Atatürk’ün Devlet İdaresi üzerine sözleri

Atatürk’ün Devlet İdaresi üzerine sözleri

ATATÜRK DİYOR Kİ!

Devlet İdaresi

İnsanlar daima yüksek, temiz ve mukaddes hedeflere yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, dimağını ve bütün insanî kavramını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük fedakârlık yaparlarsa, yükselirler ve bu hareket şekli mutlaka açık olur.

Çünkü alnı açık, dimağı açık, kalb ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen toplumlar ancak bu mânada hareketlerin izleyicisi olabilirler. Fikirlerini, duygularını ve teşebbüslerini gizli tutanlar, gizli vasıtalar uygulamaya girişenler mutlaka utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu ergeç acıdır. 1926 (Atatürk’ün S.D. III, S. 80-815)

Bizim yüzümüz, her zaman temiz ve pâk idi ve daima temiz ve pâk kalacaktır. Yüzü çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim vatansevercesine vicdanlıca ve namusluca hareketlerimizi küçük ve çirkin ihtirasları yüzünden, çirkin göstermeye kalkışanlardır. 1927 (Nutuk II, S. 882)

Yemin mukaddes bir sözleşme demektir. Namus sahibi olan bir kimse verdiği sözden dönmez. 1919 (Atatürk’ün S.D. III, S. 7-8)

Asla hatırdan çıkarmamalısınız: Bizim en büyük kuvvetimizi, bugün de, yarın da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize bağlılık teşkil edecektir. (Hasan Rıza Soyak, Yakınlarından Hatıralar, S.18)

Mesuliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır. (1915)

Hakikati konuşmaktan korkmayınız. (1918)

Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lâzımdır. 1930 (Büyük Tarih Trabzon’da, S. 16)

Yapmamıza imkân hasıl olan işleri yapmazsak, tarih bizi tenkit eder. 1928 (Hakkı Tarık Us, Ayın Tarihi, Atatürk’ün Vefatları, N: 60, 1938, S. 150)

Millî egemenlik esası üzerinde idare edilen medeni devletlerde, kabul edilmiş ve fiilen geçerli bulunan esas; milletin genel isteklerini en çok temsil eden ve bu isteklerin bağlı olduğu menfaat ve gerekleri, en yüksek kudretle ve selâhiyetle yapabilecek siyasî grubun, devlet işlerinin idaresini üzerine alması ve bu mesuliyeti en yüksek liderinin omuzuna bırakması prensibinden ibarettir.

Zaten bu şartları kazanamayan bir hükûmet vazife yapamaz. Hükûmetin, kuvvetli grup üyeleri arasından ve fakat birinci derecede olmayanlarından zayıf bir hükûmet yapmak ve onu partinin birinci liderlerini emir ve öğütleriyle yürütmeye kalkışmak fikri, elbette doğru değildir. Bunun feci neticeleri bilhassa Osmanlı Devletinin son günlerinde görülmüştür. İttihat ve Terakki liderlerinin elinde oyuncak olan sadrazamlardan ve onların hükûmetlerinden, millete gelen zararlar sayılamayacak kadar çok değil midir?

Mecliste, hâkim olan partinin, hükûmet kurmayı, muhalif ve azınlıkta bulunan bir partiye terk etmesi ise asla sözkonusu olamaz.

Kaideten ve usulen milletin ekseriyetini temsil eden ve özel amacı belli olan parti, hükûmeti kurma mesuliyetini üzerine alır ve kendi amaç ve prensiplerini memlekette uygular. 1927 (Nutuk I, S. 221-222)

Bizim telâkkimize göre, siyasî kuvvet, millî irade ve egemenlik, milletin bütün halinde müşterek şahsiyetine aittir, birdir. Taksim edilemez, ayrılamaz ve başkasına bırakılamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, S. 418)

İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez.

İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecek çocukları, bunu, bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar. 1927 (Nutuk I, S. 355)

Bir hükûmet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükûmetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, “Hükûmetten gaye nedir?” bunu düşünmek lâzımdır. Hükûmetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükûmet iyi, edemeyen fenadır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, S. 121)

Gerçi asıl olan millettir. Toplumdur. Onun da umumî iradesi, Mecliste belirir; bu her yerde böyledir. Fakat, fertler de vardır. Meclis, memleket ve devlet işlerini fertlerle, şahıslarla yapmaktadır. Her devletin işlerini yöneten şahıs ve şahıslar meydandadır. Hakikati, mânasız görüşlerle inkâra yer yoktur. 1922 (Nutuk II, S. 659)

Benim istediğim sadece memleket işlerinin Büyük Millet Meclisinde açıkça münakaşa edilmesidir. Büyük Millet Meclisinde Türk milletinin gözü önünde açıkça konuşulamayacak hiçbir iş yoktur. 1930 (Asım Us, G.D.D., S. 132)

Millete efendilik yoktur. Hizmet etme vardır. Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur. 1921 (Atatürk’ün S.D. I, S. 195)

Yapmak iktidarında olmadığımız işleri uyuşturucu, oyalayıcı sözlerle yaparız diyerek millete karşı gündelik siyaset takip etmek prensibimiz değildir. 1931 (Atatürk’ün T.T.B. IV, S. 552)

Memleket işlerinde, millet işlerinde, hakikî işlerde duygulara, hatıra, dostluğa bakılmaz. 1922 (Atatürk’ün S.D. I, S. 213)

Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelâde politikacılıkla milleti parçalamak, hıyanettir. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, S. 224)

Milleti idarede prensibimiz, milletin müşterek ve umumî fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakikî ve ciddi olabilmesi, milletin maddî ve manevî ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. 1925 (Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, S. 88)

Milleti, aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, âdi politikacılar gibi yalancı vaadlerde bulunmaktan nefret ederiz. 1925 (Sadi Borak, Bilinmeyen Yenleriyle Atatürk, S. 87)

Millet tarafından, millet adına, devleti idareye yetkili kılınanlar için, gerektiği zaman, millete hesap vermek, mecburiyeti, lâubalilik ve keyfî hareketle uzlaşamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları S. 415)

Ben düşündüklerimi önce milletimin arzusunda, ihtiyaç ve iradesinde görmeyi şart sayan ve bunu gördükten sonra ancak, uygulaması ile kendimi vazifeli bilen bir adamım.

Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine girmeli, bu milletle aynı şartlar içinde yaşamalı ki ne yapmak lâzım geleceğini ciddi surette hissedebilsinler. (1923)

Her ne suretle olsun, hizmet edenler milletten büyük mükâfatlar bekliyorlarsa katiyen doğru bir harekette bulunmuş olmazlar. Milletten çok şey istememeliyiz. Hizmet edenler, namus vazifelerini yerine getirmiş olmaktan başka bir şey yapmamışlardır. (1923)

Cumhuriyetçi ve milliyetçi olmakla beraber partimiz programından başka bir programla ve partili olmanın tabiî kayıtları dışında serbest çalışacak samimî yurttaşların millet kürsüsünden yapacakları tenkitler ve söyleyecekleri düşüncelerle millî çalışmanın kuvvetleneceği kanaatinde bulunuyoruz. 1935 (Atatürk’ün T.T.B. IV, S. 570)

Büyük Millet Meclisinde ve millet karşısında millet işlerinin serbest münakaşası ve iyi niyet sahibi kişilerin ve partilerin özel görüşlerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri âşık ve taraftar olduğum bir sistemdir. Memnuniyetle görüyorum ki, lâik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Bundan ötürü Büyük Mecliste aynı temele dayanan yeni bir partinin faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini cumhuriyetinin esaslarından sayarım. (1930)

Artık, bugün demokrasi fikri, daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci asır, birçok müstebit hükûmetlerin, bu denizde boğulduğunu görmüştür. (1930)

Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettiği takdirde, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereği olan dostluk, siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarfınazar edinceye kadar amansız düşmanıyım. (23.4.1921)

Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun olan idare Cumhuriyet idaresidir. 1924 (Atatürk’ün S.D. III, S. 74)

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 56)

Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki “yapıyoruz, yapacağız!” dedik. Düşmanlar da “yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!” dediler. Panturanizm yapmadık, “yaparız, yapıyoruz!” dedik, “yapacağız!” dedik ve yine “öldürelim!” dediler. Bütün dava bundan ibarettir. Bütün dünyaya korku ve telâş veren kavram bundan ibarettir. Biz böyle, yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan baskılarını artırmaktan ise tabiî duruma, meşru duruma dönelim; haddimizi bilelim. Biz yaşama ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı esirgemeden veririz! 1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 195 -196)

Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, aldatılır bir varlık değildir. Onu aldatabilirim düşüncesinde bulunanların, işte asıl onların kendileri için telâfisi çok güç olacak derecede aldanmış olduklarına ve olacaklarına şüphe edilmemelidir. 1937 (Asım Us, G.D.D., s. 160 – 161)

Dış siyaset, bir toplumun iç kuruluşu ile sıkı şekilde ilgilidir. Çünkü iç kuruluşa dayanmayan dış siyasetler, daima mahkûm kalırlar. Bir toplumun iç kuruluşu ne kadar kuvvetli, sağlam olursa, dış siyaseti de o nispette güçlü ve sağlam olur. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 162)

Dış siyaset, iç kuruluş ve iç siyasete dayandırılmak zaruretindedir, yani iç kuruluşun tahammül edemeyeceği genişlikte olmamalıdır. Yoksa hayalî dış siyasetler peşinde dolaşanlar, dayanak noktalarını kendiliğinden kaybederler. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 101)

Türkiye’nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikameti, bizim daima ilkemiz olacaktır. 1931 (Atatürk’ün S.D.I, s. 356)

Komşuları ile ve bütün devletlerle iyi geçinmek, Türkiye siyasetinin esasıdır. 1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 79-81, 1930, s. 6787)

Dışişlerinde dürüst ve açık olan siyasetimiz, özellikle barış fikrine dayalıdır. Milletlerarası herhangi bir meselemizi barış vasıtalarıyla çözümlemeyi aramak, bizim menfaat ve anlayışımıza uyan bir yoldur. Bu yol dışında bir teklif karşısında kalmamak içindir ki, güvenlik ilkesine, onun vasıtalarına çok ehemmiyet veriyoruz. Milletlerarası barış havasının korunması için, Türkiye Cumhuriyeti yapabileceği herhangi bir hizmetten geri kalmayacaktır. 1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 68, 1929, s. 5025)

Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince daimî bir dikkat ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister. 1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 396)

Milletlerin güvenliği ya iki taraflı veyahut çok taraflı umumî müşterek anlaşmalarla, uzlaşmalarla temin edilebilir diye mutlak mahiyette ortaya atılan ve her biri diğerlerine zıt sayılan ilkeler, barışın korunması emrinde bizim için kesin ve isabetli değildir ve olamaz. Bunların her birini coğrafî ve siyasî icap ve vaziyetlere göre kullanarak barış yolundaki özenli çalışmayı gerçeklere dayandırmak, her millet için ayrı ayrı bir vazifedir. Cumhuriyet Hükûmeti, bu gerçeği görmüş, tatbik etmiş, en yakın komşuları ile olduğu kadar en uzak devletlerle olan münasebetlerini, dostluklarını, ittifaklarını ona göre düzenlemeyi bilmiş ve bu sayede dış siyasetimizi sağlam esaslara dayandırmıştır. 1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 396)

Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir. 1935 (Ayın Tarihi Sayı: 19, 1935)

Askerî hareket, siyasî faaliyetin ümitsiz olduğu noktada başlar. Ümidin güven verici bir şekilde geri gelmesi, orduların hareketinden daha hızlı, hedeflere varışı temin edebilir. 1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 40 – 41)

Balkan milletleri sosyal ve siyasî ne görünüş arz ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş aynı kandan, yakın soylardan müşterek cetleri olduğunu unutmamak lâzımdır. Karadeniz’in kuzey ve güney yollarıyla, binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlarda yerleşmiş olan insan kütleleri başka başka adlar taşımış olmalarına rağmen, hakikatte bir tek beşikten çıkan ve damarlarında aynı kan dolaşan kardeş kavimlerden başka bir şey değillerdir.

Görüyorsunuz ki, Balkan milletleri yakın maziden ziyade uzak ve derin mazinin kırılmaz çelik halkalarıyla birbirine pekâlâ bağlanabilir.Binbir türlü beşerî ihtiraslarla, dinî ayrılıklarla, bazı tarihî hâdiselerin bıraktığı dargın izlerle, geçmiş zamanlarda gevşetilmiş, hattâ unutturulmuş olan gerçek bağların kuvvetlendirilmesi lüzumlu ve faydalı olduğu, yeni insanî devre girdik. Bir an için, bütün bu maziye gömülmüş olan hatıralardan vazgeçsek bile, bugünün gerçek gerekleri, Balkan milletlerinin, devrin hürmet ve riayete mecbur kıldığı yepyeni şartlar ve kayıtlar ve geniş bir zihniyet altında birleşmelerindeki faydanın büyük olduğunu göstermektedir. Balkan birliğinin temeli ve hedefi, karşılıklı siyasî bağımsız varlığa saygı ile dikkat ederek ekonomik sahada, kültür ve medeniyet yolunda işbirliği yapmak olunca, böyle bir eserin bütün medenî insanlık tarafından takdirle karşılanacağına şüphe edilemez. 1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 272 – 273)

Balkan Antlaşması, Balkan devletlerinin, birbirlerinin varlıklarına özel saygı beslenilmesini göz önünde tutan mutlu bir belgedir. Bunun, sınırların korunmasında, gerçek bir değeri olduğu besbellidir. 1934 (Atatürk’ün S.D. I, s. 364)

Dünyada şimdiye kadar, başka başka milletlerin birlik yaptıkları ve asırlarca beraber yaşadıkları, tarihte görülmüştür. Bizim kurmak istediğimiz birliğin, tarihte geçmiş olan birliklerin çok üstünde olmasını isteriz. Tarihi bu kadar yüksek bir idealin esas temel taşı, yalnız geçici politika esaslarında kalmaz. Bunun, esas temel taşları lâzımdır ki, kültür ve ekonomi cevheriyle dolu olsun. Çünkü kültür ve ekonomi, her türlü siyasete yön veren esaslardır. 1937 (Atatürk’ün S.D.II, s. 285)

Harbin ciddiyetini dikkate almayan bazı samimiyetsiz önderler, taarruzun vasıtaları olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere, milliyetçiliği ve an’aneyi yanlış bir şekilde göstererek ve kötüye kullanarak aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde karışıklığa mâni olmak için, kütlelerin kendileri karar vermeleri ve mesuliyet mevkiini yüksek karakterli ve yüksek moralli, vicdanlı insanların eline bırakmaları zamanı gelmiştir. Bu, gecikmeden yapılmalıdır. 1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)

Çok zaman geçmeden Avrupa’da bir fırtına kopacak, bu müthiş kasırga, dünyanan her tarafına yayılacak ve insanlık umumî bir harp felâketinin bütün kötülükleri ile bir kere daha karşılacak! Bu kanlı, tehlikeli durumda tarafsız kalmak, harbe katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında hiçbir mâniaya çarptırmadan yöneterek harp dışında ve barış içinde yaşamaya çabalamak, bizim için hayatî önem taşımaktadır. 1938 (Nihat Reşat Belger, Ulus gazetesi 10. 11. 1961)

Hastalığı esnasında, Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında Ali Fuat Cebesoy’la konuşurken söyledikleri :

Pek yakında dünya vaziyeti, Mütareke senelerinden daha çok ciddî olacak ve karışacaktır. İkinci büyük bir harp karşısında kalacağız. Dünyaya hâkim olan milletleri idare edenlerin arasında yazık ki birinci derece devlet adamı çıkmıyor. Avrupa’da birkaç maceraperest Almanya ile İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cüret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükûmeti, âcizlerle maceraperestlerin yanlış hareketlerinden istifade etmesini bilecektir. Bunun neticesinde dünyanın vaziyeti ve dengesi bütünüyle değişecektir. İşte, bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza Mütareke senelerinden daha çok felâketler gelmesi mümkündür! Bu ikinci Umumî Harp, beni yataktan kımıldanmayacak bir halde yakalayacak olursa memleketin hali ne olacaktır? Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir vaziyete gelmeliyim! Bizde hiçbir şeyin yataktan idare edilmeyeceğini bilirsiniz. Mutlaka işin başına geçmem lâzımdır! 1938 (Siyasi Hâtıralar, II. Kısım, Ali Fuat Cebesoy, 1960, s. 252 – 253)

Fransız Büyükelçisi’ne bir sohbet esnasında söylemiştir:

Ben toprak büyütme dileklisi değilim; barış bozma alışkanlığım yoktur; ancak antlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almasam, edemem. Büyük Meclis’in kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay’ı alacağım! Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem; yenilirsem bir dakika yaşıyamam. Bunu bilerek ve sözümü mutlaka yerine getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız, Ekselâns Ambasadör… 1937 (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 5-6)

Bu, benim şahsî meselemdir. Durumu Büyükelçi’ye, daha başlangıçta açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda böyle bir meselenin, Türkiye ile Fransa arasında silâhlı bir anlaşmazlığa sürüklenmesi kesinlikle mümkün değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım ve kararımı vermiş bulunuyorum. Şayet ufukta, bu yolda binde bir ihtimal belirirse, Türkiye Cumhurbaşkanlığı’ndan ve hattâ Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim ve bir fert olarak bana katılacak birkaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim. Oradakilerle elele verip mücadeleye devam edeceğim. 1937 (Hazan Rıza Soyak, Cumhuriyet gazetesi, 10. XI. 1949)

Ferdî mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az bir zaman için de milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumî ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde, bilhassa iktisadî sahada devleti fiilen alâkadar etmek mühim esaslarımızdandır. Ben, memleket ve milleti düştüğü felâketten çıkarabileceğim inancıyla Anadolu’ya geçtiğim ve amacın gerektirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını söyleyebilirim. Fakat, parasızlık benim milletle beraber atmaya muvaffak olduğum hedefe yönelik adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdük, muvaffak olduk; yürüdükçe, muvaffak oldukça maddî güçlükler, kendiliğinden ortadan kalktı. Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını, bu mukaddes topraklardan atmak imkânından bahsettiğim zaman bana, en şuurlu, ileri görüşlü oldukları iddia olunan kimseler, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsediyor ve “Ne kadar paran vardır?” veya “Nereden, nasıl para bulabilirsin?” gibi sualler soruyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: “Türk milleti kendi hayat ve kurtuluşuna yönelmiş olduğuna kanaat edeceği teşebbüsleri başarabilecek bir kudrete maliktir. Bu teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde onun gerektirdiği kadar servet kaynağını, işe girişenlerin emrine hazır hale koyar”. Bu dediklerim, sözden işe geçmiş hakikatler değil midir? Bu noktada hemen şunu da ilâve edeyim ki, Ankara’da ilk millî hükûmet kurulduğu zaman etraf ve çevrelerin tereddüdünden bahsetmeyeceğim. Fakat, o hükûmeti teşkil eden kimselerin dahi bana “Hükûmet teşekkül etti. Fakat devlet ve hükûmeti idare için nereden para alacağız?” dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap pek sade olmuştur: “Çalışmalarınız, devleti, milleti kurtarmaya yönelmişse ve bu çalışma hedefiniz büyük Türk milletince belli olunca sualiniz tekrar etmeyecektir. Türk milleti, kendisi için, kendi geleceği ve kurtuluşu için çalışan müteşebbisleri, heyetleri güçlükler karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanseverlik ve yüksek şeref hisleriyle donanmıştır”. 1926 (Atatürk’ün B.N., s. 103-104)

Gelir kaynaklarımızla ne yapabileceğimiz hakkındaki endişe, belki herkesten ziyade beni meşgul etmektedir. Yalnız, ben, ordumuzun mevcudiyet ve kuvvetini, paramızla orantılı bulundurmak görüşünü kabul edenlerden değilim: “Paramız vardır, ordu yaparız; paramız bitti, ordu dağılsın…” Benim için böyle bir mesele yoktur; ister olsun ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir hâtıramı da canlandırayım; ben ilk defa bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür sayılan birtakım kişiler bana sordular: “Paramız var mıdır? Silâhımız var mıdır?” Yoktur, dedim. O zaman, “ O halde ne yapacaksın?” dediler. “Para olacak, ordu olacak ve bu millet bağımsızlığını kurtaracaktır!” dedim. Görüyorsunuz ki hepsi oldu ve olacaktır. Bir takım Efendiler de , Başkumandan, millete angarya yaptırıyor demişler, halbuki kanunun memlekette angaryayı menettiğinden bahsetmişler. Bu doğrudur Efendiler; fakat ihtiyaç, tehlike, bize her şeyi meşru göstermektedir. Ordunun ihtiyaçları, millete angarya yaptırmayı gerektiriyorsa bunu yapıyoruz ve en doğru kanun, budur. Milletin ve ordunun mağlûp olmaması için, kanun buna mânidir diye, lüzumlu gördüğüm tedbiri almakta tereddüt etmeyeceğim. 1922 (Nutuk II, s. 659)

Türk tarihi zaferlerle doludur ve zaferlerden sonra milletin umumî hayatında ve istikbalinde etkili olacak esaslı tedbirler ve düzeltme yolunda mühim neticeler alındığı görülmüş değildir. Bunun içindir ki mazideki zaferlerin tesirleri geçici olmuş ve millet, ondan sonra daha müşkül şartlara ve açık söylemek mecburiyetindeyim ki, gerilemeye maruz kalmıştır. Ben ve siyasî partim, zaferden sonra geçen dört sene zarfında bilhassa bu esas görüş noktasından hareket ettik. Milletimiz silâhın ve siyasetin emsalsiz zaferlerini kazandıktan sonra milletin istikbaline dikilen bakışlarımızla, bir an hareketsizlik ve gevşeklik hissetmeksizin milletin istikbalini ebedileştirecek esaslı hedeflere çalışmamızı yönelttik. 1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 530)

Hayat demek ekonomi demektir. Yaşayabilmek için mutlaka kazanan olmalıdır. Bu millet şimdiye kadar imparatorluklar kurmuştur. Cihangirler yetiştirmiştir. Halbuki bazı devirler oldu ki, ekonomi ile uğraşmaya tenezzül etmemiştir! İktisadiyatı aşağı bir şey telâkki ederek onu başka unsurlara bırakmıştır. Bunun neticesi olarak bugün o unsurlar, o yabancılar esas unsurun fiilen efendisi olmuştur. Onlar, nihayet bu memleketi müstemleke telâkki etmişler, onu bir istismar sahası yapmışlardır. Hem nasıl müstemleke? Kendi evlâdıyla, kendi parasıyla idare olunan bir müstemleke… Ürünleri, bütün kazancı harice gitmek şartiyle…. Efendiler! Yaşamak için, kuvvetli bir devlet yapmak için iktisadiyat esastır. Onun için görüş noktamızı, çalışmalarımızı mutlaka bu merkezin etrafında toplamalıyız. Her mesai şubesini, mutlaka bu esas noktaya dayandırmalıyız. Meselâ maarif programımız ne olacaktır? Maarif programımız şu olacak ki, onu takip eden insanlar, güzel çiftçi, kunduracı, fabrikacı, tüccar olacak. Pratik, yararlı, verimli adam olacak… Bunları öğreten programların, bunları öğreten memleketlerin ve kuruluşların tümü maarif olacaktır. 1923 (Gazi ve İnkılâp Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 9. 1. 1930)

Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketimizi haraplığa sürükleyen çeşitli sebepler içinde en kuvvetli ve en önemlisi, ekonomimizde bağımsızlıktan mahrumiyetimizdir. Memnunluk ve övünmeye değer ki, bu bağımsızlığı bugün fiilen elde etmiş bir durumda bulunuyoruz. Ancak, fiilen sahip olduğumuz bu bağımsızlığı, düşmanlarımıza şeklen ve resmen de onaylatmak gerekmektedir. Devletin ve milletin son hedefi, işte bu noktayı temine yönelmiştir. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı teminde başarı kazanılacaktır. Bu nokta o kadar önemli ki, onu mutlaka elde edeceğiz! 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 119)

Bence, yeni devletimizin, yeni hükûmetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır; çünkü, her şey bunun içinde bulunmaktadır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 111)

27 Ocak 1937 tarihinde Cenevre’de yapılan Milletler Cemiyeti toplantısında, Hatay’ın bağımsızlığının kabul edilmesi üzerine Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği telgraftan:

Başarılmış olan millî davada izlenen medenî usule, uluslararası lâyık olduğu kıymetin verileceğine şüphe yoktur. Bu eser, Cumhuriyet Hükûmeti’nin millî meseleler üzerinde ne kadar şaşmaz bir dikkatle durduğunu ve onları en makul tarzlarda sonuçlandırmak için, cesaret ve feragatle hareket ve faaliyete geçebilecek enerji ve kabiliyette bulunduğunu gösteren yeni bir örnek olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’nin bu siyaset kavrayışının, dünyada barış ve huzur isteyen ve bunun tabiî gereği olan hakseverliği benimsemeyi fazilet bilen bütün dünya milletlerince takdirle karşılanacağına şüphem yoktur.Türkiye Cumhuriyeti, haklı olduğuna inandığı davasını, büyük ve âdil hakem kurulu olmasını daima arzu ettiği ve bu sıfat ve yetkisinin daha çok çetin meselelerin çözümlenmesinde en yüksek kudret ve kuvvete sahip olmasını temenni ettiği Milletler Cemiyeti’ne bırakmakla insanlık adına isabetli bir harekette bulunmuştur. Bu suretle medeniyet adına da yüksek bir vazife yapmış olmakla, sadece takdir ve tebrike değerdir. 1937 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 579-580)

Kırk asırlık Türk yurdu, düşman elinde kalamaz! 1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 27)

Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, gerçek sahibi öz Türk olan “İskenderun-Antakya” ve çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kesinlikle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin gerçeğini bilenler ve hakkı sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabiî görürler. 1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 337)

İtalya, Mussolini’nin idaresi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya ve gelişmeye erişmiştir.Eğer Mussolini, gelecekteki bir harpte İtalya’nın görünürdeki heybet ve azametini, harp haricinde kalmak suretiyle, gerektiği şekilde istismar edebilirse, barış masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat korkarım ki İtalya’nın bugünkü şefi, Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya’nın askerî bir kuvvet yaratmaktan, henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir. 1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)

Bence, dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın mukadderatı, Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde bir dinamizme sahip olan bu yetmiş milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî bir cereyana kendisini kaptırdı mı, er geç Versay Antlaşması’nın tasfiyesine girişecektir. 1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)

1932 yılında, Amerika Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur’la yaptığı görüşme sırasında söylemiştir:

Avrupa devlet adamları, başlıca anlaşmazlık konusu olan mühim siyasî meseleleri, her türlü millî egoizmlerden uzak ve yalnız umumun yararına olarak, son bir gayret ve tam bir iyi niyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır.Zira, Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlıklar meselesi olmaktan, artık çıkmıştır.Bugün Avrupa’nın doğusunda, bütün medeniyeti ve hattâ bütün insanlığı tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve manevî imkânlarını, topyekûn bir şekilde, dünya ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasî metotlar uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile, mükemmel istifade etmesini bilmektedir. Avrupa’da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır; sadece bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harp etmiş bir millet olarak, biz Türkler, orada cereyan eden hâdiseleri yakından takip ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan doğu milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır. 1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)

Cumhuriyet Hükûmeti’nin, doğuda izleyegelmekte bulunduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı. Sadabat’ta, dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü antlaşma, büyük bir memnuniyetle kayda değer barış eserlerinden biridir.Bu antlaşmanın etrafında toplanan devletlerin, aynı gayeyi izleyen ve barış içinde gelişmeyi samimiyetle isteyen hükûmetleri arasında işbirliğinin, gelecekte de hayırlı neticeler vereceğinden emin bulunmaktayız. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 388)

Milletlerin siyasetinde ancak menfaatleri vardır; kimsenin kimseye dost olamayacağını bilelim! 1933 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 110)

Eğer harp bir bomba patlaması gibi birdenbire çıkarsa milletler, harbe mâni olmak için, silâhlı mukavemetlerini ve malî kudretlerini saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En hızlı ve en müessir tedbir, muhtemel bir saldırgana, taarruzun yanına kâr kalmayacağını açıkça anlatacak uluslararası teşkilâtın kurulmasıdır. Maamafih, bugün için en acele ihtiyaç, komşu memleketlerin, birbirlerinin hususî ihtiyaçlarını ve meselelerini görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın korunması için kıymetlerini şimdiden ispat etmişlerdir. 1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)

Olaylar, Türk milletine, iki ehemmiyetli kuralı yeniden hatırlatıyor : Yurdumuzu ve haklarımızı müdafaa edecek kuvvette olmak; barışı koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem vermek! 1935 (Atatürk’ün S.D.I, s. 369)

Barış ilkesi, insanlığın ilerlemesi ile paralel olarak kuvvetlenmektedir. Harpden büyük zararlar görmüş milletlerin bu ilkeye daha büyük bir dostluk ve samimiyetle bağlı olacakları tabiîdir. Bu ilkenin bütün devletlerce siyaset esası sayılmasıyladır ki, medeniyet için ve milletlerin saadet ve refahı için en gerekli olan barış, yerleşmiş olur. 1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 79-81, 1930, s.6787)

Bizim kanaatimizce uluslararası siyasî güvenliğin gelişmesi için ilk ve en mühim şart, milletlerin hiç olmazsa barışı koruma fikrinde samimî olarak birleşmesidir. 1932 (Atatürk’ün S.D.I, s. 357)

Dış siyasetimiz, başlangıçta kendisine çizdiği hareket hattından asla sapmamıştır. Dış siyasetimiz, daima milletler refahının yaratıcısı olan barış içinde, memleketin gelişmesini amaç edinmiştir. Bu gelişmeyi, tam ve mutlak olarak, bütün milletlere temenni ederiz. 1933 (Hakimiyeti Milliyet gazetesi, 30. 10. 1933, s. 2)

Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı ilkelerinden biri olan “yurtta barış, dünyada barış” gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak, bizim için övünülecek bir harekettir. 1933 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 560)

Biz, milletlerarası münasebetlerde karşılıklı güven ve saygıyı hedef tutan açık ve samimî politikanın en ateşli taraftarıyız. Hassasiyetimiz, bu yolda kendisini gösteren hazırlıklara ve uğraşılara karşı, bunların bizim için de fiilî ve gerçek bir güven oluşturup oluşturmayacağı noktasındadır. 1926 (Atatürk’ün S.D.I, s. 336)

Türkiye, ilkelerine bağlı olarak kesinlikle barışçı bir siyaset takip etmektedir. 1928 (Atatürk’ün S.D.V., s. 53)

Yeni esaslar ve anlayışlar çerçevesinde bütün cihan ile en yeni münasebetleri kurmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, barış yolunda harcanmış büyük gayretlerin gelişmesini derin bir alâka ile takip etmekte ve beşeriyetin en büyük ideali olan barışın lâzım ve esaslı unsurlarını, iyi niyetle yapılan ve bilhassa doğrulukla tatbik edilen karşılıklı sözleşmelere uymanın teşkil ettiği kanaatinde bulunmaktadır. 1928 (Atatürk’ün S.D.V., s. 50-51)

Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz. 1931 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 551)

Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa, Türkiye onu, gönülden karşıladı ve yardımlarını esirgemedi. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 388)

Ben, siyasî meseleleri de askerî vaziyetler gibi harita üzerinden mütalâa ederim. 1924 (Burhan Cahit, Gazi Mustafa Kemal, 1932, s. 74)

Yeni Türkiyenin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfî olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla uyumlu olacaktır. Bizim için ne ittihad-ı İslâm, ne Turanizm mantıkî bir siyaset yolu olamaz. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, millî sınırları dahilinde, egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır. Hareket kuralımız budur! 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7. 12. 1929)

Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin Kâbesi, millî egemenliğin belirdiği Büyük Millet Meclisi’dir. Din işlerinin mihrabı ise insanların, şahısların vicdanlarıdır. (Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13. VII. 1949)

Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz. Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşıyacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir. 1926 (Atatürk’ün S.D. III, S. 80)

Biz de, uygulanamayacak fikirleri, nazarî birtakım teferruatı yaldızlayarak, bir kitap yazabilirdik; öyle yapmadık. Milletin maddî ve manevî yenileşme ve gelişmesi yolunda yaptığımız işlerle, söz ve nazariyattan önce davranmayı tercih ettik. Bununla beraber, “Egemenlik milletindir”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin haricinde hiçbir makam, millî mukadderata hâkim olamaz”, “Bütün kanunların düzenlenmesinde, her nevi teşkilâtta, idarenin bütün teferruatında, genel eğitimde, iktisadî işlerde, millî egemenlik esasları dahilinde hareket olunacaktır”, “Saltanatın kaldırılması hakkındaki karar değişmez kuraldır” gibi bilinmesi lâzım gelen mühim noktalar ve mahkemelerin düzeltileceği ve bütün kanunlarımızın hukuk biliminin ilerlemelerine göre yeni baştan düzenlenip tamamlanacağı, âşar usulünün değiştirileceği, millî bankaların sermayesinin artırılacağı, muhtaç olduğumuz demiryollarının yapımına, öğretim birliğine derhal girişileceği ve fiilî askerlik hizmet süresinin indirileceği, memleketin bayındır hale getirileceğine çalışılacağı vb. gibi önemli ve acele ihtiyaçlar prensiplerden hariç kalmamıştı. 1927 (Nutuk II, s. 719)
Bugün maziden kuvvetliyiz. Bugün maziye nispetle daha büyük bir kabiliyet ve yaşama kudretine malikiz. Bu üstünlüğü yapan nedir? Bunun gerçek sebepleri iki kuralın anlamında saklıdır. Bu kurallardan birisi Misak-ı Millî, ikincisi egemenliği kayıtsız şartsız milletin elinde tutan Anayasamızdır. Zorlayıcı hâdiselerin sevk ve tesiri altında toplanan yüksek Meclisiniz, bu devlet ve milletin şekil ve niteliğini en kesin bir tarzda tespit etmiş ve Anayasa ile onun kesin hükümlerini gerçekleştirip pekiştiren 1 Kasım 1922* kararını oybirliğiyle kabul ederek yeni Türkiye Devletinin esaslarını ortaya koymuştur. Misak-ı Millî ismi altında tanıyarak gerçekleşmesi uğrunda bütün milletin ömrünü tüketmeyi göze aldığı kurtuluş beratımızın kudret, kuvvet ve niteliği ne ise, 1 Kasım kararının da kıymet ve ehemmiyeti odur. Misak-ı Millî vatanın dış düşman karşısındaki vaziyet ve yerini tespit eden bir kural olduğu gibi, 1 Kasım 1922 kararı da, asırlardan beri cahillik ve şaşkınlığın koruyucusu, düşkünlük ve uğursuzluğun babası bulunan ve milletimiz için dahilî ve daimî bir düşman olan ferdî saltanata ve onun temsil ettiği uğursuz bir idare şekline yönelmiş bir mukaddes silâhtır. Asırlarca ve asırlarca müddet mert ve kahraman bir azme belirti sahası olmuş bir vatanı düşmana teslim etmek cüretini gösterenler, o cüreti ancak o idarenin ruhunda, şeklinde ve mahiyetinde bulmuşlardı. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s.296-297)

Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, S. 230)

Herhalde hilâfetin kaldırılması memleket ve millet için çok hayırlıdır ve pek az bir zamanda bütün bu iyilikler görünecektir. Mazideki hareket tarzlarına ait pişmanlıklar bu suretle tekrar olunamayacaktır. 1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 99)

İnsanlar daima yüksek, temiz ve mukaddes hedeflere yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, dimağını ve bütün insanî kavramını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük fedakârlık yaparlarsa, yükselirler ve bu hareket şekli mutlaka açık olur. Çünkü alnı açık, dimağı açık, kalb ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen toplumlar ancak bu mânada hareketlerin izleyicisi olabilirler. Fikirlerini, duygularını ve teşebbüslerini gizli tutanlar, gizli vasıtalar uygulamaya girişenler mutlaka utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu ergeç acıdır. 1926 (Atatürk’ün S.D. III, S. 80-815)

Bizim yüzümüz, her zaman temiz ve pâk idi ve daima temiz ve pâk kalacaktır. Yüzü çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim vatansevercesine vicdanlıca ve namusluca hareketlerimizi küçük ve çirkin ihtirasları yüzünden, çirkin göstermeye kalkışanlardır. 1927 (Nutuk II, S. 882)

Asla hatırdan çıkarmamalısınız: Bizim en büyük kuvvetimizi, bugün de, yarın da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize bağlılık teşkil edecektir. (Hasan Rıza Soyak, Yakınlarından Hatıralar, S.18)

Gerçeği konuşmaktan korkmayınız. 1918 (Atatürk’ün S.D.V, s. 110)

Yapmamıza imkân hasıl olan işleri yapmazsak, tarih bizi tenkit eder. 1928 (Hakkı Tarık Us, Ayın Tarihi, Atatürk’ün Vefatları, N: 60, 1938, S. 150)

Hayatta en fena şey riyakârlıktır. Hakikat ne olursa olsun riyakârlar, onu temizlik ve saflık kisvesine bürünerek saklamaya çalışırlar ki, bu büyük bir tehlikedir. (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 118)

Çok namuskâr olmalıdır! Şimdiye kadar işlenen hataların en büyüğü, müteşebbislerimizin, aydınlarımızın, özellikle âlimlerimizin en büyük günahı namuskâr olmamaktır. Milletin karşısında namuskâr olmak ve namuskârane hareket etmek lâzımdır. Milleti aldatmayacağız! Millete, daima ve daima gerçeği söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri gerçek zannederiz; fakat millet onu düzeltsin. Kendimizi kimsenin üstünde görmeye de hakkımız yoktur Efendiler! 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi 13. 1. 1930)

Gizli iş gizli kalamaz; er geç meydana çıkar. İyisi mi başından açık olun, açık açık! (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk, T. ve D.K.H., s. 48)

Gerçekte başkalarını aldatmak zannedildiği kadar kolay değildir. Hiçbir vakit, uygarlık dünyasını aldatabileceğimizi düşünmemeliyiz. Böyle bir zan, dünyanın en büyük gafleti içinde bulunduğumuzu göstermekten başka bir neticeye varamaz. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 13. 1. 1930)

Yaptığını bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine inanan ülkücüler olarak kendimizi tenkide muhatap kılmayı lüzumlu görüyoruz. 1931 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s.548)

Birtakım hususî ve saklı maksatları gizleyerek, kalbinde, vicdanında tutarak, sebep diye bilir bilmez şeyleri söylemek doğru değildir. 1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 110)

Bizim telâkkimize göre, siyasî kuvvet, millî irade ve egemenlik, milletin bütün halinde müşterek şahsiyetine aittir; birdir, taksim edilemez, ayrılamaz ve başkasına bırakılamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 418)

İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecek çocukları, bunu, bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar. 1927 (Nutuk I, s. 355)

Hükûmetin varlığının sebebi, memleketin asayişini, milletin huzur ve rahatını temin eylemektir. Bütün memlekette gerçek bir asayiş hâkim olmalıdır. Millet, büyük bir huzur ve emniyet içinde içi rahat bulunmalıdır. Memleketimizin herhangi bir köşesinde halkın emniyetini, devletin bütünlük ve asayişini bozmaya kalkışanlar, devletin bütün kuvvetlerini karşılarında bulmalıdırlar. 1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 307)

Asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şey düşünmemişlerdir: Türkiyeyi! Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde telâfi edebiliriz. O da, Türkiye’den başka bir şey düşünmemek! Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü kurtuluş ve saadet hedeflerine erişebiliriz. 1924 (Atatürk’ün B.N., s. 84)

Yeni Türkiye Devleti kesinlikle emin olasınız ki, eski muazzam Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha çok kuvvetlidir. Bunun böyle olduğunu ispat için, yakın olaylara müracaat etmeye de hacet yoktur; akıl, mantık bize gerçeği gösterebilir. Efendiler! Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o sınır içinde muazzam bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonu gelmez sınır içindeki insan kütleleri, hiçbir vakit temel unsurun lehine bir mevcudiyet değillerdi; belki aleyhine! Bu küçük unsur, geniş bir sahaya dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi bulunmaya, onları ve sınırları muhafazaya mecburdu; yani, bekçilik ediyordu. Herhangi bir maddeyi gayet geniş bir sahada dağıttığımız zaman o madde yoğunluktan, kuvvetten mahrum olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle, mevcudiyetiyle orantılı boyutlarda bir tabiî çevreye koyarsanız elbette daha yoğun ve kuvvetli olur. Bundan başka asıl, milleti ve memleketi kudretli yapan bir şey daha vardır ki, o da idare tarzıdır. Görülüyor ki Yeni Türkiye Devleti’nin teşekkülünden evvel, millet hiçbir vakit kendi tarihine, kendi hayatına, kendi refah ve saadet araçlarına malik olamamıştı. Hatta bu, kendisine düşündürülmemişti bile.. Sanki milletin vazifesi, herhangi bir padişahın hırs ve hevesini, herhangi bir serdarın geniş ve şaşaalı hayatını temin için sürüler halinde şuraya buraya gitmekten ibaretti. Fakat bugün böyle değildir! Bugün bütün halk, hepimiz benliğimizi anlamış bulunuyoruz. Mukadderatımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek, Hindistan’da imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır. Bütün dimağımızı, çalışmalarımızı bu memleketin bayındırlığına, refahına ayıracağız. Gayemiz budur ve bu gaye için mevcudiyetimizi bile ortaya atmaya hazırız. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 4. 2. 1930)
Milletin rey ve iradesine dayanan her işin neticesi, millet için hayır ve saadet olduğu bellidir. 1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 450)

Vatandaşlara, kamuoyuna daima gerçeği söylemek vazifemiz olsun. Herkese, arzularının tamamen yerine getirilebilir olduğuna dair fikir vermek bizim için fayda vermez. Partimizin maksadı, böyle gün kazanmak değildir; bütün hayatımızı gerçek hedeflere sevk etmek ve en nihayet millete bir gün eliyle tutacağı gerçek ve maddî eserler vermektir. Partimizin sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler değil, fakat milleti yükseltecek gerçekler olacaktır. 1931 (Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri, 29. 1. 1931)

Memleket ve millet işlerinde, kesin hareket etmek ve açık olmak lâzımdır. 1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K. Atatürk’le Beraber, Cilt: I, s. 109)

Milleti idarede ilkemiz, milletin müşterek ve umumî fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakikî ve ciddî olabilmesi, milletin maddî ve manevî ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. 1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 210)

Bir milletin siyasî alınyazısında mevki sahibi olabilmek için onun ihtiyacını görebilme ve onun kudretini takdirde ehliyet sahibi olmak birinci şarttır. 1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 531)

Ben düşündüklerimi, önce milletimin arzusunda, ihtiyaç ve iradesinde görmeyi şart sayan ve bunu gördükten sonra ancak, uygulaması ile kendimi vazifeli bilen bir adamım. Her insanın mensup olduğu toplum için düşündüğü binbir fikir olabilir. Fakat sağını solunu dinlemeden söylenmiş sözler, benim telâkkime göre, uzun uzun ve derin denemelerle incelenmedikçe iş sahasına çıkmazlar. Her toplumsal işde, şahsî düşünüşün umumî ihtiyaç ve iradeye uygun olduğunu hissetmemiş olanlar, mutlaka başarısızlığa mahkûmdurlar. 1928 (Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi, s. 316)

Birçok âlimler, düşünürler, girişimciler zaman zaman, asır asır bu vatanı bayındır hale getirmeye, gerçek kurtuluşa eriştirmeye çalışmışlardır. Bazıları bütün kalpleriyle, vicdanlarıyla çalışmışlardır. Halbuki netice, bir muvaffakiyet göstermiyor. Acaba bunun sebebi nedir? Efendiler, bunun sebebi, şimdiye kadar memlekette bir devlet siyaseti, devlet programı değil, şahsî siyaset, fikirlere göre değişen programlar takip olunmasıdır. Onun için her şeyden evvel, bu millet ve memleket için bir hareket ve çalışma ilkesi oluşturmak lâzımdır. Bundan sonra yapacağımız şey, bu olacaktır. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 11. 1. 1930)

Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine girmeli, bu milletle aynı şartlar içinde yaşamalı ki, ne yapmak lâzım geleceğini ciddî surette hissedebilsinler. 1923 (İsmail Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, s. 32)

Birinci T.B.M.M.’nin 6 Mayıs 1922 günkü gizli birleşiminde, çekimser rey kullanan milletvekilleri hakkında söylemiştir :

… Sonra herhangi bir meselede rey verilmiyor, çekiniliyor. Halbuki, milletvekillerinin en birinci vazifesi her şeyden evvel reyini belirtmektir. Neden reyinizi vermekten çekiniyorsunuz? Menfi belirtiniz! Efendiler, kimden çekiniyorsunuz? Belirtilmeyince müspet veya menfi bir netice ortaya çıkmaz. Halbuki netice lâzımdır. Bir memleket, bir ordu, bir millet duramaz, tereddüt içerisinde duramaz. Şu veya bu diye rey göstermek lâzımdır. 1922 (G.C.Z., Cilt: III, s. 341)

Millet tarafından, millet adına devleti idareye yetkili kılınanlar için gerektiği zaman, millete hesap vermek mecburiyeti, lâubalilik ve keyfî hareketle uzlaşamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 415)

Sultanlarla, halifelerle idare olunmuş ve olunan memleketlerde vatan için, millet için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin düşmanlar tarafından satın alınmalarıdır. Bu ekseriya kolaylıkla sağlanagelmiştir. Meclislerle idare olunan memleketlerde de, en öldürücü taraf, bazı mebusların yabancılar ad ve hesabına çalınmış ve satın alınmış olmalarıdır. Millet Meclislerine kadar dahil olmak yolunu bulabilen vatansızlara tesadüf etmenin uzak bir ihtimal olmayacağına, tarihin bu konudaki misalleriyle karar vermek zarurîdir. Bunun için millet, vekillerini seçerken, çok dikkatli ve kıskanç olmalıdır. Milletin hatadan korunması için tek güvenilir çare, düşünce ve hareketleriyle milletin itimadını kazanmış siyasî bir partinin seçimde millete rehberlik etmesidir. Genellikle millet fertlerinin, adaylıklarını ortaya atan her şahıs hakkında karar vermeye yarayacak güvenilir bilgi ve isabetli görüşe malik bulunacağını kabul etmek, teorik olarak tasarlansa bile, bunun tamamen doğru olmadığı, tecrübelerin tecrübeleriyle inkâr edilmez bir gerçek olmuştur. 1927 (Nutuk II, s. 501-502)

Vatandaşlar! Vatanınızda herhangi bir şahsı, istediğinizi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evlâdınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, millî mevcudiyetinizi bütün sevgilerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. 1925 (Atatürk’ün M.A.D. s. 20)

Sebep ne olursa olsun vatandaşın derdine çare bulmak, yardım etmek ve destek olmak, Cumhuriyet hükûmetinin koşacağı bir vazifedir. Fakat hükûmetin yardımını isterken ona karşı, gerçek ahlâk sahibi olarak çıkmak tek çaredir. Yoksa birtakım küçük, adî menfaatlerini gizlemeye çalışmak, bu ferdî ıstırapları bütün milleti kapsayan ıstırap gibi göstermek ve bu suretle Cumhuriyet hükûmetini yanıltmak isteyenler bilsinler ki, daima aldanacaklardır. 1931 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 36)

Herhalde millet, hükümetin gözcüsü olmak lâzım gelir. Çünkü hükûmetlerin icraatı olumsuz olup da millet itiraz etmez ve düşürmezse, bütün kusur ve kabahatlere iştirak etmiş demektir. 1920 (Nutuk III, s. 1188)

Bağımsız seçilmiş milletvekillerinin tenkitlerinden şikâyet edilmesi üzerine söyledikleri:

Elbette konuşacaklar, elbette tenkit edecekler! Biz, bu arkadaşların Meclis’e girmelerini neden teşvik ve arzu ettik, bir oyun olsun diye mi? Hayır efendim; bilâkis biz onları gayet ciddî bir düşünce ile, işlerimiz hakkındaki fikir ve kanaatlerini açıkça söylesinler, yaptıklarımızı tenkit etsinler, yani yeri boş kalan muhalefetin, bir dereceye kadar olsun, vazifesini görsünler diye Meclis’e getirdik, öyle değil mi? O halde niçin sinirleniyorsunuz, neden şikâyet ediyorsunuz? Yoksa kendinizden emin değil misiniz; yaptıklarınızda savunamayacağınız noktalar mı var? Şunu açıkça söyleyeyim ki, benim kesinlikle böyle bir endişem yoktur, bütün yaptıklarımı her zaman, her yerde savunabilirim. (Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 60)

Devlet ve hükûmeti, kendi malı ve koruyucusu tanımak, bir millet için büyük nimet ve şereftir. 1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 372)

Bence muhalefet, hürmete değerdir. Çünkü o da bir araştırma, bir görüş sonucudur. Fakat edilecek itirazlar anlayışlı ve uygun ve meşru sebeplere dayanmazsa muhalefet değersiz olur. 1919 (Atatürk’ün S.D. III, s. 7)

İleri hükûmetçiliğin ayırıcı özelliği, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir.Büyük, küçük bütün cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin, en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, . 378)

İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları seçiniz. Ancak bu sayede Meclis sizin arzularınızı yapmaya, lâyık olduğunuz refahı temin kudretine malik olacaktır. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 124)

Bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat, kendi ırkından, büyük tanıdığı ve başlarında taşıdığı insanlardan vefasızlık, felâket görmesi ondan daha acıdır. Bu, kalp ve vicdanlar için onulmaz yaradır. 1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 183-184)

Millete dost görünüp de ilk fırsatta iktidar mevkiine geçtikten sonra onun hakikî ihtiyaçlarını düşünecek yerde memleketi kendi istediği yolda götüren, lâf anlamayan, yetkili kimselerin yol göstermesine kulak asmayan, millette mevcut kuvvetleri şahsına bağlamaya çalışan kahraman yüzlü insanlardan oldukça çok zarar çekildi. 1919 (Atatürk’ün S.D.III. s. 8)

Vatandaşın en büyük vazifesi, aynı zamanda en mukaddes hakkı, seçme hakkıdır. Devlet binasının temeli olan, Büyük Millet Meclisi halinde toplanan milletvekillerini, vatandaşlar seçer ve bu suretle devlet kurmakta yetkili olduğu irade ve egemenliğinin sahibi olduğunu gösterir. 1930 (Afetinan M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 16)

Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, sinesinde yetişerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri, çok iyi incelemek dikkatinden, bir an vazgeçmesin! 1925 (Nutuk II, s. 607)

Tarihin bazı korkunç kayıtlarını, tam uyanıklık ile hatırlatmayı faydalı buluyorum. Bir millette, özellikle bir milletin idaresinin başında bulunan kimselerde ihtiraslar ve şahsî münakaşalar, millî ve vatanî vazifenin gerektirdiği yüksek duygulara galip gelme derecesini bulduğu memleketlerde dağılma ve yok olma, sakınılması mümkün olmayan bir neticedir. 1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 165)

Her ne suretle olursa olsun, hizmet edenler milletten büyük mükâfatlar bekliyorlarsa katiyen doğru bir harekette bulunmuş olmazlar. Milletten çok şey istememeliyiz. Hizmet edenler, namus vazifelerini yerine getirmiş olmaktan başka bir şey yapmamışlardır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 91)

Devletin, içine düştüğü yok olma tehlikesinin korkunç derinliğini görmekten âciz olan zavallılar, elbette ciddî ve gerçek çareyi görmemek için gözlerini yumarlar. Çünkü, o ciddî ve gerçek çare, kendilerini daha çok ürkütür. 1927 (Nutuk I, s. 225)

Milletvekili olarak vazife ve mesuliyet mevkiinde beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın, geçen tecrübelerden de istifade ederek vazifelerini iyi yapacaklarını ve bilhassa milletvekilliğinin, her düşünceden önce bir millet vekâleti olduğunu ve bunun resmî ve hususî hayatta dahi birçok mânevî ve sağduyuyu gerektirici külfetleri bulunduğunu gözden uzak düşürmeyeceklerini kuvvetle ümit ederim. 1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 532)

Milletin müşterek arzu ve eğilimine temas etmek ve onun gereklerine hayatını vermeyi hareket kuralı bilmek, gerçek yolda yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin fertlerinde hâkim olması, uyulması gerekli olan, milletin müşterek arzusu, maşerî fikridir. Bir insan, memleketine ve milletine faydalı bir iş yaparken göz önünden bir an uzak bulundurmamaya mecbur olduğu kural, milletin gerçek eğilimidir. 1925 (M.E.İ.S.D.I, s. 23)

Serbest Cumhuriyet Partisi denemesine hazırlık günlerinde söylemiştir:

Tek partili bir mecliste, özellikle o parti, hadise ve vak’aların ululaştırdığı bir başkanın kurduğu teşekkül olunca, o teşekküle dayanan hükûmeti mesuliyet esasına dayanan ciddî bir denetleme imkânsız olur. Ben inkılâp yapmışım, bir devlet kurmuşum. Hadiseler ismimi, şahsımı, kanunlarla, Meclis’le, olaylarla karıştırmış. Milletin itimadı var. Böylece devam edip gidiyor. Fakat bu doğru bir gidiş değildir. Benden sonrası ne olacak? Samimî bir denetleme kurulmadıkça hükûmet de ve iş başında bulunanlar da bilinçaltlarında saklı, gizli ve hususî emel ve heveslerini, devletin gerçek ihtiyaçlarından ayıramazlar. Hükûmetî ve hükûmet adamlarını hatadan ve bu hatalar yüzünden devleti zararlardan korumak için bir muhalif partiye ihtiyaç açıktır. Başladığımız inkılâbı tamamlayalım. En büyük emelim, Devlet Başkanlığı’ndan çekilip partinin başına geçmek ve orada milletin selâmet ve yükselmesi namına fikir ve ilke mücadelesi yapmaktır. 1930 (Kılıç Ali, Atatürk ve Cumhuriyet, Milliyet gazetesi 2.11.1970)

Hükûmeti ve Meclis’i dikkatli bulunduran, tenkit hürriyetidir. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 60; 481)

Demokrasi ilkesi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi ilkesi, siyasî kuvvetin, egemenliğin kaynağına ve meşruiyetine temas etmektedir. Demokrasinin tam ve en belirgin hükûmet şekli Cumhuriyettir. 1930 (Afetinan M.B.ve M.K. Atatürk’ün El Yazılar, s. 29; 397-398)

Bugün demokrasi fikri, daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci asır, birçok müstebit hükûmetlerin, bu denizde boğulduğunu görmüştür. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 399)

Fransa İhtilâli bütün cihana hürriyet fikrini yaymıştır ve bu fikrin, hâlen esas ve kaynağı bulunmaktadır. Fakat o tarihten beri insanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi Fransız İhtilâli’nin açtığı yolu takip etmiş, lâkin kendisine has ayırıcı özellikle gelişmiştir. Zira her millet, inkılâbını toplumsal ortamının baskı ve ihtiyacına tâbi olan hal ve vaziyetine ve bu ihtilâl ve inkılâbın meydana geliş zamanına göre yapar. Her zaman ve yerde aynı hâdisenin tekrarına şahit değil miyiz? Her ne kadar milletlerin ve demokrasilerin işbirliği etmeleri lâzım ve mümkünse de işbirliği, ancak bir tek gayeye, yani barışa yönelmiş ise mümkün ve faydalı olur. Bu noktayı kavrayıp anlamayanlar, meydana getirdiğimiz eser hakkında bir fikir ve hüküm elde edemezler. 1928 (Atatürk’ün S.D.III, s. 81)

Halk Partisi’nin kuruluş hazırlıkları günlerinde verdiği bir demeçten:

Ben öyle bir parti kurmayı tasavvur ediyorum ki, bu parti milletin bütün sınıflarının refah ve saadetini temine yönelmiş bir programa sahip olsun. Milletimizin şartları buna müsaittir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 50)

İsmi parti olan halk teşekkülünden maksat, millet evlâdından bir kısmının, halk sınıflarından bazılarının, diğer evlât ve sınıfların zararına menfaatlerini temin etmek değildir. Belki, birbirinden ayrı ve hariç olmayıp halk namı altında bulunan bütün milleti birlik ve beraberlik halinde ortak ve umumî olan gerçek refaha eriştirmek için faaliyete getirmektir. 1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 60)

Bizim milletimiz, birbirinden çok farklı menfaatler izleyecek ve bu itibarla birbiriyle mücadele halinde bulunacak çeşitli sınıflara malik değildir. Mevcut sınıflar, birbirleri için gerekli olma niteliğindedir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 82)

Bu milletin siyasî partilerden çok canı yanmıştır. Şunu söyleyeyim ki, diğer memleketlerde partiler mutlaka ekonomik amaçlar üzerine kurulmuş ve kurulmaktadır. Çünkü, o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatini muhafaza için teşekkül eden siyasî bir partiye mukabil diğer bir sınıfın menfaatini muhafaza amacıyla bir parti teşekkül eder; bu pek tabiîdir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi kurulan siyasî partiler yüzünden şahit olduğumuz neticeler malûmdur. Halbuki Halk Partisi dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 97)

Siyaset sahasında karşılıklı faaliyetin verimli gelişmeleri, ancak vatandaşlar arasında düşmanlık meydana gelmesine yer verilmemesiyle temin olunabilir. Bunun çareleri: Partilerin içine girebilecek samimiyetten uzak ve gizli maksatlı unsurların, kanun dışında netice isteyen emel sahiplerinin bütün milletçe iğrenç görülmesi ve bir de cumhuriyet esası üzerinde çalışan partilerce bu gibilerin faaliyetlerinden daima uzak kalınmasıdır. 1930 (Atatürk’ün S.D.I.s. 352)

Millet ve memleketten kaynak ve dayanak almayan ve onun gerçek menfaatleriyle hiç münasebeti olmayacak surette ya sırf teorik veya hissî ve şahsî programlar etrafında parti kurmaya kalkışacak insanların, millet tarafından benimsenme şerefine erişeceklerini zannetmiyorum. Benim, bütün hazırlıklarda ve yapılan işlerde hareket kuralı saydığım bir şey vardır; o da meydana getirilen kurum ve kuruluşların şahısla değil, gerçekle yaşayacağıdır.Bundan ötürü herhangi bir program, filânın programı olarak değil, fakat millet ve memleket ihtiyaçlarına cevap verecek düşünce ve tedbirleri içine alması sebebiyle kıymet ve saygı kazanabilir. 1922 (Mustafa Baydar, Atatürk’le Konuşmalar, s. 42-43)

Uzağı görücü olduğu kadar milletimizin âcil ihtiyaçlarına çare bulacak bir programa dayanmayan yenileşme teşebbüsleri, şahsî ve keyfî olmaktan kurtulamaz. Bu gibi teşebbüsler, sahipleri olan şahısların değişmesi ile, hatta şahsî nüfuzunun azalması ile söner gider. Diğer yönden herhangi bir programın uzun bir çalışma devresine rehber olması için memlekette bütün vatanseverlerin ona yardımcı olması gerekir. Hakikaten büyük bir kütlenin gelişme emellerini kapsamayan bir programın, başarılı ve devamlı olması ümit olunamaz. 1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 47)

Herkesçe bilinir ki siyasî partiler, belirli amaçlarla kurulurlar. Meselâ, İzmir tüccarları yalnız kendi menfaatlerini tatmin edebilecek bir parti yapabilirler; yahut yalnız çiftçilerden ibaret bir parti olabilir. Halbuki bizim partimiz, böyle sınırlı bir görüşü izleyen kuruluş değildir. Tersine, her sınıf halkın menfaatlerini eşit bir surette, biri diğerini zedelemeden temin etmeyi amaç edinen bir kuruluştur. Bunu davranış şeklimiz ispat etmektedir. Bundan sonra da böyle olacaktır.Diğer memleketlerde bu kuruluşun bir benzerini aramaya lüzum yoktur. 1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı: 82-83, 1931)

Bizim milletimiz esasen demokrattır. Kültürünün, geleneklerinin en derin maziye ait dönemleri bunu doğrular. Bizim yapabileceğimiz bir şey varsa, bu fıtrî karakterin gereklerini yapay bir şekilde menetmek isteyenleri ortadan kaldırmaktır. (Vasfi Raşid Sevig, Türkiye Cumhuriyeti Esas Teşkilât Hukuku, 1938, Cilt: I, s. 329)

Türk milleti, en eski tarihlerinde meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet reislerini seçmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin teşkil ettikleri devletlerde başlarına geçen padişahlar, bu usulden ayrılarak müstebit olmuşlardır. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 402)

Serbest Cumhuriyet Partisi Lideri Fethi Okyar’a verdiği cevaptan :

Büyük Millet Meclisi’nde ve millet karşısında ulus işlerinin serbest münakaşası ve iyi niyet sahibi kişilerin ve partilerin özel görüşlerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim gençliğimden beri âşık ve taraftar olduğum bir sistemdir. Memnuniyetle görüyorum ki, lâik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Bundan ötürü büyük Meclis’te aynı temele dayanan yeni bir partinin faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini, cumhuriyetin esaslarından sayarım. 1930 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 544)

Milleti, aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, adî politikacılar gibi yalancı vaatlerde bulunmaktan nefret ederiz. 1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 209)

Bizim bugünkü kuvvetimizin ruhu, aslı yeni şeklimizdedir. Biz bugün, doğrudan doğruya milletin ruhuna, vicdanına, eğilimlerine uygun olan maddî ve esaslı noktalara dayanıyoruz. Hükûmetimiz, yalnız bir şahsın görüşüne bağlı olmaktan uzaktır. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 6. 12. 1929)

İzlediğimiz yol demek, içimizden herhangi birimizin çizdiği herhangi bir yol değildir. bütün düşüncelerin bileşkesinin çizdiği büyük yol demektir; onun için doğrudur, isabetlidir. 1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 219)
Elimizdeki programın ruhu, bizi yalnız bir kısım vatandaşla alâkalı kalmaktan meneder. Biz, bütün Türk milletinin hizmetindeyiz. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, S. 389)

Tarih, “geleneksel boyun kırmaktan üzüntü duymayan millet, biz yürüyelim, arkamızdan gelsin!” fikir ve görüşünde bulunanların uğradıkları akıbetler ve cezalarla doludur. İdare adamlarının, bilhassa millet adamlarının böyle yanlış ve reddolunmuş zihniyetlere asla kapılmamaları lâzımdır. 1919 (Nutuk I, s. 56)

Mutluluk ve güvenliğin bütün gereklerini, Büyük Millet Meclisi kanunlarının itibar ve yürürlüğünde görmek, anlayışımızın esas noktasıdır. 1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 536)

Memleketin mukadderatında yegâne salâhiyet ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük teminattır. Büyük millî dertler, şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin tedbirlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelecektir. 1930 (Atatürk’ün S.D. I, s. 352)

Her işi, bütün idarî karakterler ve şahsî faziletlerle mükemmelen yetişmiş adamlara bırakmak, pek kıymetli ve tatlı bir temenni olmakla beraber, muhitimiz için değil, hattâ dünyanın en ileri gitmiş milletleri için bile her yer, her bölge, her meslek sahibi tarafından hürmete değer sayılacak bu kadar çok adam bulmak mümkün değildir. 1921 (Nutuk II, s. 599)

Şimdiye kadar halkımız kendi memleketini, kendi hayatını, kendi menfaatini düşünmek için serbest bırakılmamıştır. Kendi benliği kendisine unutturularak şunun ve bunun herhangi bir keyif ve emelini elde etmekle vakit geçirmiştir. Yani toplumsal ve idarî kuruluşlarımızdaki bozukluk, bu sonuçları bize vermektedir. Bundan sonra şüphe yok ki halk bütün benliğini duyacak ve yaşama kabiliyetini azamî derecede geliştirecektir. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 31. 1. 1930)

Mülkiyelilerin bağlılık ve saygı telgrafına cevabından:

Bana içten sevgilerini haykıranlar, yarım asırdan beri büyük Türk ulusunun tam anlamıyla millet olmasına çalışan, onunla en modern bir Türk Devleti kurmak için insanlık fedakârlıklarının hiçbirini kendilerinden esirgemeyen, kültür, idare, intizam, devlet anlamlarını en son ilmî telâkkilere göre billûrlaştırmaya çalışmış ve çalışan yüksek arkadaşlarımdır. 1935 (Ulus gazetesi, 12. 12. 1935)

Millî egemenlik esası üzerinde idare edilen medenî devletlerde kabul edilmiş ve fiilen geçerli bulunan esas, milletin genel isteklerini en çok temsil eden ve bu isteklerin bağlı olduğu menfaat ve gerekleri, en yüksek kudretle ve salâhiyetle yapabilecek siyasî grubun, devlet işlerinin idaresini üzerine alması ve bu mesuliyeti en yüksek liderinin omuzuna bırakması ilkesinden ibarettir. Zaten bu şartları kazanamayan bir hükûmet vazife yapamaz. Hükûmetin, kuvvetli grup üyeleri arasından ve fakat birinci derecede olmayanlarından zayıf bir hükûmet yapmak ve onu partinin birinci liderlerinin emir ve öğütleriyle yürütmeye kalkışmak fikri, elbette doğru değildir. Bunun feci neticeleri bilhassa Osmanlı Devleti’nin son günlerinde görülmüştür. İttihat ve Terakki liderlerinin elinde oyuncak olan sadrazamlardan ve onların hükûmetlerinden millete gelen zararlar, sayılamayacak kadar çok değil midir? Mecliste, hâkim olan partinin, hükûmet kurmayı, muhalif ve azınlıkta bulunan bir partiye terk etmesi ise asla söz konusu olamaz. Kural ve usul olarak milletin ekseriyetini temsil eden ve kendi amacı belli olan parti, hükûmeti kurma mesuliyetini üzerine alır ve kendi amaç ve prensiplerini memlekette uygular. 1927 (Nutuk I, s. 221-222)

Bir kurumun muhasebesi, namusudur. (Uluğ İğdemir, 1954 VII. Türk Dil Kurultayı, s. 138)

Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lâzımdır. 1930 (Atatürk’ün S.D.II, s. 257)

Mesuliyet yükü her şeyden, ölümden de ağırdır. 1915 (Mustafa Kemal,Anafartalar M.A.T., s. 24)

Bir toplantıda, kendi partisinden bir bucak başkanının çekinmeden tenkitlerde bulunması üzerine söyledikleri:

– Bu genç doğru söylüyor, tebrik ederim. Biz, her yaptığımızı methedenlerden değil, gerçekleri olduğu gibi görenlerden fayda göreceğimize inanmalıyız. Bu genç, doğru düşünüyor; söylediklerinde, ben de dahil olduğum halde hepimiz için ibret alınacak şeyler mevcuttur. 1930 (Atatürk’ten B.H., s. 54)

Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lâzımdır. 1930 (Büyük Tarih Trabzon’da, S. 16)

Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz. Felâket ve saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima gerçekten ayrılmayacağız. 1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 226)

Mesuliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır. (1915)

Yemin mukaddes bir sözleşme demektir. Namus sahibi olan bir kimse verdiği sözden dönmez. 1919 (Atatürk’ün S.D. III, S. 7-8)

Gerçi asıl olan millettir. Toplumdur. Onun da umumî iradesi, Mecliste belirir; bu her yerde böyledir. Fakat, fertler de vardır. Meclis, memleket ve devlet işlerini fertlerle, şahıslarla yapmaktadır. Her devletin işlerini yöneten şahıs ve şahıslar meydandadır. Hakikati, mânasız görüşlerle inkâra yer yoktur. 1922 (Nutuk II, S. 659)

Millet tarafından, millet adına, devleti idareye yetkili kılınanlar için, gerektiği zaman, millete hesap vermek, mecburiyeti, lâubalilik ve keyfî hareketle uzlaşamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları S. 415)
Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine girmeli, bu milletle aynı şartlar içinde yaşamalı ki ne yapmak lâzım geleceğini ciddi surette hissedebilsinler. (1923)

Milletin sinesinde serbest bir fert olmak kadar dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri bilen kalp ve vicdanında manevî ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddî makamların hiçbir kıymeti yoktur. 1922 (Nutuk II, s. 663)

Benim havarîlerim yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet eder ve hizmet liyakat ve kudretini gösterirse havarî onlardır. 1923 (Nutuk II, s. 794)

Millet işlerinde her ferdin zihninin, başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 95)

Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan ilerlemekte ve yükselmektedir. Büyük Türk milletinin bu yoldaki hızını, her vasıta ile artırmaya çalışmak, bizim, hepimizin en kutlu vazifemizdir. 1932 (Atatürk’ün S.D.I, s. 358)

Herkes millî vazife ve mesuliyetini bilmeli, memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle, düşünüp çalışmayı itiyat edinmelidir. (Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 67)

İmzasız ihbar mektubu gönderenler hakkında söylediği söz:

Samimî ve dürüst insanlar, aynı zamanda medenî cesaret sahibi olur, imzalarını saklamaya tenezzül etmezler. Belli ki bunu yazan ahlâksız yalancının biridir. (Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri 1965, s. 26-27)

Hakikaten memlekete hizmet etmek istiyenlerin kalbi açık olmalıdır; açık söylemelidirler. Millet ile, milleti sevk ve idare edenler çok açık görüşmelidirler. Olan şeyler ve yapılacak şeyler olduğu gibi ifade olunmalıdır. Yoksa, safsatalar ile milleti aldatmak, onu birbirine düşürmek demektir. Kuralımız, daima millete karşı hakikatleri ifade olmalıdır. Milleti aydınlatma, bu demektir. Millete hakikati izan edenler, kendilerinin de aldanmadığına emin olmalıdır. Arkadaşlar, benim bütün hayatımda takip ettiğim meslek budur! 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 8. 12. 1929)

Her zaman suçsuz insanları baştan çıkarmak için uğraşanlar olmuştur. Böylelerinin sözlerine kulak asmamak, onlara tertip olunacak en iyi cezadır. 1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 71)

Asla hatırdan çıkarmamalısınız: Bizim en büyük kuvvetimizi, bugün de yarın da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize bağlılık teşkil edecektir. (Hasan Rıza Soyak, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s. 18)

Milletin şahıslara, kendini unutacak ve kendini kaptıracak kadar tutkun olması, iyi netice vermez. Bunun tarihte misalleri çoktur. 1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 265)

Şu ve bu tarzda, birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz, bunun hiçbir kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Eğer şunun, bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, halinizi bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. 1908 (Atatürk’ün S.D.V, s. 112)

İnsan yaşadığı, bulunduğu ve çalıştığı ortam içinde, o devri sevk ve idare edenlerle beraber ve bir görüşte olursa aynı ortam ve devrin adamı olmaktan çıkamaz. 1918 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 67)

Bizim yüzümüz, her zaman temiz ve lekesiz idi ve daima temiz ve lekesiz kalacaktır. Yüzü çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim vatanseverce, vicdanlıca ve namusluca hareketlerimizi, küçük ve çirkin ihtirasları yüzünden çirkin göstermeye kalkışanlardır. 1927 (Nutuk II, s. 882)

İnsanlar daima yüksek, temiz ve mukaddes hedeflere yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, dimağını ve bütün insanî kavramını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük fedakârlık yaparlarsa, yükselirler ve bu hareket şekli mutlaka açık olur. Çünkü alnı açık, dimağı açık, kalp ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen toplumlar, ancak bu mânada hareketlerin izleyicisi olabilirler. Fikirlerini, duygularını ve teşebbüslerini gizli tutanlar, gizli vasıtalar uygulamaya girişenler, mutlaka utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu, ergeç acıdır. 1926 (Atatürk’ün S.D. III, s. 80-81)

Her ne suretle olsun, hizmet edenler milletten büyük mükâfatlar bekliyorlarsa katiyen doğru bir harekette bulunmuş olmazlar. Milletten çok şey istememeliyiz. Hizmet edenler, namus vazifelerini yerine getirmiş olmaktan başka bir şey yapmamışlardır. (1923)

Cumhuriyetçi ve milliyetçi olmakla beraber partimiz programından başka bir programla ve partili olmanın tabiî kayıtları dışında serbest çalışacak samimî yurttaşların millet kürsüsünden yapacakları tenkitler ve söyleyecekleri düşüncelerle millî çalışmanın kuvvetleneceği kanaatinde bulunuyoruz. 1935 (Atatürk’ün T.T.B. IV, S. 570)

Milleti idarede prensibimiz, milletin müşterek ve umumî fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakikî ve ciddi olabilmesi, milletin maddî ve manevî ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. 1925 (Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, S. 88)

Milleti, aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, âdi politikacılar gibi yalancı vaadlerde bulunmaktan nefret ederiz. 1925 (Sadi Borak, Bilinmeyen Yenleriyle Atatürk, S. 87)

Memleket işlerinde, millet işlerinde, hakikî işlerde duygulara, hatıra, dostluğa bakılmaz. 1922 (Atatürk’ün S.D. I, S. 213)

Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelâde politikacılıkla milleti parçalamak, hıyanettir. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, S. 224)

Millete efendilik yoktur. Hizmet etme vardır. Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur. 1921 (Atatürk’ün S.D. I, S. 195)

Yapmak iktidarında olmadığımız işleri uyuşturucu, oyalayıcı sözlerle yaparız diyerek millete karşı gündelik siyaset takip etmek prensibimiz değildir. 1931 (Atatürk’ün T.T.B. IV, S. 552)

Benim istediğim sadece memleket işlerinin Büyük Millet Meclisinde açıkça münakaşa edilmesidir. Büyük Millet Meclisinde Türk milletinin gözü önünde açıkça konuşulamayacak hiçbir iş yoktur. 1930 (Asım Us, G.D.D., S. 132)

Bir hükûmet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükûmetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, “Hükûmetten gaye nedir?” bunu düşünmek lâzımdır. Hükûmetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükûmet iyi, edemeyen fenadır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, S. 121)

Bizim telâkkimize göre, siyasî kuvvet, millî irade ve egemenlik, milletin bütün halinde müşterek şahsiyetine aittir, birdir. Taksim edilemez, ayrılamaz ve başkasına bırakılamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, S. 418)

İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecek çocukları, bunu, bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar. 1927 (Nutuk I, S. 355)

Millî egemenlik esası üzerinde idare edilen medeni devletlerde, kabul edilmiş ve fiilen geçerli bulunan esas; milletin genel isteklerini en çok temsil eden ve bu isteklerin bağlı olduğu menfaat ve gerekleri, en yüksek kudretle ve selâhiyetle yapabilecek siyasî grubun, devlet işlerinin idaresini üzerine alması ve bu mesuliyeti en yüksek liderinin omuzuna bırakması prensibinden ibarettir. Zaten bu şartları kazanamayan bir hükûmet vazife yapamaz. Hükûmetin, kuvvetli grup üyeleri arasından ve fakat birinci derecede olmayanlarından zayıf bir hükûmet yapmak ve onu partinin birinci liderlerini emir ve öğütleriyle yürütmeye kalkışmak fikri, elbette doğru değildir. Bunun feci neticeleri bilhassa Osmanlı Devletinin son günlerinde görülmüştür. İttihat ve Terakki liderlerinin elinde oyuncak olan sadrazamlardan ve onların hükûmetlerinden, millete gelen zararlar sayılamayacak kadar çok değil midir? Mecliste, hâkim olan partinin, hükûmet kurmayı, muhalif ve azınlıkta bulunan bir partiye terk etmesi ise asla sözkonusu olamaz. Kaideten ve usulen milletin ekseriyetini temsil eden ve özel amacı belli olan parti, hükûmeti kurma mesuliyetini üzerine alır ve kendi amaç ve prensiplerini memlekette uygular. 1927 (Nutuk I, S. 221-222)

Atatürk’e ait el yazısı metin :

Benim için bir tek hedef vardır: Cumhuriyet hedefi! Bu hedefe vasıl olmak için, muayyen yolda yürüyen arkadaşların muvaffak olması için, başvurulan doğru yolda, namuskârane yolda çok çalışmak ve faal olmak lâzımdır. Arkadaşlar, benden iltimas beklenmemelidir. Hepiniz, benim nazarımda kıymetli, yüksek kardeşlersiniz. Ama, hepinize gösterdiğim hedef kutsî bir hedeftir. Oraya yöneliksiniz. Hanginiz daha güzel yollarla, muvaffakiyetlerle oraya vasıl olursanız onu takdir edeceğim, alkışlayacağım. Benden iltimas ve tarafgirlik beklemeyiniz arkadaşlar! Adam olanlar, insan olanlar, fikirleri olanlar, yüksek ideali olanlar kıymetlerini göstersinler! Benim, size kardeşçe söyleyeceğim şey budur. (Afetinan, Atatürk’ün B.N.M., s. 38)

Büyük, mühim bir inkılâp oldu. Bu inkılâp, milletin selâmeti namına, hak namına yapıldı. Milletimiz, demokratik bir hükûmet tesis etmek sayesinde düşman ordularını imha etti. 1924 (Atatürk’ün S.D. II, s. 165)

Bu kadar matemler ve felâketler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip kalmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlâtlarını toplu ve dikkatli bulundurmak lâzımdır. 1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 180)

Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları, kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, s.230)

İstanbul’da saltanatlarının, zevk ve eğlenceye düşkünlüklerinin, menfaatlerinin devam ettirilmesini düşmanların anavatanımızı istilâ etmek emellerine uydurmakta, onlarla işbirliği yapmakta, düşman devletlerin her isteğine boyun eğmekte asla tereddüt göstermeyen, vicdanları sızlamayan, milletimizin hür ve bağımsız yaşama azmini kırma için haince teşebbüslerden çekinmeyen sultan ve halifenin, artık bu vatanda asla yeri yoktur ve olamaz. 1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 39)

Dünyada herşey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fenin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. 1924

Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyakat kazanamaz. (Nutuk)

Basın, hükûmetlerin siyaseti üzerinde geniş ölçüde tesir yapan büyük bir kuvvettir. 1930 (Cumhuriyet gazetesi., 31. 10. 1930)

Gazetelerden korkmamak icap eder. Gazetelere gelince: Onlar, mevcut kanunlar dairesinde hürdür. Kanunun haricine çıkarlarsa kanunî sorumluluğa maruz kalırlar. Basın da, kanun dairesinde hürriyetinin saklı olduğuna emin olunca şu veya bu zatın veya memurun bir gazeteyi mahkemeye vermesinden korkmamalı. İlmî ve toplumsal tenkitler için kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Şahsî tenkitler de haklı noktalara yöneltilmiş olmalı. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 4. 12. 1929)

Basın, hiçbir sebeple baskı ve nüfuza tâbi tutulamaz. 1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 65)

Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdırlar. 1929 (Ayın Tarihi, Cilt: 20, Sayı: 65, 1929)

Gazeteler, kanunun ve umumun menfaatlerinin aksine muamelelere şahit ve vakıf oldukları takdirde gerekli yayında bulunmalıdırlar. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.51)

Özel maksatla yayın yapan bazı gazetelerin, halkın ekseriyeti üzerinde yaptığı tesir, her memlekette olduğu gibi o gazetelerin lehinde değildir. 1924 (Atatürk’ün S.D.III, s. 78)

Aşağı insanların para ile yaptırdıkları basın mücadeleleri vardır. En adî yalanları yaymada basının kullanıldığı görülmüştür. Basın ve fikir hürriyetinin maruz kaldığı başka tehlikeler de vardır. Basının ve hatta fikir cemiyetlerinin, millî hükûmetin tesirinden kurtularak, siyasî ve iktisadî gizli maksatlara âlet olmasından korkulur. Basının para ile satın alınabilmesi, milletlerarası yüksek para âleminin basın üzerinde gizli tesiri veyahut sadece ecnebi devletlerin örtülü ödeneklerinin tesiri, işte bunların kamuoyunu aldatma ve yanıltmasından gerçekten korkulur. Fakat, hürriyetten çıkacak bu fenalıklar, asla çaresiz değildir. Evvelâ, basın hürriyetine yasal bir sınır çizilir. İkinci olarak, gazeteler, hususî bir teşkilât yaparak, bununla kendi üzerlerinde ahlâkî bir tesir icra ederler. İlk zamanlarda bir kazanç işinden başka bir şey olmayan gazetecilik, toplumsal bir kurum haline gelebilir. Bundan başka, halkın fikrî ve siyasî eğitimi de bir teminattır. Halk, birçok gazeteleri okumaya ve onları birbirleriyle kontrol etmeye ve gazetecilik yalanlarına inanmamaya alışırlar. Bütün bunların üstünde, her şeyin açık olması sayesinde, iyi niyetin gelişeceğini ve hayatî meseleler üzerinde iyi niyet sahibi insanların daima ekseriyeti teşkil edeceklerini kabul etmek uygun olur. Çünkü, her zaman dünyanın yarısını ve bir zaman dünyanın hepsini aldatmak mümkündür. Fakat, bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir. Tecrübe göstermiştir ki, her şeyi söylemekten insanları menetmek, asla mümkün değildir. Fakat, millî terbiye ve büyük manevî kuvvetlere karşı hükûmetin münasip hareket tarzı sayesinde, isyankâr fikirlerin yayılmasına müsaade etmeyecek toplumsal bir ortam yaratmak mümkündür. Fakat herhalde, her şeyin söylenmesine müsaade etmek ve bunun karşısında söyleyenlerin fiile geçmesini bekleyerek tedbir almakla yetinmek de mânasızdır. Bütün halkın fiile geçtiği gün, onları durduracak kuvvet yoktur. Tıbbî bir hıfzıssıhha olduğu gibi, toplumsal bir hıfzıssıhha da vardır. Her ikisi aynı ilkeye dayanır. Maddî mikropları yok etmek mümkün olmadığı gibi manevî mikropları da yok etmek mümkün değildir. Fakat, şahsın vücudunda maddî bir sağlamlık yaratmak mümkün olduğu gibi, toplumsal bünyede de manevî bir sağlamlık yaratmak ve bu suretle bir karşı koyma zemini hazırlamak mümkündür. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 61-62; 488-492)

Bilerek veya bilmeyerek yabancı kaynakların ilhamına kapılanlar vardır. Bunlar fikirleriyle, sözleriyle toplumsal bütünlüğümüzü zaafa düşürebilecek faaliyette bulunuyorlar. Vatandaşlar, bu gibileri tanımalı ve onların sözlerindeki gerçek mânayı bulmaya çalışmalıdırlar. 1925 (Atatürk’ün S.D.V., s. 211)

Hepiniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun zihniyetine göre antlaşma, birbiriyle eşit milletler arasında yapılırdı. Halbuki Venedik, o zaman Osmanlı Devleti’ne eşit olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya emri altında idi. Bundan ötürü Padişah, böyle bir hükûmetle antlaşma yapamazdı; fakat ona müsaadelerde bulunabilirdi ve müsaadelerde bulundu. İşte bu müsaade kelimesi, kapitülâsyonlar kelimesiyle tercüme edilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülâsyon kelimesi, bir kale içinde muhasara olunan, savunulacak gereç ve vasıtalarını kullandıktan sonra teslimini bildirmeye mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların müsaadesini tercüme ederken kullanmış bulundular. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 102)

Kapitülâsyonlar, bir devleti mutlaka çökertir. Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslâm İmparatorlukları bunun en büyük delilidir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 97)

Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti “uhud-i atika”* namı altında bir takım kapitülâsyonların esiri idi. Memleket dahilindeki Hristiyan unsurlar birçok imtiyazlara, muafiyetlere sahip bulunuyordu. Bir devlet, kendi memleketinde bulunan yabancılara yargı hakkını uygulayamazsa, bir millet, kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan almaktan menedilmiş bulunursa, bir devlet kendi hayatını kemiren kendi dahilindeki unsurlar hakkında tedbirler almaktan menedilirse böyle bir devletin, egemenliğine sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur mu? İşte Osmanlı Devleti böyle bir halde idi. Bu kadar da değil… Osmanlı Devleti, kendisini tesis eden esas unsurun, milletin insanca yaşamasını temin edecek işlere de girişmekten menedilmişti. Memleketi imar edemez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya teşebbüs ettiği zaman derhal yabancılar müdahale eder, hatta bir mektep yapmak istediği zaman bile müdahaleye maruz kalırdı. Kayda değer ki, bütün bu fenalıklar, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından, devletin güçsüzlüğünden ileri gelmiş değildi. Bilâkis bütün bu esaret zincirleri devletin en güçlü, en kudretli bulunduğu bir zamanda boynumuza, devletin boynuna geçirilmiştir.
Efendiler, bu halin hikmetini, devlet kavramını anlayış şeklinde aramak lâzımdır. Biliyorsunuz ki tacidarlar, hükümdarlar ve bilhassa kendilerine “Allahın Gölgesi” diyen padişahlar, memleketi kendi mâlikânesi ve bütün aslî unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız emrine boyun eğen bir kütle farz ederler. Bundan başka padişahların etrafında birtakım menfaatperestler bulunur ki, onlar da padişahın lütfuna, himayesine erişmek için bu görüş tarzını iyi imiş gibi gösterirlerdi. Bütün bu görüş ve yorumlar karşısında mâsum millet, hakikaten bunun doğru olduğunu, dinin icabından bulunduğunu farz ve zanneder. İşte Osmanlı padişahları, milletin bu telâkkisinden istifade ederek milletin hakkı olan, milletin şerefi, haysiyeti ve bütün mevcudiyetiyle ilgili olan birçok kaynakları, hediye ve bağış olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Biliyorsunuz ki ilk kapitülâsyon Fatih zamanında, İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine pekâlâ biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hristiyan unsurlara imtiyaz, aynı tarihte verilmiştir. Fakat milletin hayatî kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu imtiyazlar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya başladı. Tahammül edememeye başladı. Onları, bir hediye ve bağış olarak alanlar, sonraları bu imtiyazları bir kazanılmış hak telâkki ettiler. Onunla da kanaat etmediler. Her vesileden istifade ile onları artırmak ve genişletmek vasıtalarına gittiler. Hükûmeti tehdide kalkıştılar. Efendiler, haşmet ve gösteriş içinde vakit geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve erkânı, debdebeyi devam ettirmek kanaatinde bulunuyorlardı. Onun için devletin hakikî kaynaklarını kuruttuktan sonra muhtaç oldukları parayı hariçten tedarike kalkıştılar. Bunun için de birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün kaynaklarını vermek ve haysiyet ve şerefini feda etmek suretiyle o borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödeyemeyecek hale geldiler. Devlet, cihan gözünde iflâs etmiş sayıldı.

Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar gösterdiği manzara şu idi: Memleket dahilinde bütün Hristiyan unsurlar, esas unsurun çok çok üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip… Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü hususî teşkilâta sahip ve haricin daimî teşviklerine ve himayesine mazhar.. Devlet ve Hükûmet ise bunu menetmekten âciz.. Çünkü bütün bu imhakâr girişimlerin dayanak noktası, dışarda birtakım kuvvetli devletler idi. Dışardaki devletler hem bir taraftan içerdeki unsurları, devlet ve memleketi tahrip etmeye ve bir takım istiklâller meydana getirmeye teşvik ediyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların nam ve hesabına müdahale ediyor, çalışıyor ve bu suretle bütün dünya nazarında Osmanlı Devleti’nin hiçbir kıymet, fazilet ve haysiyeti kalmıyor, devlet haysiyeti namına hiçbir şey kendisinde mevcut kabul edilmiyor, âdeta himaye ve vesâyet altında bir toplum gibi farz olunuyordu. İşte bu acı darbenin son safhası olmak üzere memleket ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, memleketin başında bulunan Saray, Babıâli ve bütün mensupları o düşmanlarla beraber olarak milletin başına musallat oldular; en son cinayeti işlediler. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 24-25. 12. 1929)

Kapitülâsyonların konferansta* birçok toplantıları işgal etmiş olması sebebini bir türlü anlayamıyoruz. Bu meselenin söz konusu edilmesi ve görüşülmesi bile millî onurumuza yöneltilmiş bir hakarettir. Kapitülâsyonların Türk milleti için ne derece iğrenç bir şey olduğunu size tarife gücüm yetmez. Bunları, diğer şekil ve namlar altında gizleyerek bize kabul ettirmeye muvaffak olacaklarını tasavvur ve tahayyül edenler bu konuda pek çok aldanıyorlar. Zira, Türkler kapitülâsyonların devamının kendilerini pek az bir zamanda ölüme sevk edeceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye ve savaşmaya karar vermiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 57)

Bugün için ticaretimiz hakkında ne düşünüyorsun diye sorarsanız, bu suale bir tek cevap vereceğim. Bugün için düşündüğüm tek şey, kapitülâsyonlardır. Maddeten, fiilen, kanla kaldırılmış olan kapitülâsyonların, bir daha dirilmemek üzere yokluğa gömülmesini temin etmektir. Ticaretimizin de, sanayimizin de, her nevi ekonomimizin de gelişme ve yükselmesi, ancak buna bağlıdır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 136)

Her şeyden evvel şurası bilinmek lâzımdır ki Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kapitülâsyonların bırakılmasını asla kabul etmeyecektir. Şayet yabancı uyruklar, eskiden olduğu gibi bundan sonra da kapitülâsyonlardan istifade etmeyi düşünüyorlarsa aldanıyorlar. Kapitülâsyonlar bizim için mevcut değildir ve aslâ mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin bağımsızlığı her sahada tamamen ve toptan tasdik olunmak şartiyle kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır. 1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 49)

Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya değer bir vatandır. İşte bu memleketi böyle bayındır hale, cennet haline getirecek olan, ekonomik etkenler ve ekonomik faaliyettir. Bu sebeple, öyle bir ekonomi devri lâzımdır ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrensin ve o gereklere başvursun. Hepimizin arzusu şudur ki, bu memleketin fertleri ellerinde örnekleriyle tarımın, ticaretin, sanatın, çalışmanın, hayatın bir temsilcisi olsun. Ve artık bu memleket böyle fakir ve bu millet yoksul değil, belki memleketimize zengin memleketi, zenginler memleketi, bu yeni Türkiye’nin adına da çalışkanlar diyarı denilsin. İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor ve böyle bir devre yükselecektir. Ve böyle bir devrin tarihini yazacaktır. Ve böyle bir devirde, böyle bir tarihte en büyük yer, en büyük hak çalışkanlara ait olacaktır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 108)

Eğer, bugüne kadar iktisadî sahada arzu ettiğimiz derecede büyük gelişmeler görülemiyorsa, bunu tabiî bulmak lâzımdır. Bu demek değildir ki Türk milleti iktisadiyat sahasında kabiliyetsizdir. Bunu diyenler belki vardır.Bunlar, Türk milletinin hakikî tarihini bilmeyenler ve onu gerçek kıymetiyle tanımamış olanlardır. Bütün insanlığa ziraatı, sanatı ilk öğreten Türk milletidir. Türk milletinin dünyaya eğiticilik etmiş olduğuna artık, gerçek âlimlerin şüphesi kalmamıştır. Türk milletinin, bundan sonra da lâyık olduğu derecede iktisadiyat sahasında yükseleceğine kimsenin şüphesi olmamalıdır. Partimizin vazifesi, bu hedefe bir an evvel erişebilmek için millete yol göstermek ve yardım etmektir. Biz bunu bir vicdan borcu, bir insanlık borcu biliriz. Borcumuza sadığız; daima sadık olacağız. 1931 (Vakit gazetesi, 29. 1.1931)

Paramızı, hayatımızı dış düşmanların sataşmasından kurtarmak, bu memleketin dış düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa, aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla iç düşmanlara, içerdeki zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareketlerini gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 132)

Memleketimizin ekonomik kaynakları, bütün dünyanın hırslarını çekecek verim ve servete maliktir. Halkımızın çiftçi olması, topraklarımızın dünyanın en bereketli topraklarından bulunması, maddî hayat için hiçbir endişeye yer bırakmamaktadır. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 229)

Eğer tüccarlar bizden olmazsa, millî servetin ehemmiyetli bir kısmı şimdiye kadar olduğu gibi, yine yabancılarda kalacaktır. Onun için millî ticaretimizi yükseltmeye mecbursunuz. 1932 (Atatürk’ün S.D.II, s. 132)

Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılamaz; bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 381)

Kamuoyu, milletin içinden taşan bir, değişik fikirler denizidir. O denizde muhtelif cereyanlar, muhtelif münakaşa dalgaları vücuda getirir. Kamuoyu, ruhî bir âlemdir. Orada seyreden fikir mücadelesi, dikkatli gözlerden gizli kalamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 59; 479-480)

Gerçek kamuoyu, hariçten kimsenin tesiri olmaksızın tabiî olarak mevcut olan fikir ve duyguların, yine tabiî olarak yarattığı bir havadır. Halbuki insan daima tesir altında kalır. Yalnız yeter ki bu tesir, toplumu meydana getiren insanların hakikaten onları düşünen ve bütün varlığını onlara veren ve adayanları tarafından yaratılsın. Bu suretle yaratılacak olan kamuoyu, bu memleketin geleceğini temin edebilir. Yoksa, herhangi esen bir hava ile değişebilecek bir kamuoyu içinde yaşarsak yarına itimat mümkün olmaz. Türk milletinin sağlam bir fikre sahip olmasını temin etmek gayemizdir. Yürüdüğümüz gerçek yolunun, milleti mutluluğa eriştiren biricik yol olduğunu anlatmak lâzımdır. Her şeyin yapılmasına çalışırken bütün çalışmanın, bütün teşebbüslerin üstünde Türk kamuoyunu gerçeği kavrama ve sezmeye alıştırmak, bu hali ona tabiî hal yapmak, şuradan ve buradan gelecek günlük fikirlere ve sahtekâr ve aldatıcı telkinlere asla ehemmiyet vermeyecek bir olgunlukta yaratmaktır. 1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı : 82-83, 1931)

Bizim milletimiz ve hükûmetimiz, adalet fikri ve adalet zihniyeti noktasında hiçbir medeni milletten aşağı değildir. Belki tarih bu noktada yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu sebeple bizim de adalet mevzuatımızın, bütün medenî milletlerin yürürlükteki kanunlarından eksik olması doğru değildir. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 217-18)

Hükûmet, memlekette kanunu hâkim kılmak ve adaleti iyi dağıtmakla görevlidir. Bu itibarla adalet işi pek mühimdir. Bu sebeple adalet siyasetimizi de izah etmeyi faydalı buluyorum. Adliye siyasetimizde takip edilecek gaye, evvelâ halkı yormaksızın süratle, isabetle, emniyetle adaleti dağıtmaktır. İkinci olarak, toplumumuzun bütün dünya ile teması tabiî va zarurîdir. Bunun için adalet seviyemizi, bütün medenî toplumların adalet seviyesi derecesinde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Bu hususları tatmin için mevcut kanun ve usullerimizi, bu görüş noktalarından düzeltmekte ve yenilemekteyiz ve yenileyeceğiz. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 217)

İnsanlar, huzur ile, vicdan hürriyeti ile çalışmak ihtiyacındadır. Bu ise, toplumu idare eden devlette ve hükûmette adaletin mutlak hâkim olmasıyla mümkündür. Bunu temin edecek şey, adliyemizdir. Bir memlekette adalet olmazsa, o memlekette anarşi var demektir, orada hükûmet yok demektir. Adalet kanunlarla yerine getirilir. Bu memlekette adaletin emniyetle, süratle dağıtılıp dağıtılmadığını anlamak için bir defa da mevcut kanunlarımıza bakmak lâzımdır. Bu kanunların memleket dahilindeki tatbikatına ve sonuçlarına bakmak lâzımdır. Bu noktada kendimizi yermek istemem. Herhalde bağımsızlığın temel direği olan adalet dağıtımında bir ecnebi parmağı bulundurmayacağız. Bu noktadaki kararımız kesindir. Fakat aynı zamanda insafla, akıl ve mantıkla ve aynı kesin karar ile kabule mecburuz ki, kanunî ve hukukî mevzuatımız fenadır. Onları esaslı surette değiştirmek, yeni hayata ve ihtiyaca uydurmak lâzımdır. Adalet Bakanlığı’nı işgal eden bütün arkadaşlarımız aynı görüştedirler. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 10-11.1.1930)

Adliyemizin emin olduğumuz yüksek gücü sayesindedir ki Cumhuriyet, kaçınılmaz gelişimi izleyebilecek ve türlü şekil ve kılıktaki tecavüzlere karşı vatandaşın hukukunu ve memleketin düzenini korunmuş tutabilecektir. 1930 (Atatürk’ün S.D.I, s. 351)

Tabiat olarak her insan, içinde yaşadığı cemiyette hayatın en mesut, en kolay, en tatlı taraflarının kendisine düşmesini ister ve en kuvvetli olan, kendisinden zayıf olanları hiçe sayar. Bunun neticesi huzur, sükûn, emniyet ve intizam içinde yaşamak imkânsızlaşır. İşte insanlar arasında kavga yerine birbirine yardım, karşılıklı hürmet, intizam koyan, herkese haklarını ve vazifelerini tanıtan, hukuk kurulları ve bunların kararlı bir şekilde tatbikidir. Bu iş, ancak devlet teşkilâtının ve kuvvetin bulunması sayesinde mümkündür. Devlet, herkesin hakkını ve vazifesini tayin eder. Hiç kimse, tayin edilen hudut haricinde bir hak iddia edemez. Bunun gibi, kendisi de fazla hiçbir vazife ile yükümlü tutulamaz. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 42 – 43)

Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülmez. Vatandaş, ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi lâzımdır. 1919 (Cevat Dursunoğlu, Millî Mücadele’de Erzurum, s. 118)

Egemenlik, kayıtsız ve şartsız milletindir. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s.58)

Kuvvet birdir ve o, milletindir. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 389)

Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez. 1922 (Nutuk II, s.700)

Arkadaşlar! Türkiye Devleti’nde ve Türkiye Devleti’ni kuran Türkiye halkında tacidar yoktur, diktatör yoktur! Tacidar yoktur ve olmayacaktır; çünkü olamaz! Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır, o da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır, o da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir. 1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 300)

Yeni Türkiye Devleti’nde saltanat, millettedir. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 26. 12. 1929)

Egemenlik mutlaka milletin elinde olmalıdır! Egemenliğine sahip olmayan bir insan veya bir toplum, hiçbir vakit iradesini kullanamaz. Egemenliğini herhangi birisine bırakan bir insan, kendi iradesinin kullanılacağından ve uygulanacağından emin olamaz. fiimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felâketler, kendi kader ve mükadderatını, başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7. 12. 1929)

Kendilerine bir milletin talihi bırakılan adamlar, milletin kuvvet ve kudretini, yalnız ve ancak yine milletin hakikî ve elde edilmesi mümkün menfaatleri yolunda kullanmakla görevli olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi zapt ve işgal etmek, o memleketin sahiplerine hâkim olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkânı yoktur. Oysa ki asırların getirdiği bir millî ruha, hiçbir kuvvet mukavemet edemez. Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya gücü yetecek kadar kuvvetli müstebitler, artık dünya yüzünde kalmamıştır. 1924 (Atatürk’ün B.N., s. 81)

23 Nisan, Türkiye millî tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık cihanına karşı ayağa kalkan Türkiye halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder. 1922 (Atatürk’ün S.D.V, s. 96)

Yeni Türkiye’nin, eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükûmeti tarihe geçmiştir.fiimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Gerçi millet değişmemiştir; aynı Türk unsuru bu milleti teşkil ediyor. Ancak, idare tarzı değişmiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D. III, s. 51)

Herkesin açık olarak bilmesi lâzımdır ki, bugünkü Türkiye halkı, asırlarca kendi iradesini ve kendi idaresini başkasının elinde görmeye tahammül eden halk değildir ve asıl bilinmesi lâzım gelen cihet de, bugünkü Türkiye halkının ve hükûmetinin tükenmez emeller peşinde koşup kendi evini unutan ve harap bırakan sergüzeştçi insanlardan olmadığıdır. Bu sebeple, tam bir kesinlikle söyleyebilirim ki hükûmetimiz zafer sevinciyle gerçek ve hayatî menfaatlerini unutacak kadar kendinden geçmemiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D. II, s.41)

Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdani ve mevcudiyetidir. 1923 (Atatürk’ün S.D. I, S. 300)

En mühim ve feyizli vazifelerimiz millî eğitim işleridir. Millî eğitim işlerinde mutlaka muzaffer olmak lâzımdır. Bir milletin hakikî kurtuluşu ancak bu suretle olur. 1922

Milletin toplumsal düzen ve sükûnu, hal ve istikbalde refahı, saadeti, selâmeti ve masumiyeti, medeniyette ilerleme ve yükselmesi için insanlardan, her hususta alâka, gayret, nefsin feragatini ve icabettiği zaman seve seve nefsinin fedasını talep eden, millî ahlâktır. Mükemmel bir millette, millî ahlâkiyet icapları, o millet fertleri tarafından âdeta muhakeme edilmeksizin vicdanî, hissî bir şevkle yapılır. En büyük millî heyecan işte budur. (Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B. S. 302)

“Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?” dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız. Hâdise ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lâzımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükûmetleri bencillikten kurtarır. Bencillik şahsî olsun, millî olsun daima fena sayılmalıdır. O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabiî olarak kendimiz için bütün lâzım gelen şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız. Kısa bir misal: Ben askerim. Umumî Harp’te bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir mesele üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki: “Niçin size ait olmayan meselelerle de uğraşıyorsunuz?” Cevap verdim: “Ben bütün orduların vaziyetini iyice bilmezsem, kendi ordumu nasıl sevk ve idare edeceğimi tayin edemem.” Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların daima göz önünde tutmaları lâzım gelen mesele budur. 1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilâtımızın dikkatli, alâkalı olmasını isteriz. 1932 (Atatürk’ün S.D. I, s. 358)

Efendiler, bizim hükûmetimiz demokratik bir hükûmet değildir, sosyalist bir hükûmet değildir ve gerçekten kitaplardaki hükûmetlerin, islâmî niteliği bakımından, hiç birine benzemeyen bir hükûmettir. Fakat, millî egemenliği, millî iradeyi belirten bir hükûmettir, bu nitelikte bir hükûmettir. Sosyal bilim bakımından bizim hükûmetimizi ifade etmek gerekirse (halk hükûmeti) deriz. Efendiler, biz hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, milletin bütünlüğümüzce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletin tümüyle savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız. O halde bu ve bu gibi teşviklerle ve izahlarla hükûmetimizin dayandığı esasın toplum bilime dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzememekle öğünmeliyiz! Çünkü, biz bize benziyoruz, efendiler! (Aralık 1921, S.D. II)

Türk’ün tabiatında, beyzadelik an’anesi yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için asildir. Bu Anadolu’nun en ücra köyündeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin nesli olabilir; ama, bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz, büyük babamızın babasını hatırlayamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz. İşte onun içindir ki, cumhuriyet Türk’ün en tabiî idare şeklidir. (Atatürk’ten B.H., s. 69)

Sağlam bir devlet hayatı için, ordunun lüzumuna delil aramak lüzumsuzdur. Etrafındaki devletler silâhlı oldukça, hayır, dünya yüzünde bir tek silâhlı devlet bulundukça vazifesini bilen bir devlet, bütün antlaşmalara rağmen ve bütün antlaşmalarla beraber kendi güvenliğini her şeyden evvel kendi kuvvetine dayandırır. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 117)

En iyi siyasetin, her türlü mânasıyla “en çok kuvvetli olmak”ta bulunduğunu kabul ederim. Bu sözden maksadım, yalnız silâh kuvveti olduğunu zannetmeyiniz, bilâkis asker olmama rağmen bu, bence kuvvet toplamının vücuda getirdiği etkenlerin sonuncusudur. Benim dilediğim mânen, ilmen, fennen, ahlâken kuvvetli olmaktır. Çünkü bu saydığım sıfatlardan mahrum olan bir milletin bütün fertlerinin en son silâhlarla donatıldığını varsaysak bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz. Bugünkü milletler arasında insan olarak yer alabilmek için silâh elde hazır olmak kâfi değildir. Benim düşünüşüme göre kuvvetli bir ordu denildiği zaman anlaşılması lâzım gelen mâna, her ferdi, bilhassa, subayı, kumandanı medeniyetin ve tekniğin gereklerini kavramış ve ona göre iş ve hareketlerini uygulayan, yüksek ahlâkta bir topluluktur. Şüphe yok ki biricik gayesi, ödevi, düşüncesi ve hazırlığı vatan müdafaasıyla sınırlanmış olan bu topluluk, memleketin siyasetini idare edenlerin en nihayet verecekleri kararla faaliyete geçer. 1918 (Hikmet Bayur, T.T.K. Belleten, No: 128, 1968, s.488)

Halk, millî egemenliği benimsemeli ve memlekette yegâne hâkim ve âmilin kendisinden ibaret olduğunu unutmamalıdır. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s.53)

Bir hükûmet, ancak adalete istinat edebilir. Bağımsızlık, istikbal, hürriyet, her şey adaletle mevcuttur. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 6. 2. 1930)

Uzmanlarca bilinen bir gerçektir ki kanun koyan insanlar, birtakım seçkin özelliklere sahip olmak mecburiyetindedirler. O özelliklerden birincisi şudur: Kanun teklif eden, kanun yapan, kanun koyan bir insan, insanlığın bütün hislerini, bütün ihtiraslarını herkesten daha çok sezer ve bilir. Fakat ruhunu herkesten ziyade ve tamamen, bütün genişliğiyle bunlardan ayırmak kudret ve kabiliyetine malik olmalıdır. Bu seçkin özelliğe sahip olmayan insanlar, insan topluluğu için kanun yapmak hak ve yetkisinden menedilmiştir. Kanunlar, hislere dayanarak ve uyularak yapılamaz. 1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 193)

“Efendiler, vatanın birliğini, hürriyet ve istiklâlini temin eden milletimizi Cumhuriyet idaresine kavuşturan inkılâbımız; iktisadi refah ve saadetimizi, medeniyet aleminde lâyık olduğumuz yeri de temin edecektir.”16.09.1924, Trabzonlularla Konuşma

“Başarı, tüm ulusun azim ve inancıyla çabasını birleştirmesi sonucu kazanılabilir.”(1921, İzmir) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, CII, Ankara,1997, s80-81)

9 Eylül 1922 günü İzmir’de Yakup Kadri’ye söyledikleri:

– Millî Mücadelemizin bu safhası kapanmıştır; şimdi ikinci safhasını açmamız lâzım geliyor. 1922 (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, s. 176)

“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sade din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.”(1926)

“Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit adalet uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine uymaya mecburdur.”1927

Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi hasmane bir his beslemediğimiz gibi, onlarla samimâne münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Yabancılar memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek, hürriyetlerimize güçlükler çıkarmaya çalışmamak şartiyle burada daima iyi kabul göreceklerdir. Maksadımız yeniden yakınlık meydana getirmek, bizi başka milletlere bağlıyan ilgileri arttırmaktır. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğunu çöküşü, Batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan ilişkileri kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz. 1923 (Atatürk’ün S.D. III, S. 67-68)

“Kayıtsız şartsız” tabiriyle belirtilen egemenliği, milletin üzerinde tutmak demek, bu egemenliğin bir zerresini, sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir. Bununla kastettiğim mânayı kolaylıkla anlayabilirsiniz. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 80)

Mühim olan nokta, adalet telâkkimizi, adaletle ilgili kanunlarımızı, adalet teşkilâtımızı, bizi şimdiye kadar şuurlu, şuursuz tesir altında bulunduran, asrın gereklerine uygun olmayan bağlardan bir an evvel kurtarmaktır. Millet, her medenî memlekette olan adalet işlerindeki ilerlemenin, memleketin ihtiyaçlarına uyan esaslarını istiyor. Millet, hızlı ve kesin adaleti temin eden medenî usulleri istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tabi olarak adalet işlerimizde her türlü tesirlerden cesaretle silkinmek ve hızlı ilerlemelere atılmakta asla tereddüt olunmamak lâzımdır.Medenî hukukta, aile hukukunda takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve hurafelere bağlılık, milletleri uyanmaktan meneden en ağır bir kâbustur. Türk milleti, üzerinde böyle bir ağırlık bulunduramaz. 1924 (Atatürk’ün S.D.I, s. 317)

“Türkiye devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmişteki kuruluşlar ise bir şahıs devleti idi, şahısların devleti idi.” 13. 08. 1923, T.B.M.M.

Büyük kararlar vermek kâfi değildir. Bu kararları cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır. (Baki Vandemir, Atatürk, Atatürk Görüşler ve Hatıralarla, s. 96)

Gençliği mutlaka ülkücü ve memleketle alâkalı olarak yetiştirmek, herkesin, hepimizin, her devlet adamının başta gelen vazifesidir. (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 62)

“Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, bilimsel yapıları itibarıyla hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat ulusal egemenliği, ulusal iradeyi tecellî ettiren tek hükümettir, bu mahiyette bir hükümettir!”

Üyeleri pek fazla olan bir komisyon, büyük işler meydana getiremez. 1930 (Atatürk’ün S.D. III, s. 88)

Ağır ve kesin bir kararın doğruluğuna inanmak için, vaziyeti her köşesinden mütalâa etmek lâzımdır. Ağır ve kesin bir karar tatbik edilmeye başlandıktan sonra “Keşke şu tarafını, bu tarafını da düşünseydim.. Belki bir çıkar yol bulurduk. Yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı!” gibi tereddütlere yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür. Bundan başka beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı. 1919 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 97)

Millî egemenlik esasına dayanan temsilî bir hükûmette, kamuoyu büyük rol oynar. Basın ve toplantı hürriyetleri olmadan ve umuma ait işler hakkında geniş bir tenkit sahası bırakılmadan, kamuoyu vazifesini yapamaz. Millî egemenlik ve temsilî hükûmet fikrinin yayılması ve yükselmesi, ancak kamoyunun faaliyeti ile mümkündür. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 59; 477-478)

Hükûmet, tavır ve hareketlerini tanzim için, kamuoyuna ehemmiyet verince, kamuoyu teşkilâtlanır. Kamuoyunun daima istifade olunabilecek, hazır bir halde bulunabilmesi, onun bir teşkilâta malik olmasıyla mümkündür. Bu teşkilât, serbest tenkit ve münakaşa sahasıdır. Bu saha daima açık olmalı ve daima çeşitli fikirlerle beslenmelidir. Bu ise, basının gayreti ve umumun menfaatinin her gün yeniden yeniye münakaşa edilmesiyle olur. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 60; 485)

Kamuoyu gibi gösterilmek istenilen yapay fikirler, en nihayet, hususî fikirler gibi mütalâa olunabilir. Kıymetli ve menfaati gerektirir görülürse göz önüne alınır; fakat, devlet idaresinde uyulması gerekli kurallar mahiyetinde telâkki edilemezler. Umumî kıymeti olmayan fikirlerin ve mütalâaların lüzumundan fazla ehemmiyetle karşılanmaması, o fikirler ve mütalâalar sahiplerini üzmemelidir. Dargın hislerine mağlup olarak serzenişlerde bulunanları mazur görsek bile, haklı bulamayız. 1925 (Atatürk’ün S.D.V, s.210)

Küçük esnafa ve büyük sanayi erbabına muhtaç oldukları kredileri kolayca ve ucuzca verecek bir teşekkül vücuda getirmek ve kredinin, normal şartlar altında, ucuzlatılmasına çalışmak da çok lâzımdır. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 382)

Bir millet, bir memleket için kurtuluş, esenlik ve muvaffakiyet istiyorsak bunu yalnız bir şahıstan hiçbir vakit istememeliyiz. Umumî kurtuluşu, gene umumî gayret temin eder ve bir millet, bir toplum yalnız bir ferdin gayretiyle bir adım bile atamaz. (M. Turhan Tan, Ata Sözü, En Büyük Kaybımız, s. 93 – 94)

Endüstrileşmek, en büyük millî davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refahlı Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 381)

Sırtınıza giydiğiniz elbise, ayağınıza geçirdiğiniz kunduradan en ufak şeylere kadar sanat sahiplerine muhtaçsınız. Bütün bu ihtiyacınızı temin için paranızı düşmanlara vermemek lâzımdır. Kazancınızın heba olmaması için, başkalarına haraçgüzar olmamak için dindaşınız olan, kendinizden olan sanatkârlara koşacaksınız. Onlara yardım etmek hem borcunuz, hem menfaatinizdir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.131)

Ekonomik faaliyeti dayandıracağımız esaslar, her türlü bilgiyle beraber bilhassa doğrudan doğruya memleketimiz topraklarını koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek tespit olunacaktır.Sanayi ve ticaretimiz için de aynı görüş geçerli olacaktır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 56)

Memleketimiz baştan nihayete kadar hazinelerle doludur. Biz, o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz bütün bu hazineleri meydana çıkarmak ve servet ve refahımızın kaynaklarını bulmak vazifesiyle yükümlüyüz. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılabileceğini kabul etmek doğru değildir. Eminim ki, gençler yalnız nazariyatla meşgul değillerdir. Sanatın, ziraatın, ticaretin ne olduğunu anlayan ve bunları fiilen uygulayan gençlerdir. Gerçek zaferlere, ancak bu gibi verimli sahalardaki faaliyetle varacağız. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.114)

Bu geniş memleketi bayındır bir hale çevirmek lâzımdır. Bu halk, zengin olmaya mecburdur. Memleket bayındır olmazsa, bu halk zengin olmazsa, size hâlâ yaşamak imkânından bahsederlerse inanmayınız. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 2. 2. 1930)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir