İKİ ŞEHİDİMİZ: ÜSTEĞMEN NAMIK KEMAL VE TEĞMEN HÜSNÜ’NÜN ÖYKÜSÜ
96 ncı Alayın iki aziz şehidine ait savaş tutanağında geçen anıları sadeleştirerek fakat aslını hiç değiştirmeden aşağıya almak ve nurlaşan varlıklarını yad etmek elbette ruhlarını şad edecektir. Bu millet nice büyük evladını vatan topraklarına armağan ederken yüreklerde sızlayan acılarının tesellisini, onların yolunu izlemekte bulmaktadır. Bu toprakların üzerinde özgür ve mutlu yaşamayı genç yaşlarında hayatlarını vatanı uğruna feda eden binlerce şehidimize borçluyuz. Şehitlerimize, sonsuz sevgi ve saygıyla bağlı olduğumuzu ne kadar çok ifade edersek edelim kendilerine olan borcumuzu ödeyemeyiz.
Şimdi savaş tutanağından Üsteğmen Namık Kemal’in öyküsünü dinleyelim:
96 ncı Alay 1 nci Tabur Emir Subayı Üsteğmen Konyalı Namık Kemal şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Kahramanlık öyküsü harp tarihimizi süsleyen gurur kaynaklarındandır.
10 Ocak 1916 günü 2900 rakımlı Karadağ’ın bembeyaz doruğunu acı bir rüzgâr yalıyordu. Dondurucu soğuk dayanılmaz derecedeydi. Rus siperleriyle aramızdaki uzaklık ancak elli metre kadar olduğundan iki taraf da birbirini kurşun yağmuruna tutuyordu. Gördüğü kahramanca karşılıktan acı ve sıkıntılı aylar geçiren Rus kuvvetleri, savunan kuvvetlerimizin en az on katı kuvvetle saldırılarını şiddetlendirmekte, beş Rus bataryasının saçtığı ateş, Türk siperlerinde bir cehennem ortamı yaratmaktaydı.
Soğuğun şiddeti el ve ayaklardaki hareket gücünü kırmış, her dakika bir asker yaralanıyor, şehit düşüyor; fakat, sağ kalanlar hatta hafif yaralananlar bezginlik getirmeksizin korkusuzca savaşmaya devam ediyordu.
İnsan gücünün de bir sınırı vardı. Bu kahraman savaşçıların da Rus ateşinden çok, soğuğun şiddetine karşı dayanma güçleri azalmış, ateşimiz yavaş yavaş gevşemeye yüz tutmuştu.
Bu hâli sezinleyen 1 nci Tabur Emir Subayı Üsteğmen Namık Kemal yaralı bir arslan gibi siperlere koştu. Hemen bir erin silahını alarak onları gayrete getirmeye ve Rus askerlerini bir bir yok etmeye başladı. Bunun etkisiyle savaş yeniden şiddetlenmiş ve Ruslar şaşkına dönmüştü. Ne çare ki bir uğursuz kurşun, bu yiğit vatan evladının beynini parçaladı. Nurlaşan ruhu, kendisini pek seven tabur erlerinin tekbir sedaları arasında Tanrı’sına yükselirken genç ailesiyle iki yavrusunu değerbilir milletinin güvenilir ellerine emanet ediyordu.
Gülümseyen yüzüne baktım. Asil ve temiz kanı ak alnına akarak gönül bağladığı Türk sancağını yansıtıyordu.
Bu da aynı savaş tutanağından, Teğmen Hüsnü’nün öyküsü:
96 ncı Alay 1 nci Tabur 3 ncü Bölük Subayı Vanlı Teğmen Hüsnü, Bardız’da, Çilhoroz Tepesi önünde şehitlik rütbesine yükselmiştir. Gösterdiği yiğitlik, kahramanlıklarla dolu savaş tarihimizin bir sayfasını süslemektedir.
8 Ocak 1914 günü etraf kalın bir kar tabakasıyla örtülüydü. Soğuk, damarlardaki kanı donduracak gibi. Şiddetli bir tipi olanca etkisiyle sürüyor ve sanki doğa bütün gazabını bu çetin topraklara yağdırıyordu.
Büyük Türk ordusu, imparatorluğun parlak dönemlerindeki bahadırlık günlerini yeniden yaşatırcasına onurlu adımlarla ilerliyor, kalpten bir sevgiyle bağlı olduğu yetim Kafkas’a bir an önce varmak istiyordu. 96 ncı Alay Bardız’da, Çilhoroz Tepesi’ni işgal etmek için savaşıyordu. Sarp bir dağın doruklarından biri olan bu tepe, inatçı düşmanın yoğun topçu ateşi altında kalmıştı. Şarapneller, askerlerimizin başı üzerinde dehşetle parçalanıyor, daneler öteye beriye saplandıkça tipi içerisinde korkunç gürültülerle inliyordu.
Gerçi ne soğuğun dondurucu şiddeti ne Rus ateşlerinin yoğunluğu, bu tepedeki kahramanları yıldırmıyordu. Ancak, kayıplar hissedilir derecede çoğalıyordu. Bu sıkıcı hâle bir çare bulmak ve bu cehennemden kurtulmak, vadinin ötesindeki Rus siperlerinin ele geçirilmesine bağlıydı. Bu görev Teğmen Hüsnü’ye verildi.
Eratın moral gücü yerindeydi; hiçbir hizmetten kaçınmamak, her türlü koşul altında Ruslarla savaşmak, onların kanlarında değişmez bir kuvvet olarak dolaşıyor, gözlerini budaktan sakınmıyorlar, canlarını vatan uğrunda feda etmekten çekinmiyorlardı. Fakat soğuk ve acı rüzgârlarla ortalığı kavuran tipi vücutlarını âdeta uyuşturmuş, bacaklarını dondurmuş gibiydi. Geçecekleri vadi, gittikçe birikip kalınlaşan karların örttüğü kayalık, sarp bir araziydi. Görev gerçekten pek güçtü.
Durumu değerlendiren Teğmen Hüsnü, erlerinin ruhlarını alevlendirmeye ve böylece onları yeniden şevke getirmeye, içlerinde tutuşturacağı ateşle bedenlerini de ısıtmaya lüzum gördü. Hemen siperlere koştu. Orada mert bir tavırla “Arkadaşlar! Önemli bir göreve memur edildik. Şu karşıdaki Rus mevzilerine taarruz edeceğiz. Biliyorum, hepimiz yarı donmuş bir hâldeyiz ve bu vadiden hücum pek güçtür. Fakat birliklerimizin kaderi, bizim canlarımızı feda etmemize bağlı. Vatan ve atalarımız bizden bunu istiyor. Ecdadımızın ruhları bizden bunu bekliyor. İnanınız, ne ölüm sanıldığı kadar acı, ne hayat büyütüldüğü gibi tatlıdır. Arkadaşlarımızı, gözlerimizin önünde, yanı başımızda şehit eden Ruslardan öç almak istemez misiniz? Ben her zaman en ileride bulunacağım, arkamdan ayrılmayınız. Vurulursam bana bakmayınız, ölürsem cesedimi çiğneyip geçiniz. Yeter ki Rusları şu siperlerden atınız. Tanrı yardımcımızdır. Haydi! İleri…” diye haykırdı.
Bölük yeniden canlanmış, hepsinin gözlerinin önüne köyleri, yuvaları gelmişti. Onları cepheye uğurlarlarken “Ya gazi ol ya şehit! Milletine layık olduğunu göstermelisin. Yoksa sütüm sana helal olmaz.” dememişler miydi? Moskof, yurdumuza göz koyan Moskof yok edilmeliydi. Bölük vadiye hücuma başladı. Karların ve kayaların arasında, Rusların yaylım ateşi altında çevik davranışlarla ilerledikçe vücutları da ısınmakta ve başarılı olacaklarına inançları kuvvetlenmekteydi. Serseri kurşunlar karlar arasında ıslıklar çalıyor, kayalıklar içinde yankılar yapıyordu. Sık sık bir Mehmetçik hayattan ayrılıyordu; fakat, bölük duraksamadan ilerliyordu. En önde giden yiğit subay Teğmen Hüsnü de birden tertemiz alnından vurularak şehit oldu. Hâlâ sağ elinin şehadet parmağı ileriyi gösteriyordu. Askerleri görevlerini mutlaka başaracaklardı.