ASTEĞMEN İHSAN VE MEVLÜT ÇAVUŞ
Öğleden sonra bir bölüm Yunan kuvvetleri Karasüleymanlı üzerinden saldırıya geçti. 4 ncü Tümen Komutanı Albay Mehmet Sabri (Erçetin), batısından ve doğusundan gelen şiddetli saldırı karşısında tümeninin kuşatılmak tehlikesiyle karşılaştığını anladı. Ancak 42 nci Alayın yapacağı bir karşı saldırının başarısı kuşatılma tehlikesini uzaklaştırabilirdi. Alaya ne pahasına olursa olsun karşı saldırıya geçmesini ve Yunanlıları geri sürmesini emretti.
42 nci Alay karşı saldırıya başlayınca, ilginç bir rastlantı, karşısında 42 nci Yunan Alayını buldu. Üniformaları, sancakları farklı, fakat numaraları aynı olan iki alay birbiriyle boğuşmaya başladı. İki 42 nci Alay birbirini yok etmeye çalışıyordu.
Türk 42 nci Alayının bölüklerinden birine (2. Tb., 6. Bl.) gencecik bir subay olan Amasyalı Yedek Asteğmen İhsan (Müderrisoğlu) komuta ediyordu. Sakarya Savaşı başladığında bir takım komutanıydı. Alayın verdiği büyük subay yitikleri nedeniyle, sağ kalanlar daha üst komuta yerlerine doldurmak zorunda kalmışlardı. Bu yüzden, Asteğmen İhsan, bir haftadır bölük komutanlığı yapıyordu.
Asteğmen İhsan karşı saldırı emrini alınca, baş siperi yaparak araziye yayılmış olan bölüğüne süngü hücumuna kalkılacağı işaretini verdi. Takımlara komuta eden çavuşlara eliyle “ben işaret edince hep birlikte fırlayacağız” emrini ulaştırdı. Toprağa sımsıkı yapışarak uygun zamanı kollamaya koyuldu.
Yunan makineli tüfeklerinin bir ara ateşi kestiklerini görünce, hemen işaretini vererek ayağa fırladı. Aynı anda bütün bölük saldırıya kalktı:
“Allah! Allah! Allah! Allah!…”
Asteğmen İhsan bölüğünün başında henüz yirmi metre koşmuştu ki, yakın mesafeden bir Yunan makineli tüfeği takırdamağa başladı. Ne olduğunu anlayamadan yere kapaklandı.
Sol bacağı ve kasığında bir yanma duydu. Yeniden ayağa kalkmak isterken sol yanına yıkıldı, kaldı. O zaman adım atamayacak biçimde yaralandığını anladı. Arkasından gelen bölük de, komutanlarının yere yattığını sanarak yere yatmıştı. Karşı saldırı bozguna dönüşmek üzereydi. Asteğmen İhsan, tüm gücünü sağ bacağına vererek hafifçe doğruldu, olanca sesiyle bağırdı:
“Durmayın!1 Hücum! Hücum!”
Takım komutanı çavuşlar durumu anlamışlardı. Hemen erleri saldırıya kaldırdılar.
Allah! Allah! Allah! Allah!…
Bölük yeniden şahlanmış, ileriye atılmıştı. Asteğmen İhsan yaralarını yoklarken, yanı başında Konyalı Mevlüt Çavuşu buldu.
Yaralısın efendi beyim.
Mevlüt Çavuş, neden geri geldin? Takımına koş!
Takımı Yakup Onbaşıya teslim ettim, efendi beyim.
Mevlüt Çavuş, tüfeğini kayışından çaprazlama omzuna astı, asteğmeninin karşı koymasına aldırmadan onu kucakladı, iki büklüm geriye doğru koşmaya başladı. Bir yamacın kuytuluğuna varınca, kucağından indirdi. Pantolonunun sol paçası kandan kıpkırmızı kesilmişti. Asteğmeninin yüzü solmuş, nefes alış verişleri hafiflemişti. Fazla kan yitiriyordu.
Mevlüt Çavuş hemen komutanının pantolonu yırtarcasına sıyırdı, cebindeki sargı paketiyle yaraları sıkıca sarmaya koyuldu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan söyleniyordu kendi kendine…
Ah benim efendi beyim! Allah seni almasın efendi beyim. Gençliğine kıymasın büyük Allahım. Aç gözünü bi yol. Gurbanın olam aç gözünü bi yol…
Asteğmen İhsan’ın sol bacağında kalçaya doğru beş parmak arayla üç kurşun yarası vardı. Sonuncusu kasığa yakındı. Bir makineli tüfek taramasıydı bu. Mevlüt Çavuş yaraları sıkıca sarınca, kanamanın hafiflediğini gördü. Çılgınca bir sevince kapıldı. Ak bezin üstüne çıkan kan lekelerinin yayılması azaldı. Biraz sonra durdu. Kanama dinmişti. Ama, Asteğmen İhsan hâlâ yarı baygındı…
Mevlüt Çavuş kanın kesin biçimde dindiğini görünce daha da neşelendi: “Hay gözünü sevdiğim Allahım! Sana yüz kere şükür olsun.” Sonra, tüfeğini çaprazlama asteğmeninin omzuna geçirdi, onu dikkatlice kucağına aldı, yavaşça sırtına kaydırdı, sırtladı. Geriye doğru yürümeye başladı. Bölüğünü, karşı saldırıyı çoktan unutmuştu. Çalış köyü yolundaki gezici hastaneye ne zaman varacağını düşünüyordu.
Bulundukları yer cephenin güney kanadının en uç noktasında, Haymana’nın on dört kilometre güneydoğusundaydı. Yiyecek ve yem bakımından Konya Menzil Müfettişliğine bağlıydı. Konya’dan gelen ulaşım yolları destekliyordu cephenin güney kanat ucunu. Son günlerde Ankara ve Haymana hastaneleri dolduğundan, biraz daha uzun yola dayanabilecek yaralılar Konya’ya gönderiliyordu. Bu çok sevindiriyordu Mevlüt Çavuşu. Kağnı kollarındaki hemşehrileriyle iki üç kez anasına ve küçük kardeşi Akif’e selam göndermiş, onların da selamını almıştı.
Mevlüt Çavuş iki büklüm yürürken kendi kendine konuşuyordu:
Efendi beyim. Gün batmadan seyyar hastaneye varırık. Allanın izniyle yani. Kurşunları çıkartırlar önce. Seni kendi elimle bir arabaya yerleştiririm. Arabacıya da tembihlerim ki, Konya’ya varınca gariplik çekmezsin. Anam kapında hizmetçin olur, kardaşım uşağın. Seni sütsüz, yağsız, yoğurtsuz komazlar. Her bir hizmetine koşarlar. Yaran azıcık kaynasın, iyiliğe yüz tutsun, bi yürüme talimine başla hele. Koltuğuna girer ta Meram bağlarına götürür getirirler Allahın günü. Hele bi boşlasınlar, ikisine de hakkımı helal etmem. Edilir mi? Kocakarı anam iyidir. Nefesi de kuvvetlidir ha. Bi dua edip yarana üfürsün, o saat kapanır yaran Hem Meram suyu da şifa gelir sana. Kardaşım Akif yeni yetmedir, emme eli her bi şeye yatkındır. Ne dersen bulur, buluşturur. Sen emredecen, o şıppadak yapacak. Tek iki dudağının arasından çıksın. Rakı da bulur. Halis çekme rakı. Meramda suyun başında seni oturturlar, altını, sırtını yumuşacık yastıklarla besler ki, ağrı sızı duyman. Akif doldurur rakıyı, sen içen. Hepinizin sağlığına der diki dikiverin. Allah büyük, belkim Yunan tez elden bozulur, ben de yetişirim yanına. Sana ellerimle bi etli pide yaparım. Şimdi ayva zamanı yakın. Bi ayva olur Konya’da, sizin Amasya’nınkine hiç mi hiç benzemez. Ayvayı bolca şekerli suyla haşlarım. Hele ye de gör. Bi yarar ki. Ölüyü diriltir valla…