Kahramanlık öyküsü, SUSUZ ÖMER

Susuz Ömer öyküsü

Kahramanlık öyküsü, SUSUZ ÖMER

Bir İzmir işgali ve kahramanlık öyküsü

SUSUZ ÖMER

1919 (hicri 1340) yılının soğuk kış günleri… İzmir’in ayazı sert olur bu mevsimde. Urla denize yakınlığı ile yazları şanslı görünse de kışın akşamları ve her mevsim yüksekleri pek soğuktur. Bol akar dağlardan gelen suyu, çamları rüzgârlarla dertleşir gibidir. Rüzgâr sağır eder bazen insanı ağızları bıçak açmaz, bazen rüzgâr konuşur dile gelir.

Bağcılar, balıkçılar doğaya mahkûmdur. O çalış der çalışır; o bugün balığa çıkma der çıkmazlar. Bellemişlerdir artık. Seferihisar hemen şu tepenin ardıdır. Kardeş gibidir Urla’yla. İnsanıyla, şaraplarıyla, üzümleriyle, zeytinleriyle…

İşte Susuz tam burada, Urla ile Seferihisar arasında viran bir köyde evle ahır arası tek göz bir barakada yaşar, yaşamak denirse işte. Elektrik yok, dört yan çamur, ağır bir koku… Samanlar içinde fareler cirit atar, hayvan sesleri kulağında tırmalanır, camsız pencereler çarpar durur.

Sabahı edemez bazen. Yetiştirilecek tonlarca işi varmış gibi gün doğmadan çıkar evinden, akşam ikindiden sonra döner. Kimselerle konuşmaz, değil kahveye gitmek, dertleşmek için bile kuzularla, köpeklerle, keçilerle konuşur. Azık almadan, tek yudum ayran içmeden akşamı ettiği için “Susuz” derler ona… Susuz Ömer… Yaşamak, Susuz için gün saymak gibidir.

Memleketin hali pek kötü şu sıralar. Kimse kimseye güvenmez, hafiyeler kol gezer; doktor yok, iş yok, ilaç yok, para yok… Aç, açık kalmamak insanların derdi. Güzelim ormanlar birer birer kesilip odun olmakta kış sobalarına… Zeytin çıra gibi yanar sobalarda ama memleketin de ciğerleri yanıyor dört bir yanda.

Düşman kapıda. Dört yıldır anasını ağlattı buraların. Urla’ya geleli neredeyse beş aydan fazla oldu düşman. Onlar gelmeden toplandı ahali de teslim olmamaya karar verdiler. Silah depolarının kapılarını valinin emri hilafına kırıp kucak kucak dağlara kaçırdılar. Tam 76 er idiler. Altısı hariç cenazesi bile gelmedi. Kim bilir belki hala yaşıyorlardır ama zor… Köyden asker alacak adam kalmadı artık. Gençler, bebeler bile savaşta… 29’luk Susuz hariç… Gitmedi askere, “Gitmem” dedi, “Hür olmaya alışkınım, emir alamam.” dedi geçti. “Siz işinize bakın!”

Recep Kumandan uzun zaman aradı onu, pusu kurdu günlerce de yakalayamadı. Askerler dağlarda da köyde de bulamadı. Asker kaçağına çıktı adı. Askerler onu barakasında arayıp da bulamadığı bir gün çıkageldi ansızın. Köylüler başına toplanmış, diklenmiş, hatta dövmeye kalkmışlardı. Susuz dayısının elindeki kazmanın sapını kavramış, gözleriyle öyle bir bakış atmıştı ki köylüler gerisin geri evlerine dönmüşlerdi söylenerek. Köyde kimse ele vermedi ondan sonra ama kimseler de yüzüne bakmadı. Sevdiceğini bile başkasına verdiler. İş vermez, azık vermez oldular. Ömer saklandı önceleri, sonra asker aramaktan o da kaçmaktan vazgeçti. Ama adı asker kaçağına çıktı bir kere… Ancak haşa, eli askere asla kalkmadı. Onun derdi sadece olmaktı. Doğduğundan beri neredeyse tek yaptığı buydu zaten.

Susuz köye gelen gidenin hepsinden önceden haberi olurdu. Köy girişine sigara istemek bahanesiyle yanaşır sual ederdi kimdir gelen giden diye. İt uğursuz bu yüzden giremezdi köye. Becerikliydi, elinden geldiği kadar tamir yapar, diker, asar, keser, eker, biçerdi. Kimseye minneti yoktu. Hasta olunca bile şifalı otlardan ilaçlar, merhemler yapar sürerdi. Elbiselerini derede kendisi yıkar, saç traşını bile kendisi olurdu.

Anasını bir gavurun askeri İzmir’e çıktığı gün Konak Meydanında öldürdüğünden beri Susuz’un ağzını bıçak açmadı. Anası elinde bayrak ile lanet okumaya, bedenini set yapmaya gitmişti meydana. Ömer halalarında, tarlada çalışırdı o sıralar. Anası ondan bile gizli gitmiş, dönememişti. Helalleşmesinden anlamalıydı bir gece önceden ya… Anlamamıştı. Bilemedi Yunan’ın Alsancak’a çıkacağını ertesi sabah, ihtimal vermedi. Padişah, halife, bakan, kumandan, İtalyan, İngiliz birileri bir şeyler yapar, çeker giderdi Yunan…

Öyle ya kaç zamandır limanda demirli duran gemilerden ne inen vardı ne binen… Gerçi Rumlar çoktandır azıtmış, kendi aralarında söyleniyor ve hatta bayram yapıyordu. Susuz’un gayrimüslim arkadaşları bile vardı o zamanlar. Son zamanlarda onların tutumları bile değişmiş, Susuz bütün bunları savaşın belirsizliğine vermişti. Savaştan sonra evli evine köylü köyüne döneceğine göre kırgınlıklar unutulur giderdi. Anası işte o gün gitmiş lanetler okurken tıpkı Hasan Tahsin gibi yığıvermişlerdi yere…

Sonra üzerinden ayaklarıyla basa basa geçmişlerdi cansız bedeninin. Anasının cesedini bile tesadüfen buldular. Gömmek için artık Yunan’dan izin almak gerekiyordu. Öyle ya tabutun içinde silah filan olur da?! Yaşlı babası Çanakkale’den dönememiş, şehit olmuştu dört sene önce. Mezarı Gelibolu yakınlarında Eceabat’taydı. Anası arada gitmekten bahseder ama hiç fırsat, daha doğrusu para bulup gidemezlerdi. Hele şu sıralar pek tekin değildi yollar… İti, uğursuzu, eşkıyası, düşmanı doluydu.

İşte Susuz ne anasını görebildi halasından geldikten sonra ne de babasının mezarını. Kabuğuna çekildi. Önce İzmir’i sonra yaşamayı terk etti. İnsanlardan uzaklaştı iyice, kendisinden başka dostu olamadı. Gençlik yıllarının sevdalarını bile közledi kalbinde de sevdasız kaldı. Sevdası bitmekle kalmadı, sevgisi de azaldı günden güne. İnsanlardan hepten koptu…

Bir kavalı vardı üfleyip durduğu. O’na sarılır uzun uzun çalardı. Yanıktı çoğusu. Yanık türkülerinin içinde köylülerin bilmediği isimler vardı. Yahyalar, Çerkezler, İsmetler, Kadirler… Kimi Çanakkale’dendi, kimi belirsiz. Sevdalısının adı ise hiç geçmezdi türkülerinde. Uzun havaları da Anadolu kokardı buram buram. Kimselerle konuşmaz, mecbur kalır da birisi ile konuşmak zorunda kalırsa uzatmaz ve “Memleket işi size mi kaldı? Bakın işinize.” derdi. Padişahı, Kuvayi Milliye’yi, Mustafa Kemal Paşa’yı konuştukça ahali, o müsaade ister ayrılırdı aralarından. Soğuk, çok soğuktu. Kara, kapkaraydı suratı. Mart gibi, gece gibi…

Köylünün yardım edecek hali yoktu ama teklif etmeye bile kimse cesaret edememişti aylarca. Sonra bir de asker kaçağı olunca suratına bakan olmadı hepten. İnsan anasını babasını öldürene kin duymaz mıydı? Cana can istemez miydi? Özleyip de onların yanına cennete gitmek istemez miydi? Nerede? Ömer ruh gibiydi. Taş duvar gibi derin yüz çizgileri, derin bakışları vardı… Uzakları görür gibi. Karanlıkta bile görürdü gözleri derler.

Ömer siyah gür saçları, kırlaşmaya başlamış sakalları, mavi gözleri ile yakışıklı bir efeydi. Okuması, yazması zayıftı Ömer’in. İlkokulu zar zor bitirmişti. Gaz lambası ışığında, o da gaz bulunursa, okuyordu okuldan sonra tarladan, hayvanlardan vakit kalırsa. Çok zordu okumak, beşten sonra bıraktı. Üç kuruş kazanmak için babası savaşa gidene kadar da çalıştı. Sonra ne tarla kaldı gözünde ne de hasat. Anası da gidince yaşlı halası kalmıştı bir tek, hepsi o.

Susuz’un köyü varsa yoksa beş yüz haneliydi. Adı gibi kınalıydı. İki tepe arasına saklanmış gibi dururdu, tipik Ege köyüydü. Bahçelerde salçalar, kurutulmaya asılmış biberler, patlıcanlar… Tarhana tepsiler, saclarda pişen yufka kokuları, çamaşır suyu kaynatan odun ateşli kazanlar… Evlerin çatıları Osmanlı kiremitiydi, çoğu ev briket, bahçe duvarları ise ahşaptandı. Traktör yoktu o zamanlar, elde ne varsa onunla sürülürdü tarlalar.

En kıymetlileri zeytindi bunca şey arasında. Yağışın bol olduğu yıllarda yüzleri güldürürdü zeytin. Önce güzellerinden yemeklikler seçilir, kalanı yağ olmaya giderdi ilçeye. Kendilerine kadarını akıl, artanını da satıverirlerdi yağın. Bunca sağlıklı olmalarının nedeni bu yağ olmalıydı. Bildiklerinden değil ama herkes öyle söylerdi.

Savaşla beraber zeytinler, asmalar, kirazlar da küstü sanki… Yağmur zaten düşmez olmuştu. Kurtçuklar, sinekler sarıyordu kirazları ilaçsızlıktan. Ne ziraat ve orman mühendisi vardı o zamanlar. Toprak ne verirse, ağaçlar ne kadar verebilirse rızıkları o olurdu. Aç değillerdi, hatta gelen gidenle cepheye çorap, pabuç, bere, patik bile gönderirlerdi. Köyde giyecek yoktu zaten bunları… Kalmamıştı. Beş yüz haneli köyde olsa olsa iki yüz kişi kalmışlardı.

Muhtar içlerinde en şanssızlardandı. Ailesini savaşa bile göndermeden köy meydanında şehit vermişti. Bu köyde, bu meydanda, tam da cami önünde… Yunanlıların İzmir’e ilk geldikleri gün… Bütün gününü kahvede ya da işi varmış gibi muhtarlıkta geçirir, akşamları iki göz evinde eski resimlere bakar, uyuyakalırdı.

Ömer ve Recep Amcalar birbirlerinin dayı çocuklarıydı. Rüstem Dayı göçmendi Kosova’dan. Yakup Amca Rize’den gelenlerdendi. Aydınlı Yusuf Dayı, Pehlivan Arap lakaplı Mehmet Efe’ler on yıl önce gelmişlerdi köye. Cengiz Usta tam bir ahşap ustasıydı. Yerlilerden Mehmetgiller vardı, Seyit Ali Amca vardı bir de. Daha eskilerden ise kimse kalmamıştı.

Yaşlarını tam bilemezlerdi. Anaları babaları ne yazdırdıysa, kaç yaşındaysalar o. Kafa kağıdı olmayan bile vardı. Doğum günleri önemli değildi, değil ki yıllar önemli olsun.

Yeniyetmeler okula giderdi Yunan’dan önce. Arapça gibi Osmanlıcayı kolay sökemezlerdi ama. Az dayak yemezlerdi bu yüzden. Evde analar, okulda hoca… Yaşlıların çoğu bilmezdi okumayı. Okuldan bir çocuk yakalar, mektupları ve gazeteleri ona okuturlar, yazdırırlardı. Öğrenme hevesleri de yoktu hani. Onun yerinde nargile, okkalı kahve ve tavla daha hoşa giderdi sarmaşıklı kahvenin bahçesinde. Bütün köy sanki o kahveden yürürdü. Başka da kahve yoktu zaten. Rüstem kahvesini bırakıp Anadolu’ya gitmeye kıyamazdı. Arada söylenir, niyetlenir, sonra bir sabah daha kahveyi açıp çayı koymadan kapıda bekleşen yaşlıları görür, vazgeçerdi.

Kadınların durumu daha zordu. Yoksulluk, savaş, cahillik, dünyanın işi her gün sabah dikilirdi karşılarına. Çocukların derdi, ev işi, bir de tarlayla bostan, bir de hayvanlar, bir de adamın yemeği… Genç yaşta yaşlanır giderlerdi. Yeni gelinler bile beyleriyle savaşta, cephane taşıyıp hemşirelik yapmak için. Geridekiler dullar, yaşlılar ve aklı kıt olanlardı. Bir de bizim Susuz.

Köyde garyimüslüm yoktu ama bereketli toprakların talibi çoktu. Çeşmealtı civarında üç beş evde yaşayan zengin Rumlar üç kuruşa satın almaya kalkarlardı köyü. Henüz satan yoktu ama satmasalar da belki günün birinde göç etmek zorunda kalacaklardı. Buraları beş parasız terk ederek…

Köylü bütün gün kahvedeydi. Kalan birkaç yaslı kadın tarlayla bahçeyle uğraşır, yemek, bulaşık, çamaşırla uğraşır, onlar akşam geç saate kadar elde tespih çay içerlerdi. Arada bir birkaç gün öncesine ait gazete gelirdi köye. Okumayı bilen gençlerden biri kekeleyerek ama en ufak yazısına kadar saatlerce okurdu. Vah vah’lar, inşallah’lar karışırdı araya iyi haber bulmak pek mümkün değildi şu ara.

Mustafa Paşa’dan bahsederlerdi yazılar bazen. Samsun’da, Erzurum’da kongreler yapar, halkı padişaha karşı gelmeye zorlarmış. Ama işgalcilere de karşıymış. Anlamaya çalışırlardı; ama içlerinde padişah korkusu öyle yer etmişti ki ihtimal veremezlerdi Mustafa Paşa’nın dediklerine. İngilizler gelsin de hiç olmazsa eziyet çekmeyelim derdi bazıları.

Bir gün bir Yunan takımı geldi köye süslü atlarıyla. Galip bir komutan havasında tırıs sürdüler atlarını köy içinde hafiften tozutarak… Atların pislikleri köy meydanındaki çimlere düştükçe zevklendiler. Komutan atından inmeden muhtarla konuştu hararetlice uzakta, sonra kahveye yollandılar birlikte muhtar yaya koşardı atın arkasından. Susuz öteden gizlice izledi onları. Kokusu sonra çıktı.

Buralardan birileri Yunan’ın askerine, bayrağına, katarına, konvoyuna rahat vermezmiş. Tek kişiymiş ama dağlarda keçi gibi kaçar, attığını vurur, izini karda bile belli etmezmiş. Yunanlı komutan dört aydır onu ararmış. Tam 36 Yunan’ı gömmüş uzaktan, tek el atışla. Bir o kadar büyükbaş hayvan, bir o kadar silah, bir o kadar erzak… Süre verdi muhtara komutan ayrılırken; “Bulun onu, teslim edin. Yoksa köyün vay haline! Civar köylere de haber edin.”

Köylüyü aldı bir telaş. Yeminler, tövbeler yaltaklanırcasına… Ama nafile. “ 10 gün” dedi komutan giderken. Bir haftadan biraz fazla… Meçhul bir kahramanı aramak mı, bulmak mı yoksa teslim etmek mi zor olan? Konuşuldu, fallar bakıldı, büyükler ziyaret edildi, öğretmene, hocaya danışıldı, küçüklere soruldu; sonuç yok.

Susuz durumu öğrenince hepten sır oldu. O’na sorduklarında “Kimseyi görmedim.” dedi. “Siz işinize bakın.” Zaten bilse şaşarlardı. Soğuk nevale ne olacak!

Günlerce saatlerce aradılar..Bulamadılar. Korku, nefret, panik, tebrik, karışık duygular büyüttü köylüler tek tek. Birbirlerinden şüphelenir hatta gammazlayacak oldular. Bazıları bu benim diye kahvelerde espriler bile yaptı ama cesaret edip benim bile diyemediler mahsusçuktan da olsa ucunda ölmek var diye. Gün yaklaştıkça korku büyüdü gitti. Komutana bir yaşlıyı vermeyi koydular kafalarına. “Bu yaptı.” demeyi derlediler.

O’nu da bulamadılar ya neyse..Belki para yada altın kabul ettirirlerdi. Civar köylerden de ses çıkmadı aksi gibi. Herkesin derdi kendineydi. Komutan diğer köylere de benzer şeyler söylemiş hepsinin içine aynı korkuyu salmıştı derinden. Köylü çoğu zaman imece gibi birlik olurdu ama bu kez çaresizdi. Çoktandır yüreklerini dolaba kaldırmışlardı, gençler gitmiş, çocuklar gitmiş genç kadınlar bile savaştaydı. Bir avuç yaşlı ocaklarına incir ağacı dikilmesin diye çırpınır dururdu artık Allah ne kadar ömür verirse.

Komutan o gün gelmedi. Sonraki gün de. Öbür gün bir manga ile çıkageldi. Kaderine razı Muhtar atlı askerin önünde el pençe divan, arkasında ahali, cami önünde karşıladı komutanı. Söze muhtar girdi:

“İşte kumandan sana teslim…” Bir yaşlı safça dedeydi eliyle işaret ettiği uzaktan.Bir miktar da para tedarikliydiler aralarında topladıkları.

Komutan sözünü kesti.

“O iş iki gün önce bitti muhtar. Nefesini tüketme.” dedi.

“Ama nasıl? Neyse… Geçmiş olsun…” dedi muhtar rahatlamış ama meraklanmıştı.

Ama yürekleri de cız etti o işi biten kahramanın arkasından. Öyle ya öldürdüğü zalim gavurdu. “Kimmiş peki komutan?”

“Tanırsın, senin köylün… SUSUZ.”

“Ama nasıl olur?”

İnanamadılar. Susuz ha! Asker kaçağı ha! O soğuk şey ha! Bir haftadır sırra kadem basmıştı demek bu yüzdendi ha!

Helal olsunlar, bravolar geçti akıllarından önce, sonra hafiften yaşlarla buluştu gözleri. Yutkundular komutanın önünde ses diyemediler.

“Kıstırdık geçen gün, yaylada yedi askerime daha mal oldu ama kaçamadı bu kez. Kaçmak da istemedi sanki… Son kurşununa kadar vuruştu. “ Demek köyü kurtarmak için kendini ifşa etmiş adeta ölüme koşmuştu…

“Hadi uğurlar ola muhtar. Haber vereyim dedim. Haa… Haa… Ha…” Pis gülüşüyle atını sıvazlayıp dönüp giderken köylüler çakılı kalmıştı. Atlılar uzaklaşırken çöktü kaldı, bakakaldılar…

Komutanın dedikleri kulaklarında çalkalandı bir kez daha. “43 askerime mal oldu” “ Son kurşununa kadar vuruştu” “ Kaçmak istemez gibiydi..”

Ellerinde komutanın getirdiği mübarek eşyalarına bakar oldular. Bir saat, bir ceket, bir de Türk bayrağı… Öldüğünde Susuz’un göğsünden çıkan şanlı Türk bayrağıydı bu… Tam ortasında yedi kurşun deliği ile… Kanla kırmızı beyazla şeref karışmış birbirine… Susuz kokan, gül kokan bayrağımızdı bu. Ayağa kalktılar, öptüler, utandılar, ağladılar, yüreklerinde sert rüzgarlar değil fırtınalar kopmaktaydı… Masum çocuklara eziyet edene bu dağları zindan eden mezar eden yiğit öldü ha…

Bizim köyden ha… Bilemedik ha? O kimselerle konuşmayan susuz ha?

Elleri Allah peygamber nidalarıyla yeniden, yeniden kalplerine, gözlerine sonra yüzlerine gitti defalarca. Tekbir getirdiler tekrarlar dolusu.

Mübarek bedenini köye getirmek mümkün değildi ama eşyalarını kollamak lazımdı.. Hem de başköşede. Okul yada cami olmalıydı, yada kahve yada susuzun barınağı. Oy birliğiyle en emin yer olan camiye götürüp duvarına asmaya karar verdiler.

O günden sonra her namazda duasını eder oldular. Soğuk, kara Susuz Ömer’in ve tüm meçhul şehit asker evlatlarının… Utanarak yaptıklarından… Gururuyla Susuz’un köylüsü olmanın…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir