Sayısal, sözel ve eşit ağırlık Türkiye

Sayısal, sözel ve eşit ağırlık Türkiye

İnsan beyni ve onun içerisinde barınan zekâ herkes için farklıdır. Kimisi görerek, kimisi okuyarak, kimisi yaparak öğrenir, kimisi sosyal konulara yatkınken, kimileri matematik zekâya sahiptir. Yine bazıları vardır ki sosyal ve fen konularına neredeyse eşit olarak yatkındır. Bu gayet normaldir ve toplumun bekası, üretebilmesi, ilerlemesi için aslında bir şarttır.

Sözel beyinler, hayata daha ziyade sosyal pencereden bakar ve sorunları aynı şekilde çözmeyi tercihe der. Sayısal beyinler ise matematik olarak ispat arar ve eşit ağırlıklı beyinler bazen sosyal ve bazen de sayısal çözümler üretirler.

Modern toplumların başarılarındaki sır, kendi insanlarının farklı zeka katsayılarını tespit ve bu zekaları toplum ihtiyaçları doğrultusunda uygun istikamete yönlendirmedeki yüksek isabet oranlarındadır. Toplum ve yönetimlerin, en küçük sosyal birim olan ailelerin dahi uzun ömürlü olabilmesi, ifade edilen bu zekâları uygun yönlendirmelerle ve uygun mevkilere getirebilmesi ile doğru orantılıdır.

Toplumu idare eden birimlerin tümünün sözel veya sayısal olması mümkün değildir. Keza eşit ağırlıklı beyinlerle asgari çözümlere razı olmak da makul ve mantıklı değildir. Olması gereken sözel ve sayısal konuları o kabiliyete sahip beyinlere vermek, alınan eğitim ve kabiliyet miktarınca ehil ve layık olanların birikimlerinden istifade ile toplumu ileri götürmektir.

Eğitim çağlarından başlayarak çocuk ve gençlerin zekâlarının nevisini tespit etmek ve becerilerini gözlemleyerek ilgi alanlarını bulabilmek zor değildir. Keza devletin ihtiyaç duyduğu ve duyacağı nitelikli personel ihtiyacını belirlemek de. Mesele bunu yapmak istemekte ve bunun için iyiniyetli olarak ter dökmektedir.

‘Beyaz zambaklar ülkesinde’ romanı, Finlandiya’nın kalkınmasına dair yaşananları anlatan ve Ulu Önder Atatürk’ün çok sevdiği ve okullara, askerlere okutulmasını istediği bir gerçek hikayedir ve bu hikaye planlı bir kalkınma modelidir. (Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin başarısı o kitapta anlatılanlardan çok daha yücedir.)

Benzer şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin daha savaş yılları sona ermeden yurt dışına tahsil için yetenekli öğrencileri göndermesi, tahminlere dayalı olsa da sanattan bilime, tarihten coğrafyaya, havacılıktan arkeolojiye kadar her alanda devlet ve kamu ihtiyaçlarının belirlenmesi bu planlı kalkınma modellerine bir diğer örnektir ve genç cumhuriyetin beyinlere verdiği önemi, öngörüsünü ve isabetini çok güzel anlatır.

Yapılan şey; muhtemel ve orta vadeli ihtiyaçları önceden belirlemek, bunu teşhis ettikten sonra tedbir olarak neler lazımsa o personel ve normları belirlemek ve kaynaklar nispetinde eğitici ve öğretici yetiştirerek o nüvelerle topluma ışık olmak ve yeni ufuklar açmaktır.

Nitekim Cumhuriyet Türkiye’sinde yurt dışında tahsile kayrılmadan, iltimas yapılmadan gönderilen tüm öğrencilerin tamamı başarıyla mezun olmuş, her biri yurda döndüklerinde kendilerine sağlanan imkân ve desteklerle eğitici durumuna geçmiş, tesis ve kurumların teşkilinde kurucu sıfatını kazanmış ve sistem inşa ederek, o bilim veya sanatı sağlam temellere oturtmuştur.

Yani usta çırak usulüne göre yetişenler yine aynı usulle yeni eğiticiler yetiştirmiş, sonra bu yetişen eğiticiler yurda yayılarak daha başkalarını eğitmiş ve kalkınma zincirleri böylece yurdu baştan sona kaplamıştır.

Bu yapılırken aynı zamanda planlı bir araştırma ile kaynaklar belirlenmiş, yöresel imkanlar dikkate alınarak mesela pamuk sanayileri üretim alanlarına yakın oluşturulurken, kömür işletmeleri yine kendi kaynaklarına yakın yerlerde tesis edilmiştir.

Bunlar yapılırken de eğitimli ve ehil personel zaruret nedeniyle hem planlayıcı ve hem de icracı olmuş ama daha sonra yetişkin personel sayısının artmasıyla planlama ve icra personeli birbirinden ayrılmış, daha sonraları ise denetim personeli istihdam edilmiştir. Başlarda denetim zorunlu olarak icra personelince yapılmışsa da sonraları denetimin ayrılması kontrol ve ciddiyeti getirmiş, aksaklıklar daha kısa sürede giderilmiştir.

Tüm bu işlerde belirleyici olan ise kabiliyet ve altyapı yani zekaya yönelik alınan eğitim ve amele yönelik liyakat ve kabiliyetler olmuştur.

Sosyal alanlarda başarılı olanlar ile sayısal alanda başarılı olanlar kıyaslandığında evvelki tespitlerin çok yerinde ve doğru olarak yapıldığı da görülecektir. Keza bazıları da vardır ki hem sayısal ve hem de sözel bakış açılarıyla her ikisine de ihtiyaç duyulan alanlarda adeta devleşmişlerdir.

Konumuza dönersek toplumun ihtiyaç nevilerine bağlı olarak bu ihtiyaçları gidermekle görevli olacakların da o ihtiyaçları giderebilecek kabiliyette olması esastır.

Bilim ve akıl çağı olan bu yüzyılda ağırlığın sayısal beyinlerde olması gerektiği de düşünülürse Türkiye’nin matematik zekâlara daha fazla ihtiyaç duyacağı açıktır. Çünkü bilimin tüm dalları sayısaldır, bu bilim dalları yaygın ve yerleşiktir, hemen hemen tüm kurum ve kuruluşlar için şarttır ve bu da istihdam edilmesi gereken çok sayıda matematik zekâ demektir.

Türk toplumu zekidir. Anlama kabiliyeti yüksek, çözüm bulma melekesi yüksek, araştırma ve merak isteği yüksek, faydalı olma arzusu yüksektir. Bu sayede de uygun nitelikteki beyinlerle çözülemeyecek sorun yoktur.

Zekâları uygun olmayan ilgi alanlarına zorlamak ise bu anlamda yapılabilecek en büyük hatadır. Yani sayısal zekâları sözele mahkûm etmek, mesela sanatçı olmaya zorlamak, bunun aksine sözel sanat ruhlu beyinleri bilim adamı olmaya zorlamak hatadır, ilerlemeye sekte vurmaktır, o kişileri de başarısızlık ve mutsuzluğa mahkûm etmektir.

İhtiyaçlar ve sebepler dikkate alındığında, toplumun sözelden ziyade ilerlemek ve teknoloji üretmek için sayısal beyinlere muhtaç olduğu daha iyi anlaşılır. Keza bu beyinlere yurt içinde gerekli imkân ve işleri yaratmak ihtiyacı da. Çünkü yetişkin ve kabiliyetli beyinler mutsuz olur ve uygun ortamlarda kullanılamazsa bu kez o beyinler yurt dışına göç edecek ve yine kaybeden yurdun, devletin kendisi olacaktır. Bu aynı zamanda o gence milletçe yapılan yatırımın da boşa gitmesi demektir.

En geni manada sayısal zekalar olaya akıl ile, sosyal zekalar kalp ile yaklaşır ve özellikle mülki makamlar şu anki gibi sözel ağırlıklı teşkil edilir. Sayısal beyinler ise doktor, mühendis gibi matematik ve fen alanlarına yönlendirilir. Bu bazen ciddi sorunlara yol açar ki izaha muhtaçtır.

Öncelikle tüm sözel beyinler dahi çokça yatkın olmasa da sayısal olarak eğitilmek mecburiyetindedir. Bu sayede bilimi anlar, benimser ve kullanır hale gelebilirler. Sayısal bilimleri inkar diye bir şey söz konusu değildir ve sözel olarak zirve dahi yapsa eğer bir beyin sayısal olarak çok düşük değerlerdeyse yönetim ve icraatlarının yeterli olması düşünülemez. Bu nedenle de idarenin o beyinlere teslimi doğru bir hareket tarzı değildir.

Bunun tam aksine sayısal zekâların da sözel olarak hiç olmazsa asgari müşterekte sözel eğitime tabi olması kaçınılmazdır. Aksi halde yönetilenlerin anlaşılması, o bilimin sözel hayata yansımaları tespit edilemez ve üretilen bilim toplumda ulaşması gereken yerlere tam olarak ulaşamaz.

Lakin bu iki paragrafta anlatılanlar idarelerin eşit ağırlıklı personele terkine de sebep değildir.

İdarenin mektebi yoktur sözü bize anlatır ki zekâ ve kabiliyetler daha ziyade akılla alakalıyken, yönetmek hem akli hem de kalbi bir meseledir. Sevgiyle büyüyen bir çocuğun nefret üretmesi nasıl zor ise, nefret ortamında büyüyen bir beynin sevgi üretmesi de o denli zordur. Bunu konumuza uyarlarsak sayısal olarak eğitim alsa da sosyal hattan kopan beyinlerin, sosyal-sözel olarak eğitilip sayısal gerçeklerden uzak kalan beyinlerin başarıyı yakalaması neredeyse imkansızdır.

Tüm bu anlatılanlardan sonra yapılması gereken uygun beyinleri uygun mevkilere yerleştirmek ama her bir beyni hayatın diğer alanlarına dair kurslar, seminerler, toplantılar ile de eğitmek, o alanlara dair hiç olmazsa tanıtımda bulunmaktır.

Halen modern üniversitelerde bunu görmek mümkündür ve çoğusu mühendis dahi yetiştirse sosyal alanlardan, sözel konulardan, sayısal olmayan bahislerden de eğitimi seçmeli dahi olsa zorunlu kılarak bu açığı kapatmak arzusundadır.

Keza sözel eğitim alan okullarda da öğrencilerin sayısal konuları hiç olmazsa temel bazda alması lazımdır ve halen buna riayete çalışılmaktadır.

Toplumların bu alanda en büyük sorunu ise maalesef uygun beyinlerin uygun mevkilere getirilmemesi, farklı ve aslında liyakatsiz beyinlerin menfaat veya siyasi maksat uğruna mizaç ve tahsiline aykırı yerlerde istihdam edilmesi, bu zafiyetin zaman içerisinde giderilmesine dahi çalışılmamasıdır.

Yani sözel tahsil alan birisinin sayısal yönetimin başına, sayısal eğitim alan birisinin sözel-sosyal bir yönetimin başına maksatlı olarak getirilmesi ve oranın o uygunsuz-düşük kapasiteyle idaresine göz yumulmasıdır.

Makas çok açıksa yani sözel olup ta sayısal bir idareye getirilen insanların noksanı kurs ve ilave seminerlerle kapatılamayacak seviyedeyse bu yapılan o idareye de, harcanan emeğe de, genel anlamda ülkeye de ziyandır, zarardır.

Nitekim halen ülkede değişik liseler, üniversiteler vardır ve hepsinin imkan ve üretimi farklıdır. Bunlar zaten yeterince bilimsel hesaplanmamış miktarda ve seviyede öğrenci yetiştirmektedir ve buna ilaveten mezun ettikleri öğrenciler de çoğu zaman uygun yerlerde istihdam edilmemektedir.

Beyin göçü ile yurt dışına feda edilen öğrenciler ise yurdun kaybıdır, ilerlemesine mani bir menfiliktir. Keza işsizlik ordusu içerisinde heba olanlar ve işsizlik nedeniyle geçinebilmek ihtiyacıyla melekesine uygun olan işleri değil gelir getirici sıradan işleri yapmaya mahkûm olanlar da yurdun kaybıdır.

Olması gereken uygun planlama ile uygun sayıda öğrenci yetiştirmek ama her hâlükârda mezun olan bu yeni ve kabiliyetli beyinleri istihdam ederek yurt kalkınmasına dâhil etmektir.

Beyinlerin uygun eğitimi ve yerleştirilmesi bu nedenle önemlidir. Zaten bu işlerin ilk başta planlanması dahi uygun beyinlerce yapılmalı, ehliyet ve liyakat muhakkak surette aranmalı, keyfi ve siyasi gayeler öne çıkarılmadan yurt ihtiyaçları ve vatandaşa hizmet mecburiyeti dikkate alınmalıdır.

Daha ilk baştan yanlış yapılan ve güncellenmeyen planlamalar başarısızlığa mahkûmdur ve bu nedenle oluşacak enkazın altında sadece birileri değil tüm millet kalır. Şirket mantığı ile düşünürsek, müdür ile çaycının, muhasebeci ile desinatörün, sekreter ile insan kaynakları müdürünün farklı meziyetlere sahip olması mecburiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

Bunun gibi yurttan örnek verilecek olursa matematik öğretmenleri ile şairlerin, doktorlarla imamların, avukatlar ile asfalt döşeyenlerin, ağaçlandırma yapanlarla fabrika işletenlerin farklı eğitim alması şarttır.

Tüm bu sayılanlar başarı veya başarısızlığa sebepse de en büyük etki ve hasıla idarelerdedir.

Uygun beyinler ile sıçrayan yönetimler, uygun olmayan beyinlerle sönerler. Başarı uygun eğitim, donanım, alt yapı ve yeterlilikte, ehliyet ve liyakattedir. Başarısızlığın nedeni ise buna uyulmaması ve haksız kayırmalardır.

Ulu önder Atatürk, sayısal ve sözel beyniyle, dehadır.

O, hem bilimsel ve akılla alakalı konularda derin bir zekaya, hem sosyal alanlarda tatbik edilebilecek çözümler üretebilen sözel zekaya sahip nadide bir şahsiyettir. Dehası da bu yüzdendir.

Bu sayededir ki savaş öncesi teşkilat yıllarından başlamak üzere, savaş, zafer, barış, inkılaplar ve Ulusal kalkınma hatasız tatbik edilebilmiş, Cumhuriyetin temelleri doğru atılmış, eğitim ve öğretim doğru yönlendirilerek Türk mucizesi gerçekleştirilebilmiştir.

Diğer ülkelerde örnek uygulama şeklinde ders olarak okutulan bu muazzam başarının maalesef yurt içinde yeterince saygı gördüğünü söylemek ise imkansızdır. Daha ziyade siyasi kaygılarla yapılan unutturma gayretleri ve karalama çalışmaları ile çok zaman kaybedilmekte, ruhtan uzaklaşılmakta ve aydınlanma gecikmektedir. Bunun en büyük zararı ise medeniyetten uzaklaşma ve ithal teknolojilere mahkum olma şeklinde belirir.

Kendisine yeter yedi ülkeden birisi olan ülkenin bugün saman ithal eder hale gelmesi bu gafletin en büyük örneğidir. Oysa yapılacak iş gayet basittir, iyi niyetle hayata geçirildiği takdirde meselelerin çözümü asla zor değildir.

Çözüm Mustafa Kemal Atatürk gibi düşünmekte, Cumhuriyet ruhuna geri dönmekte ve akıl ve bilimi yeniden en gerçek yol gösterici kabul etmektedir. Örflere, köhne inançlara ve maziye demirli vaziyette, kadınları eğitimden uzaklaştırmak suretiyle o toplumun ilerlemesi mümkün değildir.

Dört işlemi yapamayan yöneticiler eliyle, ilerlemeye aç toplumların sayısal ihtiyaçlarını karşılamak mümkün değildir, bilim üretmek söz konusu dahi değildir, doğruyu bulmak ve çözüm üretmek de bu nedenle imkânsızdır.

O halde eğitici kadrosu gibi yönetici kadroları da ehil ve liyakatli olmalıdır ki aydınlık yakalanabilsin.

Zekayı veren Allah, aklı veren Allah, kabiliyetleri nasip eden yine Allah’tır. Bunda ayıplanacak, aşağılanacak bir şey asla yoktur. Lakin sorun zorlama veya kötü niyetle yanlış kişileri yanlış yerlere getirmekte yani adam kayırmadadır ki siyasi veya başka maksatlarla yapılan bu yanlış müdahaleler topluma zaman kaybettirmekle kalmaz, kaynakların kötüye kullanımına da sebep olarak yoksulluk üretir, verimi düşürür, muhtaç hale getirir. Yani birileri kayrılacak diye toplumun tamamı uçuruma mahkum edilir. Yanlışın en büyüğü de buradadır.

Aydınların mevcudiyet miktarı, toplumun medeni durumunun göstergesidir. Bu nedenle cehalet mutlaka ortadan kaldırılması gereken bir şeydir ve eğitimde fırsat eşitliğini sağlamakla yükümlü olan devlettir.

Zehir gibi zeki çocukların alamadıkları tahsille gelemedikleri mevkilerde üretilebilecek başarılardan mahrum kalmak toplum adına enayiliktir, gaflettir. Köylere, mezralara kadar uzanması gereken tahsilden mahrum kalanlar üretici değil tüketici durumuna mahkum ediliyorsa buna sebep devletin kendisidir.

Sırf bir meslek icra etmek için yetiştirilen sözel beyinlerin, sayısal mevkilere getirilmesi o sayısal merkezin ürettiği şeyleri de sekteye uğratır, mutsuzluğa da sebep olur ve nijhayet o yöneteni de aşağılık kompleksine sokar.

Bu bahislerde para asla söz konusu olmamalıdır. Vatana hizmetten bahsedilen yerde ücretlerde elbette yüksek ve yeterli olmalıdır ama buradaki asıl mesele hizmet ve vatanseverlik duygularıdır. Unutulmasın ki bu millet tüm mucizelerini kasasında beş para yokken başarmıştır. Nihayetinde ülkede işbaşı yapan her bir ferdin o gün ilk düşünmesi gereken şey önce Allah ve sonra vatan için o gün neler yapacağı olmalıdır. Keza akşam başlar yastığa konduğunda tüm vicdanlar o gün vatana ne kadar hizmet ürettiğinin muhasebesini yapmalıdır.

Herkes geçinmek için para kazanmalıdır doğrudur ama herkes aynı zamanda evlatlarının geleceği için yarınlara yatırım yapmalı, evlatlara milletçe uygun ortamlar yaratılmalı ve yeterli üretimler muhakkak sağlanmalıdır. O çocuklar daha şimdiden yurt dışında çalışma hayalleri kuruyorsa bir yerlerde bir yanlış var demektir.

Toparlayacak olursak insan beyni farklı yapı ve kapasitelerdedir ve her bir beyin kendisine uygun yer ve şekillerde kullanılmalıdır. Zorlama veya maksatlı olarak yanlışa zorlamalar o idareye de geniş kapsamda ülkeye de zarar verir ki herkes aynı gemidedir ve başarısızlığın acısını herkes duyar.

Beka; uygun planlama, yorulmadan çalışma, doğru üretim ve bilimsel yaklaşımla mümkündür. Mutluluk, huzur ve refah toplumun uygun idaresiyle mümkündür. Başarı uygun beyinlerin, ehil personelin doğru işlerde istihdam edilmesi ve denetlenmesi ile olasıdır.

Sorunlar her zaman olacak ama çözümler de daima var olacaktır. Mesele doğru çözümleri üretmeye istekli olmakta, bu istekliliği akıllı planlama ile doğru hedeflere kanalize etmekte, gücü doğru ve ölçülü kullanmakta, birlik ve beraberlik fanatik yaklaşımlardan kaçınarak aynı kader ortaklığında buluşmaktadır.

Yönetimlerin tüm seviyelerinde akıl ve bilim rehber edildiği takdirde, niyetler güzel olduğu müddetçe, bir ve beraber olundukça, durmadan çalışmaya and içmiş bir gençlik var oldukça çözülemeyecek sorun yoktur.

Kaldı ki milletimizin önünde bir Mustafa Kemal Atatürk örneği vardır ki tüm cihan on yılda kat edilen muazzam başarının sebep ve sonuçlarını, takip edilen politika ve yolları ülkelerinde ders olarak okutmaktadır.

O Mustafa Kemal ki yok olmaya yüz tutmuş Türklüğü, kirlenmeye yüz tutmuş İslam’ı, uçurumun kıyısına gelmiş bir ülkeyi elinden tutup çukurdan çıkararak aydınlık yoluna kılavuzlamış ve gelecekte de takip edilecek istikameti göstermiş, bunu yaparken sinerji yaratmanın, kırgınlıkları unutmanın, aynı gayeye odaklanmanın önemini vurgulayarak, gücü doğru istikamete sevk edebilmiş ve muazzam isabetli öngörüler ile zamanında yeterli tedbirleri alabilmiştir.

Vatanın ve milletin önderi durumundaki Atatürk, modern yönetimlere de bu anlamda mükemmel bir örnektir ki şu anki şartlar en az Sevr öncesi duruma yakındır. Dünya genelinde ve ülkeye yakın coğrafyalarda yaşananlar, dünya değişen dengeleri, ülke içindeki çekişmeler Ulusu her zamankinden de fazla bir ve beraber olmaya zorunlu kılmaktadır.

Yeni dünya düzeni yaygarasındaki güçlerin değiştirmek istedikleri dünya nizamının hemen kıyısında yer alan ülkemizin bu dert ve hinlikleri önceden sezmek, tedbir getirmek ve güçlü bulunmak mecburiyeti vardır.

Bu ise vakit kaybetmeden matematiksel akıllı bilimsel beyinlerin idarelere, sosyal yönü güçlü olanların sosyal hayata egemen olması ile mümkündür. Bu sayede hem idareler medeniyet rayına girecek ve hem de maneviyatlar güçlenecektir ki ilki akla ikincisi vicdanlara hitap eden bu birliktelik ile muhtaç olunan kudret hem damarlardaki asil kanda hem de vicdanların ev sahibi kalpteki inançlarda bulunabilecektir.

İnanmak, motivasyon ve yapmayı dileme gücüdür. Teknolojik donanım ne kadar fazla olsa da toplumlar istekli ve hazır değilse üretim ve değiştirme imkânları da o ölçüde zayıftır, kifayetsizdir.

Bunun aksi olursa bilimsel yaklaşım gereken yerlere sosyal kanaat liderleri ve sosyal hayata bilimsel akıllar egemen olursa tüm dengeler bozulur ve başarı yakalanamaz. Bu durumda huzur ve refahta hayal olur, kargaşa ve mutsuzluk topluma egemen olur.

Zor bir zamana giren dünya ve ülkemiz için bu nedenle yapılacak şey evvela Atatürk’ü ve O’nun muazzam sanatını – davasını anlamaya çalışmak, O’nun yarım kalan mücadelesine aynı inanç ve azimle kaldığı yerden devam etmektir.

Maneviyatlar ve akıllar yarınlara hazır olabilirse Türk’ün şahlanışını hiç kimse durdurmaz.

Yazık ki Türk’ler bir ve beraber olunca dağları delerken, anlaşamadıkları veya birlik olamadıkları anlarda birbirlerine düşman olan bir millettir. Sınıf, meslek, köken, görüş veya mezhep ayrılıkları ile asırlardır ayrıştırılan Türklerin en büyük düşmanı kendisidir. Yoksa yedi düvel bir araya gelse Türk’ün sırtını yere getiremez.

Tarih boyunca bu nedenle sıkıntılar yaşanmış ve Türk devletleri yine bir başka Türk devleti tarafından yıkılmıştır. Esaret bilmeyen bu millet merttir, kahramandır, güçlüdür ama hassastır. Hassastır çünkü inançlarına ters düşüncelere karşı tolerans ve hoşgörüsü sınırlıdır. Oysa tüm bu sağduyu noksanlığı algılarla şırınga edilen düşman ve hain müdahalelerinin eseridir.

Türklük bir an önce genlerini ve mazisini hatırlayabilirse, İslam bir an önce Anadolu ruhunu yakalayabilirse ülkenin bırakın aydınlanmayı, dünya lideri olmasına engel bir durum yoktur.

Çünkü bir Allah’a ve iki Mustafa’ya tabi bu millet, Hz. Muhammed Mustafa ile maneviyatını, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ile Türklüğünü yücelttiği takdirde önünde hiçbir engel kabul etmeyecektir.

O halde kısır çekişme ve kavgalar yerine zaman ve mecburiyet; bir ve beraber olmak, sorunlara barışçı ve kardeşçe çözümler üretmek zamanıdır. Hak, hukuk ve adalet çerçevesinde, liyakat ve ehliyete önem vererek, küslük ve çekişmeleri unutarak kardeş olabilen halk, bunu başarırsa dertlerini de kısa sürede aşacaktır.

Aklı veya kalbi rehber edinme noktasında kesişen tüm sorunlarda çözüm yine tarihte ve Atatürk mucizesindedir. Cumhuriyet rejiminin gayesi bağımsızlığı ve aklı egemen kılmak, laikliğin gayesi vicdanları layık olduğu özgürlüğe kavuşturmaktır.

Türklüğü ve İslam’ı birbirine düşman göstermek isteyenlerin ise asıl kendileri birer düşmandan ibarettir.

Son söz; Türk Milleti zekidir, çalışkandır ve bunun hakkını vermeli, yıllardır uyuduğu gaflet uykusundan bir an önce uyanarak, Atatürk ışığında medeniyete ve Hz. Peygamber ışığında maneviyata yürüyebilmeli, batıl, aykırı, sahte ve çıkarcı zihniyetlerin oyuncağı olmaktan artık kurtulmalı ve beyinlerini-vicdanlarını artık hür bırakmalıdır.

Çünkü hürriyet ve istiklal Allah’ın emridir, milletlerin yegâne var olma şartıdır.

Bir hafta sonra kutlanacak Ulusal Egemenlik bayramına yaklaşılan bu zamanda, tam da şimdi bu bağımsızlık ve hürriyetlere değer verme, hatırlama ve dönme zamanıdır.

Karınların doymasından da öncelikli vazifemiz daima millet ve istiklal olmalıdır.

Kopya olmayan,kendine has çözümleriyle bu ülke dünya lideri olmaya da her zaman namzettir.

Tüm akıllar kıymetlidir ve milli menfaatlere uygun çözüm üretmek mecburiyetindeki tüm akıllar bir an önce aydınlanmalı, karanlıklardan sıyrılabilmeli, herkes kendisine bugüne kadar kasten yanlış tanıtılmakta olan Atatürk’e bir an önce dönebilmelidir. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir