinin üyelerine bir antanta varmak için Türkiye’de çalıştıkları sıralarda söylediği şu sözlerde görüyoruz.

“Balkan Milletleri İçtimai ve siyasi ne çehre arz ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş yakın soylardan, müşterek cetleri olduğunu unutmamak lâzımdır.”

“Karadeniz’in Şimal ve Cenup yolları ile binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlarda yerleşmiş olan insan kütleleri, başka başka adlar taşımış olmalarına rağmen, hakikatte bir tek beşikten çıkmış kardeş kavimlerden başka bir şey değildirler.”

Atatürk, Türk Tarih Teziyle insanların aralarında anlaşmak ve müşterek saadetleri yolunda çalışmak için muhtaç oldukları kültür ortaklığının kuvvetli bir adımını da atmış oluyor.

O, “İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırmak, birbirlerini sevdirmek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir.” sözü ile de, Türk milletinin saadetine verdiği değeri diğer milletler içinde tanımış olmuyor mu?

Ölümünde Türk milleti kadar bütün dünyanın da onun için göz yaşı dökmesi, belki de milliyet manasını ve insanlık idealini en güzel anlatmış olmasından ve bu uğurda açık gönül ile çalışmasından ileri gelmiştir.

Türk Tarih Tezi’nin iki temel amacı

Türk ulusunu odak alarak tarihi yeniden yazarak bir Türk ulusal kimliğinin yaratılmasına katkıda bulunmak, bu şekilde Cumhuriyet’in temel amacı olan ulus-devlet yaratma sürecine tarihsel bir referans oluşturmak.

Türklerin dünya uygarlıklarının gelişiminde önemli bir yere sahip olduğu tezini kanıtlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetinin tarihsel olgularca doğrulandığını göstermek.

Temel kabuller

Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre çeşitli göç dalgaları halinde Orta Asya’dan dünyaya yayılan Türkler dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur. Türk Tarih Tezi’nin temel kabulleri şu şekilde özetlenebilir:

*Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır,

*Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır,

*Göçler sonucu Türkler birçok yere yayılmış ve uygarlaşmayı tetiklemiştir,

*Anadolu’nun ilk yerli halkları Türklerdir; Hititler vs. halklar dahil,

*Kürtler dağ Türk’üdür. Bu yüzden 80 yıl önce Kürtlere dağ Türkü denilmişti,

*İtalya’da yaşamış Etrüskler Türk’tür,

*Irak’ın güneyindeki Sümer uygarlığını Türkler kurmuştur,

*Mısır medeniyetinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal Türklerdir,

*Maya, Aztek ve İnka Amerika uygarlıklarını Türkler kurmuştur,

*70 bin yıl önce Asya ve Amerika kıtası arasından batmış Mu kıtasında konuşulmuş olan Mu dili Türkçedir,

*Peygamber Hz. Nuh Türktür. (Hz. İbrahim’in ve hatta Hz. Muhammed (sav)’in Türk’lüğü kuvvetle muhtemeldir.

Görüldüğü gibi, Türk Tarih Tezine göre Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir: Hitit, Sümer, Etrüsk, Rum, Yunan, Kürt, Macar vs. halklar Türk sayılmaktadır. Başka bir deyişle, bu teze göre Avrupa’dan Çin’e kadar uzanan coğrafyadakilerin çoğu Türktür.

Atatürk’e göre Türk tarihi

“Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir” sözü de Anadolu’da Türklerin varlığının Malazgirt Savaşı’ndan çok öncelere dayandığı anlamını taşımaktadır; Anadolu’nun en eski halkları Atatürk’e göre Türk’tür.

Bu gerçekliği Atatürkün kendi yazdığı şiirdede görebiliriz: “Gafil, hangi üç asır, hangi on asır / Tuna ezelden Türk diyarıdır. / Bilinen tarihler söylememiş bunu / Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, / Dinleyin sesini doğan tarihin, / Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak / Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. / Asya’nın ortasında Oğuz oğulları, / Avrupa’nın Alpleri’nde Oğuz torunları / Doğudan çıkan biz / Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz / Türk sadece bir milletin adı değil, / Türk bütün adamların birliğidir. / Ey birbirine diş bileyen yığınlar, / Ey yığın yığın insan gafletleri / Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, / Hakikat nerede?”

Bu şiirden anlaşıldığı kadarıyla Atatürk’e göre Alp Dağları’na kadar uzanan yerdekiler Türk’tür. Tuna nehrinin “ezelden beri Türk diyarı” olduğunu belirterek de Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna gibi Tuna havzası ülkelerinin üzerinde yaşamış olan halkların Türk olduğu tezini ortaya koymaktadır.

Atatürk, Türk Tarih Tezi’nde dile getirilen göç hareketleri ve “Kayıp Kıta Mu” efsanesi arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüş ve bu konuda araştırma yapmak için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bu efsaneye göre Pasifik Okyanusu’nda, Asya ve Amerika kıtaları arasında bulunan ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde olan Mu Kıtası 70 bin yıl önce batmıştı. Atatürk, Türk halkının Mu kıtasından dünyaya yayılmış olabileceğini düşünerek bir araştırma başlattı; Meksika’ya elçi olarak atanan Tahsin Mayatepek’i, Türkçe ile Maya dili benzerliğin araştırılmasıyla görevlendirdi.

SONUÇ

Mustafa Kemal Atatürk’ün esaretten kurtulma, var olma ve en az medeni dünya seviyesinde kültür ve bilim üretme heves ve arzusu, tarihten gelen benlik ve kudrete bağlıydı. Delile muhtaç bu iddiaların en yücelerinden birisi de Tarih Tezi’ydi. Gerek yurt dışındaki kaynakları okuyarak, gerekse yurt içindeki arkeolojik kazı ve incelemelere ön ayak ve destek olarak Mustafa Kemal Atatürk, mevcut tarihin aksayan yönlerini tespitte, yanlışları ortaya çıkarmakta bir tarihçi titizliği ile de öncüydü.

Dahası o bilgi birikimi ile ve yönlendirmeleri ile Milli şuuru, millet olma ve medeniyetin beşiği olma idrakini toplumuna izaha çalışırken, bir yandan da ilim dünyasına bu tezini ispata çalışıyordu.

Mertliği tarihe armağan etmiş Türk’lerin ezeli ve ebedi medeniyet nurlarını ispat için ömrünün son zamanlarını bu inanca ayıran Atatürk, kurduğu Türk Tarih Kurumu ile de bunu sistematikleştirmiş, bilimsel hüviyete sokmuş ve kurumsallaştırmıştır. Mu kıtasından itibaren Türk’lerin anayurdu arayışlarını ispata çalışan Atatürk, Türklerin sanılanın aksine sarı ırktan olmadığını, barbarlıkla alakası olmadığını, pek çok ulus ve devletin Türk kökenli olduğunu tespit ve ispat etmiştir.

Lakin batının yerleşik tarihi ve o tarihi yazanlar güçlüdür, yerleştirdikleri Türk düşmanlığını silmeye razı değillerdir ve bunun yerine Türklüğü, İslamcılıkla yer değiştirmek hevesindedirler. halen de bu misyon devam etmektedir. Çünkü zayıf bir Türkiye ve tarihinden habersiz bir millet bu kahpe senaryoya çok daha uygundur.

İşte Ulu Önder’in gaye ve davası da bu oyunu bozmaktır ve kısmen başarılı da olmuştur. hatta bu uğurda Afet İnan’a Ertuğrul gemisini tahsis etmiş, adalardaki kazılara maddi destek sağlamış, kurul ve toplantılara muhakkak katılmıştır. Çıkarılan dergi ve gazetelerin, toplantı tutanaklarının tanzim ve yayımı, müzelerin kurulması ve ziyarete açılması hep bu maksat iledir.

Maalesef Atatürk’ün vefatı ile bu tez önce zayıflamış ve sonra terk edilmeye mahkûm bırakılmıştır. Bu sayede de Türk’lük mazisini ve kudretini bilmez halde, “Araplaştırma” kastı ile, kopya ve sahte batılı tarihlere maruz bırakılmıştır. Bu ise bugün dahi yaşanan sorunların temelidir.

Cumhuriyetçi aydın yazarlara, araştırmacılara ve özellikle Türk Tarih Kurumu’na düşen görev, bu tezi doğruluğunu ispat edemese ve ikna edemese bile takip etmek, aksi ispatlanana kadar pes etmemek, halkı da bu tez istikametinde aydınlatmaktır.

Çünkü tarih, dünya ve medeniyet Türk’tür. Bu elbet anlaşılacaktır. Lakin bu anlayışta en büyük sorumluluk ve görev bizlere düşmektedir. Oysa bizler hala Atatürk’ün sağladığı huzur ve güven ortamında mışıl mışıl uyumakta olduğumuzdan, hala batının yazdığı empoze tarihe tutsağız.

Uyanmak ve tarihimize sahip çıkmak umuduyla …

Kaynaklar;

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1582

https://www.cukurovader.org.tr/wp-content/cache/all/ataturkun-turk-tarihi-tezi/index.html

https://www.turkcebilgi.com/t%C3%BCrk_tarih_tezi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir