Atatürk gözüyle kadın
Atatürk’ün Türk kadınına verdiği değer
Kadın hakları konusunda sadece ülkemizin değil tüm dünya milletlerin takdirini kazanmış Atatürk’ün kadını mal veya meta değil, insan ve hayata iştirakçi olarak görme anlayışı ilke ve inkılapların da özünü oluşturur.
Çünkü Atatürk hem çocukluğundan itibaren babasız (babasını erken yaşta kaybetmiştir) büyümesi nedeniyle kadının (özellikle anneliğin) kıymetini anlayan, kardeşlerinde ve daha sonra evlatlıklarında bu sevgi ve anlayışı yaşatan, kadını milli mücadelenin en zor safhalarında cephede gördüğü için geri bölgede ki zaferleri kadınlara mal eden, görev yaptığı yerlerdeki kadınlara ait pek çok sosyal ve milli hisler yaşadığı için, yakınlarındaki kadınlara değer verdiği için, Afet İnan gibi ilke ve inkılaplara fikri destek veren kadınları daima takdir ettiği için vs. kadınların hak ettiği mevkilere gelmesi gerektiğini düşünen ve bunu inkılabın ilk şartlarından sayan bir liderdi.
Atatürk kadının esir veya mal gibi yaşamasına razı olmayan, kalkınmayı kadınsız yapamayacağını dile getiren, eşitlik ilkesini sonuna kadar işleten ve böylece erken yaşta evlenmeye, çok eşliliğe rızaya ve okuldan uzak tutulmaya mahkûm edilen kadının, milli egemenlikte ve idarede söz sahibi olmasını engelleyen tüm kurum ve kurallara da karşı olan bir önderdi.
Nihayet kadın Atatürk’ün gözünde, doğada görülen her şeyin çıkış noktasıydı, varlığı inkar edilemezdi ve kadın-aile bağları toplumun ilerlemesine doğrudan etki eden bir faktördü. O’nun gözünde kadın cefakardı, vefakardı, fedakardı ve başlar üstünde yüceltilmeye layıktı.
Kadınlarımızın durumu, milli mücadeleden sonra karşılaşılan büyük sorunlardan birisiydi. Çünkü kadınlar mahkûmdu, erkekler kadınları mahkûm etmeye alışkındı. Hayatın akışı içinde kadının yeri sadece erkeğe tabi olmaktan ibaretti. Atatürk bu sorunun ivedilikle çözülmesini arzularken hem seçme ve seçilme hakkını tanımış, hem erkeklerle eşit hukuki tabanı oturtmuş, hem eğitim imkânları tanımış, hem kıyafet anlamında medeni karaktere kavuşturmuştur.
“Dünya yüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir.” ifadesiyle millî kimliğe sahip, erkekle her alanda eşit, eğitimli, ülkesi ve ailesi için çalışan, milliyetçi ve medeniyetçi, taklitçilikten uzak, Batı’da tanınan haklara, hatta daha ilerisine sahip ve saygın bir konumda düşündüğü kadın haklarını bu gayretinin temelini de ortaya koymuştur.
Atatürk’ün hayatında pek çok kadın olmuştur ki bunlar en başta annesi Zübeyde Hanım. Sonra kız kardeşi Makbule Atadan. Evlenip ayrıldığı eşi Latife Uşaklıgil. Onu seven o büyük kadın Fikriye Hanım. Ve diğerleri Madam Corinne söz gelimi, Bulgar Kızı Miti. Ve manevi evlatları, bunların içinde kızlar pek çok: Sabiha Gökçen, Rukiye Ergin, Afet İnan, Nebile, Sabriye, Ülkü, Zehra Aylin, Sığırtmaç Mustafa, Abdürrahim Tuncak.
“Türk kadını, daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir” sözüyle aydın Türk kadınının annelik görevini de layıkıyla yapacağına olan inancını belirten Atatürk, kadını kültürel ve ekonomik alanda işbaşına çağırırken, kadını eve hapsetmeye razı tüm demode fikirlere de karşıdır.
Türk kadını İstiklâl Savaşı sırasında gerek cephede, gerekse cephe gerisinde tüm gücü ile hizmet vermiştir. Cephede erkekle omuz omuza düşmana karşı savaşırken cephe gerisinde de çeşitli faaliyetleri ile savaşa destek vermiştir. Bu faaliyetlere katılan kahraman kadınlarımız aynı zamanda öğretmenlik, hemşirelik gibi bazı meslek dallarında da kendilerini kanıtlamışlardır. Atatürk Türk kadınının bütün bu fedakârlık ve hizmetlerini takdir etmiş ve Cumhuriyetin ilânından itibaren Cumhuriyet öncesi plânladığı ve değişik verilerle ifade ettiği gibi kadının sosyal, ekonomik ve siyasal konumunu iyileştirici uygulamalarına başlamıştır.
Atatürk daha, 1916’da Doğu Cephesi kumandanıyken çevresindeki kişilerle sohbet sırasında kadınla ilgili sorunları tartışıyor, kadınların iyi yetiştirilmesinin topluma sağlayacağı yararları, çalışma yaşamında kadına da yer verilmesi gibi hususları vurguluyordu. 1918’de Karlsbad’da tuttuğu notlardan anlaşıldığı gibi sosyal yaşamdaki inkılâpları gerçekleştirmeyi daha o tarihlerde düşünmüştür.Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet’in ilânından dokuz ay önce kadın hukukunda inkılâp ihtiyacı konusundaki düşüncelerini şu sözleri ile açıklamıştır:
“Bir toplum cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri edinmesiyle yetinirse o toplum yarıdan fazla kuvvetsizlik içinde kalır.”
“Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır.”
“Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir.”
Türk toplumunun gelişip yükselmesinde aile yapısının önemine inanan Atatürk, şöyle sesleniyor:
“Bu millet esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki her bir devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir.”
1925 yılında İnebolu gezisinde Atatürk, örtünen kadınlarla ilgili şunları söylüyor:
“Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri ile cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak hiçbir şey yoktur. Önemli olarak şunu ihtar edeyim ki, bu halin muhafazasında inat ve taassup, hepimizi en az kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz…”
31 Temmuz 1932′ de Türkiye güzeli Keriman Halis’ in, Belçika’ da yapılan yarışmada dünya güzeli seçilmesi üzerine Atatürk O’na “Ece” ünvanını verir ve Türk kadınına şöyle sesleniyor:
“Şunu ilave edeyim ki! Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihten bildiğim için, Türk kızlarından birisinin dünya güzeli seçilmiş olmasını çok tabii buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu hatırlatmayı da lüzumlu görürüm: Övünç duyduğumuz tabii güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık olunuz ve bu gelişmelerin aralıksız gerçekleşmesini ihmal etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek faziletle dünya birinciliğini elde tutmaktır.”
Atatürk, 18 Nisan 1935′ de kendisinin himayesinde İstanbul’ da toplanan ve aralarında ünlü nükleer fizikçi Madam Eve Curie’nin de bulunduğu, dünyanın dört bir yanından gelen kadınların katıldığı “Milletlerarası İlk Kadın Kongresi” delegelerine şöyle sesleniyor:
“Türk kadınının dünya kadınlığına elini vererek, dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz.”
“Türk kadınını yüzeysel görmek Türk kadınını görememektir”
Ulu önder, Türk kadınlarının hiçbir alanda erkeklerden ve Avrupalı kadınlardan geri kalmayacakları yolundaki inancını da şu sözleriyle belirtiyor:
“Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.”
Türk toplumunun gelişip yükselmesinde aile yapısının önemine inanan Atatürk, inancını şöyle ifade ediyor:
“Bu millet esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki her bir devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir.”
Türk kadını, yüzyıllardır özlemini çektiği haklarına sahip olmada; en azimli, inançlı ve güçlü desteği Atatürk’ten almış ve çağdaş ülke kadınlarının önüne geçmiştir.
Örneğin; İtalya’ da kadınlar ancak 1948 yılında seçimlere girebilmişler. Japon kadınları ise seçim haklarını ancak 1950 yılında alabilmiştir. Medeni Kanun’ları aldığımız İsviçre’de ise kadınlar haklarını 1971 yılına kadar alamamışlardı.
Çağdaşlaşmada örnek aldığımız İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde de durum farklı değil iken Türk kadınına 1935 yılında seçme ve seçilme hakkı tanınmıştı. Bu vesile ile bakın Atatürk nasıl sesleniyor:
“Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini salahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir.
Siyasi hayatla, Belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu salahiyet ve liyakatle kullanacaktır.”
Atatürk hayatta iken yapılan son seçim olan, 1935 yılı seçimlerinde ilk kez seçilme hakkını da kullanan Türk kadını, TBMM’ne on sekiz kadın milletvekili ile girmiştir. Bu on sekiz Türk kadının yüce meclisin çalışmalarına ne ölçüde katkıda bulundukları ve kararlarında ne denli etkili oldukları meclis tutanakları ile sabittir. Ayrıca kişisel tutumları da övünç vesilesi ve geleceğe olan inançları kuvvetlendirici önemde olmuştur.
Atatürk’ün, çağı ve değişeni değil, değişecek zamanı milletine göstermesi, kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği konularında, “BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”, “İnsan Hakları Sözleşmesi” gibi konular, daha insanlık tarihinin ufkunda bile görünmemişken Türk Kadınına, haklarını vermesinin değeri daha iyi anlaşılır.
Bağımsızlık mücadelesi yapan ülkeler nasıl Atatürk’ü örnek bir lider almışlarsa kadın hakları uğruna uğraş ve savaş verenler de onu bir devrimci olarak aynı şekilde örnek almalılar. Çünkü bütün insanlık tarihi boyunca, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir lider kadın hakları konusunda Atatürk kadar önsezili ve öngörülü olmamış, onun kadar uğraş ve savaş vermemiştir.
Türk tarihinde her yönü ile sosyal en büyük değişmeler ve hızlı gelişmelerin Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasıyla başladığı da dünya tarihçilerinin kabul ettiği bir hakikattir. Atatürk eyleminin büyük ve ilginç tarafı da buradadır. Türk İstiklâl Savaşı; sadece, bir memleketin her tarafına, başka başka düşman ordularının yaptıkları işgallerden ülkeyi kurtarmak için girişilmiş bir seri askeri operasyonlar topluluğu değildir.Milletlerin tarihinde “büyük savaşlar” olmuştur. Üstün düşmanla savaşan ve muzaffer olan orduları vardır, ama bu sadece bir “Askeri Operasyon”dur.
Toplumların tarihinde “sosyal değişiklikler, inkılâplar” yapılmıştır. Bazıları kanlı, hem de çok kanlı olmuştur. Sonuçta galip gelen inkılâpçının dayandığı sosyal felsefe ne ise, onun gerekleri yerine getirilmiştir.
İstiklal Savaşı’mıza kadınlarımızın çokça katkılarını görmekteyiz. Bu sözler yalnız bir gönül borcu ve minnet belirtisi değildir. Geçmişimizden gelen, kadın-erkek ayrıcalığının da yok edilmesi kararının da kesin ifadesidir, ancak, Atatürk’ün bu büyük ve önemli konudaki temel fikrine dikkat olunmalıdır. O, bu toprağın kadınını çok iyi tanımaktadır. Kuvvetli değer yargılarına sahiptir. Fakat, daima “dünyanın, bu değerli insanları olduğu gibi tanımamasının üzüntüsü içindedir.”
Atatürk’ün yalnız bu sözleriyle değil, yaşamı boyunca övdüğü ve övündüğü Türk kadınının İstiklal Savaşında yaptıklarını tarih sahifelerinden buraya aktarmakta yarar vardır.
Türk kadını, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hizmete, elindeki silahla gönüllü olarak dövüşerek, kan dökerek; şehitler vererek girmiş ve analık görevi ile beraber bu görevleri de en sert koşullar içerisinde başarmıştır.
Türk kadınının askerliğe girişi, barış döneminin bir özentisi içinde masa başlarında yapılan yazı çizi ve bir özentinin ürünü değildir. 1877-78 Türk-Rus savaşında Nene Hatun’un Erzurum’daki Aziziye Tabyesi’ne hücumu olayından sonra, İstiklal Savaşı’mıza kadınlarımızın çokça katkılarını görmekteyiz.
Cephe gerisindeki bütün cephane, yaralı, hasta ikmal maddelerinin taşınması, Türk kadınının sırtına ve kağnısına yüklenir. Basit silah endüstrimizi onlar çalıştırmışlardır. Ulus Meydanı’ndaki kadın heykeli işte bu kahraman Türk kadınının simgesidir.
Bunun dışında, elinde silah cephelerde milis savaşı yapan pek çok bacımız, anamız vardır. 1919’da Yunanlılar Aydın’a girerken bir anne silahını kapar, ileri atılır. Bunu pek çok erkek ve kadın takip eder. Ayşe, Emine ve Seher isimli savaşçılar tarihe geçmiş hakiki kadın savaşçılardır.
Güney cephesinde bir müfrezede savaşan Tayyar Rahmiye, Fransızlara karşı dövüşürken şehit düşer.
Gördesli Makbule, 1921’de evlenir evlenmez kocasıyla beraber bir çete kurarlar, dağa çıkarlar. Makbule de Yunanlılarla savaşırken şehadete erer. İzmit cephesinde Takım Komutanı Erzurumlu Fatma’yı görürüz. Hele Millet Meclisi tutanaklarına geçen, İstiklâl Madalyası ve Tuğgeneral rütbesi verilmesi teklif edilen bir Nezahat kızımız var. İşte Türkiye Büyük Millet Meclisinin 30 Ocak 1921 tarihinde 140. toplantısındaki zabıtlara göre onun öyküsü:
Bursa Milletvekili Emin Bey şöyle bir önerge vermiştir:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına;
Çeşitli Harp cephelerinde, özellikle Gördes ve İnönü Meydan Muharebesinde çarpışmalara katılmış ve her an erlere, bazan subaylara bile gayret veren 70. Alay Komutanı Hafız Halit Bey’in kızı Nezahat Hanıma ilk İstiklâl Madalyasının verilmesini ve bu teklifin umumi heyetin tasdikine arz edilmesini rica ederim.”
I. Atatürk’ün “Kadın ve Türk Kadın Haklan” Anlayışı:
Atatürk’ün kendine özgü bir “kadın” anlayışı vardır. Bugün dünya aydınlarının birleştiği ve Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın yaymaya çalıştığı ileri düzeydeki görüşe daha o zamanlar sahip bulunmaktadır.
1923’te İzmir’deki konuşmasında şöyle der: “Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.”
Mustafa Kemal’in Türk kadını hakkındaki kanıları çok gerçekçidir. Kuşkusuz ki, kadın konusunda eylemleri bu görüşlere yaslanmaktadır. Ancak, konuya girişim noktası çok dikkat çekicidir. Ondaki Türk kadını için yerleşmiş olan en kuvvetli fikrin “Türk Kadınının dünya kamuoyunda yanlış, hem de çok yanlış tanıtıldığı” meselesi olduğu anlaşılıyor. Eylemlerinin plânlama ve uygulamasında bu acı gerçeğin verdiği duygu ve görüşlerin büyük etken olduğunu görmekteyiz. O, bu yanlış imajı değiştirme mücadelesi ile beraber, Türk kadınının bilim, ahlâk, sosyal konular ve ekonomik hayatında hemen erkeğin yanısıra eşit koşullarla yer almasını istemektedir. Bunu gerçekleştirecektir.
1923’te der ki:
“Bizim sosyal topluluğumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak, demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir.”
Ekim 1925’te şöyle der:
“Türk kadını dünyanın en münevver, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil, ahlâkta, fazilette ağır, vakur bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, pazusuyla muhafaza ve müdafaya kadir nesiller (kuşaklar) yetiştirmektedir. Milletin menbaı (kaynağı), hayat-ı içtimaiyenin (sosyal yaşamın) esası olan kadın, ancak faziletkâr (erdemli) olursa vazifesini ifa edebilir. Herhalde kadın, çok yüksek olmalıdır.”
Yine Mayıs 1925’te der ki:
“Kadın denilen varlık bizatihi (kendisi) yüksek bir varlıktır. Onun yoksulluğu olmaz. Kadına yoksul demek, onun bağrından kopup gelen bütün beşeriyetin (insanların) yoksulluğu demektir.
Eğer beşeriyet (insanlık) bu halde ise, kadına yoksul demek reva görülebilir (yakıştırılabilir). Hakikat bu mudur? Eğer kadın, dünyada çalışan, muvaffak olan, zengin olan, maddi ve manevi zengin insanlar yetiştirmiş ise, ona yoksul sıfatı verilebilir mi? Verenler varsa onlara nankör denilse, doğru olmaz mı? Türkiye anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi, bugün de en muhterem mevkide, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir mevcudiyettir.”
Erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynağını kadınlarımız işletmiştir
Atatürk, bir Türk anasının eseridir. Türk kadınının çocuğu olmaktan daima övünç duyar. Ama Türk kadını ile yakından ve el ele, iç içe işbirliği yapması, çalışması İstiklal Savaşında olmuştur. Türk kadını için gerçek yargılara bu mücadelenin içinde geniş kapsamıyla ulaşmıştır. Bu nedenle öncelikle İstiklal Savaşımızdaki kadın hareketlerine bakmak çok isabetli olur.
II. İstiklal Savaşımız ve Türk Kadını:
İstiklal Savaşımız, stratejistlerin deyimiyle, bir “Topyekün Savaş”tır. Bu “Savaş Doktrini”nin dünya orduları için örnek olan ilk uygulamasıdır. Dünya üzerinde, kadın, erkek, çocuk, yaşlı ve genci ile bütün “insan gücü”nün topluca yönetildiği, bütün ekonomik kaynaklarının bir elden kullanıldığı “ilk modern savaş”tır.
Alman Generali ve Stratejisti Ludendorf “Topyekûn Savaş -Total War” isimli eseriyle bu tür savaşın doktrinini ortaya koymakla ün yapar. Bu kitabı neşrettiğinde, yıl 1928’dir. Halbuki Mustafa Kemal bu savaş türünü 1919 – 1922 arası fiilen uygulayan ilk askerdir. Birisi, yaratan ve uygulayan; diğeri yalnızca yazandır. Topyekün savaş, kadını erkekle bir düzeyde görür ve kullanır. Meselâ II. Dünya Savaşı ve sonraki mahallî savaşlar hep böyle uygulanmıştır. İstiklal Savaşımız da böyle olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal, İstiklal Savaşını yönetirken güç aldığı, yaslandığı Türk kadınını, Türk anasını hiç unutmamış, vefa duygusunu daima belirtmiştir. Belki de reformları arasında kadın haklarına öncelik tanıması ve çok önem vermesinde, bu duygusunun etkisi vardır. 21 Mart 1923’te Konya’da Kızılay’ın kadın kollarına şöyle hitap eder:
“Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde Anadolu köylü kadınının fevkinde kadın mesaisi zikretmek imkânı yoktur. Erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun, hayat membalarını (kaynaklarını) kadınlarımız işletmiştir. Memleketin esbab-ı mevcudiyetini (varlığın nedenlerini) hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkâr edemez ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin kabiliyet-i hayatiyesini (hayat yeteneğini) tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odun, kereste getiren, mahsulatı (ürünleri) pazara götürerek paraya kalbeden (çeviren), aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusu ile, yağmur demeyip, sıcak-soğuk demeyip, cephenin mühimmatını (savaş gereçlerini) taşıyan hep onlar, hep o ulvi (yüce), o fedakâr, o ilâhi Anadolu kadınları olmuştur. Binaenaleyh hepimiz bu büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyen taziz ve takdis edelim.”
Türk kadınını yüzeysel görmek Türk kadınını görememektir
“Kadınlarımızın bu fedakârlığına, kadınlarımızın bu kadar hizmetine, erkeklerden hiçbir yerde geri kalmayan ehliyetlerine rağmen, düşmanlarımız ve Türk kadınının ruhunu bilmeyen sathi nazarlar, (yüzeysel bakışlar) kadınlarımıza bazı isnadatta (iftiralarda) bulunmaktadır. Kadınlarımızın hayata atılane (tembel) yaşadıklarını, ilim ile, irfan ile münasebetleri bulunmadığını, hayat-ı medeniye (uygar yaşam) ve hayat-ı içtimaiye (sosyal yaşam) ile alakadar olmadıklarını, kadınlarımızın her şeyden mahrum kaldıklarını, onların Türk erkekleri tarafından, hayattan, dünyadan, insanlıktan kar-ü kisbden (çalışıp kazanmaktan) uzak tutulduğunu söyleyenler vardır. Fakat hakikat-i hal (gerçek durum) böyle midir? Şüphesiz ki Türk kadınını bu surette görmek, Türk kadınını görememektir. Ecnebileri ve bizi düşman nazariyle görenlerin tarif ve tasvir ettikleri kadınlar, bu vatanın asıl kadını, Anadolu’nun asıl Türk kadını değildir. Öyle kadınlar bizim asıl hayatımızda ve memleketimizde yoktur. Türk kadınını yanlış görüp yanlış anlatanlar, bilhassa büyük şehirlerimizde, müterakki (gelişmiş) medenî (uygar) zannedilen yerlerde bazı Türk hanımlarının manzara-i hariciyelerine (dış görünüşlerine) bakarak aldanıyorlar. O kadınların harici manzaralarını aleyhimizdeki sui tesfirlere (yanlış yorumlara) müsait bir zemin olarak alıyorlar. Milletin umumi hayatına nispetle pek mahdut (sınırlı) ve naçiz (değersiz) olan o kadınları teşmil ediyorlar (yayıyorlar). İşte ilk tashih edilecek hakikat buradadır. Manzara-i hariciyeleriyle düşmanlarımıza ve bilhassa içimizdeki bedhahlara (hainlere) bilerek ve daha ziyade bilmeyerek haklı bir sermaye-i tevzir veren (yalan dolan olanağı) manzaralara, hepiniz biliyorsunuz ve herkes biliyor ki, en ziyade memleketimizin en büyük şehri olan, asırlarca devletin payitahtı (devlet merkezi) ve makar-ı hilafeti (halifeliğin merkezi) bulunan İstanbul’da tesadüf ediyor. Düşmanlarımızın bu manzaradaki kadınlardan aldıkları intibaat (izlenimler) ile acı hükümler veriyor ve diyorlar ki: “Türkiye mütemmeddin (uygar) bir millet olamaz, çünkü Türkiye halkı iki parçadan mürekkeptir. Kadın ve erkek diye iki kısma ayrılmıştır. Halbuki bir heyet-i içtimaiye (sosyal toplum) aynı gayeye bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse, terakki (gelişme) ve temeddün etmesine (uygarlaşmasına) imkan-ı fenni, ilmi imkan ve ihtimal-i ilmi (ilim ihtimali) yoktur.”
“Daha selâmetle, daha dürüst olarak yürüyebileceğimiz bir yol vardır. Büyük Türk kadınını meclisimizde müşterek (toplumumuzda birleşik) kılmak hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmî, ahlakî, içtimaî, iktisadî, hayatta erkeğin şeriki (arkadaşı), muavin ve müzahiri (destekleyicisi) yapmak yoludur. Eğer kadınlarımız şer’in (İslâm usullerinin) tavsiye, dinin emrettiği bir kıyafette, faziletin (erdemliliğin) icap ettirdiği tavru hareketle (davranışla) içimizde bulunur, milletin ilim, sanat, içtimaiyat (sosyal) hareketlerine iştirak ederse, bu hali, emin olunuz milletin en mutaassıbı (bağnazı) dahi takdirden (beğenmekten) kendini alıkoyamaz, men’i nefs edemez. Bilakis, o halin aleyhinde söylenecek sözlere karşı, belki onu müteşebbüslerinden (girişkenlerden) daha fazla müdafi (savunucu) olur.”
Türk kadını, Mustafa Kemal’in emrinde dünya kadınları için bir doktrin yaratmıştır
Bütün bu hareketlere katılmada kadınlarımızı yöneten ne bir kanun, ne de bir yönetmelik vardır. Yapılanların hepsi “gönüllü” hizmetlerdir. Büyüklüğü ve değeri buradadır.
Kadınlarımızın askerliği, ordudaki hizmeti bir Atatürk direktifi ve ilkesidir. Gazi Mustafa Kemal, kadına Türk ordusunun saflarında resmen ve üniformalı olarak yer açan ilk generaldir. İlk askerdir. Bu konuda da yaratıcıdır.
İstiklâl Savaşı’nda kendisiyle fikir arkadaşlığı yapan, karargahında vazife alan Halide Edip Adıvar’a, askerliğin ilk basamaktaki rütbesini çok mütevazı bir düzeyde “Onbaşı”lığı tevcih eder. Bu olay da, Silahlı Kuvvetlerimiz için çok tarihseldir. Kadınlarımızın askerliği, ordudaki hizmeti bir Atatürk direktifi ve ilkesidir. Böylece değerlendirilmesi zorunludur.
İstanbul’da düşman işgali sırasında hararetli mitinglerde Millî Mücadele için ulusu Mustafa Kemal’le birlik olmaya çağıran Halide Edip bir ara kaçar ve Ankara’ya Mustafa Kemal’in emrine gelir.
Büyük milliyetçi ve entellektüel kadınımız Mustafa Kemal’den subaylık istemez. “Onbaşı” gibi ordunun en ufak rütbesiyle Silahlı Kuvvetlere katılır. Başkomutan Mustafa Kemal kendisine şu tarihi emri yollar:
“Halide Edip Hanımefendi hazretlerine;
(aceledir)
Garp Cephesi
Ordu safları arasında vatanımızın müdafaasına fiilen iştirak için şiddetli arzu (büyük istek) ile vuku bulan müracaatı vatanperveraneleri Orduca memnuniyetle telakki olundu. Hizmet-i fiiliye-i askeriyeye kabul ve oradan vazifenizin telakki buyurulması rica olunur.”
18.8.1337 (1921)
Başkomutan
Mustafa KEMAL”
Böylece, tarihimizde gerçekten başlamış olan “Kadınların Askerliği” konusunu Atatürk zamanla işlemektedir, biçimlendirmektedir.
1930’da İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda kadın-erkek eşitliği üzerinde görüşme yapılırken Türk kadınının askerlik görevi üzerinde şöyle der:
“Bugün için Türk kadınının askerlik yapması söz konusu olmasa bile, bütün kızlarımızın, vatan ve milletin yüksek menfaatlerini her suret ve vasıta ile müdafaa edebilecek kabiliyette yetiştirilmelerinin millî terbiyede esas olması, kız çocuklarımızın buna göre bedenî, fikrî ve hissî terbiyeye tabi tutulması lazımdır.” Bu direktif, bu ilke üzerine, kız öğrenciler de “Askerliğe Hazırlık Derslerine” sokulmaya başlatıldı. O tarihte lise ve üniversite erkek öğrencilerinin yurt savunmasına hazırlık için mecbur tutuldukları silahlı eğitim ve yaz kamplarına kızlarımız da katılmaya başladılar. II. Dünya Savaşı başladıktan sonra, savaşan milletlerin kadınlarının uydukları askeri eğitimin Türkiye’de bir Atatürk ilkesi ve bütün milletlerden önce olarak 1930’larda uygulandığı unutulmamalıdır.
III – Atatürk’ün Kadının Eğitim ve Öğretim (talim ve terbiye) ile Kültürünün Gelişmesi Üzerindeki Görüşleri ve Bu Konudaki Eylemleri:
Atatürk’ün Türk İnkılâbında öncelik verdiği konu kuşkusuz ki ‘Milli Eğitim’dir. 1922’de İzmir’e girer. Savaşın, zaferin heyecanı tümü ile üzerindedir. Kendisine sorarlar: “İşte memleketi kurtardınız şimdi ne yapmak istersiniz?” cevabı kısacıktır. “Maarif Vekili olarak, Millî İrfanı (eğitimi) yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir.” Ancak “Milli Eğitim” derken, kız ve erkek çocuğun ayrımını hiç düşünmez. Mart 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açış söylevinde “Kadınlarımızın aynı öğretim derecelerinden geçerek yetiştirilmelerine önem verilmesi”nden bahseder.
Ağustos 1924’te, yine şöyle konuşur: “Erkek ve kız çocuklarımız aynı surette, bütün tahsil derecelerindeki talim ve terbiyelerinin ameli (pratik) olması mühimdir. Memleket evladı, her tahsil derecesinde, iktisadî hayatta amil, müessir ve muvaffak olacak surette teçhiz olunmalıdır. Millî ahlakımız, medeni esaslarla ve hür fikirler temniye ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir; bilhassa nazar-ı dikkatinizi celbederim. Tehdit esasına müstenit ahlak; bir fazilet olmadıktan başka itimada da şayan değildir.”
Kadının erdemliliği konusunda 1935’te şöyle der:
“Milletin menbaı, hayat-ı içtimaiyesinin (toplumsal yaşamın) esası olan kadın çok yüksek olmalıdır.”
Mustafa Kemal’e göre; Türk çocuğuna verilecek terbiyenin esası “Millî Terbiye”dir. 1924 Eylül’ünde, “Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya milleti tutsaklık ve sefalete terk eder” der.
Kız ve erkek genç Türk çocuklarının aldıkları millî terbiye gücü ile el ele Cumhuriyete sahip olmaları gerektiğine inandığı için 1922 Ağustos’unda şöyle hitap eder:
“Gençler, cesaretimizi takviye ve idame eden sizsiniz. Sizler almakta olduğunuz terbiye, bilgi ve insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin fikir hürriyetinin timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz tesis ettik, onu siz yükseltecek ve idame edeceksiniz.”
Atatürk, Türk kadınını yetiştirip ev dışı hayata çıkarmaya çalışırken onun en önemli görevinin “analık” olduğunu da unutmaz. Çünkü ana “insanın ilk öğreticisi, sonsuz öğretmenidir.”
Bizim dinimiz hiç bir zaman kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir
Der ki: “Düşmanlarımız bizi dinin taht-ı tesirinde (tesiri altında) kalmış olmakla itham ve tevakkuf (duralama) ve inhitatımızı (alçalmamızı) buna atfediyorlar. Bu hatadır. Bizim dinimiz hiç bir zaman kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allanın emrettiği şey, Müslim ve Müslimenin (erkek Müslüman ve kadın Müslümanın) beraber olarak iktisab-ı ilm-ü-irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez (donanmış) olmak mecburiyetindedir.
İslâm ve Türk tarihi tetkik edilirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kayıtlarla mukayet zannettiğimiz şeyler yoktur. Türk hayat-ı içtimaiyesinde (sosyal yaşamında) kadınlar ilmen, irfanen ve diğer hususlarda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir. Bugün bu memleketi nazar’ı tetkikten geçirelim (inceleyelim). Göreceğimiz iki safha vardır: Birisi tarlalarda erkeklerle beraber çalışan, merkeplerine binerek öteberi satmak için kasabalardaki pazar yerine giden, oralarda bizzat yumurta ve tavuğunu, buğdayını satan ve ondan sonra levazımatını bizzat mubayaa eden kadınlar. Ben bu kadınlar arasında kocalarından daha iyi, işten anlayanlara ve hesap yapanlara tesadüf ettim.
Efendiler, memleketimizde cehl (bilgisizlik) varsa umumidir, yalnız kadınlarımıza değil, erkeklerimize de şamildir (kapsar). Diğer bir manzaraya kasabalarda, şehirlerde tesadüf ediyoruz. Bu da ekseriya ecnebi (yabancı) romanlarında okunan kafes efsaneleridir. Şüphe yok ki bu sakim âdeti tamim eden (kötü âdetleri yayan) saraylar olmuştur.
Binaenaleyh, kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok feyizli olmak istiyorlarsa, böyle olmalıdır.”
Bu sözler bu görüşler, Türk kadınının, toplumsal yaşamını kökünden değiştirerek Türkiye’de kendisine layık olan yeri alabilmesi için genel bir ilkedir. Türk kızına böylece bütün okulların, bütün mesleklerin kapıları, erkek çocuklarla aynı koşullarla açılmalıdır.
İşin fikir hazırlığı tarafını, hemen yasalaşma dönemi izleyecektir. Mustafa Kemal, ülkeye sokmaya çalıştığı yenilikler arasında en zor sayılan işlerden birisini Meclise getirir.
1923 Mart’ında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış söylevinde asıl uygulama ile ilgili büyük konuyu ortaya koyar. O zamana kadar iki başlı olan Türk çocuğunun eğitim ve öğretim sorumluluğunu Maarif Vekâleti (Milli Eğilim Bakanlığı) kontrolünde toplayacaktır. Osmanlılar’dan kalma sisteme göre, çocuklarımızın bir kısmı dini esaslarla öğretim yapan okullara gitmektedir. Bu okullar Şer’iye (Din işleri) Vekâletince yönetilmektedir. Modern öğretim yapanlar da Maarif Vekâletine bağlıdır. Türk çocuğunun kültür ikiliğinin kaldırılması için 3 Mart 1924 gün ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) kanunu çıkarılır.
Cumhuriyet’in ilk hareketlerinden biri kız okullarını artırmak olmuştur
Atatürk, bu kanunun, ilgili bakanların bir araya gelerek normal çalışma yöntemleri ile, çıkarılamayacağını tahmin ettiği için devrimci bir metod uygular.
Cumhuriyetin sonsuzluğa değin sürmesi için bazı temel yasaların, hangi devirde olursa olsun, değişmemesi gerekmektedir. 1961’de yeni Anayasa’yı hazırlayanlar da bu görüşte oldukları için, bu kanunların adlarını ve numaralarını “Değişmeyecek Devrim Kanunları” olarak Anayasa’nın sonuna eklemiştir. Bunların arasında şapka giyilmesi, evlenmenin nikâh memuru karşısında yapılması, tekkelerin kapanması gibi konular ve bir de sözünü ettiğimiz Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) vardır.
Diğer taraftan Türk kızlarına da öğretim eşitliğinin sağlanabilmesi için 20 Nisan 1924 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (İlk Anayasamız) 87. maddesi değiştirilerek “İlk Öğretim Zorunluğu” ve mecburiyeti dahil edilmiştir. Böylece kızların okuma eşitliği hareketi, Anayasa zorunluluğu haline getirilmiş olur.
Kanun yoluyla getirilen mecburiyetler, bir toplumda ortam elverişli değilse ve olanaklar yoksa sonuç vermez, işte bu nedenle Cumhuriyet’in ilk hareketlerinden biri, kız okullarını artırmak olmuştur. Anadolu’da ilk Kız Lisesi 1922’de Ankara’da açılmıştır. Bunlar olanakların sağlanması yolunda ilk girişimdir.
1923-1924 öğretim yılında çeşitli seviyede 5062 okulumuz vardır. Bunun 4894’ü ilkokullardır. Cumhuriyet, Milli Eğitimi bu seviyede teslim almıştır. Bu okullarda 2567 erkeğe karşı 1298 kadın öğretmen görev yapmaktadır. 208.908 erkek öğrenciye karşı çoğu ilköğretimde olmak üzere 64.614 kız okumaktadır. Kızlar ancak % 15,5 oranındadır.
Bütün kadrosu ile İstanbul’da kalan Maarif Vekâleti Ankara’da sadece 10-15 gönüllü eğitimci ile 1920’de kurulmaya başlar.
1921’de Sakarya Savaşı yaklaştığı sıralarda toplanan Muallimler (öğretmenler) Kongresi kararlarına göre 1923 yılında “Birinci İlmi Heyet” adıyla bilgin eğitimcilerimiz bir araya gelerek Millî Eğitimimizin temel plânlamasını yaparlar. Bu, bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı ve Terbiye Kurulu’nun doğuşudur.
Mustafa Kemal, çok eski yıllardan beri alfabemizin zorluğunu ve değiştirilmesini düşünmektedir. Arap harfleri ile büyük kitlemizi okutmaya olanak bulunmayacağını bilir ve “Yazı Reformu”nu getirir. Böylece, okutulmaya olanak bulunmayan Türk Kadını ışığa kavuşur.
Bu noktada, Atatürk’ün gerçekleştirdiği reformlarını, ani ve güncel kararlara dayanarak yapmadığını her birinin çok gerilerden itibaren düşünülüp, tasarlanıp, planlandığını ve tam gerektiği zamanda ilân edilip süratli bir biçimde uygulandığını belirtmekte yarar vardır. Ezcümle şimdi sözünü ettiğimiz Yazı Reformu da öyle olmuş, daha İstiklâl Savaşı devam ederken Mustafa Kemal’in o devrin bu konuda en yetkili insanı olan Halide Edip ile görüştüğü ve zaman plânına sokulduğu anlaşılmaktadır. Yalnız harflerimizin değiştirilmesi ile kalmayıp bu aydın kadınla “Türkçe’nin de Batılılaşması” konusu üzerinde tartışmalar yaptığı ve Dil Reformumuzun da daha o zamanlardan ele alındığını görmekteyiz.
Kadının bazı hallerde erkekten daha aydın olmasını istemiştir
1927’de genel nüfusumuz 13.648.070 kişidir. Bunun % 51.9’u kadındır.
Okuma-yazma oranımız ise erkeklerin %15.8’ine karşı, kadınlarda % 9.22’dir. Halkımızın % 89.2’si kara cahildir.
Yeni alfabemizin kabul edildiği 1928 -1929 yılında 6875 ilkokulumuz vardır.
Atatürk’ün Türk kadınının eğitimi konusundaki konuşmalarında dört esas üzerinde durduğu görülmektedir.
1- Kadın-erkek öğretim ve eğitimi eşit olmalıdır.
2- Kadının en önemli vazifesi analıktır.
3- Kadın toplum hayatının her yönünde yer almalıdır.
4- Kadın analık hizmetini ve toplumdaki görevini iyi yapabilmek için çok sağlam bilgilerle cihazlanmalı ve faziletli olmalıdır.
Atatürk, daha 1923’lerden itibaren bu anlayış içerisinde Türk Kadınının erkeklerle eşit koşullarda ve çok iyi eğitim görmeleri üzerine ısrarla durmuştur. Hattâ bazı hallerde erkekten de daha aydın olmasını istemiştir.
Bu temel ilkelerin işlerliği ile 1923-24’te İlkokullarımızda 63.000 kız öğrencimiz varken, 1970-1971’de 2.000.000’bulmuştur. Orta okullarda ise aynı yılların rakamları 1.128 ’den 200.000’ne varmıştır. Liselerimiz 1923’de sadece 166 öğrenciden 64.000’e yükselmiştir. Tek Üniversitemiz İstanbul Darülfünun’da 160 kız rakamı 1970-71’de 16.000’e ulaşmıştır. 1933’de üniversitemizde kadın öğretim üyemiz hiç yokken 1970-71’de 1500 üyemiz vazife görmektedir.
İstanbul Ünivesitesi’nde karma eğitimin başlaması, öğretmen okullarının artırılması, özellikle alfabenin değişmesi, millet mekteplerinin okuma seferberliğini yürütmesi hareketleri, mesleklere giren kadınların çoğalması ve dolayısıyla Türk Kadınının kendine güveninin artmasına neden olmuştur. Kuşkusuz ki, bu büyük eylemin dayandığı büyük çınar, yine Atatürk’tür.
O da gezdiği her yerde kadın reformunu, kadınlarımızın yetişmesi ve eşitliği davasını açıklar ve destekler.
1922’de Tıp Fakültesi’ne giren ilk kadın hekim adaylarımız bağnaz bir ortamda Türk Kadınının bir “Akıncılık eylemi”dir.
Anatomi derslerine sıra gelince, artık bu hanım kızların, işten vazgeçecekleri zannedilir. Hâlbuki onlar bu konuyu da tabii bir anlayışla karşılarlar, başladıkları tıp öğrenimini devam ettirirler.
1927’de ilk ‘Türk Kadın Hekimleri’ diplomalarını alırlar. Beyaz önlük ve modern kılıklarıyla hastanelerde hizmete başlarlar. 1930’da ilk defa Sağlık Bakanlığı’nda vazife alanlar olur.
Türk Kadınının tıp mesleğine karşı özel bir ilgisi ve hevesi vardır. 1970’de tıp ve tıp ile ilgili işlerde 34.563 kadınımız çalışmaktadır.
Zamanla kadınlarımız; mühendislik, mimarlık, ziraat mühendisliği ve veterinerlik gibi, biraz da fiziki kuvvet isteyen meslek dallarında da öğrenim görürler. İş hayatına atılırlar. Atatürk’ün Anıt Kabir’inin kontrol mühendisi, Rumeli Hisarı’nın restorasyon mimarı da birer Türk kadınıdır.
Daha sonraları bu elemanların ilerlemeleri ile üniversitelerde ve akademik kariyerde başarı ile çalışmalar başlar. Kadın asistan, doçent ve profesörlerimiz, 1933 Üniversite Reformu ile alanlarında daha da başarılı olurlar.
1924’te kurulan “Musiki Muallim Mektebi”, 1940’da “Devlet Konservatuvarı” haline getirilir. 1943’te ilk tiyatro ve opera sanatkârlarımız bu kaynaktan mezun olurlar. Hukuk dalında yetişen kadınlarımız 1928’de avukat olarak Baro’ya girerler. Noter, hâkim olurlar ve en yüksek kaza mercii, mahkemelerde yukarı doğru başarı ile tırmanmaya başlarlar.
Türk Kadınının siyaset alanındaki eylemleri ve siyasî haklarının alınması:
Kadınlarımız; İstiklâl Savaşının, yalnız askerlikle ilgili yönüne katılmakla kalmamışlar. Bugün Batı ülkelerinden çok evvel elde ettikleri siyasî hakları için de mücadele vermişlerdir. Şöyle ki: 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e asker çıkarmaları üzerine düşman işgaline rağmen İstanbul’da mitinglerde kadınlarımızı da, aynı heyecanla, halkı ülkenin bağımsızlığı için savaşa teşvik ederken görürüz. Bunlardan, 19 Mayıs 1919 Sultanahmet mitingi pek ünlüdür. 50.000 Türk’e önce Halide Edip haykırır. Onu Meliha adlı genç kız takip eder. 20 Mayıs’ta Üsküdar mitinginde Sabahat ve Naciye Hanım’lar kürsüdedir. 22 Mayıs’ta Kadıköy mitingi yapılır Münevver Sami Hanım konuşur.
Bu konuşmacıların bir kısmı sonra Anadolu’ya geçer, Millî Mücadele’de fiilen görev alırlar.
Genelkurmay Harp Tarihi Dairesi belgelerine göre: Anadolu’da kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine paralel olarak kadınlarımızın da “siyasi kuruluşları” vardır. 23 Aralık 1919’da Erzurum’da bir camide okutulan mevlitten sonra “Türk Kadınlar Topluluğu” adına Merkez Okulu Müdürü Faika Hanım imzasıyla İstanbul’da Sadrazam, Dâhiliye Nezareti, İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı ve Amerikan Senatosuna protesto ve istiklâl için mücadele azimlerini belirten telgraflar çekilir.
“Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti” de Erzurum ve Sivas Kongrelerine paralel olarak çalışmalar yapar. Türk kadınlığının bu eylemi desteklediğini gösterir.
Bu olaylar, Türk kadınının ev dışı hayatta, erkekle beraber dış düşmana karşı silahlı mücadele ile de yetinmeyip, politik mücadeleye katıldığını ispatlayan hadiselerdir.
Kadınımızın seçme, seçilme haklarından ilk defa, 1926 yılında Trabzon Türk Ocağında Süreyya Hulusi adındaki bir konuşmacı verdiği konferansta söz eder.
1927’de İstanbul’da Kadınlar Birliği, tüzüğüne “Kadına siyasi haklar sağlamak için çalışacağı” yolundaki maddeyi ekler. Bu yeni fikirler Büyük Millet Meclisinde tartışmalara sebep olur.
Millet Meclisindeki ortam buna rağmen hazırlanmıştır ve 20.03.1930 tarihinde çıkan Belediye Kanunu ile kadınlarımızın Belediye seçimine katılmaları sağlanmış olur.
Atatürk, seçim ve siyasî hayatta Türk Kadınının ilk adımını yasal biçimde böylece attırdıktan sonra, manevi kızı ve akademik kariyer için yetiştirdiği Afet İnan’a (Prof. Dr. Afet İnan) Türk Ocağında bir konferans verdirir. Amacı, kadını daha büyük ve asıl konuya ulaştırmak için zemini yoklamak ve olaya hazırlamaktır.
1975 başında, Ankara Türk Kadınları Kültür Derneği’nde bir konferansını dinlediğimiz, eski İzmir Milletvekili Avukat Perihan Arıburun’un (Atatürk’ün çok saygı duyduğu hocası General Naci Eldeniz’in kızı) bu konuda ilginç bir anısı, Türk Kadınının Statüsündeki gelişme ile çok ilgili ve Atatürk’ün reformcu çalışmalarına örnek teşkil etmektedir. İşte o hatıra: “1934 yılında bir gün, Çankaya Köşkü’nden kendisine ve annesi Makbule Eldeniz’e telefon haberi gelir. Belli bir günde Türk Ocağına gelmeleri istenir. O gün giderler, Türk Ocağı Salonunda Ankara’nın aydın bütün kadınlarının bir araya getirildiğini görürler. Bu kapalı salon toplantısında seçilmiş konuşmacılar ‘Türk Kadınına Milletvekili seçilme Hakkı’nın verilmesini isteyen hararetli konuşmalar yaparlar. Sonunda Millet Meclisine kadar gösteri yürüyüşü yapılması kararı verilir ve uygulanır.
Aydın bir kadın topluluğunun Meclis önünde yüksek sesle konuşmalarını, çalışma odasında olayı bilmeyen (!!!) Atatürk haber alır, çevresindeki milletvekillerine “Bakın bakalım hanımlarımız ne istiyorlar, bana da bilgi getirin” der. Gidip kalabalığı gören milletvekillerinin telâşlı hali karşısında Atatürk, “Arkadaşlar, kadınlarımız mecliste görev isteğinde haklıdırlar. Hemen kanun tasarısı için çalışmalara başlayınız” direktifini verir. Önce Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun (Anayasanın) 10 ve 11. maddeleri değiştirilir. Sonra 5 Kasım 1934’te çıkan kadınlarımıza milletvekili seçiminde “Oy Verme ve Seçilme Hakkı” tanınır. Böylece Türk Kadınının, Türk erkeğiyle tam manası ile eşit düzeye gelmesi sağlanmış olur. Kadınlarımızın sosyal yerlerini, siyasal haklarını kazanmalarını, onları ortaçağ kalıbından çıkartarak çağdaş ve ileri ülkeler seviyesine, hatta bazılarının da üstüne çıkmalarını temin etmiştir. Olay, Dünya çapında yankılar yaratır. Birçok ulusun kadını bundan örnek alma çabasına koyulur.
Satı Kadın ilk kadın milletvekili olarak Millet Meclisinde göreve başlar.
Atatürk’ün çevresinde yetişmiş olanlardan manevi kızı, Prof. Dr. Afet İnan bir konferansında, bu döneme ait ilginç bir anısını anlatır:
“1935 Temmuzunda aynı otomobilde Atatürk’le birlikte Kızılcahamam’a gidilmektedir. Ankara yakınındaki Kazan köyünden geçilirken, köylünün yol kenarında Atatürk’e tezahüratta bulunmaları nedeniyle durulur. Köyün muhtarı bir kadındır. Köylüyü tertibe soktuktan sonra, köylü adına gayet içten ve düzgün bir söylev verir. Atatürk duygulanır, teşekkür eder. Tekrar hareket edildiği zaman, yanındaki Afet Hanım ve Nuri Conker’e, ‘İşte hayalimdeki Türk kadın mebus’ der.” Conker bir köylü kadınının Millet Meclisine girmesini değerlendiremez. Ama Satı Kadın kısa bir zaman sonra ilk kadın milletvekilleri arasında Millet Meclisinde göreve başlar ve bu vazifeyi daima başarı ile yürütür.
1 Mart 1935 tarihinde ilk kadın mebuslarımız Türkiye Büyük Millet Meclisinde kendilerine ayrılan yerlerine otururlar.
İlk defa bu görevi alanların Türk Tarihinde özel bir değeri vardır. Onları hatırlayalım ve hatırlatalım. İşte ilk kadın milletvekillerimiz:
Mebrure Gönenç (Afyon), Şekibe İnsel (Bursa), Huriye Öniz (Diyarbakır), Dr. Fatma Memik (Edirne), Nakiye Elgün (Erzurum), Fakihe Öymen (İstanbul) Ferruh Gürgüp (Kayseri), Bediz Morova (Konya), Mihre Bektaş (Malatya), Meliha Ulaş (Samsun), Esma Nayman (Seyhan), Sabiha Görkay (Sivas), Seniha Hızal (Trabzon).
O tarihten bu yana, Türk kadınına verilmiş olan Milletvekili seçilme görevine, 1960’da yeni Anayasa ile Senatör olarak seçilme hakkı da tanınmıştır. Ancak, Türk kadınının birçok ülkelere nazaran çok erken sahip olduğu bu kutsal ve pek şerefli hakkını yeterince kullanamaması üzücü bir durumdur. Meselâ: 1935 seçiminde (18) milletvekili kadınımız Milletvekili olarak seçilmişlerdir. Bu rakamlar 1939’da (15), 1943’te (16), 1946’da (9), 1950’de (3) sonraki dönemlerde ise 4,8, 4,8’dir. Kurucu Mecliste (4), 1961’de (3), 1965’te (8), 1969’da (5), 1981’de Danışma Meclisinde (4) ve 1983’de (12) böylece 1935’den beri Parlamentomuza ancak 102 kadın girmiş bulunmaktadır. Bu sonuçlar, cidden büyük bir azınlığın ifadesidir.
Diğer taraftan, oy vermede Türk kadını çok daha ilgilidir. Daima seçimlere erkekten fazla katılır. Meselâ, 1953 seçiminde oy verenlerin % 47.84’ü erkek iken % 52.16’sı kadındır. 1963’te de hemen aynı seviyede, % 47.85’i erkek, % 52.15’i kadındır.
Kadının seçim hakkı gibi erkekle eşitlik davasında, daha önemlisi de temel insan hakları arasında başta gelen bu hakkı, Türk kadınına dünya kadınları arasında bazı Avrupa ülkelerinden hemen hemen yarım yüzyıl önce verilmiştir. Uygarlık mücadelesinde cidden ileri bir aşamadır. Bilenlerce övgü ile karşılanır. Fakat gerek bu asil hakkı kullanma ve gerekse dünyaya tanıtma bakımından layık olduğu düzeyde çalışamadığımızı kabul edeceğiz.
Aile Hukuku ve Evlilik Müessesesi:
Türk ailesi ve ailede kadının hukuku da Atatürk tarafından baştan itibaren ele alınmış bir konudur. 1925’te İnebolu’da halkla yaptığı konuşmada, ailenin karı ve kocadan kurulduğunu, bu iki üyenin eşit şartlarla yuvayı yürütmeleri gerektiği inancını anlatır.
Atatürk, Ankara’da sonradan fakülte olan “Hukuk” mektebini açarken konuşmasında der ki: “Cumhuriyet Türkiye’sinde eski hayat kaideleri, eski hukuk yerine, yeni hukukun kaim bulunması…”
Atatürk, Türk vatandaşının, Türk ailesinin sosyal hakları, birbiriyle ilişkilerini uygar ülkelerle bir düzeye getirmenin, yeni yasalarla sağlanabileceğine inanmaktadır. En yetkili hukukçularımızı bir araya getirerek bir Bilim Kurumu kurmuş, XIX. yüzyılda topluluğumuzu yöneten, İslam esaslarına dayanan ve tek hukuk kaynağımız olan “Mecelle”nin yerine geçecek, yeni “Türk Medeni Kanunu”nu hazırlatmaya başlamıştır. Mecelle, aile, miras ve şahıslar statüsü gibi temel konuları ihtiva etmediği gibi, ticaret hukuku tarafı da yetersizdi. I. Dünya Savaşı sırasında çıkarılan “Aile Hukuk Kararnamesi” ile yalnız aile hukuku ile ilgili eksiklikler kısmen giderilmeye çalışılmıştı. Fakat, mütareke sırasında bu kararnamenin uygulamadan kalkmasıyla tekrar Mecelle’ye aynen dönülmüştü.
Yurttaşların doğumlarından ölümlerine değin bütün kişisel ve parasal ilişkilerini, sahip olduğu mallar dolayısıyla diğer yurttaşlarla ilişkilerini düzenleyen daha kapsamlı, toplu bir yasaya ihtiyaç duyulmuştur.
Atatürk’ün Mecelle taraftarlarının Mecelleyi ıslah etme önerisini kabul etmeyerek kökten bir değişme getirmek için İsviçre Medeni Kanunu esas olmak üzere hazırlattığı Türk Medeni Kanunu, 17 Şubat 1926’da kabul edildi.
Yeni kanunun Türk Kadınına sağladığı haklar şöyle özetlenebilir:
-Çok karılılık kalkmaktadır. Türk kadını, evinin tek kadını ve anasıdır.
-Boşanma hakkında eşitlik sağlanmıştır. Kadın da yargıca başvurarak boşanma isteyebilecektir.
-Boşanmaya yalnız hâkim karar verebilir.
-Velilik konusunda anneye de eşitlik verilmektedir.
-Daha önce mirasta kadına, erkeğe düşenin çok az bir oranı verilirken bu kez eşitlik sağlanır.
-Evlenme, önceleri, “Beşik Kertiği” denen şekilde çocuk yaşlarında bile yapılabilirken, yeni kanun ‘asgari yaş haddi’ni getirmektedir.
-Daha önce nikâh imam karşısında yapılır, kadının rızası vekil seçilen erkek tarafından açıklanırdı. Medeni Kanun, bu hakkı doğruca kadına vermektedir. Kadın evlenmeye razı olduğunu, bizzat kendi diliyle ifade eder.
– Eskiden mahkemede iki kadın bir erkek yerine şehadet edebilirken, artık bu konuda da eşitlik getirilir. Artık Türk kadını tam bir “insan”dır..
Atatürk’ün reformlarını uygulamasında kadına özel bir güvencesi vardır.
Aile Hukuku – Evlilik Müessesesi ve Türk Kadınının sosyal yaşamında Atatürk döneminin etkileri:
Kafes gerisine kapatılmış, çarşafla örtülmüş ve sokağa çıkması bile yasaklanmış kuşaklardan sonra, XX. Yüzyılın başındaki fikir hareketlerinin etkisiyle biraz canlanabilmiş olan Türk Kadınının, Atatürk döneminde sosyal yaşam bakımından birdenbire ileriye fırladığı görülür.
Kuşkusuz, bu canlılığı kentte, kültürü gelişmeğe başlamış şehir kadınında daha fazla görebiliriz. Esasen, kırsal alanlarda yaşayan kadınlarımızın şehirlerdeki kadar kapatılmadığı da bir gerçektir.
Atatürk’ün 21 Mart 1923’te Konya’da kadınlarımızla yaptığı konuşmasında, kadınlarımızın geniş kitlesinin “aslında sosyal hayatta erkekle beraber olduğu, eskiden beri Türk Kadınının savaş, tarım, geçim çabasında aynı hizada çalışıp uğraştığını” kabul etmekte, bundan sonra da “iş hayatımıza onu ortak etmeyi, ilim, sanat, kültürle oluşan hayatta o’nunla işbirliği yapmayı”, tavsiye etmektedir.
Atatürk’ün reform eylemlerinin plânlama ve uygulamasında kadına özel bir güvencesi vardır. Meselâ, erkekleri uygar milletler kıyafetine sokmak için özel bir kanun çıkarmak zorunda kalır. Şapkayı önce kendisi giyer, orduya giydirir ve yasayı da çıkarır. Kadınlarımızın kıyafetiyle şahsen ilgilidir. Çevresindekileri, Batı kıyafetine giyinmeye teşvik etmekle, sözlü ve yazılı propaganda yapılmasıyla yetinir. Ama kadın giysileri için erkekler gibi özel bir yasaya gereksinme duymaz. “Kadınlarımız bu işi kendi kendileri yapacaklardır” diye güvenini belli eder. Atatürk’ün çocuğu olmamıştı. Yetenekli bulduğu bazı memleket çocuklarını evlat edinmişti. Bunların yetişmeleriyle özel surette ilgilenir. Bir taraftan, her insanın en büyük ihtiyaçlarından olan “yuva ve babalık” duygularını tatmin eder, diğer taraftan da bu çocukları memlekette devrimlerin uygulanmasında örnekler verecek görevlere yöneltir ve yetiştirirdi. Meselâ, “Afet” isimli manevi kızını üniversite kariyerine yetiştiren, hazırlayan kendisidir. İlmî çalışmalarla, onun kanalıyla kadın inkılâbının çeşitli bölümlerini işler.
Afet İnan, Musiki Öğretmen Okulunda yurttaşlık dersinde bir “Belediye Seçimi” uygulaması yaparken kız ve erkek öğrencileri beraberce çalıştırır. Buna bir erkek öğrenci itiraz eder. “Türkiye’de kadınlar belediye seçimine katılamazlar der” haklıdır. Henüz Kanun değişmemiştir. Köşkte, o akşam yemek sırasında sınıfta geçen bu basit olay anlatılır. Atatürk çok ilginç bulur, hemen bu konuda çalışılmasını emreder. Bu çalışmadan sonra da kanun çıkar.
Yine manevi kızlarından Sabiha’ya “Gökçen” soyadı verdiği zaman o henüz bir öğrencidir. Havacılıkla ilgisi yoktur. Atatürk’ün, bürosunda bir kâğıda yazarak kendisine “Gökçen” soyadını verdiğini bildiren tarihî belgeyi çok değerli bir hatıra olarak Gökçen salonunun en mutena köşesine yerleştirmiştir.
Daha Türkkuşu sivil havacılık okulları da kurulmamıştır. Ama manevi kızı Sabiha’ya “Gökçen” soyadını bu kadar önceden vermiştir. Birkaç yıl sonra 1935’de Türkkuşu kurulmuş ve Sabiha Gökçen Atatürk’ün yalnız rızası değil, teşviki ile de ilk Türk kızı olarak planörcü, paraşütçü ve sivil pilot brövelerini almıştır.
Gökçen, Hava Kuvvetlerimizin pilotlarının yetiştirildiği Eskişehir Hava Okulu’nda eğilim ve öğretime başlar. Atatürk, şahsen bu eğitimi yakından izler ve bir subaydan farksız olarak Askeri Pilot ve Rasıt Brövelerini almasını ister. Böyle de olur. Mezun olduktan sonra 1938’de Dersim Harekâtı’na da katılarak dünya üzerinde hava harekâtına katılan ilk kadının bir Türk kadını olması gibi bir üne sahip olur.
O yıllarda bir de Keriman Halis isimli bir Türk kızının Cumhuriyet Gazetesi’nin Türkiye’de ilk kez düzenlenen Güzellik Yarışmasını kazanması, daha sonra da, “Dünya Güzeli” seçilmesi olayı vardır. Bu önemsiz gibi görülen hareketin arkasında kuşkusuz ki Atatürk vardı. Keriman Halis’in Avrupa dönüşü, Simplon Ekspresiyle Türk hudutlarına girdiği zaman, eline kendisine “Ece” diye hitap eden Atatürk’ün tebrik mesajı verildiğini ve sınırdan itibaren yapılan ve Atatürk’ten başkasına yapılmayan samimi ve büyük tören gerçekleştirilmişti. Ona, “Kraliçe” diye hitap etmek yerine, sonradan soyadı olan “Ece” deyimini kullanmayı tercih etmişti. Keriman Ece’nin aldığı armağanların muhakkak ki en değerlisi, büyük insanın şu iltifatı idi:
“Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat; Keriman, hepimizin işittiği gibi söylemiştir ki: O bütün Türk kızlarının en güzeli olmak iddiâsında değildir. Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendisini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır.
Şunu ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu, tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş olmasını, çok tabii buldum. Fakat, Türk gençlerine bu münasebetle şunu tahattur ettirmeği (hatırlatmayı) lüzumlu görürüm. Müftehir olduğumuz tabii güzelliğinizi fenni tarzda (bilimsel biçimde) muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda bir tekâmülün mütemadi (sürekli) tahakkukunu (gerçekleşmesini) ihmal etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek fazilette (erdemde) birinciliğini tutmaktır.”
Dünya basınının Türk kadını hakkındaki yanlış görüşlerini düzeltmeleri için uğraşır
1935 yılında dünya kadınlarının, dolayısıyla dünya kamuoyunun dikkatleri Türkiye üzerine çevrilir (1975’te Meksika’da yapılana benzer) dünyadaki bürün ülke kadınlarının temsilcileri bir kongre akdedeceklerdir.
Atatürk teşebbüsü ele alır. Bu büyük kongrenin İstanbul’da toplanmasını sağlar. Çok sevdiği ve esirgediği Beylerbeyi Sarayı’nı bu hizmete tahsis eder. Millet ve devlet olarak ilginin en fazlasını gösterir.
Kongre ile ilgisi bu kadarla bitmez. Dünyanın her tarafından gelmiş seçme kadınlar ve basın temsilcilerine kişisel ilgi gösterir. Görüşmeler yapar.
Dünya Kadınlarının dikkatlerini Türk İnkılâbı üzerine çevirmeye muvaffak olur. Dünya basınının Türk kadını hakkındaki yanlış görüşlerini düzeltmeleri için uğraşır.
Bu arada verilen bir resepsiyonda dünya basın temsilcilerine “Türk Kadın Hakları ve Statüsü” üzerinde sorulan soruları cevaplandırırken, Avrupa’nın tanınmış kadın yazarlarından birisi kendisine sorar “Anladığımıza göre Türk kadınının birçok hakları verilmiştir. Bunu görmekten memnunuz. Acaba bunu kadın erkek eşitliği (Askerlik) konusuna kadar getirecek misiniz?” Sorunun nedeni bellidir. 1930’larda lise, üniversiteli kız öğrencilerimiz erkeklerle aynı düzeyde ‘Askerliğe Hazırlık’ dersi okumakta ve ‘silahlı eğitim’ görmektedirler. Dünya barışını o zamanlarda da korumayı amaçlayan kadın temsilcilerine verilecek cevap önemlidir, yanlış yorumlamalara sebep olacaktır. Atatürk’ün cevabı kendine özgü biçimdedir: “Ben aslında Türk erkeklerinin de savaş yapmalarına taraftar değilim. Yurdumun da, Cihanın da barış içinde yaşaması, siyasetimizin mihveridir. Ancak, Türkiye’nin savunması söz konusu olursa, kadınlarımızın da erkeklerin yanında yeniden daha bilinçli ve tamamıyle yer alacaklarına emin olmalısınız. İstiklal Savaşımız bunun en yakın misalidir.”
Bütün bu örneklerde Atatürk’ün bir tek amacı vardır: Türk kadını değerlidir, uygar düzeye yükselmiştir. Sosyal hayatta yetişmiştir, ama onu dünya yanlış tanımakladır.
Bu gibi başarılı eylemlerle, bu yanlış tanıma mücadelesinde galip gelmek lazımdır.
Atatürk döneminin “Kadın Hakları” yönünden kazandırdıkları:
19 Mayıs 1919’dan bu yana büyük Atatürk’ün reformu ile gerçekleşen ve değişen kadın hakları, Türk kadınına yepyeni bir statü getirmiş bulunmaktadır. Yapılan bu işler şöylece özetlenebilir:
1- İstanbul’da aydın kadınlarımız Milli Mücadeleyi desteklemek için mitinglerde erkeklerle beraber aktif olarak görev almışlardır; İstanbul’da kızların da üniversitede erkeklerle beraber okumaları sağlandı
2- İstiklâl savaşına kadınlarımız, geniş çapta silah kullanarak fiilen muharebelere katılmışlar, döğüşmüşler, kan dökmüşler, şehit ve gaziler arasında yer almışlardır. ‘Topyekün Savaş’ doktrinini (bu doktrin, sahibi tarafından yazılmadan önce) uygulamışlardır. Bu suretle kadının savaşçılık gücü ve savaşın yürümesine olan etkisi bakımından XX. Yüzyıl dünya kadınlarına Türk Kadını öncülük yapmıştır. İşin en ilginç yönü, bu işlerin bir kanuna göre bir askeri organizasyonun belirli ve sınırlı kuralları içinde yapılması gereken görev olarak değil, tamamen bir gönüllü görev anlayışıyla ve canları pahasına yapmış ve başarmıştır.
3- Anadolu’da Sivas ve Erzurum kongreleri safhasında kadın derneklerimiz de siyasî mücadeleye katılmaktadır. Böylece, siyasal hayata fiilen girişim başlamış, bunu belediye seçimlerine katılma ve milletvekili seçilme safhaları izlemiştir;
4- İstanbul’da kızların da üniversitede erkeklerle beraber okumaları sağlanmıştır. Bu hareketle kadınlarımızın eğitim olanakları artırılmıştır. Daha sonra Anayasa’da yapılan değişme, okuma zorunluluğu ve eşitliği yasal yollarla güvence altına alınmıştır. Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Kanunu ile de uygar milletler düzeyinde eğitime ulaşılmıştır;
5- Anadolu’da kızlar için okullar ilk kez açılmaya başlanmıştır. Kızların meslek kadını olarak yetişme çabaları artmıştır. Türk Kadınına bütün iş ve meslekler kapılarını eşit koşullarla açmışlardır;
6- Medeni Kanun çıkarılmış, kadın erkek eşitliği sosyal ve hukukî alanlarda bir düzeye getirilmiştir. Bu konuda da Atatürk kadın reformu birçok ülkelere örnek olmuştur;
7- Kadınlarımızın giyim ve sosyal yaşama koşullarında hızlı gelişme ve değişmeler olmuştur;
8- “Kadın” konusunda yazanlarımız çoğaldığı gibi, “Kadın yazarlarımızın” da birdenbire arttığı görülmüştür.
9- Bütün bu çeşitli gelişimler “Türk ana”sının daha iyi eğitilmesini ve bilgili hale gelmesini sağlamış, dolayısıyla yeni kuşakların da daha bilinçli ve erdemli yetişmesine imkânlar doğmuştur. Kadınlığımızın, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kadınımızın yalnız insanımızın rakamlarının artışına yarayan bir unsur olarak değerlendirilmesi büyük haksızlık olur. Evvela kadının kendisi eğilim, öğretim, kültür, ekonomi, hukuk ve sosyal haklar bakımından büyük gelişmeler kaydetmiştir. İstatistik rakamlarıyla ifade edildiği zaman görülmüştür ki, bu gelişme bizi, yükselterek XX. yüzyıl dünyası ortalamalarının üst düzeyine yaklaştırmıştır. Fakat bu yükseliş grafiğinin bir tepe noktası değildir.
Değerli araştırmacı Burhan Göksel’den yaptığımız alıntıyı burada noktalarken, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadını hakkında muhtelif vesilelerle vermiş olduğu demeçleri de aktarmakta fayda görüyoruz:
“Anaların, bugünkü evlâtlarına vereceği eğitim eski dönemlerdeki gibi basit değildir.”
“Ulusun yaşam yeteneğini tutan hep kadınlarımızdır.”
Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923’lerdeki şu konuşması ile Anadolu kadınına verdiği büyük değere şahit oluyoruz:
“Belki erkeklerimiz memleketi ele geçiren düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında bulundular. Fakat erkeklerimizin meydana getirdiği ordunun yaşam kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Yurdun varoluş nedenlerini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olacaktır. Kimse inkâr edemez ki bu savaşta ve ondan önceki savaşlarda ulusun yaşam yeteneğini tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odun kesip getiren, ürünleri pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla birlikte, sırtlarıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephanenin savaş gereçlerini taşıyan hep onlar, hep o yüce, o esirgemez, o tanrısal Anadolu kadınları olmuştur.”
Yüksek ve şerefli bir varlık
“Kadınlarımızın her millette olduğu gibi, bizim milletimiz için de ne kadar yüksek önemi olduğunu söylemeğe gerek yoktur. Bizim milletimizde kadın, eskiden bu önemi, gerçekten en yüksek derecede kazanmıştır. Büyük atalarımız ve onların anaları, tarihin, olayların tanıklığıyla kanıtlamıştır ki, cidden yüksek erdemler göstermişlerdir. Burada birçok noktalardan sayabileceğimiz o erdemlerin en büyüğü ve en önemlisi, değerli evlâtlar yetiştirmeleriydi. Gerçekten, Türk milletinin bütün dünyada, yalnız Asya’da değil Avrupa’da dahi büyük ezici kudret göstermiş olması, çok parlak hareketler yapmış bulunması, hep öyle değerli anaların erdemli evlâtlar yetiştirmesi ve daha beşikten çocuklarının ruhuna mertlik ve erdem aşılaması sayesinde idi. Şunu söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın genel görevlerde üzerlerine düşen paylardan başka kendileri için en önemli, en hayırlı, en erdemli bir görevleri de iyi anne olmaktır. Zaman ilerledikçe, bilim geliştikçe, uygarlık dev adımlarıyla yürüdükçe, yaşamın, yüzyılın bugünkü gereklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların, bugünkü evlâtlarına vereceği eğitim eski dönemlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için, gerekli özellikler taşıyan evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü yaşam için faal bir unsur haline koymak, pek çok yüksek özelliği kişiliklerinde taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız, hattâ erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha fazla bilgili olmak zorundadırlar. Eğer gerçekten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar.” (1928/Atatürk’ün S.D. II, s. 151-152)
Kadın yoksul demek, onun bağrından kopup gelen bütün insanlığın yoksulluğu demektir
Bu millet, esas eğitimini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki, her dönemin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha yüksek kuşaklar yetiştirmeye yeteneklidir. (Enver Behnan Şapolyo, K. Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, s. 529)
Yardımsevenler Derneği’nin ismi son şeklini henüz almadığı sırada yapılan bir toplantıda, birinin “İsim, Yoksul Kadınlara Yardım Derneği olsun!” demesi üzerine yazdırıp okuttuğu metinden:
“Yoksul kadın, burada hiçbir şeyi olmayan kadın anlamında alınmıştır. Halbuki kadın denilen varlık, kendiliğinden yüksek bir varlıktır. Onun yoksulluğu olamaz. Kadın yoksul demek, onun bağrından kopup gelen bütün insanlığın yoksulluğu demektir. Eğer insanlık bu halde ise kadına yoksul demek yakıştırılabilir. Gerçek bu mudur? Eğer kadın dünyada çalışan, başaran, zengin olan, maddî ve manevî zengin eden insanları yetiştirmişse, ona yoksul sıfatı verilebilir mi? Verenler varsa onlara nankör denirse doğru olmaz mı? Bizce, Türkiye Cumhuriyeti anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en saygın düzeyde, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir varlıktır.” (Perihan Naci Eldeniz, TIK. Belleten, Cilt: XX, Sayı: 80, 1956. s. 740)
“Türk kadını dünyanın en aydın, en erdemli ve en ağır kadını olmalıdır.”
-Efendiler, affedersiniz, bir noktayı açıklamak için bir an duracağım. “Efendiler!” dediğim zaman hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Kolaylıkla kullanılması gereği ve bayanlarla bayların hepsini ifade etmek için bu sesleniş şeklini uygun gördüm. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 86)
Kadın varlığı, ulusun bin bir noktadan temelidir! Artık, kadını süs tanımak fikrini tazelemek doğru değil! (Müjgan Cunbur, Atatürk’ün Elyazısiyle Kadınlar Hakkında Düşüncesi, Türk Kadını Dergisi, Sayı: 6, 1966, s. 19)
Erkeklere ilk öğüdü, ilk eğitimi veren ve onun üzerinde ilk analık egemenliğini ve etkisini kuran, kadındır. 1930 (Afet İnan, B.M. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 89)
Pek yakın bir gelecekte, kadının her anlamıyla erkekle eş olacağı bir dünya doğacaktır. (Atatürk’ten B.H., s. 58)
Türk kadınının bilgi sahibi olması
“Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla suçluyorlar, duraklama ve çökmemizi buna bağlıyorlar; bu hatadır! Bizim dinimiz, hiçbir zaman kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak bilim ve bilgiyi kazanmasıdır. Kadın ve erkek bu bilim ve bilgiyi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak zorunluluğundadır. İslâm ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü sınırlamalarla bağlı zannettiğimiz şeyler yoktur.”
“Türk sosyal hayatında kadınlar, bilim ve bilgi yönünden ve diğer hususlarda erkeklerden asla geri kalmamışlardır; belki daha ileri gitmişlerdir.” 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 86)
“Ben, saygıdeğer hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, tersine pek çok yönlerde onların üstüne çıkacak bilgi ve kültürle donanacaklarına asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle inananlardanım.” 1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 152 – 153)
Türk kadını ve erdem
Türk kadını dünyanın en aydın, en erdemli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil; ahlâkta, erdemde ağır, ağırbaşlı bir kadın olmalıdır. Türk kadınının görevi, Türk’ü düşünüş biçimiyle, kol gücüyle, kararlılığıyla koruma ve savunmaya gücü yeter kuşaklar yetiştirmektir. Milletin kaynağı, sosyal yaşamın esası olan kadın, ancak erdemli olursa görevini yapabilir. Herhalde kadın çok yüksek olmalıdır. Burada Fikret merhumun hepinizce bilinen bir sözünü hatırlatırım: “Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer!” 1925 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 231)
Türk kadını ve güzellik
Şunu ilâve edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli seçilmiş olmasını, çok doğal buldum. Fakat, Türk gençlerine bu nedenle şunu da hatırlatmayı gerekli görürüm: Övünç duyduğumuz doğal güzelliğinizi sağlıklı biçimde korumasını biliniz ve bu yolda uyanık bir gelişmenin arasız gerçekleşmesini ihmâl etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmak zorunluğunda olduğunuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek erdemde dünya birinciliğini tutmaktır. 1932 (Cumhuriyet gazetesi, 3.8.1932)
Türk kadını ve yurt savunması
Bundan sonra Türk ırkı, kadınlarını, erkeklerinin yapmak zorunluğunda olduğu askerlik görevi dahil, bütün hizmetlere ortak ederse, Etilerde, İskitlerde, Amazonlarda olduğu gibi, kendi ırkından başkalarının hiçbir yardımına gereksinim duymaksızın büyük millî ülkülerine başlı başına ve bağımsız olarak yürümek yeteneğini kazanabilir. (Perihan Naci Eldeniz T.T.K. Belleten, Sayı: 80, 1956, s.741)
Türkiye Cumhuriyeti’nin esas düşüncesi, kadınları değil, erkekleri dahi, savaş meydanına götürmemektir. Fakat, Türk ulusunun yüksek varlığına, herhangi taraftan olursa olsun, ilişildiği zaman, işte o zaman Türk kadınları Türk erkeklerinin bulunduğu yerde hazır ve uyanık ve etkin olacaklardır. Bu, insanlığın yüksek huzuru, rahatı ve dünya insanlığı için gerekli bir ödev olduğundandır ki, Türk kadını bunu yapacaktır ve yapagelmektedir ve yapar. (Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten, Sayı: 80, 1956, s. 742)
“Kadın sorununda cesur olalım. Onların beyinlerini ciddî bilim ve bilgi ile süsleyelim.”
Kadın hukukunda devrim gereği
Bir toplum, cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri edinmesiyle yetinirse, o toplum yarıdan fazla güçsüzlük içinde kalır. Bir millet ilerlemek ve uygarlaşmak isterse, özellikle bu noktayı esas olarak kabul etmek zorunluğundadır. Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktır. İnsanlar dünyaya alnında yazılı olduğu kadar yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek, faaliyet demektir. Bu sebeple bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer organı işlemezse o toplum felç olmuştur. Bir toplumun, hayatta çalışması ve başarılı olması için çalışmanın ve başarabilmenin bağlı olduğu bütün sebep ve şartları benimsemesi gerekir.
Bundan ötürü bizim toplumumuz için bilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın edinmeleri gerekir. Herkesçe bilinir ki, her alanda olduğu gibi sosyal yaşamda da iş bölümü vardır. Bu genel iş bölümü arasında kadınlar, kendilerine ait olan görevleri yapacakları gibi aynı zamanda sosyal topluluğun refahı, mutluluğu için gerekli gündelik çalışmaya da dâhil olacaklardır. Kadının ev görevleri, en ufak ve önemsiz görevidir.
Kadının en büyük görevi, analıktır. İlk eğitim verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu görevin önemi gereğince anlaşılır. Milletimiz, kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün gereklerinden biri de, kadınlarımızın her konuda yükselmelerini temindir. Bu sebeple kadınlarımız da okumuş ve bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğrenim aşamalarından geçeceklerdir. Sonra, kadınlar sosyal yaşamda erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu olacaklardır. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 85-86)
Bu kadın sorununda cesur olalım. Kuruntuyu bırakalım, açılsınlar, onların beyinlerini ciddî bilim ve bilgi ile süsleyelim. Namusu, bilgiyi sağlıklı şekilde açıklayalım. Şeref ve onur sahibi olmalarına birinci derecede önem verelim. 1918 (Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, s. 45)
Hemen her yerde kadın ve erkek düzeyi arasında bir denklik görmekteyim
Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük olaylarla kanıtladı ki, yeniliksever ve devrimci bir millettir. Son yıllardan önce de milletimiz yenileşme yolları üzerinde yürümeye, sosyal devrime girişmemiş değildir. Fakat, gerçek sonuçlar görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep, işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu konuda açık söyleyeceğim: Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine göz yumalım da kitlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok yükselme adımları, dediğim gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenilik alanında birlikte yol alınmak gerekir. Böyle olursa devrim başarılı olur. 1925 (Atatürk’ün S.D.II, S. 216-217)
Türk kadını evdeki iş yaşamının her aşamasında başarılar göstermiştir
Daha endişesiz ve korkusuzca, daha yanlışsız olarak yürüyeceğimiz yol vardır: Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak, yaşamımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını bilimsel, ahlaksal, sosyal, ekonomik yaşamda erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur. 1923 (Atatürk’ün S.D. 11, s. 150-151)
Çok büyük sevinçle görüyoruz ve görmekteyiz ki, her yerde hanımlarımız erkeklerle fikir ve bilgi yolunda yarışırcasına yürüyorlar. Yine gönül borcuyla ifade etmek gerekir ki, hiçbir yerde kadınlarımız erkeklerin aşağısında değildir. Hemen her yerde kadın ve erkek düzeyi arasında bir denklik görmekteyim. Bu durum övünmeye değerdir. Kadınlarımızın, daha elverişsiz şartlar altında erkeklerden geri kalmayışı ve belki aynı şartlar altında erkeklerden ileri gidişi övüncü gerektirir. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 152)
Türk kadınının siyasal yaşama katılma isteği
Türk kadınları, memleketin yazgısını millet adına yöneten siyasî topluluğa dâhil olmak arzusunu göstermekle, memleketin, milletin vatandaşlara yüklediği görevlerin hiçbirinden kendilerinin uzak bırakılacağını düşünmezler. Çünkü, görev karşılığı olmayan hak yoktur. 1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 265)
Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınması
Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasal yaşamda bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını, artık tarihlerde aramak gerekecektir. Türk kadını evdeki uygar yerini yetkiyle almış, iş yaşamının her aşamasında başarılar göstermiştir. Siyasal yaşamda belediye seçimlerinde deneyimini yapan Türk kadını, bu kere de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Uygar memleketlerin bir çoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu yetki ve başarıyla kullanacaktır. (Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten, Cilt: XX, Sayı:80, 1956, s. 741)
Kadının siyasal yetersizliğine mantıklı hiçbir sebep yoktur. Bu konudaki tereddüt ve olumsuz düşünüş biçimi, geçmişin toplumsal bir niteliğinin can çekişen bir hatırasıdır. 1930 (Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazılan, s. 89)
Siyasal ve sosyal hakların kadın tarafından kullanılmasının, insanlığın mutluluğu ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna İnanıyorum. 1935 (Ayın Tarihi, No: 17, 1935, s.14)
Türk kadınlığının, yeni girdiği siyasal alanda da değerli işler başarmasını dilerim. 1934 (Ulus gazetesi, 10.12.1934)
Türk kadını ve dünya barışı
Milletlerarası Kadın Kongresi delegelerine söylemiştir:
– Türk kadınının, dünya kadınlığına elini vererek dünyanın barış ve güveni için çalışacağına güvenebilirsiniz. 1935 (Tan gazetesi, 27.4. 1935)
Kaynak: Yeniçağ, 6 – 31 Ocak 2013