Atatürk’ün fihristli veciz sözleri – Savaş

Atatürk'ün fihristli veciz sözleri

Atatürk’ün fihristli veciz sözleri – Savaş

SAVAŞMAK, SAVAŞ

Dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır biri kılıç diğeri saban. (1923, Adana) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 120)

Dünyada hiçbir milletin kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret sarf ettim” diyemez. (1923, Konya) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 152)

Siyasi, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan zaferler kalıcı olmaz az zamanda kaybedilir. (1923, İzmir) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 111)

“Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir.”

“Halkçılık teşkilâtı en ufak daireye kadar yaygınlaştırıldığı takdirde sonucun daha büyük ve verimli olacağına şüphe yoktur. Memleket ve milletin içinde bulunduğu zorlukları ve harp halini de düşünürsek meclisin çalışmalarının sonucu ve oradaki başarısını takdir etmemek mümkün değildir.” 1922, Vakit Başyazarı Ahmet Emin İle Görüşme.

“O’nun Hak Peygamber olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar. Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muharebesinde kazandığı zafer, fani insanların karı değildir, O’nun Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır.” (M. Şemseddin Günaltay) (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.28)

“Kan ile yapılan inkılâplar daha sağlam olur, kansız inkılâplar ebedileştirilemez Fakat biz inkılâba ulaşmak için lüzumu kadar kan döktük Bu kanlarımız, yalnız muhabere meydanlarında değil, aynı zamanda memleketin dahilinde de döküldü Biliyorsunuz ki Hendek’te, Bolu’da, Konya’da, Yozgat’ta vesair memleketlerimizde bir çok isyanlar meydana geldi Ve bunların hepsi bastırıldı Temenni ederim ki, bu dökülen kanlar yeterli olsun ve bundan fazla kan dökülmesin…”22.01.1923, Bursa

Yaşama ve bağımsızlık gayemiz, istilâ ve tecavüz hırsıyla çarpışıyordu. Nihayet Ocak ayının onbirinci günü sabahı muharebe meydanı, meşru gayenin zafer fecrine bir belirti alanı oldu. Yeni Türkiye Devleti’nin küçük, fakat millî ülkülü genç ordusu, en dar bir hesapla üç misli düşmanı İnönü Meydan Muharebesi’nde mağlup etti. Strateji sanatının en nazik gereklerini isabetle uyguladı. Yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlık tutkusu, mütevazı bir varlık içinde söndürülmesi imkânsız bir ateşin imha edici alevleriyle kendini ve yeni devletin yapısındaki manevî sağlamlığı Birinci İnönü Meydan Muharebesi’nde dünyaya ispat etti. 1924 (Atatürk’ün S.D.III, s. 73)

Birinci İnönü muharebe meydanının ufuklarında yükselen zafer güneşi, Türk milletinin yüksek fazilet ve mâneviyatının belirtisidir. Bu doğuş karşısında, büyük bozgunlar oldu! Birinci İnönü Zaferi, İkinci İnönü Zaferinin, Sakarya büyük kanlı savaşının ve en nihayet Türk vatanının, Türk bağımsızlığının ilk zafer müjdecisi olmuştur. Bu sebeple Birinci İnönü Meydan Muharebesi’ni kazanan Türk ordusunun bütün mensupları, dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir menkıbe sahibi olarak edebiyen yaşayacaklardır. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 206)

İkinci İnönü Muharebesi, milletimizin davasındaki isabet ve kutsallığı bütün dünyaya duyurdu. Yunan iddialarındaki sahtelik de bütün dünyaca anlaşıldı. Yunanlılar, meselenin tahmin ettikleri kadar basit olmadığını İkinci İnönü Muharebesi’nde anladılar. Bunun üzerine genel seferberlik şeklinde esaslı bir surette tedbirlere başvurdular. Bütün ordularıyla ciddî bir sefere karar verdiler. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 234)

İkinci İnönü Zaferi üzerine, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği telgraf: Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Muharebelerinde yüklendiğiniz vazife kadar ağır bir vazife yüklenmiş komutanlar enderdir. Milletimizin bağımsızlığı ve hayatı, dâhiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören komuta ve silâh arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters giden talihini de yendiniz. İstilâ altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istilâ hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu. Adınızı, tarihin iftihar kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedî minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükselme pırıltısı ile dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını ve hâkim olduğunu söylemek isterim. 1921 (Nutuk II, s. 580-581)

Afyon*, kat’i neticeyi teminde çok hesaplı ve belki bu itibarla daha büyük harekâta sahne olmuş ise de Sakarya’nın kıymet ve azameti hiçbir zaman eksilmez. Gerçi, Sakarya da hesapsız bir meydan muharebesi değildi. Fakat bunun hesabı yalnız çok büyük milletimizin yurtseverlik ve yüceliğine dayandırılmıştı. Millet, kendisinde mevcudiyetine emin bulunduğumuz bu yurtseverlik ve yüceliği fazlasıyla gösterdi. Büyük Millet Meclisi’nin verdiği salâhiyetlerle donanmış Başkomutan, bir iki beyanname ile millete vaziyeti ve vazifeleri ihtar etti. Bu hitap, bütün bir milleti, bütün bir hükûmet teşkilâtını şahlandırmaya kifayet etti. O zaman her taraftan koşuldu ve ancak böylelikledir ki Sakarya’da Türk tarihinin harikası gerçekleşti. 1924 (Atatürk’ün S.D.V,s. 104)

Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek söz bulamam, yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki, bu muharebe subay muharebesi olmuştur. Bu sebeple subay arkadaşlarımın en ufak rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar kıymet ve fedakârlıklarını bütün kalp ve vicdanımla ve takdirlerle anarım. Fertlerimizi övüşten, övmeden çok yüksek görürüm. Zaten bu milletin evlâdı başka türlü tasavvur edilemez. Bu milletin evlâtlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. Askerlerimiz hakkında yeni bir şey ilâve etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu muharebelerinin mânasını anlamış, yeni bir ülkü ile muharebe etmiştir. Böyle evlâtlara ve böyle evlâtlardan mürekkep ordulara malik bir millet, elbette hakkını ve bağımsızlığını bütün anlamıyla muhafaza etmeğe muvaffak olacaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından mahrum etmeye kalkışmak hayal ile vakit geçirmektir. 1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 178)

Bütün bu muharebeler olurken, süvarilerimiz tamamen düşman birliklerinin gerilerinde olmak üzere hareket ediyordu. Meselâ, Olucak’ta ve Başkilise’de bazen piyade gibi, ateş muharebesi yaptı ve fakat ekseriya, kılıcını çekti ve dört nala düşman safları içerisine girdi. Süvarilerimizin burada gösterdiği yiğitlik, tasavvurun üstündedir ve tasviri mümkün değildir. Henüz muharebeye girmemiş taze düşman tümenlerini görür görmez, süverilerimiz tahammül edemiyorlardı, bunları durdurmaya imkân yoktu ve derhal kılıcını çekiyor ve düşman içerisine dalıyorlardı. Gerçekten, bu kahramanlık sayesinde batıya çekilmek isteyen düşman birlikleri durmaya ve vaziyet almaya mecbur edildi ve o esnada bir taraftan piyadelerimiz ve topçularımız yetişti ve düşmanı tekrar muharebeye mecbur ettik. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 249-250)

Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son devresi olan 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin neticeli ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni yön vermekte kesin tesirli böyle bir meydan muharebesi hatırlamıyorum. Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır. Burada temelini attığımız “Şehit Asker” abidesi, işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu abide, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır. 1924 ( Atatürk’ün S.D. II, s. 178-179)

Öğleden sonra düşman, ateşten bir daire içine alınmıştı ve gözlerimle görüyordum ki düşman, şaşkınlık işaretleri gösteriyordu. Kuzeye, doğuya, batıya, güneye başvuruyorlardı. Her taraf ateş ile kapanmış idi, aynı zamanda piyadelerimiz ateşten vazgeçerek, süngülerini taktı ve bir an evvel düşman mevzilerine girmek için saldırdılar. Bu son vaziyetten iki buçuk saat sonra, süngülerimiz düşman göğsüne girmiş ve mesele halledilmiş bulunuyordu. Aynı zamanda gece yaklaşıyordu ve sanki, gecenin karanlığı pek feci olan bu manzarayı, cihanın gözlerinden saklamak için acele ediyordu. Gerçekten arkadaşlar, bu harp cephesini ertesi günü gezdiğim zaman, üzüntü duymaktan nefsimi menedemedim. Bir asker için ve herhangi bir asker için, bu vaziyet üzüntüyü gerektirir. Fakat, Allah’ın bunlara bunu mukadder etmiş olmasına göre, burada bu vaziyete girenler asker değildir; bunlar herhalde caniler ve katillerdir. 1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 251)

Biz, bu harekâtı, neticesini tamamen bilerek yaptık. Bütün bunlar, belki bütün dünyaya hayret verecek niteliktedir. Onun için, ordumuzun kudretini anlamayan ve anlamaktan âciz olanlar, bu muazzam eseri beklenmedik bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar; fakat, hiçbir vakit öyle değildir. Harekât bütün teferruatına kadar tamamen düşünülmüş, tespit olunmuş, hazırlanmış, idare edilmiş ve neticelendirilmiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 256)

Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu tamamen imha veya esir eden ve kılıçtan kurtulanları Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekâtımızı izah ve niteleme için söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle neticelendirilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve kumanda heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölmez abidesidir. Bu eseri meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan, daima mesut ve bahtiyarım. 1927 (Nutuk II, s. 677)

Biz bir amaç takibediyoruz. Bu amacımız öteden beri muhtelif vesilelerle ifade edilmiştir. Ben şimdi de onu tekrar ediyorum: Milletin, devletin bağımsızlığını muhafaza etmek. Bunun içinde namus ve şeref tamamen yer alacaktır. Müstakil olarak milletimizin muayyen hudutlar dâhilindeki tamamiyetini muhafaza etmektir. Bunun için muharebe ediyoruz. Efendiler; memleketimizin ellide biri değil, her tarafı tahribedilse, her tarafı ateşler içinde bırakılsa, biz bu topraklar üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağız. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy tahrip edilmiş diye burada feryada lüzum yoktur. Ben size açık söyliyeyim; efendiler bazı yerler işgal edilmiştir bunun üç misli daha işgal edilmiş olunabilir. Fakat bu işgal hiçbir vakitte bizim imanımızı sarsmayacaktır. (1920)

Birinci İnönü Zaferi, İkinci İnönü Zaferinin, Sakarya büyük kanlı savaşının ve en nihayet Türk vatanının; Türk bağımsızlığının ilk zafer müjdecisi olmuştur. Bu sebeple Birinci İnönü Meydan muharebesini kazanan Türk ordusunun bütün mensupları, dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir menkibe sahibi olarak ebediyen yaşayacaklardır. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, S.206)

Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakaryada kazanmış olduğu meydan muharebesi pek büyük bir meydan muharebesidir. Harb tarihinde benzeri belki olmıyan bir meydan muharebesidir. Büyük meydan muharebelerinden biri olan Mukden Meydan Muharebesi dahi yirmibir gün devam etmemiştir. 1921 (Atatürk’ün S.D. I, S.177)

30 Ağustos Bayramında tebrikleri kabul ederken: Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu, asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların herbirinin adını Kocatepe’nin sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır: Türk askeri… Tebriklerinizi onların namına kabul ediyorum!… 1928 (İbrahim Necmi Dilmen, Atatürk Anekdotlar, Der: Kemal Arıburnu, S. 120)

Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin zihnî güçlerini ve kahramanlık ve vatanseverlik kaynaklarını yarışırcasına göstermeye devam etmesini isterim. Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri! 1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 449-450)

Ordularımız, asıl kuvvetleri ve bütün harp gereçleri ile dörtyüz kilometreyi on gün içinde aşıp geçtiler. Diyebilirim ki, süvari tümenlerimizle piyade birliklerimiz düşmanı ezip İzmir’e yürümekte birbirleriyle yarış etmişlerdir. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları denizde resim gibi şekillenirken, piyadelerimiz Kadifekale’de Türk bayrağını semaya yükselttiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının, harp tarihine verdiği son harekât örneğinin kıymeti, bu harekât bütün safhalarıyla tetkik edildikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir. Büyük orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20-25 kilometredir. Bundan dolayı, askerlerimize İzmir’e kavuşmak için her gün bu mesafeyi aşıp geçirten kuvvet kaynağının, ne yüce bir vatan aşkı olduğunu anlamak güç değildir. 1922 (Atatürk’ün S.D.III, s.39)

Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa olarak ülküleri uğrunda asil bir maksatla harp etmiş bulunuyorlar. Askerlerimiz, ayakları altında bir metre yüksekliğinde çukur, çamur bulunmasına rağmen düşmanlarına karşı koşa koşa, sevine sevine gidip harp etmişlerdir. 1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 35)

Her safhası vatan için, evlâtlarımızın torunları için şerefli hâdiselerle dolu büyük bir kahramanlık menkıbesi teşkil eden Anadolu muharebelerinin heyecan veren tafsilâtını tarihin diline terk ediyorum. Millet, milletin ruh sanatı, musikisi, ebediyatı ve bütün estetiği, bu kutsal mücadelenin ilâhî nağmelerini sonsuz bir vatan aşkının coşkun heyecanlarıyla daima şakımalıdır. 1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 104)

Büyük Zafer’den sonra, İngiliz kadın gazeteci Grace Ellison’un “Başarı kazanacağınızdan şüphe ettiğiniz oldu mu?” sorusuna verdiği cevap: Hiçbir zaman… Henüz elimizde harp gereçleri bulunmadığı zamanlarda bile, işin bugünkü neticeleri alacağını hesap etmiştim. Taarruzumuzu tehir etmemize sebep, kan dökmemekti. Bu maksatla taarruzdan evvel Fethi Bey’i Londra’ya gönderdik. Barışı kanla değil, mürekkeple imza etmek istiyorduk. 1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 97-98)

Lozan Konferansı, basit bir meseleyi çözümle uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti’nin üçbuçuk senelik meselelerini çözümle yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangısı çok eski olan bir mücadelenin derin safhalarını tahlil ederek onu olumlu bir sonuca bağlamaya çalışıyor. Şüphe yok ki, karışık bir muvazeneyi bariz bir neticeye ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların sorumlusu da biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adlî, insanî bir zihniyete sahip olsalardı, mesele iki günde biterdi. Fakat, öyle işe başladılar ki, asırların birikmiş meselelerini bizden soruyorlar. İtilâf Devletleri olumlu bir neticeye varmak istiyorlarsa, mutlaka eski zihniyetlerini terk etmek mecburiyetindedirler. Benim gördüğüme nazaran varılan zemin, neticede barışla sonuçlanacaktır. Bütün milletçe arzuya değer ki barış olsun. Cihanda barışın kurulması hem cihanın menfaati, hem bizim menfaatimiz icabıdır. Herhalde biz, hem kendi menfaatimize aykırı olan, hem de cihanın menfaatine uymayan harbin devamına asla taraftar değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye kadar çok defalar ilân ettik, ispat ettik. Eğer medeniyet dünyası, bizim bu işte ne kadar samimî olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir mâni kalmayacaktır. Fakat, eğer barış isteyenlerin fikri, harp taraftarlarına galip gelmezse bütün iyi niyet ve samimiyetimize rağmen biz de bu neticeyi mukadder ve zarurî sayacağız, mukadderata tabi olacağız ve hiç şüphe etmiyorum, bugünkünden daha verimli neticeler alacağız. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 5-6.12.1929)

Harp zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça harp bir cinayettir.

Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir. 1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 81)

Türk milleti ve onun küçük ve büyük yaştaki çocukları, çelikten yapılmış heykellerdir! Onların ne olduklarını anlamak için onlarla savaş meydanlarında boy ölçüşmek lâzımdır. İşte böyle bir teşebbüstür ki, Türk gençliğinin binlerce sene evvelden beri tanınmış olan yüksek kıymet, kuvvet, kudret ve yenilmez zekâsının imtihanı olur. Türk milleti her an ve her kiminle olursa olsun böyle bir imtihana hazırdır. 1937 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 87-88)

Bu taarruz gününde, en son kanatta bir tümenimiz -57. Tümen- taarruzlarını yöneltirken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakta bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerine, etkili bir baskı yapamıyordu. O tümenin komutanı Reşat Bey adında bir zattı. Bu zatı çok eskiden tanıyorum; Muş’ta beraber muharebe yaptık, Suriye’de çok muharebeler yaptık. Çok kıymetli bir askerdi; şahsen bana sevgisi ve güveni vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize ulaşamadınız?” dedim. Cevap olarak dedi ki “Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız!” Halbuki, yazık ki yarım saatte bu hedefler ele geçirilememişti. Tekrar sorduğum zaman, telefonda Reşat Bey’in son vedanamesini okudular; orada diyordu ki: “Yarım saat içinde size o mevzileri almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam!” Bu misali, Reşat Bey’in o hareketini takdir etmek için söylemiyorum. Tabiî öyle bir muamele ve öyle bir hareket, bizce kabule değer değildir. Yalnız, ordumuzda subayların, komutanların kendilerine verilen vazifeyi yapmada gösterdiği, istekle ileri atılışı ve namus hissini göstermek isterim. Gerçekten, ordumuzdaki subaylar ve komuta yüksek heyeti, birbirlerine karşı böyle bir sevgiyle, hürmetle, inan ve güvenle bağlıdır ve üstünden aldığı emri bir namus sayarak yaparlar. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 245-246)

Süngü ile, silâhla, kanla elde ettiğimiz zaferden sonra, kültür, ilim, fen, ekonomi gibi alanlarda zafer kazanmak için çalışacağız. Milleti refah ve mutluluğa götürecek bu alanlarda güvenle, başarıyla yürüyebilmek ise, yalnız bir şarta bağlıdır. Bu şart bulunmazsa o alanlarda başarımız imkânsızdır. Bu şart şudur: Milletin, doğrudan doğruya kendi egemenliğine kendisinin sahip olmasıdır! 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.135)

Savarona yatında kabul ettiği Romanya Kralı Karol’un, görüşme sırasında Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet meselesine temas etmesi ve Atatürk’ten Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Beneş’e bazı telkinlerde bulunmasını rica etmesi üzerine, görüşmeyi dinlemekte olan zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a söyledikleri: Majeste Kral’ın söylediklerini dikkatle dinledim. Benden, bir devlet reisine kendi ülkesinden bir parçayı Almanlara terk etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca yurdunun bağımsızlığı ve bir karış toprağını başkasına vermemek için savaşan bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki Majeste Kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar. 1938 (Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası, Cumhuriyet gazetesi, 13. 11. 1970)

Sakarya Meydan Muharebesi’ne ait anlattığı bir hatırası : Tepe, düşman ateşinin odaklaşan yoğunluğu ile âdeta yanardağ manzarası veriyor. Oradaki yetersiz kuvveti durmaksızın takviye etmek lâzım. Şuradan gelen beş yüz, buradan yetişen bin kişilik kuvvetlere daima tepeyi gösteriyordum. “Asker! Bak şu tepeye; gördün mü, işte oraya!” diyordum. Askerler bir tepeye, bir silâhlarına bakarak koşuyorlar, tepeye çıkıyorlar ve ateşin içinde kayboluyorlardı. Bu ısrarımızın bu kadar cesur ve yılmaz bir kahramanlıkla desteklenişi, tepeyi bizde bıraktırdı. Bu netice, o gün için fevkalâde büyük bir önem taşıyordu. (Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesi, 13. 3. 1931)

Teknik vasıtalara sahip olmayan bir ordu ile, teknik vasıtalara sahip olan ordulara karşı muharebe etmek imkânı hemen kalmamıştır. Bu sebeple ordu teşkilinde çağdaş vasıtalar ve silâhlar, mutlaka göz önüne alınmalıdır. Bu bir mecburiyettir. Memleketin iktisat ve sanat vaziyeti ne kadar müsait ise muharebede o kadar muvaffak olunur. Bu sebeple harp, yalnız cephelerde muharebe eden askerlerin faaliyeti demek değildir. Bir memlekette, bütün vatandaşların her türlü çalışma ve faaliyeti demektir. Barış zamanında da bu umumî faaliyetin müşterek hedefe yöneltilişi mühimdir. Müşterek hedef, bağımsızlığın dokunulmazlığını temindir. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 114)

Süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar, başka hiçbir ilkeyle müdafaa edilemez. 1926 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 61-62)

Muharebe meydanlarında düşmanlara üstün gelenler ve zafer kazanmış olan milletler çoktur. Fakat gerçek zafer, gerçek zafere daima aday olabilmek, zaferde lâzım gelen kuvvetlerin kaynaklarını yükseltmekle, güçlendirmekle mümkündür. 1923 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 17)

Hiçbir zafer, gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilmesine dayanmayan bir zafer devamlı olamaz; o, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır; doğar! Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur. 1921 (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, s. 44)

Bir millet kültür ordusuna malik olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin sürekli neticeler vermesi ancak kültür ordusunun varlığına bağlıdır. Bu ikinci ordu olmadan birinci ordunun verimli sonuçları kaybolur. 1923 (M.E.İ.S.D. I, S. 17)

Memleketi ilim, kültür, iktisat ve bayındırlık sahasında da yükseltmek, milletimizin her hususta pek verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lâzımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için savaşan aydın kuvvetlerin arasında öğretmenler en mühim ve nazik yeri almaktadırlar. 1923 (Atatürk’ün T.T.B. IV, S. 487)

Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin ne kadar kararlı olduklarını tarih doğrulamaktadır. Silâhiyle olduğu gibi kafasıyla da mücadele mecburiyetinde olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. 1921 (Atatürk’ün M.A.D., S. 4-5)

Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve millî düşünceleri tam bir imanla her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârane savunma zorunluğu aşılanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. Daimî ve müthiş bir savaş şeklinde beliren milletler hayatının felsefesi, bağımsız ve mesut kalmak isteyen her millet için bu yüksek özellikleri şiddetle istemektedir. Yeni kuşağın taşıyacağı manevî özellikler yanında kuvvetli bir fazilet aşkı ve kuvvetli bir intizam ve inzibat fikrinden de bahsetmek zaruretindeyim. 1921 (Atatürk’ün M.A.D., s. 4)

Gelecek için hazırlanan vatan evlâdına, hiçbir güçlük karşısında baş eğmeyerek tam sabır ve dayanma ile çalışmalarını ve öğrenimdeki çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının tahsillerinin tamamlanması için her fedakârlığı göze almaktan çekinmelerini tavsiye ederim. Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin, ne kadar kararlı olduklarını tarih doğrulamaktadır. Silâhıyla olduğu gibi kafasıyla da mücadele mecburiyetinde olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. 1921 (Atatürk’ün M.A.D., s. 4-5)

“Onlar mukaddes vatan toprakları için canlarını seve seve vermişler, Çanakkale Savaşları’nın kaderini değiştirmişlerdir. Burada geçen her saniye, kullanılan her an, ölen her nefer, Türk vatan ve milletinin mukadderatını çizmiştir. Kara savaşlarına katılan ilk birlik olan 57. Alay, vatan sevgisinin ne olduğunu insanlığa göstermiştir. Bu kahraman Alayı hayranlık, minnet ve rahmetle anıyorum.” (Atatürk’ün 57. Alay ile ilgili söyledikleri)

“Benimle beraber burada muharebe eden askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım.” (3 Mayıs 1915 Arıburnu)

Harbin ciddiyetini dikkate almayan bazı samimiyetsiz önderler, taarruzun vasıtaları olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere, milliyetçiliği ve an’aneyi yanlış bir şekilde göstererek ve kötüye kullanarak aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde karışıklığa mâni olmak için, kütlelerin kendileri karar vermeleri ve mesuliyet mevkiini yüksek karakterli ve yüksek moralli, vicdanlı insanların eline bırakmaları zamanı gelmiştir. Bu, gecikmeden yapılmalıdır. 1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)

Çok zaman geçmeden Avrupa’da bir fırtına kopacak, bu müthiş kasırga, dünyanan her tarafına yayılacak ve insanlık umumî bir harp felâketinin bütün kötülükleri ile bir kere daha karşılacak! Bu kanlı, tehlikeli durumda tarafsız kalmak, harbe katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında hiçbir mâniaya çarptırmadan yöneterek harp dışında ve barış içinde yaşamaya çabalamak, bizim için hayatî önem taşımaktadır. 1938 (Nihat Reşat Belger, Ulus gazetesi 10. 11. 1961)

Geçirdiğimiz buhranlı günlerin şerefli kahramanlarını hep beraber kutlayalım. Onlar arasında muharebe meydanlarında düşman silâhiyle göğüsleri delinmiş bahtiyarlar olduğu gibi yangınlarda, ateşlerde yakılmış bedbaht çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar vardır. Onlar arasında namuslarını tecavüz edilmiş, ebediyen ağlamaya mahkûm genç kızlar da vardır. Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlâtlarını gömmüş analar vardır ve yine onlar arasında muharebedeki namus vazifesini şerefle yaparak bugün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan şehitlik şarabını içmiş olanların ruhlarına fatihalar sunalım. 1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 308-309)

Harbin ve askerlik sanatının öğrenilmesine vesile olan vasıtaların en mükemmeli, en gerçeği ahlâktır. Askerî ahlâk ise, muhtelif rütbelerdeki komuta sahiplerinin iktidar ve ehliyet kazanmalarını temin suretiyle sağlamlaştırılır. Ordularda, subayların büyük bir kısmı harplerde bulunmuş ve mesuliyetli hizmetler ifa etmiş olduklarından, harp ateşini bizzat kalplerinde yakmış olurlar. Bu hal, onların meslek bakımından istifadelerini sağladıktan başka, morallerini de herkesten fazla sağlamlaştırmaya hizmet eder. 1938 (Faik Türkmen, Atatürk’ün Ahlâk Düşünceleri ve Tefsiri, s. 3)

Hz. Muhammed’i, yüksek kişiliğine yaraşır şekilde belirtemeyen bir eser hakkında söylemiştir: Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi’nde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, gerçekleri değiştiren bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed, bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi. 1930 (fiemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt : 9, Sayı: 100, 1945, s. 3)

Hastalığı esnasında, Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında Ali Fuat Cebesoy’la konuşurken söyledikleri : Pek yakında dünya vaziyeti, Mütareke senelerinden daha çok ciddî olacak ve karışacaktır. İkinci büyük bir harp karşısında kalacağız. Dünyaya hâkim olan milletleri idare edenlerin arasında yazık ki birinci derece devlet adamı çıkmıyor. Avrupa’da birkaç maceraperest Almanya ile İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cüret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükûmeti, âcizlerle maceraperestlerin yanlış hareketlerinden istifade etmesini bilecektir. Bunun neticesinde dünyanın vaziyeti ve dengesi bütünüyle değişecektir. İşte, bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza Mütareke senelerinden daha çok felâketler gelmesi mümkündür! Bu ikinci Umumî Harp, beni yataktan kımıldanmayacak bir halde yakalayacak olursa memleketin hali ne olacaktır? Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir vaziyete gelmeliyim! Bizde hiçbir şeyin yataktan idare edilmeyeceğini bilirsiniz. Mutlaka işin başına geçmem lâzımdır! 1938 (Siyasi Hâtıralar, II. Kısım, Ali Fuat Cebesoy, 1960, s. 252 – 253)

Bu, benim şahsî meselemdir. Durumu Büyükelçi’ye, daha başlangıçta açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda böyle bir meselenin, Türkiye ile Fransa arasında silâhlı bir anlaşmazlığa sürüklenmesi kesinlikle mümkün değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım ve kararımı vermiş bulunuyorum. Şayet ufukta, bu yolda binde bir ihtimal belirirse, Türkiye Cumhurbaşkanlığı’ndan ve hattâ Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim ve bir fert olarak bana katılacak birkaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim. Oradakilerle elele verip mücadeleye devam edeceğim. 1937 (Hazan Rıza Soyak, Cumhuriyet gazetesi, 10. XI. 1949)

Yarın sabah bir tümen asker yollasam, Hatay’ı alabilirim. Renani için harekete geçmeyen Fransızlar, bir Suriye sancağı için bizimle harbe girmezler; bunu da bilirim. Fakat, ya bu sefer şeref ve namus meselesi yaparlarsa? Milletler belli olur mu? Ben bir sancak için Türkiye’yi harp tehlikesine sokmam. 1937 (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, cilt: II, s. 466)

Muharebe meydanlarında kıymetli evlâtlarımızın süngü ve silâhlarının zaferi kâfi değildir. Bu zafer ve başarı çok büyüktür; ancak, gerçek refah ve mutluluğa sahip olabilmek için, asıl bundan sonra çalışmak gerekir. Sizin için zafer ve ilerleme sahası ekonomide, ticarettedir. Bunu takdir ediyorsanız, çok çalışmaya mecbursunuz. Aksi takdirde memleketin gerçek sahibi olduğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsınız. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 129)

Biz, bu milleti bugünkü şeklinden daha yüksek derecelere çıkarmakla yükümlü adamlarız. Bu yükseliş, yalnız meydan muharebelerinde kazandığımız şereflerle olamaz; bu, buna kâfi değil. Asıl yükseliş, iktisat sahasında yükseliş olacak! (Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, 1938, s. 258-259)

30 Ağustos’ta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk milletinin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür. 1928 (Atatürk’ün S.D.III, s. 83)

Bir alay karargâhının temel atma töreni esnasında bir koyunun temel için açılan çukura doğru, yere yatırılıp boğazından kesilmek üzere olduğunu gördüğü zaman, İran Şahı Rıza Pehlevi ile aralarında geçen konuşma: Atatürk -Ben kana bakamam! Bir tavuğun dahi boğazlandığını görmeye tahammülüm yoktur. Şehinşah -Ya bu kadar çok bulunduğunuz büyük ve kanlı muharebe meydanları? Atatürk -Ha, o başka meseledir; öyle yerlerde cesetlerin üzerinden atlayarak yürürüm. O bambaşka bir iştir. (Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s.43)

Birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum. (George Benneb, Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s. 33)

Ben, muharebelerde dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik kurallarının tatbikini düşünürüm. (İzzettin Çalışlar, Tan gazetesi 31. 8. 1937)

Taarruzu komutan yapar, harbi idare etmek kudretindeki komutan! Efendiler, komutan kimdir bilir misiniz? Subay vardır ki idaresine yüz veya bin kişi verebilirsiniz. Fakat vakta ki alaylar ve tümenler, dağlar ve dağlarla ayrılarak cepheler yüzlerce kilometre uzunluğunca gider, işte bu gözlerin görmediği geniş sahaya komuta edecek adam, başka değerde ve başka kudrette bir adamdır! 1922 (Yunus Nadi, Atatürk’ün Vasıfları, En Büyük Kaybımız, s. 231)

Muharebe, daimî mücadele halinde bulunan gözle görülmez kuvvetlerin göze görünür şekil ve suret almasıdır. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 206)

Harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetleriyle, ilim ve teknik sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, özetle bütün maddî ve manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice yalnız maddî güçlerin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlâkî ve kültürel kuvvetin üstünlüğünü görünür hale getirir. Bu sebeple meydan muharebesinde yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığıyla mağlûp edilmiş sayılır. Böyle bir akıbetin ne kadar feci olabileceğini tahmin edersiniz. Yok oluş, yalnız savaş alanında bulunan orduya münhasır kalmaz. Asıl, ordunun mensup olduğu millet feci akıbetlere uğrar. Tarih, başlarındaki tacidarların, haris politikacıların birtakım hayalî emellerle, vasıtası durumuna düşen müstevli orduların, müstevli milletlerin uğradığı bu nevi feci akıbetlerle doludur. 1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 178)

Harp ve muharebe demek, iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve bütün varı yoğu ile, bütün maddî ve manevî güçlükleriyle birbiriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bundan ötürü bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Millet fertleri, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silâhla vuruşan savaşçı gibi, kendini vazifeli hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını, vatan savunmasına vermekte geç davranan ve müsamaha gösteren milletler, harp ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılamazlar.Gelecek harplerinin tek muvaffakiyet şartı da en ziyade bu söylediğim hususta saklı olacaktır. Daha şimdiden Avrupa’nın büyük askerî milletleri, bu hareket tarzını kanun haline getirmeye başlamışlardır. 1927 (Nutuk II, s. 619)

Bir milletin alınyazısını müspet ve menfi olarak belirleyen, meydan muharebeleridir. Çünkü bir harbin neticesi, ancak meydan muharebelerindeki zafer veya mağlûbiyetle belli olur. (Afetinan, Ülkü Dergisi, Cilt: 2, Sayı : 22, 1948, s. 9)

Çanakkale muharebeleri sırasında verdiği bir emrin son sözleri: Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki üzerimizde bulunan vatan ve namus vazifesini tamamen yerine getirmek için bir adım geri gitmek yoktur! Uyku ve istirahat aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın benimle aynı düşüncede olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk işaretleri göstermeyeceklerine şüphe yoktur! 1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 47)

Çanakkale muharebeleri sırasında komutanlara verdiği emre ilâve ettiği bir söz:  Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman esnasında yerimizi başka kuvvetler ve komutanlar alabilir. 1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 3)

Milletleri yükselten bu özelliklere bir etken daha ilâve edelim: İntikam hissi… Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu alelâde bir intikam değil, hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların zararlarını yoketmeye yönelen bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet acizlik ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık özelliğinin yokoluşunu ilân etmektir. 1923 (Atatürk’ün S.D. II. S. 117)

Harbin ve askerlik sanatının öğrenilmesine vesile olan vasıtaların en mükemmeli, en gerçeği ahlâktır. Askerî ahlâk ise, muhtelif rütbelerdeki komuta sahiplerinin iktidar ve ehliyet kazanmalarını temin suretiyle sağlamlaştırılır. Ordularda, subayların büyük bir kısmı harplerde bulunmuş ve mesuliyetli hizmetler ifa etmiş olduklarından, harp ateşini bizzat kalplerinde yakmış olurlar. Bu hal, onların meslek bakımından istifadelerini sağladıktan başka, morallerini de herkesten fazla sağlamlaştırmaya hizmet eder. 1938 (Faik Türkmen, Atatürk’ün Ahlâk Düşünceleri ve Tefsiri, s. 3)

Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Gerçek kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. “Öldüreceğiz!” diyenlere karşı, “Ölmeyeceğiz!” diye harbe girebiliriz. Lâkin, millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 124)

Ölmek, ancak öldürmek maksat ve gayesine yönelmiş olmak lâzım gelir. Fakat öldükten sonra hiçbir gaye temin edilemeyecekse neye yarar? 1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 81)

Esir alınan Yunan Generali Trikopis’e söylemiştir: Harp, bir talih oyunudur, General! Bazen, en ustası de yenilir. Siz, vazifenizi yaptınız. Mesuliyet talihten geliyor, üzülmeyiniz. 1922 (Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, s. 277)

Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle, söz konusu cephe, verilen kuvvetle tamamen orantılı dar bir cephe olmayıp da böyle yüzlerce kilometre uzunluğunda bulunursa, bu cephenin şurasında ve burasında bulunan zayıf bir kuvvetin sonuna kadar savunmasını kabul etmek, bütün tasavvurları ve hükümleri hataya yöneltir. Cepheler delinebilir, buna karşı tedbir, delinen kısmı derhal kapamaktan ibarettir. Bu ise, cephe üzerindeki kuvvetlerden başka, geride, yedekte, kuvvetli birlikler bulundurmakla mümkündür. 1920 (Nutuk II, s. 464-465)

Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti amaca uygun yönetmek mühimdir. 1915 (Mustafa Kemal, Anafartalar M.A.T., s. 23)

Muharebede yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır. 1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 15)

Bazı kanaatler vardır ki onların hesap ve mantıkla izahı pek güçtür; özellikler muharebenin kanlı ve ateşli anlarındaki duyguların doğurduğu kanaatler… Şüphesiz her kanaat ve karar, içinde bulunulan durum ve şartları inceleme ve bu incelemelerin sonuçlarını sezme ve değerlendirme sayesinde doğar. 1915 (Mustafa Kemal, Anafartalar M.A.T., s. 51)

Arazinin ve birtakım durumların, şartların, olağanüstü fırsatların muharebenin neticesi üzerine tesirleri inkâr olunamaz. Fakat daima güvenilecek ve dayanılacak olan, sayı ve kıymettir. 1924 (Atatürk’ün S.D. II, s.. 169)

Kesin netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirilen birçok vazifeler de vardır. Kesin netice istenilen zamana gelmeden evvel, tam ve gerçek taarruz zamanından evvel birliklerin savaşma gücünü azaltmaktan, sayıca miktarını eksiltmekten kaçınmak lâzımdır. Bunun için taarruz, müdafaa, işgal muharebesi ve kesin muharebenin mahiyeti, tatbik olunacağı zaman ve hâlin ayırt edilmesi hususunda, arkadaşların zaten mevcut olan karar verme yetenekleri muhafaza olunmalıdır. Buna nazarî ve pratik çalışmalarımızda çok dikkat etmeliyiz. Bir de alınan vazife ile sarf olunacak askerî faaliyetin önemli bir alâkası vardır. Bunun için vazife verenlerin, vazife alanların kullanacağı vasıtayı, askerî faaliyeti belirlemede tereddüde düşmelerine sebebiyet vermemeleri lâzımdır.İstenilen şeyde açıklık çok mühimdir. 1924 (Atatürk’ün S.D. II, s. 170)

Düşmana taarruz için, verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan evvel hazırlama ve tamamlamaya mecbur bulunduğumuz harp vasıtalarının ne olduğunu söyleyeyim: Tam üç vasıtanın hazırlığının kâfi derecede olduğunu görmek lüzumunu hissediyorum. Onlardan birincisi ve en mühimi ve temel olanı, doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin, hayat ve bağımsızlığı için kalbinde… vicdanında beliren, gelişen arzu ve emellerin sağlamlığıdır. Millet bu içten gelen arzusunu ne kadar kuvvetli gösterirse, bu arzu ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok kararlı ve imanlı olursa, düşmanlara karşı muvaffakiyet için o kadar kuvvetli bir vasıtaya sahip olduğumuza inanırım. İkinci vasıta, milleti temsil eden Meclis’in millî arzuyu belirtmede ve bunun gereklerini inanarak uygulamada göstereceği kararlılık ve yiğitliktir. Meclis, ne kadar çok beraberlik ve birlik halinde millî arzuyu belirtirse, düşmana karşı o kadar kuvvetli üstünlük vasıtasına sahip oluruz. Üçüncü vasıta, milletin silâhlı evlâtlarından ibaret olup düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdur. Bu üç nevi vasıta veya kuvvetin düşmana karşı kurduğu cepheler, iki nitelikte düşünülebilir. Kolay anlaşılmak için şöyle diyeyim: iç cephe, dış cephe… Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu hâl, hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren, iç cephenin çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Gerçekten “kaleyi içinden almak”, dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksatla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu mikropların, vasıtaların varlığını iddia etmek uygundur. Meclis’in zihniyeti, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına imkân ve ihtimal yoktur. Meclis’te, bir veya birkaç üyenin karamsarlık aşılayan sözlerinden bile aleyhimizde istifade çareleri aranılmakta olduğuna şüphe edilmemelidir. Dışişleri Bakanlığı’nın dosyaları buna dair vesikalarla doludur. Kesin şekilde söylüyorum ki, istemeyerek olsa dahi düşmanlara ümit verecek en küçük belirtiler oldukça millî davanın sonuçlanması tehlikeye düşer. 1922 (Nutuk II, s. 638 – 639)

Müdafaa hattı yoktur, müdafaa sathı vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler, ona uyamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar direnmeye ve dayanmaya mecburdur. 1921 (Nutuk II, s. 618)

Memleketin müdafaası ve milletin yüksek menfaatlerinin korunması sorumluluğunu yüklenen büyük komuta katlarının, sahip oldukları bütün kuvvetleri ve bütün vasıtaları en mühim hedef üzerinde toplaması lâzım geldiğine dair hepinizce bilinen kuralı, ilkeyi bu münasebetle hatırlatmak isterim. Birinci derecede ehemmiyet taşıyan hedefi meydana çıkarmak, ciddî ve esaslı inceleme ve düşünmeye değer. En mühim hedef üzerinde elde edilecek muvaffakiyet, ikinci üçüncü derece hedefler üzerinde, başlangıçta göze alınacak fedakârlıkları daima karşılar. Bu kural, bütün barış zamanındaki tertip ve tedbirlerde hâkim ve tesirli olduğu gibi, savaşın başlangıcından sonuna kadar ihmal edilmemesi lâzım gelen bir noktadır. Bu esasa göre düşünülecek ve kararlaştırılacak tedbir ve tertiplerin uygulamaya konulmasına engel durumlar, ehemmiyetle göz önüne alınmalıdır. Şüpheli tedbirlere mukadderatı emanet etmekten, son derece kaçınmak lâzımdır. Birçok felâketler gördük, talihin bunca darbelerine maruz kaldık. Bunlar bize, memleket müdafaasında her vakit çok dikkatli olmak için gereken dersi kesinlikle vermiştir zannederim. 1924 (Atatürk’ün S.D.I, s. 169)

Geçen gün bana zırhlı müdafaa hatlarından bahsediliyordu; diyelim ki Majino’dan… Benim görüşüm belki biraz aykırı düşecek amma… ısrar ederim ki bu hatların faydasına inanamıyorum. Zira harbi insan yapar. Bunun için insanın toprak üstünde bulunması lâzımdır. Köstebek gibi toprak altında, beton borularda veya zırhlı kulelerde oturtulacak bir kuvvet, evvelden harp dışı edilmiş bir kuvvet sayılmalıdır. Manevra kabiliyetini kendi kendine yok eden bir ordu, bir harpte mağlubiyetten başka ne kazanabilir, bilmem… 1938 (Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Bilinmiyen Taraflarıyla Atatürk, s. 95)

Herhangi bir askerî hareketin, herhangi bir görüş noktasından araştırılıp incelenmesi, onu başından sonuna kadar hatalı gösterebilir. Yine aynı askerî hareketin başka görüş noktasından incelenmesi, onu başından sonuna kadar doğru gösterebilir. Bunu, bugünkü hâdiseler ile mukayese etmemek, olduğu tarihteki durumuyla incelemek lâzım gelir. Burada zaman ve şartlar, özellikle içinde bulunulan şartlar, tek etken olur. Bir askerî harekete uzaktan bakmak ve bakanın kendisinin bulunduğu şartlar içinde onu incelemek, onu hiçbir zaman doğru sonuçlara ulaştırmaz. İnsanları, hareketleri incelerken, hareketleri yapan komutanların, subayların içinde bulunduğu durumu ve sahip olduğu vasıtaları, karşısında bulunduğu baskıyı, karşılaştığı güçlükleri o anda araştırmak lâzım gelir. Yoksa, aradan zaman geçtikten sonra sükûnetle düşünüp yapılacak incelemeler, orada düşünülmüş incelemelere uymayabilir. 1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 103)

Muharebeye “ya şehit veya gazi olmak için” gidilir. Genel olarak yiğitlik meydanında ölenlerin hepsine şehit derlerse de, sağ kalanların hepsine gazi unvanı verilmez. Bu unvanı ancak kanun verir. Medenî bir milletin, yüksek menfaatler gereği, yapmaya mecbur olduğu harpler, Arap aşiretlerinin savaşı değildir. Öyle dahi olsa, savaştan sağ salim çıkanlara belki, yalnız, anaları, babaları takdir amacıyla, “benim gazi oğlum” diyerek övünür. Fakat, millet, tarih, unvan verişinde o kadar cömert değildir. 1927 (Nutuk II, s. 749)

Her başarılı muharebeye iştirak eden kişinin, hakkı olmadığı halde kendisini tek etken, galip ilân etmesi, örnek alınacak bir ahlâkî kural teşkil etmez. Memleket çocuklarına, böyle gerçeğe uymayan tarz ve tavırlar takınmak âdetini veremeyiz; gelecek kuşaklara, böyle havadan, galip, fatih olunabileceği gibi yanlış bir fikri miras bırakamayız! 1927 (Nutuk II, s. 748)

Bir ordunun cevheri ne olursa olsun siyasete karışırsa, birlikte hareket ve savaşma kabiliyetini esasından kaybeder ve vatanın müdafaa gücünü hiçe indirir. Siyasete karışmış bir ordunun, karışmadan önceki disiplinini ve savaşma kabiliyetini yeniden kazanabilmesi için çok zaman ister. (Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün Yüksek Kumandanlık Kudret ve Meziyetleri, Atatürk Görüşler ve Hatıralarla, s. 88)

Her başarılı muharebeye iştirak eden kişinin, hakkı olmadığı halde kendisini tek etken, galip ilân etmesi, örnek alınacak bir ahlâkî kural teşkil etmez. Memleket çocuklarına, böyle gerçeğe uymayan tarz ve tavırlar takınmak âdetini veremeyiz; gelecek kuşaklara, böyle havadan, galip, fatih olunabileceği gibi yanlış bir fikri miras bırakamayız! 1927 (Nutuk II, s. 748)

İtalya, Mussolini’nin idaresi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya ve gelişmeye erişmiştir.Eğer Mussolini, gelecekteki bir harpte İtalya’nın görünürdeki heybet ve azametini, harp haricinde kalmak suretiyle, gerektiği şekilde istismar edebilirse, barış masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat korkarım ki İtalya’nın bugünkü şefi, Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya’nın askerî bir kuvvet yaratmaktan, henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir. 1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)

Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık görülemezdi. (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 100, 1945, S. 3)

Son yılların hep harice âlet olan muharebeleri ispat etti ki, Balkanların birbirleriyle çarpışmaları kadar mânasız ve acınacak az macera bulunur. Bu kardeş muharebelerinde ve milletler kendi aralarında boş yere yırpanmışlardır ve bir çaresi bulunmazsa, bu kardeş boğuşmaları daha devam edebilir. Yetmedi mi, niçin devam etsin? 1924 (Yunus Nadi Abalıoğlu, Atatürk Anekdotlar – Anılar, Der.: Kemal Arıburnu, s. 222 – 223)

Herhangi bir yabancı kültür, şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür ortamla uyumludur. O ortam milletin karakteridir. Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara özellikle varlığı ile, hakkı ile, birliği ile ters düşen bütün yabancı unsurlarla mücadele etme gereği; milli düşünceleri büyük bir olgunlukla her karşıt düşünceye karşı şiddetle ve fedakarlıkla savunma zorunluluğu öğretilmelidir. Yeni neslin milli ruhuna bu özellik ve yeteneklerin aşılanması çok önemlidir. Sürekli ve müthiş bir mücadeleden ibaret olan hayat, bağımsız ve mutlu olmak isteyen her milletten bu özellikleri şiddetle istemektedir. .. Gelecek için hazırlanan vatan çocuklarına, hiçbir güçlük karşısında baş eğmemelerini; sabır ve metanet ile çalışmalarını; çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının öğrenimlerini tamamlamaları için her fedakarlığı göze almalarını tavsiye ederim. Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin ne kadar sebatkar olduklarını tarih doğrulamaktadır. Silahıyla olduğu gibi aklıyla da mücadele etmek zorunda olan milletimizin birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. (1921, Ankara) (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 19-21)

Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir. Bu vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat netice olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, muvaffak olabileceğimize dairdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri hatalar yüzünden, milletimiz sözde mevcut zannolunan bağımsızlığında kayıtlı bulunuyordu. Şimdiye kadar Türkiye’yi, medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu hataya uyma neticesi; mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetinden ve bütün yaşama kabiliyetinden soyunma ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz; yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil, istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta; tam bağımsızlığımızın temini ve devam ettirilmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasiyle bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz. 1921 (Nutuk II, S. 623-624)

Bir millet, savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla kaimdir.

En büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır.

Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Milleti savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, “Ölmeyeceğiz” diye savaşa girebiliriz. Lakin, milletin hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir. (1923, Adana) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 128)

Savaş, nihayet meydan savaşı sadece karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin bütün varlıklarıyla, bilim ve teknik alanındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle kısacası bütün maddi ve manevi güç ve nitelikleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. Bu alanda, milletlerin gerçek güç ve kıymetleri ölçülür. Sonuçta yalnız maddi güçlerin değil, bütün güçlerin özellikle ahlaki ve kültürel gücün üstünlüğü kesinlikle ortaya çıkar. Bu sebeple meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddi ve manevi varlığıyla yenilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne kadar feci olabileceğini tahmin edersiniz. Yok oluş sadece savaş alanındaki orduya ait olamaz. Aslında, ordunun mensup olduğu millet feci sonuçlara uğrar. Tarih, birtakım boş hayallerle, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların oyuncağı durumuna düşen istilacı orduların, istilacı milletlerin uğradığı bu çeşit feci sonuçlarla doludur.

… Arazinin ve birtakım durumların, şartların, olağanüstü fırsatların savaşın sonucu üzerindeki etkileri inkâr edilemez. Fakat daima arzu edilen emniyet ve güvence, sayıca üstünlük ve değerdir. Türkiye bütün düşman devletlere karşı kazandığı maddi ve manevi zaferlerle ölmez bir varlığa sahip olduğunu ispat etti… Benim için ordumuzun değerini ifade de tek karşılaştırma şudur: Türk ordusunun bir birliği dengini mutlaka yener, iki katını durdurur. Şimdilik bundan fazlasını istemiyorum. Çünkü fazlasını milletimizin yaratılıştan sahip olduğu cengaverlik zaten sağlamaktadır. Fakat bu değeri mutlaka korumak lazımdır. Bunu, askerî bir esas, bir kural olarak göz önünde tutmalıdır… Bu değer korundukça, teşkilatımızı, eğitim ve öğretimimizi bu hedef ve amaca yönelttikçe, Türkiye’nin her türlü saldırıdan, taarruzdan korunmuş olacağına ve korunacağına kimsenin şüphesi kalmaz.

Kesin sonuç daima taarruzla alınır. Ancak savunma ile de yerine getirilen birçok görev vardır. Bu noktada bütün arkadaşlarımın dikkatlerini bir noktaya çekmek isterim. Kesin sonuç, istenilen zaman gelmeden önce, gerçek ve ciddi taarruz zamanından önce birliklerin muharebe güçlerini azaltmaktan, sayısını eksiltmekten kaçınmak lazımdır. Bunun için taarruz, savunma, oyalama muharebesi ve kesin muharebenin niteliği, uygulanacağı zaman ve durumun seçilmesi konusunda arkadaşların zaten var olan kendine güvenleri korunmalıdır. Buna teorik ve pratik işlerimizde çok dikkat etmeliyiz. Bir de alınan görev ile yapılacak askerî faaliyetin ciddi bir ilişkisi vardır. Bunun için görev verenlerin, görev alanların kullanacakları araçların, uygulanacak askerî faaliyetlerin belirlenmesinde tereddüde düşmelerine neden olmamaları gerekir. Amacın açık olarak belirtilmesi çok önemlidir. (1924, İzmir) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 173-176)

Bütün taarruz muharebelerinde her şeyden önce piyade sınıfı, özünde bulunan taarruz ruhunu daima geliştirmelidir. Her ne pahasına olursa olsun düşmanın üzerine atılma fikri, bütün tutum ve davranışlarına egemen olmalıdır. (1908, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Bölüğün Muharebe Eğitimi, Ankara, 1995, s. 42)

Astların hareket özgürlükleri keyfi hareket rengini almamalıdır. Savaşta büyük başarının temeli olan bağımsız hareket, gerekli sınırları içinde olanıdır. (1918, İstanbul) (M. K. ATATÜRK, Zabit ve Kumandan ile Hasbıhâl, Ankara, 1981, s. 61)

Askerî harekât, siyasi faaliyetlerin ümitsiz olduğu noktada başlar. Ümidin güvenli bir surette geri dönüşü, orduların hareketinden daha seri hedeflere ulaşmayı temin edebilir. (1922, İzmir) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. III, Ankara, 1997, s. 61-62)

Gerçek zafer savaş meydanlarında başarılı olmak değil, asıl zafer başarıların kaynağını güçlendirmek, milleti yükseltmektir. (1923, Ankara) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara 1997, Cilt II, s. 118)

Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir başka komutanlar hâkim olabilir. (1915, Anafartalar) (ATATÜRK, Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe, Derleyen : Uluğ İğdemir, 1990, s. XV-XVII)

Deniz silahlarına önem veriyoruz. Denizcilerimizin iyi silahlı ve iyi eğitimli olarak hazırlanmaları büyük emelimizdir. (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1997, Cilt I, s.408)

Felaket başa gelmeden önce, onu önleme ve ona karşı savunma çarelerini düşünmek gerekir. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.317)

Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi bir kötü tesadüf ve kötü şans eseri bile olsa düşmana esir düşmesini biz mazur görsek de tarih, bunu asla affetmez ve affetmemelidir. Türk İnkılap tarihinin gelecek nesillere hitap ve uyarısı işte budur. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof.Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1994, s.336)

Kaleyi içinden ele geçirmek dışından zorlamaktan çok kolaydır. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.433)

Komutanlar, emir vermiş olmak için emir vermezler. Gerekli, uygulanabilir olan hususları emrederler. Emir verirken kendini, o emri yerine getirecek olanların yerine koymak ve emrin nasıl yerine getirilip uygulanacağını düşünmek ve bilmek gerekir. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.502)

En büyük askerlik; çeşitli varsayımları çok iyi hesap ederek en iyi görüleni gecikmeden uygulamaktır. (ATATÜRKçülük, Birinci Kitap, Gnkur. Basımevi Ankara 1983, s.241)

Yarım hazırlıkla yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha fenadır. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.431)

Maddi ve özellikle manevî çöküş, korku ile… güçsüzlükle başlar. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.432)

Başarılarda gururu yenmek, felaketlerde ümitsizliğe karşı koymak gereklidir. (A. ÂFETİNAN; ATATÜRK Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İş Bankası Yayınları, s.94)

Büyük kararlar vermek kâfi değildir. Bu kararları cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır. (Utkan Kocatürk, ATATÜRK’ün Fikir ve Düşünceleri, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.396)

Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti maksada uygun sevk ve idare etmek önemlidir. (Uluğ İğdemir; Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe, AKDTYK Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990, s.23)

En iyi siyasetin, her türlü mânasıyla “en çok kuvvetli olmak”ta bulunduğunu kabul ederim. Bu sözden maksadım, yalnız silâh kuvveti olduğunu zannetmeyiniz, bilâkis asker olmama rağmen bu, bence kuvvet toplamının vücuda getirdiği etkenlerin sonuncusudur. Benim dilediğim mânen, ilmen, fennen, ahlâken kuvvetli olmaktır. Çünkü bu saydığım sıfatlardan mahrum olan bir milletin bütün fertlerinin en son silâhlarla donatıldığını varsaysak bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz. Bugünkü milletler arasında insan olarak yer alabilmek için silâh elde hazır olmak kâfi değildir. Benim düşünüşüme göre kuvvetli bir ordu denildiği zaman anlaşılması lâzım gelen mâna, her ferdi, bilhassa, subayı, kumandanı medeniyetin ve tekniğin gereklerini kavramış ve ona göre iş ve hareketlerini uygulayan, yüksek ahlâkta bir topluluktur. Şüphe yok ki biricik gayesi, ödevi, düşüncesi ve hazırlığı vatan müdafaasıyla sınırlanmış olan bu topluluk, memleketin siyasetini idare edenlerin en nihayet verecekleri kararla faaliyete geçer. 1918 (Hikmet Bayur, T.T.K. Belleten, No: 128, 1968, s.488)

Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müesseselerimizi müdafaa için lâzım olanı yapmağa hazırız. 1923 (Atatürk’ün S.D. III, S. 71)

1932 yılında, Amerika Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur’la yaptığı görüşme sırasında söylemiştir: Avrupa devlet adamları, başlıca anlaşmazlık konusu olan mühim siyasî meseleleri, her türlü millî egoizmlerden uzak ve yalnız umumun yararına olarak, son bir gayret ve tam bir iyi niyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Zira, Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlıklar meselesi olmaktan, artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın doğusunda, bütün medeniyeti ve hattâ bütün insanlığı tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve manevî imkânlarını, topyekûn bir şekilde, dünya ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasî metotlar uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile, mükemmel istifade etmesini bilmektedir. Avrupa’da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır; sadece bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harp etmiş bir millet olarak, biz Türkler, orada cereyan eden hâdiseleri yakından takip ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan doğu milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır. 1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)

Eğer harp bir bomba patlaması gibi birdenbire çıkarsa milletler, harbe mâni olmak için, silâhlı mukavemetlerini ve malî kudretlerini saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En hızlı ve en müessir tedbir, muhtemel bir saldırgana, taarruzun yanına kâr kalmayacağını açıkça anlatacak uluslararası teşkilâtın kurulmasıdır. Maamafih, bugün için en acele ihtiyaç, komşu memleketlerin, birbirlerinin hususî ihtiyaçlarını ve meselelerini görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın korunması için kıymetlerini şimdiden ispat etmişlerdir. 1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)

Barış ilkesi, insanlığın ilerlemesi ile paralel olarak kuvvetlenmektedir. Harpden büyük zararlar görmüş milletlerin bu ilkeye daha büyük bir dostluk ve samimiyetle bağlı olacakları tabiîdir. Bu ilkenin bütün devletlerce siyaset esası sayılmasıyladır ki, medeniyet için ve milletlerin saadet ve refahı için en gerekli olan barış, yerleşmiş olur. 1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 79-81, 1930, s.6787)

Ben, siyasî meseleleri de askerî vaziyetler gibi harita üzerinden mütalâa ederim. 1924 (Burhan Cahit, Gazi Mustafa Kemal, 1932, s. 74)

Atatürk tarafından yazdırılmıştır:

“Yalnız samimî bir kanaat olarak bildiğimiz bir şey vardır ki, eğer bu memleketin bir gün herhangi bir yerde bir badireye girmesi, bir muharebeye tutulması veya iştirak etmesi mukadderse, hükûmet olarak, bu hususta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve millete, onu etrafıyla düşünerek, bilerek ve anlayarak karar vermek imkânını hazırlamak, başlıca vazife saydığımız bir iştir. Yani istemiyoruz ki, uluslararası herhangi bir hadisede bir hükûmetin veya birkaç hükûmetin girişecekleri üstlenmelerin tabiî seyirleri şu veya bu tarzda birbirini gerekli sayarak, milleti mazide birçok hadiselerde olduğu gibi bir olupbitti karşısında bıraksın!

Milletlerin faaliyetlerinde, bütün hadiseleri evvelden tahmin edip bir karara bağlamak mümkün olmamıştır. Bununla beraber, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu memleketin mukadderatında düşünerek bir karar vermesi ve ancak onun verdiği kararların uygulanabilir olduğunun içerde ve dışarda herkese anlatılmasının, bu memleketin selâmeti için esaslı bir çare olduğunu zannediyoruz. Türkiye, şu veya bu tarzda herhangi bir yere sürüklendirilmiş gibi başı başıboş bir idare manzarası göstermeyi asla kabul edemez.

Büyük devletler arasındaki mücadele, gerginlik, düşmanlık o haldedir ki, bunların arasında bulunarak bir badireye karışmak ihtimali vardır. Bu ihtimale karşı ise azamî derecede dikkatli, tedbirli ve soğukkanlı bulunarak, postu kurtarmaya çalışmak vaziyetindeyiz.” 1937 (Atatürk ve Dünya, Cevat Abbas Gürer, Yeni Sabah, 10.11.1941)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir