ANATÜRK / Sinan MEYDAN
Bir Yörük kızı; resmi kayıtlara göre “Evladı Fatihan”, derin acılar yaşamış; genç yaşında altı çocuk doğurmuş, dört çocuğunu ve kocasını kaybetmiş, tek oğlunu asker ocağına vermiş oğlunun cepheden cepheye koştuğu günlerde gözüne uyku girmemiş, Balkan bozgununda evini barkını bırakıp göç etmek zorunda kalmış, hastalanmış, felç olmuş bir ana; Atatürk’ün annesi…
Yıl: 1881, İstanbul…
Köprülü Han’ın üst katında Duyunu Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) kuruldu. Osmanlı iflas etmişti. Alacaklı Batılı devletler Osmanlı’nın gelir kaynaklarına el koydular.
Yıl 1881, Selanik…
Ahmet Subaşı Mahallesi’nde Islahane Caddesi’nde pembe bir evde Zübeyde Hanım doğum yaptı. Sarı saçlı mavi gözlü, nur topu gibi bir erkek evlat dünyaya getirdi. Baba Ali Rıza Efendi oğluna, Mustafa adını verdi.
Yani, emperyalizm “hasta adam” Osmanlı’nın gelirlerine el koyarken Zübeyde Hanım, o hasta adamın küllerinden yeni bir devlet kuracak olan bir evlat doğurdu.
Peki, ama kimdi bu Zübeyde Hanım?
BİR YÖRÜK KIZI
Zübeyde Hanım, Selanik yakınlarındaki Langaza’da doğdu. Çocukluk ve gençlik yıllarını burada geçirdi.
Okuma yazma bildiği için Zübeyde Molla olarak tanındı.
Babası Sofuzade Feyzullah Efendi, annesi Ayşe Hanım’dı. Hasan ve Hüseyin adlı iki erkek kardeşi vardı.
Zübeyde Hanım zeka ve cesaretle yoğrulmuş bir güzelliğe sahipti. Enver Behnan Şapolyo, 1922’de gördüğü Zübeyde Hanım’ı şöyle tasvir ediyordu:
“Kır düşmüş sarı saçları, mavi gözleriyle o, yaşlı bir Mustafa Kemal’i andırıyordu. Rumeli şivesiyle konuşuyor, zeki bakışlı eski İstanbul hanımları giyinişinde bir hanımefendi idi. Durmadan oğlundan sitayişle bahsediyordu.”
Zübeyde Hanım aslında Konya Yörükleri’ndendi (Konyarlar). Osmanlı’nın iskan politikasıyla Anadolu’dan Makedonya’ya göçürdüğü Türkmenlerdendi. Evladı-ı Fatihan’dı.
Atatürk’ün kardeşi Makbule Hanım, annesi Zübeyde Hanım’ın sık sık, “Soyumuz Yörük’tür. Konya Karaman yöresinden buraya gelmişiz. Babam Feyzullah Efendi’nin büyük amcası Konya’da kalmış, Mevlevi Dergâhı’na girmiş, orada Yörüklüğü tutmuş” dediğine tanık olmuştu.
Falih Rıfkı Atay şöyle diyor: “Zübeyde Molla Selanik’e birkaç saat uzakta Sarıyer adlı bir Yörük köyündendir. Mustafa Kemal ana tarafından Yörük’tür. Ondaki Altaylı tipi bundan olsa gerek”.
Şevket Süreyya Aydemir’in anlatımıyla da, “Ailenin içinde kendilerinin eski Yörüklerden oldukları hakkında söylentiler vardı. Nitekim Mustafa (…) kendi atalarının eski Yörük-Türkmen aslından geldiğinden bahsedecektir.”
Zübeyde Hanım güçlü karaktere, sağlam iradeye sahipti. Doğru bildiği şeyler uğruna sonuna kadar savaşan inatçı bir Türk kadınıydı.
DİNDAR BİR ANA
Zübeyde Hanım dindardı: Beş vakit namazını kılan, orucunu tutan, Kuran okuyan, sofu bir kadındı.
Atatürk, annesinin dindarlığına hep saygı duydu. Öyle ki, annesine hediye alacağı zaman özelikle seccade, tespih, başörtüsü gibi eşyaları tercih ediyordu. Örneğin, Şam’da kurmaylık stajını yaparken annesine hediye olarak Suriye yapımı, dört tarafı gümüş sırmalarla işlemeli bir başörtüsü almış ve arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy)’la Selanik’e, annesine göndermişti. Ayrıca annesine yazdığı özel mektuplarda onun hoşuna gidecek biçimde İslami bir dil kullanıyordu.
Zübeyde Hanım, ailesi içindeki hacılardan hocalardan övgüyle söz ederdi. Oğlu Mustafa’nın da onların yolundan gidip iyi bir din eğitimi almasını, hatta iyi bir din adamı olmasını istiyordu. Bu nedenle oğlunun mutlaka mahalle mektebine gitmesini, dini bütün Müslüman çocukları gibi Kuran ilkelerine uygun yetişmesini arzuluyordu. Nitekim küçük Mustafa kısa bir süre de olsa, geleneksel-dinsel eğitim veren bir mahalle mektebine devam etti.
Zübeyde Hanım, öldükten sonra ruhuna hatim okutulmasını vasiyet etti. Ölümünden iki yıl kadar önce, Atatürk’ün talimatıyla kendisiyle ilgilenen Cemal (Bolayır) Bey’den şöyle bir istekte bulundu: “Evladım, ben öldükten sonra ruhuma her sene hatim okutmak üzere bir yere bir miktar para bırakmak isterim. Bunu nereye verelim?” Cemal Bey, Zübeyde Hanım’a Darüşşafaka’yı önerdi. Zübeyde Hanım, 1921’de Darüşşafaka’ya 20 bin kuruşluk bir bağışta bulundu. Bağış vasiyetine göre Zübeyde Hanım, “her yıl Kadir Gecesi’nde bir Darüşşafaka öğrencisinin Hatmi Şerif icra etmesini ve bundan doğacak sevabı başta Hz. Muhammed ve ailesi olmak üzere enbiya ve evliyalara, kendi gelmiş geçmiş aile efradının ruhlarına bağışlanmasını” şart koştu.
Daha sonra annesinin bu vasiyetini öğrenen Atatürk, her ölüm yıl dönümünde annesine hatim okutup, hatim okuyan hafıza zarf içinde bir miktar para verecekti.
Ancak annesinin Atatürk üzerinde din konusunda çok baskın bir etkisi olmadı. Çünkü Atatürk, erken yaşlarından itibaren askeri okullarda yatılı okudu. Askeri okulların akılcı, bilimsel havasından daha çok etkilendi. Dinin toplumsal gerçekliğini kabul etmekle birlikte materyalizm, pozitivizm, pragmatizm, evrim gibi yeni düşüncelere merak saldı.
ZOR BİR HAYAT
Zübeyde Hanım’ın kocası Ali Rıza Efendi önceleri devlet memurluğu yaptı: Gümrük işinde ve evkaf idaresinde çalıştı. Bir ara teğmen olarak Askeri Milliye Taburu’nda bulundu. Zübeyde Hanım’la evlendikten sonra geçim sıkıntısı çekince kereste tüccarlığına başladı. Rum çetelerinin saldırılarından zarar görünce tuz ticaretine yöneldi.
Zübeyde Hanım ile Ali Rıza Efendi’nin altı çocuğu oldu. Ancak Mustafa ve Makbule dışındakiler erken yaşta öldüler.
Ekonomik sıkıntılara, sağlık sorunları ve evlat acısı eklenen Ali Rıza Efendi de vakitsiz öldü.
Zübeyde Hanım, iki çocuğunu yanına alıp ailesinin Langaza’daki çiftliğine gidip gelmeye başladı.
O bunalımlı günlerinde genç yaşta dul kalan Zübeyde Hanım, komşularının aracılığıyla yeni bir evlilik yaptı.
Gözü kulağı, “Sarı Paşam” dediği oğlundaydı.
1905’te Harp Akademisi’nden mezun olan oğlunu görmek için İstanbul’a geldi. Oğlunun hapse atıldığını duymuş ve çok üzülmüştü. Atatürk’ü İstanbul’dan Şam’a gözyaşlarıyla uğurladı.
Balkan Savaşı’nda Selanik’in kaybedilmesi üzerine, o da oradaki diğer Türklerle birlikte, perişan halde İstanbul’a göçtü. Atatürk uzun bir arayıştan sonra annesini bir cami avlusundaki göçmenler arasında buldu.
Atatürk, I. Dünya Savaşı sonlarında Halep’te hastalandı. Bunu duyan Zübeyde Hanım, Halep’e gidip oğlunu ziyaret etti.
Atatürk,16 Mayıs 1919’da annesinin ve kız kardeşinin dualarıyla İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. Anadolu’ya gitmeden önce annesine bir miktar para bıraktı.
Anadolu’ya çıkıp Kurtuluş Savaşı’nı başlatınca geri çağrıldı. Sarayın çağrılarına rest çekip geri dönmeyince idama mahkûm edildi. Oğlunun idam mahkûmu olduğunu duyan Zübeyde Hanım hastalandı, hatta kısmi felç geçirdi.
İlerleyen günlerde, Atatürk, hasta annesini yanına, Ankara’ya aldırdı. (Haziran 1922).
Zübeyde Hanım’ın sağlığı bozulmaya devam etti. Atatürk annesini, bir süre sonra evleneceği Latife Hanım’ın yanına, İzmir’e gönderdi. Anne, müstakbel gelin adayını görmek istemiş, oğul ise İzmir’in havasının annesine iyi geleceğini düşünmüştü.
Zübeyde Hanım son günlerini Latife Hanımların Karşıyaka’daki köşklerinde geçirecek, ancak oğlunun mürüvvetini göremeden hayata gözlerini kapayacaktı. (15 Ocak 1923).
Zübeyde Hanım öldüğünde Atatürk Batı Anadolu’yu kapsayan bir yurt gezisindeydi. Annesinin öldüğü gün 15 Ocak’ta Eskişehir’e gelmişti. Gün ağarmak üzereydi. Emir eri Ali Çavuş’u çağırıp “Bir haber var mı?” diye sordu. Ali Çavuş, “Şifre geldi ama çözülemedi” deyince, o derin mavi bakışlarını Ali Çavuş’a çevirip şöyle dedi: “Annemin öldüğünü biliyorum. Bir rüya gördüm. Yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birdenbire bir fırtına çıktı. Anamı alıp götürdü.”
Daha sonra da İzmir’de bulunan Başyaver Salih (Bozok) Bey’e şu telgrafı gönderdi: “Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir şekilde cenaze törenini yapınız. Cenabı Hak milletimize hayat ve selamet versin”.
Annesinin cenaze törenine katılamadı. Çünkü o sırada, savaştan yeni çıkmış bir milleti yaşatmaya çalışıyordu. Bu amaçla ülkeyi geziyor, halkın sorunlarını bizzat dinliyor, yapacağı devrimler konusunda halkın nabzını yokluyordu. O, kendini milletine adamış bir liderdi. Milletin hayatı, kendi hayatından, annesinden önce geliyordu.
ANNESİNİN MEZARI BAŞINDA
Birkaç gün sonra İzmir’deydi. Trenden iner inmez, Karşıyaka’da Osman Paşa Mescidi avlusundaki mezarı ziyaret etti. Büyük bir üzüntü ve heyecan içinde gözleri dolu dolu şunları söyledi:
“Annem ölmüş, bu hazin hakikat karşısında beni teselli eden bir nokta var: Kurtuluşu hepimiz için, bütün millet için bir milli amaç edinen bu güzel İzmir’in mukaddes topraklarında gömülmüş olması… İzmir’in şu güzel topraklarında gömülen zavallı annem; zulmün, baskının, özetle koca bir milleti uçuruma götüren keyfi saltanatın kurbanı oldu.”
Daha sonra Abdülhamit döneminde hapis yatmasından, Vahdettin’in çıkardığı idam fermanından söz ederek, annesinin sağlığının bozulmasından ve ölümünden bu saltanat baskısını sorumlu tuttu. “Bu elem senelerinde döktüğü gözyaşları ona gözlerini de kaybettirdi” dedi.
Sözlerini milli hâkimiyet yemini ederek bitirdi:
“Şüphesiz üzüntülüyüm. Fakat onu, hatta hepimizin büyük ve müşfik annesi vatanı mahv ve harabeye götüren keyfi saltanat, artık bir daha geri dönmemek üzere mezara gömülmüştür. Varsın annem bu toprakların altında yatsın; fakat milli hâkimiyet ilelebet payidar olsun. Bu hâkimiyet ilelebet devam edecektir. Bu beni teselli eden en büyük kuvvettir.
Arkadaşlar! Ben hem annemin önünde, hem de Allah’ın huzurunda yemin ediyorum: Bundan sonra hayatta en büyük idealim, bu kadar kan dökerek kazandığımız milli hâkimiyeti korumak olacaktır. Buna ölünceye kadar çalışacağım.” (Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, s. 9-10.)
TÜRBE İSTEMEM
Annesi için yaptırılan mermer sandukalı ve uzun kitabeli kabrin fotoğrafını görünce hiç beğenmedi.
Hasan Rıza Soyak’a şöyle bir emir verdi:
“İlk fırsatta İzmir’e gidersin, bu sandukayı ve kitabeyi kaldırtırsın, dağdan iki büyük ve uzun taş getirtirsin, birini olduğu gibi bir temel üzerinde tespit ettirir, diğerini baş tarafına diktirirsin ve bunun bir yerini biraz düzelttirerek ‘Atatürk’ün annesi Zübeyde burada gömülüdür’ diye yazdırırsın, altına da ölüm tarihini koydurursun, yeter”
1938’de İzmir Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz, belediye meclisi kararıyla Zübeyde Hanım için bir türbe projesi hazırlatmıştı. Etrafında da bir park ve çocuk bahçesi planlatmıştı. Ancak Atatürk bu şatafatlı projeyi kabul etmedi. Kendi basit projesinin uygulanmasını istedi. Ayrıca, “Hem belediyenin masraf etmesine lüzum yoktur. Bunu biz yaptırılalım” dedi.
Belediye Başkanı’nın, “bu iş 1500-2000 liraya yapılır, bu işi İzmirlilere bırakın” ısrarı üzerine ancak onay verdi. Böylece Zübeyde Hanım’ın mezarı Atatürk’ün istediği şekilde yapıldı. (Soyak, a.g.e, s. 10-11)
ANA-OĞUL İLİŞKİSİ
Atatürk’ün ikinci büyük aşkı annesi Zübeyde Hanım’dı; ilk aşkı vatanıydı.
Annesini hep çok sevdi.
Çok küçük yaşlarda babasız kalmıştı. Annesi, ona hem annelik hem babalık yapmıştı.
Kılıç Ali’nin gözlemi şuydu:
“Annesi Atatürk’ü, Atatürk de annesini; ikisi birbirlerini adeta büyük bir aşkla severlerdi. Zübeyde Hanım oğluna karşı adeta derin bir saygı beslerdi. Elini tutup öpmek isterdi. Atatürk de annesine karşı olağanüstü saygılıydı.”
Cevat Abbas Gürer, “Ana ve oğul hazırlanmadan birbirlerini görmezlerdi” der.
Hasan Rıza Soyak’ın izlenimi de şöyle:
“Annesine derin bir sevgi ve saygı ile bağlı idi. Çankaya’da yanında kaldığı kısa müddet zarfında görüyordum: İzin almadan odasına girmiyordu, girince de elini öpüyor, sağlığı ile ilgileniyor, isteklerini soruyordu.”
Cevat Abbas Gürer’in aktardığına göre Kurtuluş Savaşı sonrasında, Zübeyde Hanım Ankara’ya geldiğinde bir keresinde oğlunun elini öpmek istedi. Atatürk, “Ne yapıyorsun anne?” diyerek elini çekince Zübeyde Hanım sakin ve ciddi bir tavırla şöyle dedi: “Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı, milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebaasıyım. Elini öpebilirim.”
Zübeyde Ana’nın doğurup yetiştirdiği evlat bu milleti kurtardı, bu ülkeyi kurdu.
Zübeyde Ana hepimizin anasıdır.
Zübeyde Ana’ya kin kusan kirli ağızları kapatmak Cumhuriyet Savcıları’nın görevidir.
Anneler Günü’nüz kutlu olsun.
Sinan MEYDAN, 15 Mayıs 2017