Atatürk öldürüldü mü
Ulu Önder’in siroza bağlı rahatsızlık neticesi öldüğü tüm dünyaya ilan edilir ve akıllarda O’nun alkol müptelası olduğu izlenimi bırakılmaya çalışılır. Bu sayede ülkenin ve yakın doğunun feyz aldığı liderin, Ortadoğu’ya da ışık olması engellenirken diğer yandan Atatürk düşmanlığı beslenerek Türk – Müslüman ayrımı yaratılmaya çalışılır. Bunlar yapılırken de mesela hiç alkol almamış Mehmet Akif Ersoy’un mikrop kaparak siroz olduğu ve iki sene tedavi gördüğü herkesten saklanır.
Dahası Atatürk’ün gerçek ölüm sebebi ve hatta katli sır perdesi gibi saklanır ve varsa yapılan otopsi sonuçları kamuoyundan gizlenir.
İnceleme ve araştırmalar ise Atatürk’ün doğal yoldan ölmediğine ve hele sirozla alakalı ölmediğine kesin işaret ederken, muhtemelen öldürülerek şehit edildiğine ve bunu yapanlarında 13 yıl boyunca adım atması dahi engellenen mason örgütlerince olduğu sonucun varılır. Varılır ama bu anlamda resmi hiçbir işlem nedense kasıtlı olarak hiçbir zaman yapılmaz.
Bazen de konu en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’ye denk getirilir ve suç kasıtlı olarak adeta O’na atfedilir.
Bu tezleri ispat etmek devletin görevidir ve arşivler bunu kolaylıkla temin edecektir. Lakin o ana dek elimizden gelen sadece araştırmacıların bulgularından ve tanıkların ifadelerinden ibarettir. Birkaçına alıntılar göz atacak olursak karşımıza sinsi ve senelere yayılmış organize bir cinayet çıkar.
***
“ABD’nin kara kutusu kabul edilen David Rockefeller, ölmeden önce çok önemli itiraflarda bulunmuştu. “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüz yıl ertelemek zorunda kaldık” demişti. Bu adam önemli bir Yahudi’dir. ABD için, söyledikleri “kanun” hükmündedir. İsrail’in Atatürk’ün ölümünden sonra kurulması ve Türkiye’nin ilk tanıyan ülkelerden olması, hiç sürpriz değil. Hal böyle iken, insanın aklına şu soru geliyor:
ATATÜRK ÖLDÜRÜLMÜŞ OLABİLİR Mİ?
Dünyayı değiştiren bir insan ölüyor, ama otopsisi yapılmıyor. Üstelik bu otopsi çok istenmesine rağmen yapılmıyor. Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda “ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması” olarak gösterilirken, ikinci raporda ise “alkolle ilgili karaciğer iltihabı” neden olarak gösterilmektedir.
Ortada hem bir çelişki, hem de büyük bir yalan vardı. Bu yalan raporu, o dönem mecliste etkisi çok olan masonlar çıkarttırıyor. Masonlar ne alaka, demeyin! Atatürk’ün şehadetinde ve sonrasında, hep başroldeler.
Atatürk, mason localarına karşı büyük bir savaş veriyor. Yıl 1935. Türkiyedeki masonlar 25. yıl kuruluş etkinlikleri düzenleyerek, yayılmalarını hızla sürdürüyorlardı. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitap verir ve der ki;
“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve gurupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”
Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediğini yaptı, “Masonlara ölüm” naraları altında, mecliste locaları kapatma kararı çıktı.
Masonlar, Doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıktılar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” dediler.
Atatürk de karşılık olarak;
“Peki, bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir?” diye sordu.
“Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.” dediler.
Bunun üzerine Atatürk öfkelenip; “Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi’ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan!” diyerek onları kovdu. Anadolu Ajansı 10 Ekim 1935 tarihinde, mason cemiyetlerinin kapandığını ve mallarının Halkevleri’ne bağışlandığını duyurdu.
Mustafa Kemal Atatürk, aynı gün Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben: “Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demişti.
Yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas, Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrendi ve şöyle dedi: “O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!” (-Laiki Foni “Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan, 1948.)
SARI LİDERİ ÖLDÜRME KARARI ALINIYOR
Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye Mason Cemiyetinin kapandığını Moskovada bir toplantı sırasında öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…
Türkiyenin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremline davet edildi. Nalçacı Moskovaya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlinin Çankayaya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacıya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı.
Kremlinden aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürkün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin gerici Mareşal Çakmakın tabancasına hedef olunacağı itirazı ile Nalçacıyı frenledi. Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiyedeki masonların ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. Bu konuda Avram Benaroyos, İlk anlarda Kemal Atatürkü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, doktorlarımız Atatürkün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlinin istediği esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm kararına uyduk.
Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi Onun her hareketini alkışladılar. Zamanla Onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürke ilk darbeyi sinir organlarını zafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürkün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürkte zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı. şeklinde yazdı.
Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken, Yunanlı Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi; Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğunu parçladık. Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Liderin hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiyedeki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Liderin tedavisinde vazife vermemekle bize pekala ispat ettiler.
***
ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, KONAN TEŞHİS ve UYGULANAN TEDAVİ
Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürke ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937de Yalovada Atatürkü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir diyerek koydu. Oysa, Benaroyasın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdaripti. Çankayada bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi? diye sorunca, aynı doktor evet cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edildi. Atatürkün İstanbul ve Yalovada olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arara telefon ederek Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun. dedi.
Doktor ve diğer sıhhi personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük diye açıklamıştı. İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çinden Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velgerin karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. Atatürkü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürkün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürkün fenni rapora geçen hastalığı Alkole bağlı siroz olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra bunu kat’i olarak kestirmek mümkün değil diyerek hipertrofik siroz tanısına yöneliyordu.
Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürkün hastalığı ile ilgili olarak karaciğer kifayetsizliği’nden şüphelendiğini bu şüphesini söylenmesi icap eden kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini bunun üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Ararın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu.
31 Temmuz 1938 günü Viyanadan gelen Prof. Dr. Eppinger Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanyadan getirilen Prof. Dr. Bergmanda Atatürke rendelenmiş elma yedirtmiştir. Daha sonra da bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürke Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda bu Alman ve Paristen getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. Zehirlendiğini anlamıştı Atatürk, Afet İnana yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.
KİMLER MASONDU?
Atatürk’ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal Öke, …., Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı masonluğu alenen bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden (Türkiye Locası) Dr. İsmail Hurşit, Muhittin Osman Omay kapatma kararı tebliğ edilenler arasındadır.
TEDAVİ EDEN DOKTORLAR
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger Atatürkü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardı. Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke (adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paristen Prof.Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlinden Prof.Dr.Von Bergman, Viyanadan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürkün tedavisinde görev almışlardır.
Atatürk öldükten sonra, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!” diyen Masonların müracaatı üzerine, tekrar localar açılıp faaliyete başladılar…
“Atatürkçü” bilinen Celal Bayar ise 1952’de, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi. Celal Bayar, kendisi de bir masondu.
Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapalım:
“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi.
Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından Doktor Mim Kemal Öke’dir.
Durumu iyice fenalaştıktan sonra yine bir mason olan Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”
1962 yılında dönemin içişler bakanı Bekarta’nın talebi üzerine bir araştırma yapan Doktor Lebit Yurdoğlu şöyle diyor: “Sn. Hıfzı Oğuz Bekata. Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim.
Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğu izlenimi edindim.
Atatürk’ün tedavi amaçlı verildiği diğer ilaç ‘piremidon’dur. İnsanlar üzerinde toksin ‘zehirli’ etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. ‘Civalı diuretik’ olan ‘salyrgan’ isimli ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hâkim olmuştur.”
İşin özü, Atatürk, zehirlendiğini anlamıştı artık. Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”
İçişler Bakanı Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda şunları söylüyor: “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hâsıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”
Ata’nın ölümünden sonra, Anadolu’da insanlar ağlamaktan adeta gözleri kör olurken, İsmet Paşa cenazeye katılmıyor. İşbaşına gelir gelmez, mason locaları açılıyor.
Atatürk’ün kovduğu ve “ben hayatta olduğum sürece Türkiye’ye gelemezler” dediği Rotheschild ve Rockefeller aileleri Türkiye’ye çörekleniyorlar. Sonra, İsrail kuruluyor. Atatürk düşmanlarıyla İsrail, ne kadar gurur duysa az!
“Atatürk, içkiden öldü!” yalan ve iftirasını yayanlar, bunun hesabını asla veremezler. Peygamberimizin zehirlenerek şehit edildiğini dahi bilmeyenler, Atatürk’ün zehirlenerek şehit edildiğini, nereden bilsinler!
MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIĞI
Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadı. 20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılmasından sonra yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık Ona ilerideki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü.
2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcalarında tedavi gördü. 1919 yılında Şişlideki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayısta çıktığı Samsunda tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsunda iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralıkta böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisanında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti.
Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiyeye getirtilerek Atatürke konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürkün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı.
ÖLÜM SEBEBİ ALKOL DEĞİL!
Atatürkün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir. Bu çelişkiye rağmen Atatürke biopsi de otopsi de yapılmamıştır. Alkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürkün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir.
Salyrgan (civalı ilaç)ın Atatürkün tedavisinde ajan tedavi ilacı olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürkün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürkün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır. Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesinden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir.
19 SORU?
*Atatürkün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır?
*Purinol adlı ilaç Atatürkün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır?
*Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.) Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir?
*Burun kanamalarından dolayı Atatürkü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyere görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?
*1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürke rağmen Prof.Dr, Frank, Prof.Dr.Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürkün vücudu onlara emanet edilmiştir?
*Müsteşar Dr. Ararın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve kale almayan yetkililer kimlerdi?
*Atatürke kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşküne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdi?
*Ölüm anında Atatürkün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr.Kamil Berk ölüm raporunu niçin imzalamamıştır?
*Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belgere daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelpin koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı hissetmiştir?
*Dr. Fissengerin yazdığı reçeteleri hangi eczacı yapmıştır? Bu eczacı Mustafa Hakkı Nalçacı mıydı?
*Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı?
*Sürekli doktorların bilgisi dışında Paristen getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir? (Paristen gelen ilacı bünye kabul etmemiş, hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonra tamamiyle başka şahsiyet olmuştum. Çok tuhaf diye Prof.Dr. İrdelpe anlatıyor)
*Pariste ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir?
*Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürke Köşkü karıncaların bastığına inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir?
*Atatürkün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan; ilkinde teşhis karında toplanan sıvı, asit olarak belirtilirken, ikinci raporda alkolle ilişkili karaciğer iltihabı denmesinin sebebi nedir?
*Atatürkün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazmamıştır?
*Atatürk’e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını İçişleri Bakanı mason Şükrü Kay mı vermiştir?
*Atatürkün sıhhı hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığında nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık 1976 yılında bilgi isteyen bir profesöre tüm aramalara karşın bulunamamıştır cevabını vermişti)
*1948 ve 1949 yılında Bulgar yahudisi Framason Avam Benaroyas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır?
***
33 dereceli Mason’un itirafı: “Atatürk’ü silâhla ortadan kaldırmayı düşündük!”
Yıl 1948, Ağustos 1’i. Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti (ELD)’nin “Laiki foni” yani “Halkın sesi” isimli gazetenin 685’inci nüshasında, Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli farmason Avram Benaroysan şunları yazar:
“Mefkûremizi imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!..”
33 dereceli komünist mason hangi darbeden bahsetmektedir ve “akıbeti feci şartlar altında ölüm” olan kimdir?
Bırakalım onu da kendi söylesin:
“(..) Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara Çankaya köşkünde doktor Mim Kemal Öke’ye hitaben, ‘Mason cemiyetinin faaliyetini inkılaplarımıza muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliriz. Ve bir daha diriltmeğe teşebbüs etmeyiniz’ demişti…
(…)
O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır.
Fakat asla!
Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihî bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir hâlde, oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım:
-‘O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!’
İşte böyle… 1948 yılı Ağustos ayının 1’inde Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti örgütünün yayın organı “Laiki Foni”nin 685 sayılı nüshasında Ege ve Balkanların kıdemli komünistlerinden 33 derece mason Bulgar Yahudi Avram Benaroyas’ın itirafları.
Bu itiraflar General Cevat Rifat Atilhan tarafından çevrilmiş, “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi” alt başlığı ile gazeteci Ogün Deli tarafından kaleme alınan “Agoni” isimli derlemeye de alınmıştır.
Biz oradan aktarıyoruz.
Evet, Atatürk Türkiye’deki mason derneklerini, “Kökü dışarıda yahudi uşakları” diyerek kapatıyor ve dünya masonları bunun üzerine Moskova’da gerçekleştirdikleri bir toplantıda, “O sarı lider suret-i katiyetle ortadan kaldırılacaktır!” kararı alıyorlar.
Sonrasını zamanın kıdemli komünistlerinden 33 dereceli mason Avram Benaroysan’ın kaleminden okumaya devam edelim:
“-Atatürk’ün âni bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silâhla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü o, felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Bu sebeple kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi.”
Localarını kapattığı için Atatürk’ü “ortadan kaldırma” kararı alan mason-komünist ittifakı silâhla öldürme riskini başarı şansı yüzde 10’larda olduğu için tercih etmez. O zaman şu kararı alırlar:
“-Onun ölümü esrarengiz olacaktır!”
Balkanların kıdemli komünisti, 33 derece mason Avram Benaroysan’ın 1948’de kaleme aldığı itiraflarında Atatürk’ü esrarengiz ölüme götüren yol haritası şöyle anlatılıyor:
“-Mason cemiyeti Atatürk tarafından kapatıldıktan sonra; mason biraderler, cemiyet sanki kapatılmamış ve Atatürk’le aralarında hiçbir ihtilaf yokmuş gibi vaziyet aldılar. İmkân buldukça onun her hareketini alkışladılar ve zamanla onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; sarı lider kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti…”
Ve devam ediyor üstat mason Benaroysan:
“-Doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden; 1937 ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi…”
İşin özü bu…
Detayları lazer Yayınları arasında çıkan “Agoni”den öğrenebilirsiniz. Yunanistan’da yayınlanan 1 Ağustos 1948 tarih ve 685 sayılı “Laiki Foni” gazetesine ve zamanın kıdemli komünisti 33 dere mason Benaroysan’ın hayatına ulaşmak Atatürkçü bir Genelkurmay için, TBMM için, Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan emekli generaller, meselâ Çevik Bir için de zor olmasa gerek…
Adamlar, mason derneklerini kapattığı için Atatürk’ü biz öldürdük. Önce vurmayı düşündük, sonra başaramamaktan korktuk, onun çevresini kuşattık, güvenini sağladık, sonra da hedefimize ulaştık diyor, Atatürkçüler susuyor, pısıyor… Kur’an kurslarına, başörtüsüne aslan kesilenler masonlarla kadeh tokuşturuyor…
Anlatılanlar hakikat ise, yedi düveli yenen Atatürk, üç buçuk masonun elinde can çekişe çekişe can vermiş ve onun canını alanlardan hesap sorulmamış, bu ayıp bu millete yeter de artar bile…
Ya sonra?
Mason dernekleri 1948 yılında “İnönü’nün emri ve Celal Bayar’ın desteği ile” tekrar faaliyete geçtiler. Halkevlerine devredilen mallarını da geri aldılar…
Peki, burada bitti mi?..
Hayır, bitmedi, bitmeyecek gibi de görünmüyor…
Atatürk’ün bedenini ortadan kaldıranlar oklarını onun ilkeleri ve felsefesine, onun çok sevdiği milletine ve milletinin değerlerine tevcih ettiler…
Üzülerek ifade edelim ki bu bahiste de başarılı oldular…
Lütfen, “Atatürk’ten, millî devletten, Lozan’dan vazgeçin” diyen ve “Şehitlik ve gazilik kavramları kaldırılsın” diyenlerle, “Türkiye moziktir, millet değil, halklardır” diyenlere dikkatle bakınız…
Pek çoğunun yüksek dereceli masonlar olduğunu göreceksiniz…
Ben daha ne diyeyim!..
“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”
***
Ankaralı işadamı Muhammed Yüksel, Beyaz TV’de, Latif Şimşek’in sunduğu “Dinamit” programında, “Bu fotoğraflar elime açıklayamayacağım bir yerden geldi ve bu fotoğraflar Genelkurmay arşivlerinde bile yok” diyerek, Atatürk’ün ölüm sonrası yapılan otopsi raporlarını yayınladı.
“Arşivci” kimliği ile tanınan Yüksel’in iddiası şu: “Atatürk zehirlenerek öldürüldü.”
İddiasını destekleyen görüşü ise gayet mantıklı:
“Otopsi raporu niye yayınlanmadı?”
Fotoğraflar otopsiye katılan doktorlardan biri tarafından çekilmiş. O doktor, Osmanlıca beyanlarda da bulunmuş.
“Biz bu beyanları çözdük ve biz bu görüntüleri o doktorun arşivinden aldık” diyor işadamı Muhammed Yüksel. İki gündür hemen bütün gazetelerde yer alan ve internet ortamında en çok tıklanan bu iddia ve görüntüler üzerine artık bir şeyler söyleyebiliriz.
Önce otopsiye katılan doktorlara bakalım:
Dr. Akil Muhtar, Dr. Mehmet Kamil, Dr. Süreyya Hidayet, Dr. Abra Vaya.
Bu isimlerden, Dr. Abra Vaya, yahut otopsiye katılanların tamamı, Atatürk’ün Brutus’u gibi sanki. Önce Abra Vaya’ya dikkat çekelim. Çünkü, ilk üçü ile ilgili meselâ internet ortamında çok geniş bilgiler bulabiliyorsunuz amma Dr. Abra Vaya hakkında, Atatürk tarafından CHP azınlık kontenjanından milletvekili yapılmış, kurucu meclis üyeliğine getirilmiş, senatör olmuş olmasına rağmen, meclis zabıtlarındaki isminden başka hiçbir bilgiye ulaşamıyorsunuz.
Bu gizlilik niye ve kimin başarısı?
Herhalde bu gizlilik, Dr. Abra Vaya’nın kimliğinden kaynaklanıyor. Çünkü Dr. Abra Vaya, Yahudi kökenli. İzmirli bir Rum’la evlenmiş. Atatürk de onu özel doktoru yapmış. Lâkin adı bir hayalet gibi dolaşıyor ama ete kemiğe büründürmek pek mümkün olmuyor. Otopsiye katılan diğer isimler de Atatürk’ün Brutus’u olabilir.
Türk toplumunun “dönme” olarak bildiği Sebatay Cemaati mensuplarından Ilgaz Zorlu, 2000 yılı Şubat ayında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın organize ettiği Diyalog Platformu’nda, “Sabatay Sevi, kendi cemaatine ‘benzet; ama asla benzeme’ doktrinini benimsettiğini” açıkça itiraf etmiş, belki ne dediğimi anlamayanlar yahut tevil edenler bulunur diye de sözlerine şu açıklığı getirmiştir:
“-Kendini Müslümanlara benzet; ama asla onlar gibi olma. Sabateistler bulundukları ülkenin kurallarına kesin olarak uyarlar. Örneğin biz her dini toplantımızda Cumhurbaşkanı Demirel’e ismen dua ederiz.”
Bilemiyoruz…
1938 yılında bütün dünyada otopsi yapılıyor, ölüm raporu yayınlanıyor, Atatürk gibi bütün dünyanın dikkatlerini üzerinde toplayan bir şahsiyetin otopsisi yapılıyor ama ölüm raporu yayınlanmıyor, üstüne üstlük ölüm sebebi, “Siroza bağlı kalp durması” olarak açıklanıyor. Yani bu milletin çocuklarına, sizin Atanız boğazına, zevkine hâkim olamadı, içe içe gitti mesajı veriliyor. Böyle bir açıklamanın yapılması bile tıp etiğine uymuyor, uymuyor amma oluyor. Oysa Atatürk, iradesi güçlü bir kişi idi. Meselâ cephede ağzına damla içki koymazdı.
Benzer iddialar Fatih’in ölümü için de varittir, biliyorsunuz. Yani Atatürk ne ilktir, ne de sondur.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu 75 milyonun gözleri önünde şüpheli bir ölümün kurbanı olmadı mı? ASELSAN’da stratejik araştırmalar yapan Türk mühendislerin “intihar” süsü verilerek katledilmeleri kayda değer değil mi? Bugün Ecevit’in ölüm sebebi niçin araştırılıyor? Özal’a yapılan suikastın örtbas edilmesinin arkasındaki sır ne? Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümü, Atatürk’ün ölümü, yahut öldürülmesine ne kadar da benziyor? Normal ölüm de olsa devlet başkanına otopsi yapılması gerekiyor amma Özal’a yapılmıyor. Niye? Alınan kan örneğinin bulunduğu kap kırılıyor. Niye? Her ihtimale karşı araştırmalar yapılsın diye saç, tırnak yahut benzeri doneler alınması gerekiyorken bunların hiç biri yapılmıyor, “Kap krizi” denilerek mesele kapatılıyor. Niye?
Bugün bu iletişim çağında bunlar oluyorsa o gün kim bilir neler olmuştur, öyle değil mi?
Ve insan ister istemez “Atatürk’ün gizli vasiyeti” iddialarını hatırlıyor.
Hani, Atatürk’ün sırdaşı, istihbarat subayı Mehmet Rifat Efendi’nin oğlu Selahaddin Bey, oğlu Alaaddin Bey ve torunu Meriç Tümlüer’in var olduğunu iddia ettikleri ve “Ölümümden 100 yıl sonra açılsın” diyerek kaleme aldırdığı, bir güç tarafından ısrarla gizlenen, Türk milletinden saklanan vasiyetini…
Bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?” Adlı kitabı okuyabilirler.