DADAŞ DURSUN
Birinci Dünya Savaşı’nın son senelerinde, 2 nci Orduda bulunan bütün subaylar Dadaş’ı tanırlar ve severler. Dadaş’ın asıl adı Dursun’dur. Kendisi doğma büyüme Erzurumludur. Savaşın ilk senesinde asker olmuş, 1894 doğumlu, gürbüz, güçlü ve kuvvetli, kara yağız bir Türk çocuğudur. Dursun’un kalbi de özü ve sözü gibi temiz ve doğrudur. Amirlerine karşı son derece itaatkârdır, bütün arkadaşları ile iyi geçinir, herkese iyilik etmesini sever, verilen görevi içten gelen bir sevgi ile yapar.
Dursun her hâl ile kendisini bütün bir orduya sevdirmiştir. Dursun herkesin büyük kardeşidir. Bunun için kendisine Erzurumluların tabiriyle büyük kardeş anlamına gelen “Dadaş” adı verilmiştir. Bugün hâlâ, Dadaş’ın asıl adını bilenler pek azdır. Dursun’un savaştaki yararlıkları, fedakârlıkları pek çoktur.
2 nci Orduda herkesin duyduğu bir kahramanlığı, kendisi olaya şahit olmuş birkaç subayın ağzından dinledim. Başlangıçta 9 ncu Tümen 28 nci Piyade Alayının gözbebeği olana kadar yükselen Dadaş, Oltu Savaşı’nda yaralanmış ve tedavi için Erzurum Gureba Hastanesine sevk edilmiştir. Erzurum’un düştüğü sırada da Sivas’a nakledilmiş ve tedaviden sonra 12 nci Tümen emrine verilmişti. Doğuda genel çekilme başlamış, ordu hayli geriye çekilmişti.
2 nci Ordu, 4 ncü Kolordu emrinde bulunan 12 nci Tümen Komutanlığı cephesine düşmüştü. Bir gün Bölük Komutanı beni çağırdı ve “Cephemizde bulunan Rus kuvvetlerinde iki günden beri çok fazla faaliyet görüyorum. Dadaş! Göreyim seni. Şu tek top ahlat ağacının tepesi doğrusunda gördüğün ve üzerinde sarı tarlalar bulunan tepenin yanından dolaşarak karşı sırtlardaki sık kozluğa (cevizliğe) çıkacaksın. Oradan Rus kuvvetlerinin cephe ve gerilerde ne ile meşgul olduğunu ihtiyatlarının ve topçularının nerelerde bulunduğunu, tahkimat yapıp yapmadığını, yapıyorsa yapanların durumunu, gece emniyeti için nerelerde, ne önlemler aldığını anlayarak kozluk altından dereye inen yolu takiben sağımızdaki kayalıktan döneceksin. Ben başçavuşa gereken emri verdim. Bölükteki güvendiğin arkadaşlardan dört er alarak git ve bu şerefli görevi yap.” dedi.
“Baş üstüne” dedim ve çıktım. Bölüğe gittim. Başçavuşa, komutanın emriyle bölükten dört asker istediğimi söyledim. Başçavuş da “Haydi, çabuk ol, kimleri alacaksan al.” dedi.
Koca bir Rus ordusuna karşı keşif için beni göndermeleri, bana güvenmeleri göğsümü öyle kabartıyordu ki, sevincimden, keyfimden kabıma sığamıyordum. Bölükten alacağım arkadaşları çoktan seçmiştim. Sivaslı Turan ile hemşehrilerden Müştak, Hatem ve Bayburtlu Zeynel kafadar arkadaşlardı.
Gözlerini kırpmaz, düşmandan yılmaz, görev için “Ölüm var, dönmek yok.” diyen çocuklardı. Bölük Komutanının emrini kendilerine söyledim ve benimle beraber gelip gelmeyeceklerini sordum. Bölükteki bu kadar arkadaş arasından onları seçtiğim için öyle gururlanmış, öyle keyiflenmişlerdi ki, sorma gitsin.
Beş arkadaş yola çıktık. Hem yürüyor ve hem de görevimizin büyüklüğünü dilimin yettiği kadar arkadaşlara anlatıyorum. Öyle ya, biz görevimizi yapar ve doğru haberle bölüğe dönersek belki koca bir orduyu kurtaracağız.
Önümüzdeki oldukça derin Azap Deresi’ne indik ve yamaca tırmanmaya başladık. Kuytu dere içlerinden, çalılar arasındaki ince, kestirme dağ yollarından bir hayli ilerledik. Etrafı gözetliyor, en ufak bir çıtırtıdan şüpheleniyor, Ruslara görünmekten korkuyorduk. Bu şekilde bir saat kadar yürüdük. Tarif edilen tepeyi döndük. Kör olası şeytan, bizi Ruslara göstermişti. Yandan çok sağımızda bir takım kadar Kazak’ın bütün hızla üzerimize geldiğini gördük. Kaçmayı hiç düşünmedik çünkü biz piyade idik. Böyle az miktardaki süvariye karşı üstün olabileceğimizi düşünerek hemen diz çöktük ve yaylım ateşine başladık. Ben henüz beşinci mermiyi atmış, ikinci şarjörü mavzere basıyordum ki tüfek elimden fırladı. Dörtnala gelen Kazak’ın boynuma salladığı koca kılıç, tüfeğin namlusuna isabet etmişti. Anlaşılan kabza vücudumda gevşek duruyormuş.
Canım kadar sevdiğim tüfeğim elimden fırlamıştı. Artık Kazak’ın “Teslim ol Türk!” sözüne boyun eğmekten başka yapacak iş kalmamıştı. Bizi topladılar, Hatem’le Zeynel aramızdan yok olmuşlardı. Bu iki kahraman arkadaşım yedikleri kılıç darbesiyle şehit olmuş, kanlar içinde tüfeklerine sarılarak boylu boyunca uzanmış oldukları görünüyordu. Rus Süvari Takımı Komutanı bizi yanına çağırdı. Bir şeyler söyledi. Rusça bilmediğimiz için tabi ki cevap veremedik. Bizi de beraberlerine alarak geriye doğru gittiler. Bir derenin içinde toplanmış bir alay kadar Rus süvarisi hayvanlarına yem kestiriyordu. Onların yanına yaklaştık. Bizi daha rütbeli bir komutanın yanına götürdüler. O da sordu. Cevap alamayınca kızdı ve bağırdı. Yanında bulunan bir subaya el ile bizi işaret ederek emirler verdi. Biraz sonra bir çavuş komutasında üç tane süvari bizi önüne kattı. Gerilere doğru yola dizildik.
Biz önde süvariler arkada, bir saatten fazla yol aldık. Bölük Komutanım bizi kim bilir ne kadar sabırsızlıkla bekliyordu. Esir olduğuma değil görevimi yerine getiremediğime üzülüyordum. Sessizce Müştak’ın kulağına fısıldadım: “Kazakları öldürelim.” dedim. O da Turan’a söyledi. Üçümüz de anlaştık. Bu düşüncemizin planını, kendi aramızda, fısıltılarla kararlaştırdık. Herhangi bir yerde mola verildiği zaman, en zayıfını sonraya bırakmak üzere, ben çavuşu, diğer iki arkadaşım da iki Kazak’ı haklayacak, işini ilk önce bitiren cılız Rus’u haklayacaktı. Bundan sonra tekrar orduya dönecektik. Orduya tekrar dönmek düşüncesi bile insana yeniden hayat veriyordu. Bereket versin adamlar da atları da yorgunmuş. Bizi çok bekletmediler. Bir kaynak başında mola verdiler. Yem torbalarını hayvanların başına taktılar. Kendileri de çantalarından çıkardıkları nevaleleri alarak kaynağın başına gelip oturdular. Biri çavuşun hemen yanına oturdu. Hepsi iştah ile atıştırıyorlardı.
Hücum için aramızda kararlaştırdığımız parola «Hık!» idi ve benim tarafımdan verilecekti. Geçmiş gün, yalan söyleyecek değilim ya, sevincimden kalbim dışarı fırlayacak gibi atıyordu. Artık sabır ve tahammülüm kalmamıştı. Olduğum yerde şöyle bir gerildim. Hemen ardınca «Hık!» dedim ve fırladım. Çavuşla yanında oturan erin enselerinden yakaladığım gibi bütün kuvvetimle kafalarını birbirine çarptım. Herifler pek çelimsiz ve dayanıksız şeylermiş, bir toslayışa dayanamadılar ve saf dışı kaldılar. Ne olur ne olmaz diye bir daha tos ettirdim. Çavuş biraz çetin idi. Tabancasını çekmek istiyordu. Erin kımıldayacak hâli kalmamış, başından akan kanlar gözlerini doldurmuştu. Çavuşun kolunu büktüm. Belindeki tabancayı kavrayarak üç adım geri açıldım. Etrafa bir göz attım. Turan’la Müştak işlerini bitirmişlerdi.
Tabancayı elimde gören iki Rus da artık çoktan direnmekten vazgeçmişti. Turan’la Müştak atların yularlarıyla bu iki Rus’un el ve ayaklarını kıskıvrak bağladılar Yaradan’a kurban olayım, nelere kadir değil ki. Bir dakika önce biz esir, onlar galip iken şimdi biz galip onlar esir oldu.
Çavuş korkunç rüyasından uyandığı zaman “Mehmet, Mehmet!” diyordu. Kim bilir, belki de yalvarıyordu. Çavuş başta olmak üzere erlerin hepsinin elbiselerini soyduk, kendimiz giydik, kendi elbiselerimizi yanımıza aldık. Ağaç çatallarına astıkları tüfekleri de alarak atlara bindik. Atları tekrar geriye, Türk ordusuna doğru koşturduk. Bu defa akıllanmıştık. Gözden kaybetmeyecek derecede yoldan ayrıldık. Dik yamaçlardan, korkunç uçurumlardan, birçok yerden geçtik. Gece yarısı bizim tarafa ulaştık. Usulca bölüğümüze girdik. Doğruca Bölük Komutanının yanına gittim. Macerayı anlattım. Çavuştan aldığım kâğıt dolu çantayı kendisine verdim.
Çanta hemen tabura, taburdan alaya, alaydan tümene gitmiş, ertesi günü beni ve arkadaşlarımı tümenden istediler. Rus kıyafetleriyle atlara binerek tümen karargâhına vardık. Bizi Tümen Komutanı Albay Mürsel’in huzuruna çıkardılar. Başımızdan geçenleri ona da anlattık. Çok memnun oldu. “Dadaş yaptığınız hizmet çok büyüktür. Ruslardan alıp getirdiğiniz çantanın içinde ordu için çok faydalı bilgiler bulduk. Orduya çok büyük hizmet ettiniz. Ruslardan aldığınız elbise, at ve silahları size bağışlıyorum. Yedekte getirdiğiniz bir hayvanı da Bölük Komutanınıza vereceğim. Bunları iyi muhafaza ediniz.” dedi ve gözlerimizden öptü.