Atatürkçülüğün bu yüzyılı
Atatürkçülük, Türkiye Cumhuriyeti’nin Laiklik ve Türk milliyetçiliği üzerine temellenmiş kurucu ideolojisidir. Atatürkçü ideolojinin temellerini, Atatürk’ün düşünce ve uygulamalarıyla ortaya koyduğu amaçlar, ilkeler ve gerçekleştirdiği inkılaplar oluşturur.
Buradan yola çıkılarak zaman ve coğrafyada değişiklikler olsa da ana esaslarda asla değişiklik olmayacağının kabulüyle bir fikir ve yaşam tarzı olan Atatürkçülüğü önce Milli egemenlik – Tam bağımsızlık, Ulus Devlet modeli (Üniter Devlet) ve sonra çağdaş medeniyet çizgisine kültür ve benliğinden kaybetmeden erişmek, milli olma özelliğini her ahval ve şartta taşımak olarak özetlemek mümkündür.
Elbette adından da anlaşıldığı üzere sadece bu ülkenin değil tüm dünyanın Atatürkçülük fikrinin öncüsü olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm söz ve davranışları, onay ve susuşları, gayret ve zaferleri, başarı ve hedefleri Atatürkçülük olarak adlandırılır.
Kısaca Atatürk’ün bir ömür feda ettiği ne varsa bunlar Atatürkçülüğün temelleridir.
Yirmi birinci yüzyıl, dünya tarihi açısından savaşsız geçiyor görünse de en zor yüzyıllardan biridir ve artan nüfusa, siyasi gerginliklere, daralan gıda ve enerji kaynaklarına, sömürge arayışlarına bakılarak denebilir ki bu yüzyıl daha çok savaş ve göz yaşına gebedir. Çünkü dünya barışı asla Atatürk gibi tarif edememiş, gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerinde birer varlık grubu olduğunu hala kabul edememiş, toprak büyüterek veya sömürerek refah ve huzurunu idame ettireceği gibi yanlış bir inanca saplanmıştır.
Mazlum devletlerin her birine kaderin bir mesuliyeti olarak örnek olmuş Türk İstiklal Harbi ve Türk İnkılabı maalesef diğer mazlum devletlerde yeterince karşılık bulamadığı için de dünyada özellikle Müslüman ülkeler arasında kan ve göz yaşı hakimdir.
Oysa Atatürkçülük sadece Yurt içinde değil yurt dışında da haysiyetli bir barışı esas alır ve paylaşmayı, yardımlaşmayı, diplomasiyi hedef alır. Sınırların aşılmazlığı, ülkelerin toprak bütünlüğü Atatürkçülükte esastır ve savaş ancak zorunlu sebepler varsa mubahtır. Aksi halde savaşların tümü cinayetten ibarettir.
Savaş ve barış konusu böyleyken dünya devletlerinin özellikle güçlü ve paralı olanlarının barışı korumak gibi bir gayesi asla yoktur ve onlarca asıl olan halklarının mutluluk ve refahıdır. Bu refah diğer devletlerinin mahfına yol açsa bile onlara göre sıkıntı yoktur. Böyle olunca da hele ki dengesiz gelir dağılımı ve geçinme imkânları dikkate alındığında dünyada huzurun sağlanması çok küçük bir ihtimaldir.
Devletlerin dost olması, sorunların anlaşmalar yoluyla çözülebilirliği çoktandır terk edilmiş vaziyettedir ve güçlü devletlerin oldubittileri veya çok uluslu organizasyonların Yahudi tekelindeki yanlı tutumları barıştan çok savaşa hizmet eder haldedir ve bu masalarda kaybedenler daima gelişmekte olan ülkelerdir.
Bu karanlık tabloda Ortadoğu çok daha vahim haldedir. Aklı ve bilimi çoktandır terk etmiş, kaderini tek kişilik idarelere teslim etmiş, dininden habersiz, milliyetçiliği unutturulmuş İslam ülkeleri karın tokluğu derdinde olarak vatan ve din adına tüm yüce duyguların katsayısını düşüreli çok uzun zaman olmuştur.
Ortadoğu ülkeleri Osmanlı’ya ve Türklere yaptığı ihanetlerin bedelini ağır vaziyette öderken, İslam’ı terk ettiklerinden dolayı da ayrıca karanlık kaderlere mahkûm hale gelmiş, üretmekten ziyade tüketmeye, halk istek ve ihtiyaçlarından ziyade kişilerin insiyatifine ve sokaklarında kol gezen terör yuvalarına teslim olmuştur.
Ortadoğu halk ve devletleri yanı başlarındaki modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nden feyz alamamış, aksine Yahudi ve ABD oyunlarıyla, iç çekişmelerle her geçen gün zayıflamış, darbelere, ayaklanmalara, sözde Arap baharlarına bel bağlamıştır.
Mezhep çatışmaları ile kavrulan bu ülkeler, ekonomik durumlarını bolca sahip oldukları petrole bağlamış ama yönetenlerce sömürüldükleri ve bolca kapitülasyon ile cendereye alındıkları için bu refahı da yaşayamaz hale getirilmişlerdir.
Anadolu ve Türk Toprakları bu coğrafyanın en mutlu ve güvenilir ülkesiyse bunun sebebi Atatürk ve dava arkadaşlarınca hayata geçirilen mucizevi Türk devrimidir. Fiili ve siyasi olarak yani hem savaş ve hem de inkılap anlamında Türk aydınlanma hareketi, Atatürk öncülüğünde yok olmanın kıyısına gelmiş Türklüğü yeniden yüceltmiş, Atatürk halkına duyduğu güven ve kalbindeki imanla yedi cihana bir kurtuluş ve demokrasi dersi vermiştir.
Köhne Osmanlı’dan yeni bir dal olarak hayat bulan Yeni Türkiye Cumhuriyeti her alanda medenileşmiş, on yıl gibi kısa bir sürede rekabet gücünü artırmış ve dünya devleri ile başa oynar vaziyete gelmiştir.
Yazık ki bu hamleler Ulu Önder’in vefatıyla sekteye uğramış, 1950’li yıllardan sonra ilkeler terk edilmeye ve yabancı devletlere teslim olunmaya yeniden geri dönülmüştür.
Buna rağmen Samsun’a çıkışın ve Milli Mücadelenin başlangıcının yüzüncü yılını kutladığımız bu yılda genel durum hiç de karamsar değildir. Karamsar değildir ancak pek çok yara pansuman beklemekte, pek çok ameliyatlık vaka rahatsızlık vermektedir.
Evvela milli bağımsızlık ve milli egemenlik konusunu ele alacak olursak ekonomiden tarıma, sanayiden spora kadar her alanda dışa bağımlı bir Türkiye ile karşılaşır, öz varlıklarını yabancılara satmış, yeraltı ve üstü zenginliklerini kendisi işletmek yerine yabancılara teslim etmiş bir hal ile karşılaşırız ki bu bağımsızlığın çok ciddi yara aldığına işarettir.
Ekonomi bu hastalığı en çok hisseden kavram olarak en çok etkilenendir ve maalesef Cumhuriyet’imizin ilk yıllarındaki para politikaları terk edilmiş ve enflasyonla mücadele eden, üretmeyen, tüketen ve bolca borç alan bir ülke yaratılmıştır.
Komşularının tamamıyla dost olan ve tamamıyla anlaşmalar yapmak suretiyle barışı garantiye alan genç Türkiye Cumhuriyeti yerine bu yüzyılda tek bir dostu kalmamış, barış anlaşması dahi yapamayacak durumdaki bir ülkeye gelinmiştir.
Aydınlanma, cehaletle mücadele, okuma-yazma seferberliği alanlarında altı ay gibi kısa bir sürede genç Cumhuriyet’in gösterdiği başarıyı, her türlü imkana sahip bu yüzyıl Türkiye’si tekrar edememiş, kızlar okullara gönderilmez, çocuk yaşta evlendirilir veya tarikat yuvalarına teslim olmak zorunda kalır hale getirilmiştir.
Ağalık ve aşiret sistemi, tekke ve zaviyeler yeniden hortlamış, Osmanlıcı zihniyetler yaralamaya ve karalamaya devamla, yenilik ve gelişmenin önünü tıkar birer etken olmuştur.
İffet, namus, haysiyet ve şeref gibi kavramlar yerini çağdaş ikame kelimelere bırakmış, pek çok ahlaksızlık batı lugatlarındaki daha hafif kelimelerle yer değiştirmiş, batıdan teknoloji yanı sıra feminizm türü pek çok değişik ideoloji Türk toplumuna servis edilmiştir.
Ulus devlet aleyhine sayısız fikir ve eylem gerçekleştirilerek, azınlıklar ve farklı din grupları başkaca çatı arar hale getirilmiş, yakın coğrafyalarda ülke bütünlüğünü bozması muhtemel yapılanmalara sessiz kalınmıştır.
Sanatta, siyasette, sporda yalnızlaşan Türkiye, kendine yetemez bir tarım ve hayvancılık politikasını kader olarak kabullenmiş, ekonomi ve sanayi ithal teknolojilere ve dış alımlara mahkum olmuştur.
Özetle, Atatürkçülüğün ilk onbeş – yirmi yılda kat ettiği mesafe sonraki elli yılda mirasyedi olarak paylaşılmış, sonraki yıllarda ise duraklama devrine girilmiş yani Atatürkçülük ilke ve inkılapları kuruyan çiçek misali susuz bırakılmış, beslenmemiş, çapalanmamış, budanmamıştır. Böyle olunca da çağa uydurulmaya çalışılmayan veya terk edilen ilkelerle gelişmeler önce durmuş ve sonra gerilemeye başlamıştır.
Bu arada elbette arabizm ve israiliyatı da unutmamak lazım gelir ki Atatürkçülüğün en büyük bu iki düşmanının ilki arap milliyetçiliğini din diye tezgahlarken, İsrailiyat denen ikincisi siyonizmin tüm zehirli oklarını halk ve devlet üzerine akıtmaktan geri durmamıştır.
Bu haliyle Atatürk milliyetçiliği bu yüzyılda hala vardır ama susuz kalmış, zayıflamış ve bakıma muhtaç haldedir.
Ne yapmalı?
Atatürkçülüğü yeniden yeşertmek ve canlandırmak için yapılacak şeyler yeniden keşfedilmesine gerek duyulmayan şeylerdir ve bunun için Atatürk’ün ilke ve inkılaplarını, felsefe ve hedeflerini takip ve tekrar etmek kafidir. O’nun hayata ve meselelere bakış açısı bir kez yakalandıktan sonra fikri manada sorun kalmayacaktır.
Maddi manada ise dış dünya itibarıyla dünyayı küresel bir felaket olan saran yenidünya düzeni arayışlarının milli olarak tarafımızdan ve Atatürkçülük ile çözülmesi beklenemese de Milletin bekası ancak Atatürkçülükle mümkündür.
Milli sınırlar içinde alınması gereken tedbirler ise biraz teferruatlıdır ve zamana ihtiyaç duymaktadır. Çünkü İnkılap çiçekleri çoktandır susuz bırakılmış vaziyettedir ve kendisini toparlaması o kadar çabuk olmayacaktır.
Bunları da özetlersek;
Evvela durumun kritikliği ve hastalığın teşhisi yapılmalıdır ki tedavi ve düzelme mümkün olabilsin. Bunun yolu ise fikirlerde aydınlanma yani kötüye gidişin farkına varmadır. Bu mesele gayet mühimdir, yola çıkış noktasıdır.
Milli ve bağımsız olma idealinin yeniden yeşertilmesi sonraki adımdır ki birlik ve beraberliğin etnik köken ve din, dil ayrımı yapılmaksızın yeniden tesisi milli güç unsurlarından olan nüfus gücünü de yeniden hayata geçirecektir.
Ulus devlet ve üniter yapı aleyhindeki gelişmelerin başlıca iki çıplak karnı terör ve sömürgeci dünya devleridir. Bunların ilki için sadece askeri önlemler alınması kâfi gelmeyecek, alt yapı, işsizlik, göç sorunları gibi temel rahatsızlıklar önce tespit ve sonra tedavi edilecek, sonra gerekli müdahale yapılırken siyasal seslerin kısılmamasına özen gösterilecektir. Çünkü siyasi ortamın sessizliğe büründüğü anda muhatap bulmada sorun yaşanacağından ortalığın yeniden silah seslerine dönme ihtimali her zaman vardır. Sınır içi veya ötesi hiç fark etmeden terör ile tüm güçle sonuna kadar mücadele etmek Atatürkçülüğün temel arzu ve şartlarındandır ki azınlık veya kökenlerin üniter devlet yapısına, refah ve huzura müdahale etmesine müsaade edilmemelidir.
Sömürgeci dış güçlerle mücadele ise evvela komşu devletlerle yapılacak ikili anlaşma ve dostluklarla, akabinde çok uluslu anlaşma ve genel barış konseptleriyle ama geri planda daima güçlü bir ordu bulundurarak ve savaşa hazır olarak sağlanacaktır. Bu devletlerin emellerinden vazgeçene kadar azılı düşmanları olmak, sonunda ölüm olsa dahi bağımsızlığın muhafazası için elzemdir.
Eğitimin işlerinde, yeniden Atatürk ilke ve İnkılapları ve eğitim seferberliği günlerine döndürülmesi dışında acil bir tedbir alınmasına gerek olmayacağı kanaati hakimdir. Yani yeni bir şey yaratmaktan ziyade olan ilkelerin yeniden hayata geçirilmesi temel ilke edinilecektir. Bu kapsamda mili bayramların kutlanması, Türk Dil ve Türk Tarih tezlerinin okullara yansıtılması, araştırmalara kalındığı yerden devam edilmesi ve bulguların dünya kamuoyu ile paylaşılması ilk etapta yeterli olacaktır. Sonraki adımlarda ise batının sanat ve felsefelerine, teknoloji ve gelişmelerine aşina bilim adamları yetiştirmek üzere ama beyin göçlerini engeller tarzda alınacak tedbirlerle bilgi ithaline aralıksız devam edilecek, araştırma ve projelerle en kısa zamanda bilgi üretir hale gelinmesine gayret edilecektir.
Ekonomik alanda tarım ve sanayi başta olmak üzere kendine yeter ve üretebilir ülke olma ideali muhakkak sağlanacak, ithalat yerine üreticiyi destekleme programları öne çıkarılacak, devlet eliyle veya desteğiyle üreten kesimlerin dertlerine deva olunacak, gerekli destek ve yardım esirgenmeyecektir.
Milli kritik teknoloji dediğimiz devletin bizzat el atacağı hususlarda (Askeri teknolojiler, Arge ve uzay projeleri gibi) sivil veya ithal yaklaşımlardan uzak kalınacak, gizlilik ve millilik prensibi temin edilecektir.
Halkın arabizim ve İsrailiyat ile deforme olmuş dini duyguları yeniden Kur’an istikametine sokulacak, din sömürgeciliği ve yobazlık zihniyeti engellenerek kalıcı bir aydınlanma hedef alınacaktır. Bu kapsamda olası halifelik ve saltanat istek ve arzuları da Milletçe terke zorlanacak ve Cumhuriyet’in payidarlığı teminat altına alınacaktır.
Millet egemenliğinin garantisi ve İslam’ın hak ettiği idrak ve statüye kavuşabilmesinin tek teminatı olan Laikliğin tüm kurum ve kişilerce kabullenilmesi, kanuni düzenlemelerin yeni baştan ele alınması ve doğal olarak anayasanın muhtemel yeniden tanzimi sırada bekleyen işler arasında öncelikli olarak yer alacaktır.
Kişi hak ve hürriyetleri konusunda kaybedilen mesafeler, sansür türü baskılar, tek seslilik arayışları yerini hür ve çok sesli ortamlara bırakacak, sendika türü sosyal hak ve hürriyetler serbestçe yaşanır olacak, demokratik ortamların vazgeçilmezleri yeniden anayasal korunmaya kavuşacaktır.
Çevrenin, tabiat ve yeşilin korunmasına dair bir yasalaşma ve topyekûn seferberlik ile tarım alanlarının korunması, ormanlık alanların muhafazası, imar durumlarının şehir dışlarına taşınması gibi halleri içeren çalışmalar süratle yapılacak, alt yapı tesisleri ile medeniyet gerekleri halka yansıtılacaktır.
Spor, sanat gibi alanlarda kişisel girişimler sonuna kadar desteklenirken, ödüllendirme ve teşvik sistemi daima devrede olacak, devlet öngörücü ve finanse edici yapısıyla hem gerekli kanunları çıkartacak hem de gerekli ortamları sağlayacaktır.
Kadın ve çocuk hakları dahil yargı sistemi hak ettiği bağımsız ve adil hale getirilecek, kadın ve çocuğa şiddet (Hayvanlara şiddet dahil) misliyle cezalandırılırken, aile yapılarının korunmasına özel itina gösterilecektir.
Kadınların toplum içindeki yer ve statülerindeki gerileme giderilecek, çalışma ve sosyal hakları güvence altına alınacak, sağlıklı nesiller için anne ve çocuk bakım ve sağlığı konularındaki tüm yan tedbirler aksatılmadan alınacaktır.
Kişi ve toplum sağlığının milletin savaşma azim ve gücüne doğrudan etki yaptığı unutulmayarak sağlık hizmetinin mümkünse ücretsiz, halkın ayağına kadar ve devamlı surette tesisi esas alınacaktır.
***
SONUÇ
Bu örnekleri uzatmak mümkündür lakin anlaşıldığı üzere yapılması gereken kararlı ve yorulmak bilmez bir mahiyette Atatürk’ün kaldığı yerden ve konulara Atatürk gibi bakmak suretiyle atılan adımları takip etmek, uygulamaları güncelleyerek zamana uydurmak, ana ilkeleri muhakkak tesis ederken, tali konularda gerekli özeni göstermeye çalışmaktır.
Türk insanının zeki ve çalışkan olduğuna şüphe yoktur. Dahası Ulus, Ulu Önder’in ilke ve İnkılaplarını hali hazırda kabullenmiş ve sevmiş haldedir ki İnkılaplar bu kadar kısa sürede bu kadar yaygın hal alabilmiştir.
Yanlışa düşmüş, raydan çıkmış, meselenin özünü kaçırmışlar içinse alınacak tedbir evvela onlara yanlış yolda olduklarını hatırlatmak ve sonra doğrusunu yaşayarak göstermektir.
En temel sorun; katı Atatürk düşmanlarının dahi hatta Atatürk severlerin bile Atatürk ilke ve İnkılaplarını yeterince tanımıyor olmasıdır. Aydınların çok büyük vebali durumundaki bu mesele çözülmedikçe iç huzurda sağlanamayacaktır. O halde evvela prensipte anlaşılmalı, özde birleşilmelidir.
Türklük ve İslam’ı aynı merkezde buluşturacak bu yeni hamle ile görülecektir ki kısa sürede büyük başarılar yakalanacak, kaybedilen zaman geri kazanılacak, yitirilen itibarlar geri kazanılacaktır.
Aydınların buna katkısı ise lokomotif misali evvela lazım olandır.
Bunun için lazım olan tek şey Atatürk ve ilkelerini tanımak ve takip etmektir.