Atatürk’ün fihristli veciz sözleri – Osmanlı
OSMANLI
Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükûmet, bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım mânasız sözlerden ibarettir. O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi? Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. (1927)
Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milleti’nin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu musallat olmalarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan; millete saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten olupbitti haline gelmiş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir. 1922 (Nutuk II, S. 691)
Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım. (1931 Mustafa Kemal ATATÜRK)
14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet esnasında anlatılmıştır : Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap’lara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavut’lara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken “kavm-i necib” deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türk’ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu. Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur” mısraıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusunu kaptırmadım. Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim* süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolulu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Halbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmibeş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen “…Türk!” sözleriyle azarlamaya başlamıştı. “Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab’a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin…” gibi gittikçe mânasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: “O erin bağlı olduğu kavim, bir çok bakımdan necib olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran büyük ve asil bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir” dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim. 1931 (Faik Reşit Unat, Ne Mutlu Türküm Diyene, Türk Dili Dergisi, Sayı: 146, Kasım 1963, s. 77-78)
Çankaya’da müzisyenlere söylemiştir : Osmanlı musikisi, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki büyük inkılâpları terennüm edecek kudrette değildir. Bize yeni bir musiki lâzımdır ve bu musiki özünü halk musikisinden alan çok sesli bir musiki olacaktır. İtiyat dediğiniz şeye gelince, sizin Osmanlı musikinizi Anadolu köylüsü dinler mi? Dinlemiş mi? Onda o musikinin itiyadı yoktur. 1934 (A.Adnan Saygun, Atatürk ve Musiki, s. 48-49)
Eski musikiyi batı musikisine üstün çıkarmak için çalışanlar bir ufak gerçeği fark edemez görünürler. Bu gerçeği kısaca ifade etmek lâzım gelirse diyebiliriz ki, bütün bu canlandırma işinde ele alınan musiki parçaları, Türklerin herhangi bir âyinde, şenlikte bütün maddî ve hissî kabiliyetlerini yüksek derecede kullanarak oynamalarına yarayan nağmelerdir. Bu fasıldan olan musikiyi bugünün dans parçaları gibi saymakta hata yoktur. Ancak, bugünkü Türk kafası musikiyi düşündüğü zaman yalnız basit oyunlara yarayacak, insanlara basit ve geçici heyecan verecek musiki aramıyor. Musiki dendiği zaman, yüksek duygularımızın, hayat ve hâtıralarımızın ifadesini bulan bir musiki istiyoruz. Bugünkü Türkler musikiden, diğer yüksek ve hassas cemiyetlerin beklediği hizmeti bekliyor. İşte bu bakımdan klâsik Osmanlı musikisini canlandırmaya çalışanların çok dikkatli bulunmaları gerekir. Biz, bir Türk bestesini dinlediğimiz zaman ondan geçmişin uyanma bırakması lâzım gelen hikâyesini kalbimize giren oklar gibi duymak isteriz. Acı olsun, tatlı olsun biz, bir beste dinlerken ve farkında olmaksızın hislerimizin incelir olduğunu duymak isteriz. Bütün bunlardan başka musikiden beklediğimizin maddî, fikrî ve hissî uyanıklık ve çevikliğin takviyesi olduğuna şüphe yoktur. Yeni şairlerimizden, ediplerimizden, musiki bilginlerimizden ve bilhassa ses sanatkârlarından istediğimiz ve aradığımız budur. 1938 (Kemal Ünal, Ulus gazetesi. 10. 11. 1939)
Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükûmet, bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım mânasız sözlerden ibarettir. O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi? Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. (1927)
Kapitülâsyonlar, bir devleti mutlaka çökertir. Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslâm İmparatorlukları bunun en büyük delilidir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 97)
Dört seneli mesaiden sonra son kat’i muzafferiyetimiz üzerine Mudanya Askerî Antlaşması yapıldı ve barış görüşmeleri devresine geçildi. Bu görüşmelerin seyrinde de tesadüf ettiğimiz müşkülât pek çoktur. Fakat, ben bunu pek tabiî buluyorum. Çünkü bu barış görüşmelerinde neticeye bağlanan hesaplar dört senelik değil, dörtyüz senelik bir devrin kötü mirası idi. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu en haşmetli, azametli ve kuvvetli devirlerinden itibaren milletin bağımsızlığı zararına, hayatî menfaatları zararına o kadar çok şey feda eylemiş idi ki, netice yalnız kendisinin çöküp batmasından ibaret kalmadı; belki kendinden sonra da memleketin hakikî sahibi olan milleti, hak ve mevcudiyetinin ispatı için büyük müşkülâtla karşı karşıya bıraktı. 1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 306)
Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları, diğer barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmaya lüzum olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sèvres Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseridir. 1927 (Nutuk II, s. 767)
Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasî bir zafer teşkil eden bu antlaşmanın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Milletimiz, bununla gerçekten iftihar edebilir ve Türk milletinin yüksek bir eseri olan bu antlaşmanın yüksek kıymetini takdir etmesi lâzım gelen gençliğin, bunu mazide yapılmış antlaşmalarla mukayese etmesi gerekir. Bu münasebetle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasî mücadelelere göğüs gererek neticeyi elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa Hazretleri’ni saygı ile hatırlamak vazifemdir. 1927 (Atatürk’ün S.D.V, s. 47)
Verdiğimiz kararın uygulanmasını temin için henüz milletin alışık olmadığı meselelere temas etmek lâzım geliyordu. Umumca söz konusu olmasında büyük mahzurlar tasavvur olunan hususların konuşulmasında kesin zaruret bulunuyordu. Osmanlı hükûmetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhlı olarak mukabele ve onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu mühim kararın bütün gerek ve zaruretlerini ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette doğru olmazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalar ve hâdiselerden istifade ederek milletin hislerini ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lâzım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz sene içinde yaptıklarımız bir mantık dizisi ile düşünülürse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz umumî istikametin, ilk kararın çizdiği hattan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür. 1927 (Nutuk I, s. 14-15)
Yeni Türkiye Devleti kesinlikle emin olasınız ki, eski muazzam Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha çok kuvvetlidir. Bunun böyle olduğunu ispat için, yakın olaylara müracaat etmeye de hacet yoktur; akıl, mantık bize gerçeği gösterebilir. Efendiler! Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o sınır içinde muazzam bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonu gelmez sınır içindeki insan kütleleri, hiçbir vakit temel unsurun lehine bir mevcudiyet değillerdi; belki aleyhine! Bu küçük unsur, geniş bir sahaya dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi bulunmaya, onları ve sınırları muhafazaya mecburdu; yani, bekçilik ediyordu. Herhangi bir maddeyi gayet geniş bir sahada dağıttığımız zaman o madde yoğunluktan, kuvvetten mahrum olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle, mevcudiyetiyle orantılı boyutlarda bir tabiî çevreye koyarsanız elbette daha yoğun ve kuvvetli olur. Bundan başka asıl, milleti ve memleketi kudretli yapan bir şey daha vardır ki, o da idare tarzıdır. Görülüyor ki Yeni Türkiye Devleti’nin teşekkülünden evvel, millet hiçbir vakit kendi tarihine, kendi hayatına, kendi refah ve saadet araçlarına malik olamamıştı. Hatta bu, kendisine düşündürülmemişti bile.. Sanki milletin vazifesi, herhangi bir padişahın hırs ve hevesini, herhangi bir serdarın geniş ve şaşaalı hayatını temin için sürüler halinde şuraya buraya gitmekten ibaretti. Fakat bugün böyle değildir! Bugün bütün halk, hepimiz benliğimizi anlamış bulunuyoruz. Mukadderatımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek, Hindistan’da imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır. Bütün dimağımızı, çalışmalarımızı bu memleketin bayındırlığına, refahına ayıracağız. Gayemiz budur ve bu gaye için mevcudiyetimizi bile ortaya atmaya hazırız. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 4. 2. 1930)
Hepiniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun zihniyetine göre antlaşma, birbiriyle eşit milletler arasında yapılırdı. Halbuki Venedik, o zaman Osmanlı Devleti’ne eşit olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya emri altında idi. Bundan ötürü Padişah, böyle bir hükûmetle antlaşma yapamazdı; fakat ona müsaadelerde bulunabilirdi ve müsaadelerde bulundu. İşte bu müsaade kelimesi, kapitülâsyonlar kelimesiyle tercüme edilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülâsyon kelimesi, bir kale içinde muhasara olunan, savunulacak gereç ve vasıtalarını kullandıktan sonra teslimini bildirmeye mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların müsaadesini tercüme ederken kullanmış bulundular. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 102)
Millî egemenlik esası üzerinde idare edilen medenî devletlerde kabul edilmiş ve fiilen geçerli bulunan esas, milletin genel isteklerini en çok temsil eden ve bu isteklerin bağlı olduğu menfaat ve gerekleri, en yüksek kudretle ve salâhiyetle yapabilecek siyasî grubun, devlet işlerinin idaresini üzerine alması ve bu mesuliyeti en yüksek liderinin omuzuna bırakması ilkesinden ibarettir. Zaten bu şartları kazanamayan bir hükûmet vazife yapamaz. Hükûmetin, kuvvetli grup üyeleri arasından ve fakat birinci derecede olmayanlarından zayıf bir hükûmet yapmak ve onu partinin birinci liderlerinin emir ve öğütleriyle yürütmeye kalkışmak fikri, elbette doğru değildir. Bunun feci neticeleri bilhassa Osmanlı Devleti’nin son günlerinde görülmüştür. İttihat ve Terakki liderlerinin elinde oyuncak olan sadrazamlardan ve onların hükûmetlerinden millete gelen zararlar, sayılamayacak kadar çok değil midir? Mecliste, hâkim olan partinin, hükûmet kurmayı, muhalif ve azınlıkta bulunan bir partiye terk etmesi ise asla söz konusu olamaz. Kural ve usul olarak milletin ekseriyetini temsil eden ve kendi amacı belli olan parti, hükûmeti kurma mesuliyetini üzerine alır ve kendi amaç ve prensiplerini memlekette uygular. 1927 (Nutuk I, s. 221-222)
Yeni Türkiye’nin, eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükûmeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Gerçi millet değişmemiştir; aynı Türk unsuru bu milleti teşkil ediyor. Ancak, idare tarzı değişmiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D. III, s. 51)
Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimâne münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Yabancılar memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek, hürriyetlerimize güçlükler çıkarmaya çalışmamak şartiyle burada daima iyi kabul göreceklerdir. Maksadımız yeniden yakınlık meydana getirmek, bizi başka milletlere bağlıyan ilgileri arttırmaktır. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğunu çöküşü, Batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz. 1923 (Atatürk’ün S.D. III, S. 67-68)
“Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti “uhud-i atika”* namı altında bir takım kapitülâsyonların esiri idi. Memleket dahilindeki Hristiyan unsurlar birçok imtiyazlara, muafiyetlere sahip bulunuyordu. Bir devlet, kendi memleketinde bulunan yabancılara yargı hakkını uygulayamazsa, bir millet, kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan almaktan menedilmiş bulunursa, bir devlet kendi hayatını kemiren kendi dahilindeki unsurlar hakkında tedbirler almaktan menedilirse böyle bir devletin, egemenliğine sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur mu? İşte Osmanlı Devleti böyle bir halde idi. Bu kadar da değil… Osmanlı Devleti, kendisini tesis eden esas unsurun, milletin insanca yaşamasını temin edecek işlere de girişmekten menedilmişti. Memleketi imar edemez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya teşebbüs ettiği zaman derhal yabancılar müdahale eder, hatta bir mektep yapmak istediği zaman bile müdahaleye maruz kalırdı. Kayda değer ki, bütün bu fenalıklar, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından, devletin güçsüzlüğünden ileri gelmiş değildi. Bilâkis bütün bu esaret zincirleri devletin en güçlü, en kudretli bulunduğu bir zamanda boynumuza, devletin boynuna geçirilmiştir. Efendiler, bu halin hikmetini, devlet kavramını anlayış şeklinde aramak lâzımdır. Biliyorsunuz ki tacidarlar, hükümdarlar ve bilhassa kendilerine “Allahın Gölgesi” diyen padişahlar, memleketi kendi mâlikânesi ve bütün aslî unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız emrine boyun eğen bir kütle farz ederler. Bundan başka padişahların etrafında birtakım menfaatperestler bulunur ki, onlar da padişahın lütfuna, himayesine erişmek için bu görüş tarzını iyi imiş gibi gösterirlerdi. Bütün bu görüş ve yorumlar karşısında mâsum millet, hakikaten bunun doğru olduğunu, dinin icabından bulunduğunu farz ve zanneder. İşte Osmanlı padişahları, milletin bu telâkkisinden istifade ederek milletin hakkı olan, milletin şerefi, haysiyeti ve bütün mevcudiyetiyle ilgili olan birçok kaynakları, hediye ve bağış olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Biliyorsunuz ki ilk kapitülâsyon Fatih zamanında, İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine pekâlâ biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hristiyan unsurlara imtiyaz, aynı tarihte verilmiştir. Fakat milletin hayatî kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu imtiyazlar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya başladı. Tahammül edememeye başladı. Onları, bir hediye ve bağış olarak alanlar, sonraları bu imtiyazları bir kazanılmış hak telâkki ettiler. Onunla da kanaat etmediler. Her vesileden istifade ile onları artırmak ve genişletmek vasıtalarına gittiler. Hükûmeti tehdide kalkıştılar. Efendiler, haşmet ve gösteriş içinde vakit geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve erkânı, debdebeyi devam ettirmek kanaatinde bulunuyorlardı. Onun için devletin hakikî kaynaklarını kuruttuktan sonra muhtaç oldukları parayı hariçten tedarike kalkıştılar. Bunun için de birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün kaynaklarını vermek ve haysiyet ve şerefini feda etmek suretiyle o borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödeyemeyecek hale geldiler. Devlet, cihan gözünde iflâs etmiş sayıldı. Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar gösterdiği manzara şu idi: Memleket dahilinde bütün Hristiyan unsurlar, esas unsurun çok çok üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip… Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü hususî teşkilâta sahip ve haricin daimî teşviklerine ve himayesine mazhar.. Devlet ve Hükûmet ise bunu menetmekten âciz.. Çünkü bütün bu imhakâr girişimlerin dayanak noktası, dışarda birtakım kuvvetli devletler idi. Dışardaki devletler hem bir taraftan içerdeki unsurları, devlet ve memleketi tahrip etmeye ve bir takım istiklâller meydana getirmeye teşvik ediyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların nam ve hesabına müdahale ediyor, çalışıyor ve bu suretle bütün dünya nazarında Osmanlı Devleti’nin hiçbir kıymet, fazilet ve haysiyeti kalmıyor, devlet haysiyeti namına hiçbir şey kendisinde mevcut kabul edilmiyor, âdeta himaye ve vesâyet altında bir toplum gibi farz olunuyordu. İşte bu acı darbenin son safhası olmak üzere memleket ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, memleketin başında bulunan Saray, Babıâli ve bütün mensupları o düşmanlarla beraber olarak milletin başına musallat oldular; en son cinayeti işlediler.” 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 24-25. 12. 1929)
“Lozan Barışı, Türk tarihinde Bir dönüm noktasıdır. Türk milleti için siyasi bir zafer oluşturan bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde örneği yoktur.”
Erişmeye mecbur bulunduğumuz seviyeye, bugüne kadar uzak kalışımızın mühim sebeplerinden biri, sanata ve sanatkârlığa lâyık olduğu derece ehemmiyet verilmemiş olmasıdır. Bunda kabahatin, her şeyde olduğu gibi, sultanlarda, şahsî saltanatlarda olduğu daima hatırda tutulmalıdır. Milleti içinde bir saraç mevcudiyetinden üzgün, kırgın olan Osmanlı Padişahı vardı. 1923 (Maarif Vekilliği Dergisi, Sayı : 21-22, Şubat 1939)
Cihan tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti tesis eden ve bunlarını hepsini hadiselerle tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek, bütün felâketlerin karşısında, doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudretle yerini aldı. Millet,mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve egemenliğini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o Meclis, Yüce Meclisinizdir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir ve bu egemenlik makamının hükûmetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükûmet heyeti yoktur ve olamaz. 1922 (Nutuk III, s. 1250)
Tarihte şanlar, şöhretler kazanmış pek çok insanlar millî noktadan fazilete sahip değildir. Meselâ hakikaten askerî kudret sahibi olan, Moskova’ya kadar giden, yangınlar harabeler üstünden Fransız ordusunu sürükleyip eriten Napolyon’u düşünürüz. Onun hareketleri Fransız milletinin hakiki ve millî menfaatlerine değil, kendi cihangirane emellerini tatmin içindi. Bunu tatmin için Fransa’nın milyonlarca seçkin evlâdını eritti ve nihayet hepinizin bildiğiniz âkıbete uğradı. Bizim Osmanlı tarihindeki en büyük ve şanlı görülen hareketleri de aynı noktadan tetkik, aynı mahiyette mukayese etmek mümkündür. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, S. 161-162)