Atatürk ve Latife hanım

Atatürk’ün Latife hanımla evliliği

Atatürk ve Latife hanım

Beş yıl sonra…

Latife’yle evlendi.

42 yaşındaydı.

Latife 24 yaşındaydı.

Kız isteme merasimi olmadı.

Bizzat evlilik teklif etti.

Kayınpederiyle nikâh günü tanıştı.

İzmir müftüsü “kadı” sıfatıyla çağrıldı.

Yere diz çökmediler.

Masaya oturdular.

Latife koyu gri sade bir elbise giymişti, Paris’ten almıştı. Saçına beyaz ipek başörtüsü atmıştı.

Aslında elbette bembeyaz bir gelinlik türevi giymek istiyordu ama, Zübeyde’nin matemi vardı.

Hayatının bu en mutlu gününde fedakârlıkta bulunmak, vakarlı olmak zorundaydı.

Mustafa Kemal üç parçalı lacivert takım elbise giymişti. Kırmızı kravat tercih etmişti.

Ceketinin üst cebinde beyaz keten mendil vardı. Astragan kalpak takmıştı.

Gelinin şahitleri Salih Bozok ve İzmir valisi Abdülhalik Renda’ydı. Damadın şahitleri ise Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir’di.

O zamanlar perşembe günleri evlenilirdi, âdetti.

Pazartesi evlendiler.

Nikâhta kadın bulunmazdı, gelin yerine vekili olurdu.

Bunu da yıktılar…

Latife’nin bulunduğu ortamda nikahlandılar.

Mustafa Kemal eşine, kibrit kutusu büyüklüğünde altın mahfaza içinde elyazması Kur’an-ı Kerim ve akik taşlı broş hediye etti.

Latife ise, gümüş sigara tabakasıyla kravat iğnesi verdi.

Nikâhtan sonra çay partisi düzenlediler.

50 kadar davetli vardı.

Şekerleme ikram edildi.

Fakirlere yemek dağıtıldı.

Latife 1899’da İzmir’de doğmuştu.

Göbek adı Fatma Zehra’ydı.

ABD ve İngiltere’nin tütün ve pamuk borsalarında söz sahibi olan, İzmir’de belediye başkanlığı yapan, şehrin en zengin tüccarı Muammer beyin kızıydı.

İlkokul eğitimini, eve getirilen İngiliz ve Alman özel öğretmenlerle tamamladı. Ortaokul ve liseyi İstanbul’da Arnavutköy Amerikan Koleji’nde okudu.

İngiltere’de Tudor Hail School’da lisanını ilerletti.

Halide Edip Adıvar’ın öğrencisiydi.

Tevfik Fikret’ten Halit Ziya Uşaklıgil’den ders aldı.

Anadili seviyesinde İngilizce, ileri düzeyde Almanca, Fransızca, Farsça konuşuyordu.

Rumca ve İtalyanca biliyordu.

Piyano çalıyordu.

Mükemmel biniciydi, atın eyerine süvari gibi otururdu.

Sorbonne Üniversitesi’nde siyaset ve hukuk okuyordu.

Memleket işgal altındaydı.

Ailece Fransa’ya taşınmışlardı.

Atlas Okyanusu kıyısında, sahil cenneti Biarritz’de yaşıyorlardı.

Tehlikeden uzaktı ama, vatan toprakları çiğnenirken yurtdışında bulunmak 23 yaşındaki bu özgür kızın yüreğine ıstırap veriyordu.

“Burada daha fazla kalamam” diyerek, babasına rest çekti. Sakarya Savaşı’nın kazanıldığını öğrenir öğrenmez, üniversite eğitimini yarıda bıraktı, Marsilya üzerinden gemiyle İzmir’e döndü. Dedesi Sadık beyin yazlık olarak yaptırdığı Göztepe’deki köşke yerleşti.

Göğsündeki madalyonda Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğrafını taşıyordu. Bir Fransız gazetesindeki haber kupüründen kesmişti.

Ve, 9 Eylül…

İzmir’in dağlarında çiçekler açıyordu.

Bugünkü Kültürpark alanında yer alan Ermeni mahallesinde yangın başladı. İzmir’e bu son kötülüğü yapanlar, imbat’ın etkisiyle Türk mahallesine doğru yayılacağını tahmin ediyordu. Ters rüzgârla tam tersi yönde yayıldı. O zamanlar Punta tabir edilen Levanten mahallesi Alsancak’ı yok ederek Kordon’a dayandı.

Salih Bozok küçük bir süvari birliğiyle Güzelyalı’yı dolaşıyordu, başkomutanlık karargâhı olarak kullanmak üzere yangından uzak bina arıyordu.

Göztepe’deki köşkü buldu.

Latife’nin kalbi yerinden çıkacak gibi olmuştu.

Mustafa Kemal’in hayaliyle İzmir’e gelmişti.

Mustafa Kemal bizzat ona geliyordu.

Küllerinden yeniden doğacak olan güzel İzmir, akşamın karanlığında meşale gibi yanıyordu.

Mustafa Kemal’i taşıyan otomobil, menekşe kokulu, mor salkımlı köşkün bahçesine girdi.

Latife kapıda karşıladı.

“İzmir’i teşriflerinizle Türk milleti muradına erdi, evime şeref vermenizle ben de muradıma ermiş bulunuyorum, minnettarım, hoşgeldiniz paşam” dedi.

Terasta sofra hazırlamıştı.

Mustafa Kemal, İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Ruşen Eşref, Falih Rıfkı, Yakup Kadri… Yemekler nefisti.

Özellikle kalamar tavanın tadını hiçbiri unutmayacaktı, hatıralarında yazacaklardı.

Fevzi Paşa hariç, herkes kadehlerini doldurdu.

Mustafa Kemal Ankara’ya döner dönmez, Milli Mücadele boyunca bindiği Arap atı Sakarya’yı Latife’ye gönderdi… Nişan hediyesiydi.

Aynı zamanda teşekkür’dü. Çünkü annesini İzmir’e göndermiş, Latife’ye emanet etmişti.

Müstakbel gelin, kendisini pek beğenmeyen ve bunu tavırlarıyla açıkça belli eden Zübeyde’ye gönül koymamıştı, öz kızı gibi bakmıştı.

29 Ocak 1923‘te nikâh kıydılar.

Balayına çıkmadılar.

Mustafa Kemal evlilik kararını kalbiyle vermişti ama, evlilik tarihini aklıyla belirlemişti…

Lozan görüşmeleri devam ediyordu.

Latife’nin Batılı kadınlardan çok daha ileri seviyede eğitime sahip olması, Müslüman Türk kadınları için “rol model” olması, Avrupa basınında geniş yer buluyordu.

Sempati yaratıyordu.

Modern Türkiye’nin modern yüzüydü.

Ankara’ya yönelik algıyı değiştirmişti.

Hem imajımızı hem Lozan’ daki Türk heyetinin elini güçlendirmişti. Nikâh tarihi bu anlamda çok önemliydi.

“Latife” demiyordu.

“Latif” diyordu.

“Dişi yaverim” diyordu.

Kalabalık ortamlarda onore etmek için bahaneler üretiyordu.

“Byron’dan bir şiir okusana Latif” diyordu.

“Bize biraz Hugo’dan bahsetsene Latif” diyordu.

Eşinin kültürüyle gurur duyuyordu.

Latife çok erken kalkıyor, yerli yabancı gazeteleri okuyup notlar alıyor, ajans haberlerinden özet çıkarıyor, sabah kahvesiyle birlikte Mustafa Kemal’e sunum yapıyordu,

Yurt gezilerine eşlik ediyor, bağnazlığa karşı Anadolu kadınını yüreklendiriyor, yabancı diplomatlara ayrılan locadan TBMM oturumlarını izliyor, bazı keyifli akşamlar Mustafa Kemal’in sevdiği şarkıları piyanosuyla çalıyordu.

“Kemal” diye hitap ediyordu.

Eşinin bulunmadığı ortamlarda üçüncü kişilerle sohbet ederken de “Gazi” veya “Cumhurreisi” diye bahsetmezdi. “Kemal şu kararı verdi, Kemal şuraya gitti” gibi, hep “Kemal” derdi.

Sadece “eş” durumunda değil…

Daima “eşit” durumundaydı.

Kadınların henüz seçme ve seçilme hakkı yokken, kendisine oy verilen ilk kadındı… Haziran 1923’te yapılan Türkiye’nin ilk genel seçiminde, aday olmadığı halde, hukuken aday olma imkânı bulunmadığı halde, İzmir’de ve Konya’da Latife’ye oy çıktı.

Teşekkür telgrafı yayınladı.

“Bana mebus seçiminde oy verilmiş olmasını, şahsım adına değil, Türk kadınına yönelik bir takdir olması nedeniyle heyecanla karşılıyorum, şükranlarımı arz ederim” dedi.

Kadın haklarının işaret fişeğiydi.

Dadısıyla aşçısını Ankara’ya getirmişti.

İzmir’den taşıttığı eşyalarla Çankaya’yı kendi zevkine göre yeniden döşemeye başlamıştı. Yatak odası takımı mesela XV. Louis tarzındaydı, sanatsal eser niteliğindeydi. Çarşafından yorganına her şey sarıydı. Banyosunu beyaz mermerle kaplatmıştı. Misafir salonundaki koltukları kaldırtmış, Fransa’dan getirttiği mavi koltuklarla değiştirmişti.

Cumartesi günleri öğleden sonra paşa eşlerini, milletvekili eşlerini, gazeteci eşlerini ağırlıyordu. Pastalı kurabiyeli açık büfe sofralar hazırlıyordu. Çay ayakta servis ediliyordu. Ankara’nın o güne kadar görmediği duymadığı şeylerdi. Çeyiz sandığından çıkardığı kristal bardaklar, gümüş çatal bıçak takımları, işlemeli örtüler büyüleyiciydi.

Paris’ten Milano’dan giyinirdi.

Misafir hanımlar, Latife’nin elbiselerinden, ayakkabılarından ve özellikle de babası Muammer beyin armağanı olan dört karatlık tek taş yüzüğünden gözlerini alamazlardı. Zarafeti ve ev sahipliği mükemmeldi.

Mutluydu…

İlk gördüğünde çok sıkıcı bulduğu, kendisini yapayalnız hissettiği bağ evini artık yuvası olarak benimsiyordu.

Maalesef, güzel günler çabuk bitti.

İki baskın karakter, iki özgür ruh, evin huzuru kaçtı.

Bir akşamüstü… Kurtuluş Savaşı’ndan beri yanında olan Alber isimli köpeği yavruladı, Mustafa Kemal miniklerin sevimli hallerini neşeyle seyrediyordu.

“Bak Fikriye ne güzel oynuyorlar” deme gafletinde bulundu!

Ağır kriz çıktı.

Kendisine Fikriye denilen Latife baygınlıklar geçirdi.

Babasına telgraf çekti.

“Derhal beni gelip alınız” dedi.

Muammer bey apar topar geldi.

Kızını sakinleştirmeyi başardı ama, sonun başlangıcıydı.

Mustafa Kemal’in yaşamını düzene sokayım derken, fazla müdahaleci olmaya başlamıştı.

Yasaklar koymaya çalışıyordu.

Hem dayattığı kurallarıyla Mustafa Kemal’i sıkıyordu hem de İzmir’de Levanten kültürüyle yetişmiş, Londra’da Paris’te büyümüş sosyal bir genç kız olarak, bozkır kasabası Ankara’da daralıyor, hırçınlaşıyordu.

Fikriye’nin trajik ölümü, tuz biber oldu… Temellerinden sarsılan evlilik, bu intihardan sonra toparlanamadı.

Kavgalar başladı.

Geçimsizlik öyle tatsız hale gelmişti ki, bir defasında Mustafa Kemal öfkeyle Çankaya Köşkü’nden çıktı,

“bu evden kaçayım, yoksa gaz döküp evi yakacağım” diye bağırdı!

Neredeyse sessiz sakin huzurla geçirilen akşam kalmamıştı. Artık bir arada duramıyorlardı.

Mustafa Kemal kendisini sık sık kapının dışına atıyor, adeta koşarak makam aracına biniyor, “Yozgat’a doğru sür” diyordu.

Yozgat’a doğru dernek, Marmara Köşkü’ne gidelim dernekti. Orman Çiftliği’ndeki eviydi.

Dışarıda geçirdiği gecelerin sayısı artıyordu.

Evlilikleri 2 yıl 6 ay 4 gün sürdü.

Boşandılar.

Tanışmalarından itibaren “1001 gece masalı” sona ermişti.

İzmir’den “Latife Gazi Mustafa Kemal” sıfatıyla çıkmıştı. İzmir’e yeniden “Latife” olarak geri döndü.

Mustafa Kemal’in yazdığı son mektupta şu satırlar vardı:

“Uşakizade Latife hanımefendiye,

muhterem hanımefendi,

İki buçuk senelik müşterek hayatımızda bende oluşan kesin intibaya göre, bu hayatın devamına çalışmakta bilhassa sizin için saadet imkânı bulunamayacağına yakinen ve kesinlikle kanaat hasıl eylediğimden, sizi serbest bırakmayı uygun buldum. Talaknarneyi (boşanma evrakını) takdim ediyorum efendim.

Türkiye Cumhurreisi Gazi M. Kemal”

Latife’nin ailesine de mektup yazdı:

 “Uşakizade Muammer beyefendi ve eşleri Adeviye hanımefendiye,

Muhterem kızları Latife hanımefendiyle iki buçuk seneden beri devam eden müşterek evlilik hayatımızdan oluşan kesin intibaya göre, bu hayatın devamına çalışmakta bilhassa muhterem kızları için saadet imkânı bulunamayacağına ciddi kanaat hasıl eyledim. Bu cihetle, bahsi geçen kişiyi serbest bırakmayı uygun gördüm.

Çok özel hürmetlerimi takdim ederim. Kendisine talakname gönderdim.

Türkiye Cumhurreisi Gazi M. Kemal”

En isabetli yorumu kayınpeder Muammer bey yaptı…

“Kızım cumhurreisiyle evlendiğini sanıyordu. Mustafa Kemal’le evli olduğunun farkına varamadı” dedi.

Kız kardeşleri, Latife’nin özel eşyalarım toplamak üzere Çankaya’ya geldiğinde, Mustafa Kemal bir ricada bulundu. Eğer kendisi için sakıncası yoksa, Latife’ye ait bazı kitapların köşkün kütüphanesinde bırakılmasını istedi, liste verdi. Sordular. “Elbette” cevabı geldi.

“13 ciltlik Voltaire serisi, Victor Hugo’nun Sefiller’i, Napolyon’un hayatı, dünya tarihi, Yunan tarihi,

İngiltere tarihi, Roma imparatorluğu, tiyatro ve dünya insanları”ydı. Hepsi Fransızcaydı.

Çankaya Köşkü’nde mutlu günlerin hatırası olarak sadece, ortaklaşa okunan kitaplar kalmıştı.

10 Kasım 1938.

Latife İsviçre’deydi.

Bern’de hastanedeydi, zatürree tedavisi görüyordu.

Gazetede okudu.

O an hissettiklerini “beynimden vurulmuşa döndüm” diye tarif edecekti. “Ben iki kere öldüm, biri 1925’te biri 1938’de” diyecekti.

Bir daha evlenmedi. Teklifler oldu. Düşünmedi bile.

Herhangi bir ülkede Türk büyükelçiliğinde kendisine görev verilmesini istedi. İkna yoluyla reddedildi. “Atatürk aile fertlerine devlette görev verilmesini istemezdi” denilerek, bu talebinden vazgeçirildi.

Erkek egemen toplumun acımasız kuralı devreye girmişti. Bir boşanma yaşanıyorsa, mutlaka kadın suçluydu, erkek suçlu olamazdı! Hele ki bu erkek Mustafa Kemal’se, kadının hiç şansı yoktu.

Latife bir anda yalnız bırakıldı. Hatta karalanmaya başlandı. Yakın bildiği arkadaşları bile aramaz sormaz oldu. Arkasından söylenen haksız yorumları duyuyor, üzüntüsü katlanıyordu.

Kaçmak uzaklaşmak istedi. Bugünkü Slovakya’ya gitti, Tatra Dağları’nda bir sanatoryumda dinlendi. İki yıla yakın Fransa’da Nice’te yaşadı.

Neticede İstanbul’a yerleşti.

Kısa süre Ayaspaşa’da ailesine ait köşkte oturdu.

1965’te Harbiye’ye Safir Apartmanı’na taşındı.

Ömrü boyunca köşklerde yaşamış, geniş bahçelere dışkın biri, neden bu apartman dairesini tercih etmişti?

Pencere kenarından “bakın” diye işaret ediyordu…

Tam karşıda Harbiye Orduevi, önünde de Atatürk heykeli vardı. “Aslına en sadık kalınarak yapılmış olan heykel bu heykel, ona çok benziyor, buradan onu seyrediyorum, yoksa apartmana girer miydim” diyordu.

Evine Atatürk’le birlikte çekilmiş fotoğraflarından koymuyordu. Duvarda, sehpa üzerinde, sadece Atatürk’ün fotoğrafları vardı. Evliliklerine dair tek kare bile sergilemiyordu.

50 yıl boyunca ısrar edildi, hep reddetti.

Hatıralarını yazmadı, anlatmadı.

İnönü Ailesi’yle yakın dosttu. Mevhibe’yi çok severdi.

İsmet İnönü cumhurbaşkanı olduktan sonra, akşam yemekleri için sık sık Dolmabahçe Sarayı’na davet edilirdi bazen gece yatısına kalırdı. Her karşılaşmalarında İsmet Paşa’yı alnından öperdi.

Daima çok şık giyindi.

Favori rengi siyahtı.

Babasının armağanı tek taş pırlanta yüzüğünü parmağından hiç çıkarmadı.

Eve kapanmadı.

Gezmekten, seyahatten vazgeçmedi.

Tanınmasın, rahatsız edilmesin diye, Atatürk’ün isteğiyle “Fatma Sadık” adıyla pasaport düzenlenmişti. Yurtdışına giderken “Latife Uşaki” kimliğini değil, “Fatma Sadık” kimliğini kullanıyordu.

Konser, tiyatro kaçırmazdı.

Kenter Tiyatrosu’ndan sezonluk koltuk alırdı.

Beyoğlu’na sinemaya giderdi.

Yemesine içmesine dikkat ederdi, kilo almadı.

Saçını boyamadı, bembeyaz saçları gür ve ışıl ışıldı.

Topuz yapardı, daima fildişi tarağıyla tuttururdu.

Müthiş kütüphanesi vardı. Shakespeare, Goethe, Schiller, Corneille orijinalinden okurdu. Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Yahya Kemal ezbere bilirdi.

50 yaşından sonra Rusça öğrendi.

Puşkin hayranıydı.

Hediye vermeyi severdi.

Kişisel sorunlarından çevresine asla bahsetmezdi.

Emektar Rum kadın hizmetlisi vardı.

İrfan hanım adında aşçısı vardı.

Şoför kullanmazdı, taksiyle dolaşırdı.

Göğüs kanseriydi.

1975 yılında 76 yaşındayken gözlerini yumdu.

Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine vefat ilanı verildi. Dedesinin, babasının, annesinin, kardeşlerinin adı vardı. Atatürk yoktu.

Devlet töreni yapılmadı.

Hükümetten katılan olmadı.

Ailesi tabutun üstüne Türk Bayrağı örttü.

Cenaze namazı Teşvikiye Camii’nde kılındı.

Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verildi.

Ziraat Bankası’nda ve Osmanlı Bankası’nda iki kasası vardı. Bu kasalar, aile fertlerinin miras davası nedeniyle, vefatından dört sene sonra mahkeme kararıyla açılabildi. Cumhuriyet tarihine ait belgeler mirasçıları tarafından Türk Tarih Kurumu’na verildi.

Özel eşyaları tasnif edilirken nikâh yüzüğü çıktı. Platindi. İçinde Osmanlıca “Latife 1339” yazıyordu.

Yüzüğün yanında ayrıca, Mustafa Kemal’in nikâh sırasında mehr-i muaccel olarak verdiği 10 gümüş para vardı.

Yüzükle gümüş parayı pembe bir kâğıtla paketleyip, mücevher kutusuna koymuş, kutuyu da tülbentle sarmıştı.

Atatürk vefat ettiğinde de, özel eşyaları arasında incecik platin bir yüzük bulundu, içinde Osmanlıca “Gazi M. Kemal 1339″ yazıyordu.

Ayrılırken yüzüklerini birbirlerine iade etmişlerdi.

Her ikisinin de ömürlerinin sonuna kadar sakladıkları nikâh yüzükleri, İsmet İnönü’nün hediyesiydi.

Lozan’dan getirmişti.

Latife servet değerinde mücevherlere sahipti. İstanbul’da bir apartman dairesi, İzmir’de köşkü, yine İzmir’de işhanı, apartmanı, üç arsası vardı. Tamamı babasından intikal etmişti.

Yıllar yıllar yıllar sonra 2015…

Avrupa’nın en köklü üniversitelerinden olan Viyana Üniversitesi “cinsiyet eşitliği” temasıyla uluslararası sergi açtı. Dünya çapında değerlendirme yapılarak, dünya kadınlarına tarih boyunca “rol model” olmuş 36 öncü kadın tespit edildi.

Büstleri üniversitenin avlusuna yerleştirildi.

Dünya çapındaki 36 kadından biri, Latife’ydi.

Mecdelli Meryem, Marie Curie, Mileva Einstein,

Frida Kahlo, Elisabeth Oppenheirn, Sylvia Plath,

Virginia Woolf, Josephine Baker, Maria Callas, Sara Baartman, Ana Mendieta, Hapşetsut, Janis Joplin, Sappho, Maria Montessori, Papstin Johanna, Gertrude Stein, Susan Sontag…

Latife onların arasındaydı.

Türkiye’nin adeta yok saydığı Latife…

Dünyanın saygı duyduğu “rol model”di.

Kaynak: Mustafa Kemal, Yılmaz ÖZDİL

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir