Atatürk’ün fihristli veciz sözleri – Hükümet

Atatürk'ün fihristli veciz sözleri

Atatürk’ün fihristli veciz sözleri – Hükümet

HÜKÜMET

Hükümetin iki amacı vardır: Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını sağlamaktır. Bu iki şeyi sağlayan hükûmet iyi, sağlamayan kötüdür. (1923, Adana) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 125)

Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, aldatılır bir varlık değildir. Onu aldatabilirim düşüncesinde bulunanların, işte asıl onların kendileri için telâfisi çok güç olacak derecede aldanmış olduklarına ve olacaklarına şüphe edilmemelidir. 1937 (Asım Us, G.D.D., s. 160 – 161)

 “Şimdi arkadaşlar, ekonomik hayatımızı gözden geçireceğim. Derhal bildirmeliyim ki ben ekonomik hayat denince, ziraat, sanayi faaliyetlerini ve bütün nafia (bayındırlık) işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir kül (bütün) sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatmalıyım ki, bir millete müstakil (bağımsız) hüviyet ve kıymet veren siyasî varlık makinesin de, devlet, fikir ve ekonomik hayat mekanizmaları, birbirine tâbidirler. O kadar ki cihazlar birbirine uyarak aynı âhenkte çalıştırılmazsa, hükûmet makinesinin motris (önde gelen sürükleyici) kuvvet israf edilmiş olur; ondan beklenen tam verim elde edilemez. Onun içindir ki, bir milletin kültür seviyesi üç sahada, devlet fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve başarılar neticelerinin hâsılası ile ölçülür” 1937

Cumhuriyet Hükûmeti’mizin bir Diyanet İşleri Başkanlığı makamı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi görevli birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifeli kişilerin ilimleri, faziletleri derecesi malûmdur. Ancak burada* vazifeli olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti giymekte devam etmektedirler. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta okuma yazması olmayanlara tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi bilgisizler, bazı yerlerde halkın mümessilleri imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa âdeta bir mâni teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum: “Bu vaziyet ve yetkiyi kimden, nereden almışlardır?” Millete hatırlatmak isterim ki, bu lâubaliliğe müsaade etmek asla doğru değildir. Herhalde yetki sahibi olmayan bu gibi kişilerin, görevli olan kimselerle aynı kıyafeti taşımalarındaki mahzur bakımından hükûmetin dikkatini çekeceğim. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, S. 215-216)

“Hilâfet ve din meseleleriyle meşgul olunduğu sıralarda, kamuoyu ve bilhassa aydın kamuoyu için Anayasa’da bir noktanın düğüm teşkil ettiğini öğrendik. Cumhuriyet ilânından sonra da, kanunda, aynı düğüm muhafaza edildikten başka, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha konulduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler. Bu noktaları izah edeyim; 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’nın 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Anayasa’nın 26. maddesi, Büyük Millet Meclisi’nin vazifelerinden bahseder. Madde’nin başında, Meclis’in ilk vazifesi olmak üzere “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” vardır. İşte, bunun nasıl bir vazife ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta tereddüde düşenler vardır. Çünkü Büyük Millet Meclisi’nin, adı geçen maddede, “kanunların yapılması, değiştirilmesi, yorumu ve kaldırılması ve diğer” sayılan ve belirtilen vazifeleri o kadar geniş ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve bağımsız olarak bir klişenin mevcudiyeti gereksiz görülmektedir. Çünkü şer’ demek kanun demektir. Şeriat hükümleri demek, kanun hükümleri demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk telâkkileriyle uyuşamaz. Bu böyle olunca, “şerit hükümleri” tabiriyle kastolunan mâna ve anlamın büsbütün başka bir şey olması icap eder. Efendiler, ilk Anayasa’yı hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “şeriat hükümleri” tabirinin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat, bu tabirden, kendi zanlarınca, bambaşka mâna tasavvur edenleri ikna mümkün olmadı. İkinci nokta Efendiler, yeni Anayasa’nın ikinci maddesinin başında.. “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesidir. Bu cümle, daha Anayasa’ya geçmeden çok evvel, İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla uzun bir görüşme ve konuşmamız esnasında, muhataplarımdan bir zatın, şu suali ile karşılaştım: “Yeni hükûmetin dini olacak mı?” İtiraf edeyim ki, bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması lâzım gelen cevabın o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Çünkü, tebaası içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adilâne ve tarafsız muamelede bulunmak ve mahkemelerinde tebaası ve ecnebiler hakkında eşit adalet uygulamakla görevli olan bir hükûmet, fikir ve vicdan hürriyetine riayete mecburdur. Hükûmetin bu tabiî sıfatının, şüpheli mâna verilmesine sebep olacak sıfatlarla kayda bağlanması elbette doğru değildir.

Atatürk’ün Dini Siyasete Alet Edenler ile Mücadele Edilmesi Gerektiğine İlişkin Sözleri;  “Adî ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına âlet yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca isimli hainler, hep bu sonuca sürüklenmişlerdir. Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını, tarih bize sayısız örneklerle açıklamakta ve kanıtlamaktadır. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye katlanması olasılığı yoktur. Artık kimse, öyle hoca kılıklı sahte bilginlerin yalan dolanına önem verecek değildir. En bilgisiz olanlar bile o gibi adamların niteliğini gerektiği gibi anlamaktadır. Fakat bu konuda tam bir güven sahibi olmaklığımız için bu uyanıklığı, bu dikkati, onlara karşı bu nefreti, gerçek kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir kararlılıkla korumalı ve sürdürmeliyiz. Eğer onlara karşı, benim kişiliğimden bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben kendim onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim milletimin yaşamıyla ilgili, o adım milletimin yaşamına karşı bir kötü niyet, o adım milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir. Şüphe yok ki, millet birçok özveri, birçok kan pahasına, en sonunda elde ettiği vazgeçilmez ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, meclisin, yasaların, Anayasa’nın nitelik ve sebebi hep bundan ibarettir. Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Sayalım ki, eğer bunu temin edecek yasalar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 146)

Serbest Cumhuriyet Partisi denemesine hazırlık günlerinde söylemiştir: Tek partili bir mecliste, özellikle o parti, hadise ve vak’aların ululaştırdığı bir başkanın kurduğu teşekkül olunca, o teşekküle dayanan hükûmeti mesuliyet esasına dayanan ciddî bir denetleme imkânsız olur. Ben inkılâp yapmışım, bir devlet kurmuşum. Hadiseler ismimi, şahsımı, kanunlarla, Meclis’le, olaylarla karıştırmış. Milletin itimadı var. Böylece devam edip gidiyor. Fakat bu doğru bir gidiş değildir. Benden sonrası ne olacak? Samimî bir denetleme kurulmadıkça hükûmet de ve iş başında bulunanlar da bilinçaltlarında saklı, gizli ve hususî emel ve heveslerini, devletin gerçek ihtiyaçlarından ayıramazlar. Hükûmetî ve hükûmet adamlarını hatadan ve bu hatalar yüzünden devleti zararlardan korumak için bir muhalif partiye ihtiyaç açıktır. Başladığımız inkılâbı tamamlayalım. En büyük emelim, Devlet Başkanlığı’ndan çekilip partinin başına geçmek ve orada milletin selâmet ve yükselmesi namına fikir ve ilke mücadelesi yapmaktır. 1930 (Kılıç Ali, Atatürk ve Cumhuriyet, Milliyet gazetesi 2.11.1970)

Hükûmeti ve Meclis’i dikkatli bulunduran, tenkit hürriyetidir. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 60; 481)

“Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir. Âdetâ halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini, gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir.”

“Zannederim bugün ki varlığımızın asıl niteliği, milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir, o da halkçılıktır ve halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir.” 1920,T.B.M.M.

Bugünkü mevcudiyetimizin asıl niteliği, milletin umumî eğilimlerini ispat etmiştir, o da halkçılıktır ve halk hükûmetidir. 1920 (Atatürk’ün S.D. I, s. 87)

Her halde millet hükûmetin bekçisi olmak gerekir. Çünkü, hükûmetin yaptığı işler olumsuz olup da millet itiraz etmez ve düşürmezse bütün kusur ve kabahatlara katılmış demektir. (Aralık 1920, S.D. II)

Devlet reisliğinden bahsetmeksizin, onun vazifesini fiilen Meclis reisine gördürüyorduk. Fiiliyatta, Meclisin reisi, ikinci reis idi. Hükûmet vardı. Fakat “Büyük Millet Meclisi”ni taşırdı. Kabine sistemine geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemencecik saltanatçılar, padişahın yetkisini kullanma lüzumunu ortaya atacaklardı. İşte, geçiş devresinin bu mücadele safhalarında, bizim kabul ettirmek mecburiyetinde bulunduğumuz, aracı şekli, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti sistemini, haklı olarak eksik bulan, meşrutiyet şeklinin açıkca ifadesini temine çalışan mualiflerimiz, bize itiraz ediyorlar, diyorlardı ki, bu yapmak istediğiniz hükûmet şekli neye, hangi idareye benzer? Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu nevi suallere, bizde, zamanın gereğine göre cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zaruretinde idik. 1927 (Nutuk II, S. 838 – 839)

Hükûmetimizin ve milletimizin, Hristiyan unsurlara karşı âdilâne bir surette hareket etmekliğimiz, geleneklerimiz icaplarından ve dinimiz gereklerindendir. Ve hakikaten Hristiyanlara âdilâne muamele edildiğine en büyük delil, memleketimizin her noktasında en ufak köyünde bile Hristiyan unsurların Müslümanlardan ziyade huzur ve refaha ve servete malik olmalarıdır. Eğer bunlar hakkında zulüm ile, gasp ile adaletsizce muamele edilmiş bulunsaydı elbette bugünkü hal ve vaziyette bulunmamaları lâzımdı. Bu nedenle, bunun için başka bir delil ve sebep söylemeye lüzum görmüyorum. Fakat bu Hristiyan unsurların haricin teşvikleriyle veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak teşebbüslerinde bulunacakların fenalıklarına set çekmek, pek tabiî ve zarurîdir. Bugün en büyük, ne kuvvetli ve en medenî milletlerin bu gibi meselelerde bize nispetle pek sert ve zorlayıcı muamelelere teşebbüs etmekte olduğu herkesçe bilinmektedir. 1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 179)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, bir halk hükûmetidir. Memleket menfaatlerine ait hususlarda millet fertleriyle hükûmet arasında vazife itibariyle iştirak vardır. 1921 (Atatürk’ün T.T.B., IV,s 421)

Konya’da esnaf ve tüccarlar tarafından tertip edilen ziyafette, bir tüccarın “Hükûmetin, ticaretimizi geliştirmek için ne gibi düşüncelere sahip olduğunu” sorması üzerine verdiği cevap:  Evvelâ şunu söyleyim ki, bendeniz içinizde hükûmet adına değil, meclis adına değil, ordu adına değil, sadece bir milletvekili gibi, belki de yalnız bir arkadaşımız, bir kardeşimiz gibi bulunuyorum. Onun için sualinize hükûmet adına cevap vermeye yetkim yoktur. Eğer sualinizi ‘Sen ne diyorsun? Senin ticaretimiz hakkındaki fikrin nedir?” diye soraydınız o zaman cevap vermekte sakınca görmezdim ve kabul ediyorum ki asıl maksadınız da budur. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 135-136)

Konya’da esnaf ve tüccarlar tarafından tertip edilen ziyafette, bir tüccarın “Hükûmetin, ticaretimizi geliştirmek için ne gibi düşüncelere sahip olduğunu” sorması üzerine verdiği cevap:  Evvelâ şunu söyleyim ki, bendeniz içinizde hükûmet adına değil, meclis adına değil, ordu adına değil, sadece bir milletvekili gibi, belki de yalnız bir arkadaşımız, bir kardeşimiz gibi bulunuyorum. Onun için sualinize hükûmet adına cevap vermeye yetkim yoktur. Eğer sualinizi ‘Sen ne diyorsun? Senin ticaretimiz hakkındaki fikrin nedir?” diye soraydınız o zaman cevap vermekte sakınca görmezdim ve kabul ediyorum ki asıl maksadınız da budur. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 135-136)

Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de çağdaş, bu nedenle batılı bir hükûmet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de, batıya yönelmemiş millet hangisidir? Bir istikamette yürümek azminde olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle güçleştirildiğini gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür! 1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 68)

Bugün demokrasi fikri, daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci asır, birçok müstebit hükûmetlerin, bu denizde boğulduğunu görmüştür. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 399)

Millî egemenlik esası üzerinde idare edilen medenî devletlerde kabul edilmiş ve fiilen geçerli bulunan esas, milletin genel isteklerini en çok temsil eden ve bu isteklerin bağlı olduğu menfaat ve gerekleri, en yüksek kudretle ve salâhiyetle yapabilecek siyasî grubun, devlet işlerinin idaresini üzerine alması ve bu mesuliyeti en yüksek liderinin omuzuna bırakması ilkesinden ibarettir. Zaten bu şartları kazanamayan bir hükûmet vazife yapamaz. Hükûmetin, kuvvetli grup üyeleri arasından ve fakat birinci derecede olmayanlarından zayıf bir hükûmet yapmak ve onu partinin birinci liderlerinin emir ve öğütleriyle yürütmeye kalkışmak fikri, elbette doğru değildir. Bunun feci neticeleri bilhassa Osmanlı Devleti’nin son günlerinde görülmüştür. İttihat ve Terakki liderlerinin elinde oyuncak olan sadrazamlardan ve onların hükûmetlerinden millete gelen zararlar, sayılamayacak kadar çok değil midir? Mecliste, hâkim olan partinin, hükûmet kurmayı, muhalif ve azınlıkta bulunan bir partiye terk etmesi ise asla söz konusu olamaz. Kural ve usul olarak milletin ekseriyetini temsil eden ve kendi amacı belli olan parti, hükûmeti kurma mesuliyetini üzerine alır ve kendi amaç ve prensiplerini memlekette uygular. 1927 (Nutuk I, s. 221-222)

Millî egemenlik esası üzerinde idare edilen medeni devletlerde, kabul edilmiş ve fiilen geçerli bulunan esas; milletin genel isteklerini en çok temsil eden ve bu isteklerin bağlı olduğu menfaat ve gerekleri, en yüksek kudretle ve selâhiyetle yapabilecek siyasî grubun, devlet işlerinin idaresini üzerine alması ve bu mesuliyeti en yüksek liderinin omuzuna bırakması prensibinden ibarettir. Zaten bu şartları kazanamayan bir hükûmet vazife yapamaz. Hükûmetin, kuvvetli grup üyeleri arasından ve fakat birinci derecede olmayanlarından zayıf bir hükûmet yapmak ve onu partinin birinci liderlerini emir ve öğütleriyle yürütmeye kalkışmak fikri, elbette doğru değildir. Bunun feci neticeleri bilhassa Osmanlı Devletinin son günlerinde görülmüştür. İttihat ve Terakki liderlerinin elinde oyuncak olan sadrazamlardan ve onların hükûmetlerinden, millete gelen zararlar sayılamayacak kadar çok değil midir?

Mecliste, hâkim olan partinin, hükûmet kurmayı, muhalif ve azınlıkta bulunan bir partiye terk etmesi ise asla sözkonusu olamaz. Kaideten ve usulen milletin ekseriyetini temsil eden ve özel amacı belli olan parti, hükûmeti kurma mesuliyetini üzerine alır ve kendi amaç ve prensiplerini memlekette uygular. 1927 (Nutuk I, S. 221-222)

Afyon, kat’i neticeyi teminde çok hesaplı ve belki bu itibarla daha büyük harekâta sahne olmuş ise de Sakarya’nın kıymet ve azameti hiçbir zaman eksilmez. Gerçi, Sakarya da hesapsız bir meydan muharebesi değildi. Fakat bunun hesabı yalnız çok büyük milletimizin yurtseverlik ve yüceliğine dayandırılmıştı. Millet, kendisinde mevcudiyetine emin bulunduğumuz bu yurtseverlik ve yüceliği fazlasıyla gösterdi. Büyük Millet Meclisi’nin verdiği salâhiyetlerle donanmış Başkomutan, bir iki beyanname ile millete vaziyeti ve vazifeleri ihtar etti. Bu hitap, bütün bir milleti, bütün bir hükûmet teşkilâtını şahlandırmaya kifayet etti. O zaman her taraftan koşuldu ve ancak böylelikledir ki Sakarya’da Türk tarihinin harikası gerçekleşti. 1924 (Atatürk’ün S.D.V,s. 104)

Verdiğimiz kararın uygulanmasını temin için henüz milletin alışık olmadığı meselelere temas etmek lâzım geliyordu. Umumca söz konusu olmasında büyük mahzurlar tasavvur olunan hususların konuşulmasında kesin zaruret bulunuyordu. Osmanlı hükûmetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhlı olarak mukabele ve onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu mühim kararın bütün gerek ve zaruretlerini ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette doğru olmazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalar ve hâdiselerden istifade ederek milletin hislerini ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak lâzım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz sene içinde yaptıklarımız bir mantık dizisi ile düşünülürse, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz umumî istikametin, ilk kararın çizdiği hattan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür. 1927 (Nutuk I, s. 14-15)

Bugün demokrasi fikri, daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci asır, birçok müstebit hükûmetlerin, bu denizde boğulduğunu görmüştür. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 399)

Bir hükûmet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükûmetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, “Hükûmetten gaye nedir?” bunu düşünmek lâzımdır. Hükûmetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükûmet iyi, edemeyen fenadır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, S. 121)

Milletlerin güvenliği ya iki taraflı veyahut çok taraflı umumî müşterek anlaşmalarla, uzlaşmalarla temin edilebilir diye mutlak mahiyette ortaya atılan ve her biri diğerlerine zıt sayılan ilkeler, barışın korunması emrinde bizim için kesin ve isabetli değildir ve olamaz. Bunların her birini coğrafî ve siyasî icap ve vaziyetlere göre kullanarak barış yolundaki özenli çalışmayı gerçeklere dayandırmak, her millet için ayrı ayrı bir vazifedir. Cumhuriyet Hükûmeti, bu gerçeği görmüş, tatbik etmiş, en yakın komşuları ile olduğu kadar en uzak devletlerle olan münasebetlerini, dostluklarını, ittifaklarını ona göre düzenlemeyi bilmiş ve bu sayede dış siyasetimizi sağlam esaslara dayandırmıştır. 1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 396)

Hastalığı esnasında, Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında Ali Fuat Cebesoy’la konuşurken söyledikleri : Pek yakında dünya vaziyeti, Mütareke senelerinden daha çok ciddî olacak ve karışacaktır. İkinci büyük bir harp karşısında kalacağız. Dünyaya hâkim olan milletleri idare edenlerin arasında yazık ki birinci derece devlet adamı çıkmıyor. Avrupa’da birkaç maceraperest Almanya ile İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cüret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükûmeti, âcizlerle maceraperestlerin yanlış hareketlerinden istifade etmesini bilecektir. Bunun neticesinde dünyanın vaziyeti ve dengesi bütünüyle değişecektir. İşte, bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza Mütareke senelerinden daha çok felâketler gelmesi mümkündür! Bu ikinci Umumî Harp, beni yataktan kımıldanmayacak bir halde yakalayacak olursa memleketin hali ne olacaktır? Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir vaziyete gelmeliyim! Bizde hiçbir şeyin yataktan idare edilmeyeceğini bilirsiniz. Mutlaka işin başına geçmem lâzımdır! 1938 (Siyasi Hâtıralar, II. Kısım, Ali Fuat Cebesoy, 1960, s. 252 – 253)

Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini hükûmetinin yeni ismiyle medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeğe muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği mevkiye lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.

Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği gibi, bir geçiş devresi yaşadık. Bu devirde, iki fikir ve görüş, birbiriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu fikrin taraftarları belli idi. Diğer fikir, saltanat idaresine son vererek cumhuriyet idaresi kurmaktı. Bu bizim fikrimizdi. Biz, fikrimizi açık söylemekte mahzur görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulanma kabiliyetini saklı tutup münasip zamanında tatbik edebilmek için, saltanat taraftarlarının fikirlerini tatbik sahasından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, bilhassa Anayasa yapılırken, saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya lüzum olmadığını bildirerek o ciheti söylemeden geçmekte fayda görüyorduk. Devlet idaresini, cumhuriyetten bahsetmeksizin, millî egemenlik esasları dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen biçimde şekillendirmeye çalışıyorduk. Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük makam olmadığını aşılamada ısrar ederek, saltanat ve hilâfet makamları olmaksızın, devleti idare etmek mümkün olduğunu ispat etmek lüzumlu idi. Devlet Başkanlığı’ndan bahsetmeksizin, onun vazifesini fiilen Meclis Başkanı’na gördürüyorduk. Fiiliyatta, Meclis’in Başkanı, İkinci Başkan idi. Hükûmet vardı; fakat “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşırdı. Kabine sistemine geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemencecik saltanatçılar, padişahın yetkisini kullanma lüzumunu ortaya atacaklardı. İşte, geçiş devresinin bu mücadele safhalarında, bizim kabul ettirmek mecburiyetinde bulunduğumuz aracı şekli, Büyük Millet Meclisi Hükûmeti sistemini, haklı olarak eksik bulan, meşrutiyet şeklinin açıkca ifadesini temine çalışan muhaliflerimiz, bize itiraz ediyorlar, diyorlardı ki, “Bu yapmak istediğiniz hükûmet şekli neye, hangi idareye benzer?” Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu nevi suallere, biz de, zamanın gereğine göre cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zaruretinde idik. 1927 (Nutuk II, s. 838-839)

Hilâfet ve din meseleleriyle meşgul olunduğu sıralarda, kamuoyu ve bilhassa aydın kamuoyu için Anayasa’da bir noktanın düğüm teşkil ettiğini öğrendik. Cumhuriyet ilânından sonra da, kanunda, aynı düğüm muhafaza edildikten başka, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha konulduğunu görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler. Bu noktaları izah edeyim; 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’nın 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Anayasa’nın 26. maddesi, Büyük Millet Meclisi’nin vazifelerinden bahseder. Madde’nin başında, Meclis’in ilk vazifesi olmak üzere “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” vardır. İşte, bunun nasıl bir vazife ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta tereddüde düşenler vardır. Çünkü Büyük Millet Meclisi’nin, adı geçen maddede, “kanunların yapılması, değiştirilmesi, yorumu ve kaldırılması ve diğer” sayılan ve belirtilen vazifeleri o kadar geniş ve açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve bağımsız olarak bir klişenin mevcudiyeti gereksiz görülmektedir. Çünkü şer’ demek kanun demektir. Şeriat hükümleri demek, kanun hükümleri demekten başka bir şey değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk telâkkileriyle uyuşamaz. Bu böyle olunca, “şerit hükümleri” tabiriyle kastolunan mâna ve anlamın büsbütün başka bir şey olması icap eder. Efendiler, ilk Anayasa’yı hazırlayanlara bizzat başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “şeriat hükümleri” tabirinin bir münasebeti olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat, bu tabirden, kendi zanlarınca, bambaşka mâna tasavvur edenleri ikna mümkün olmadı. İkinci nokta Efendiler, yeni Anayasa’nın ikinci maddesinin başında.. “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesidir. Bu cümle, daha Anayasa’ya geçmeden çok evvel, İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın mensuplarıyla uzun bir görüşme ve konuşmamız esnasında, muhataplarımdan bir zatın, şu suali ile karşılaştım: “Yeni hükûmetin dini olacak mı?” İtiraf edeyim ki, bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması lâzım gelen cevabın o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum. Çünkü, tebaası içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adilâne ve tarafsız muamelede bulunmak ve mahkemelerinde tebaası ve ecnebiler hakkında eşit adalet uygulamakla görevli olan bir hükûmet, fikir ve vicdan hürriyetine riayete mecburdur. Hükûmetin bu tabiî sıfatının, şüpheli mâna verilmesine sebep olacak sıfatlarla kayda bağlanması elbette doğru değildir.

Millî müdafaamızı; düşmanların bayrakları, babalarımızın ocakları üstünden çekilinceye kadar terkedemeyiz. İstanbul mabedleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatan toprakları üstünden yabancı adamların ayakları çekilmedikçe biz mücadelemize devam etmeye mecburuz. Kendi hükûmetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak, yabancı esareti bahasına nail olacağımız huzur ve mutluluktan bin kere üstündür. (1920)

Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükûmet, bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım mânasız sözlerden ibaretti. O halde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi? Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. (1927)

Bir insan topluluğunun müşterek ve umumî hisleri ve fikirleri vardır. İnsan topluluklarının kıymetleri, medeniyet dereceleri, arzu ve temayülleri ancak bu umumî his ve fikirlerin ortaya çıkma ve belirtilme derecesiyle anlaşılır. Bir insan topluluğunu sevk ve idare eden insanlar için, insan topluluklarının talihi üzerinde hüküm vermek mevkiinde bulunan dostlar veya düşmanlar için milyar, bu insan topluluğunun efkâr-ı umumîyesinden anlaşılan kabiliyet ve kıymettir. Binaenaleyh milletler, ekâr-ı umumîyesini cihana tanıtmak mecburiyetindedir. Bütün cihan efkâr-ı umumîyesini cihana tanıtmak mecburiyetindedir. Bütün cihan efkâr-ı umumîyesini tanımak ise hayatın gereklerinin tanzimi için şüphesiz lâzımdır. Bu hususta ise mevcut vasıtaların birincisi ve en mühimi basındır. Önem ve yüceliği cihan medeniyetinde açıkça kendisi gösteren basına, hükümetimizin birinci derecede önem vermesi; bu hususta sarf edeceği mesaiyi, millete ifa ile mükellef olduğu hayırlı hizmetlerin baş tarafına koyması yüksek Meclisin kesinlikle isteyeceği hususlardandır. (1 Mart 1922)

Cihan tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti tesis eden ve bunlarını hepsini hadiselerle tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek, bütün felâketlerin karşısında, doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudretle yerini aldı. Millet, mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve egemenliğini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o Meclis, Yüce Meclisinizdir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir ve bu egemenlik makamının hükûmetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükûmet heyeti yoktur ve olamaz. 1922 (Nutuk III, s. 1250)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, millîdir; tamamiyle maddîdir; gerçekçidir. Kuruntuya dayanan ülküler arkasında, o ülkülere erişmek için değil, fakat ulaşmak hulyasıyla milleti kayalara çarparak, bataklıklara batırarak en nihayet kurban ederek mahvetmek gibi cinayetten kaçınan bir hükûmettir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün programlarının dayanağı şu iki esastır: Tam bağımsızlık, kayıtsız ve şartsız millî egemenlik. Birinci dayanağının ifadesi “Misak-ı Millî”dir. İkinci ve hayatî olan dayanağının ifadesi “Anayasa”dır. Millet, Misak-ı Millî’nin anlamını seçkin evlâtlarından teşkil ettiği kahraman ordularıyla eser olarak elde etmiştir. Anayasa’nın asıl ruhu ise, bu kanunun kitaplara geçmesinden evvel milletin kafasında ve vicdanında yoğunlaşmış olmasıyla ve ancak bunun ifadesi olmak üzere kurduğu Meclis’e verdiği temel vazife ile ve senelerden beri hükümlerini fiilen uygulamakta olmasıyla ve en nihayet kanun şeklinde bütün dünyaya göstermesiyle gerçekleşmiştir. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 58)

Yeni Türkiye Hükümetinin öz cevheri millî hâkimiyettir. Milletin kayıtsız ve şartsız hâkimiyetidir. (1923)

Millî ordu, millet birliğinin ve devlet varlığının en göze çarpan örneğidir. Ordu, harice karşı devletin varlığını temin ve icabında dahilde büyük asayişsizliği ortadan kaldırır. Her ferdin, devlet içinde yerine girmek vazifesi ve her ferdin devlet için mesuliyeti, ordu hayatında fiilen âşikâr bir surette görülür. Ordu, cumhuriyet aleyhine teşebbüslere karşı, devlet ve hükûmetin irade ve kuvvetini belirtir. Bu suretle herkesi devlet düzeninden, devlet emniyetinden hissedar kılmak vazifesini yapar. Devlet ve hükûmet gibi ordu dahi kendisi için bir varlık değil, belki, milletin yaşamak ve var olmak iradesinin bir şeklidir. Ordunun devlete karşı en birinci vazifesi, azamî kudret ve kabiliyete malik olmaya çalışmaktır. Devletin büyüklük ve şerefi bununla yükselir. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 116)

“Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne.” dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne kadar uzak olursa olsun bu esastan şaşmamak lazımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükûmetleri bencillikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, millî olsun daima fena kabul edilmelidir. (1937, Ankara) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 324-327)

Cumhuriyet millî egemenlik temeline dayanan halk hükûmetidir. (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK ATATÜRK Araştırma Merkezi, Yay. haz. Prof.Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.300)

Milli Eğitim´in gayesi yalnız hükümete memur yetiştirmek değil, daha çok memlekete ahlâklı, karakterli, cumhuriyetçi, inkılâpçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi genç yetiştirmektir. Bunun için de öğretim programları ve sistemleri ona göre düzenlenmelidir.

İnsanlar, huzur ile, vicdan hürriyeti ile çalışmak ihtiyacındadır. Bu ise, toplumu idare eden devlette ve hükûmette adaletin mutlak hâkim olmasıyla mümkündür. Bunu temin edecek şey, adliyemizdir. Bir memlekette adalet olmazsa, o memlekette anarşi var demektir, orada hükûmet yok demektir. Adalet kanunlarla yerine getirilir. Bu memlekette adaletin emniyetle, süratle dağıtılıp dağıtılmadığını anlamak için bir defa da mevcut kanunlarımıza bakmak lâzımdır. Bu kanunların memleket dahilindeki tatbikatına ve sonuçlarına bakmak lâzımdır. Bu noktada kendimizi yermek istemem. Herhalde bağımsızlığın temel direği olan adalet dağıtımında bir ecnebi parmağı bulundurmayacağız. Bu noktadaki kararımız kesindir. Fakat aynı zamanda insafla, akıl ve mantıkla ve aynı kesin karar ile kabule mecburuz ki, kanunî ve hukukî mevzuatımız fenadır. Onları esaslı surette değiştirmek, yeni hayata ve ihtiyaca uydurmak lâzımdır. Adalet Bakanlığı’nı işgal eden bütün arkadaşlarımız aynı görüştedirler. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 10-11.1.1930)

Adalet, bir devletin esası olduğuna göre, mahkemelerin sözde değil hakikaten bitaraflığını temin, her işin başında bulunmalıdır. Hak sahiplerine müşkülât çıkarmak, resmî dairelerde işlerini takip eden kimseleri bugün git, yarın gel diye bir takım zorluklara uğratmak, hükûmet otoritesi maskesi altında halka zorbacasına vaziyet almak, yakışıksız muamelelere cür’et etmek gibi haller mutlaka önlenmelidir. (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 57)

 “Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit adalet uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine uymaya mecburdur.”1927

Hükûmet, memlekette kanunu hâkim kılmak ve adaleti iyi dağıtmakla görevlidir. Bu itibarla adalet işi pek mühimdir. Bu sebeple adalet siyasetimizi de izah etmeyi faydalı buluyorum. Adliye siyasetimizde takip edilecek gaye, evvelâ halkı yormaksızın süratle, isabetle, emniyetle adaleti dağıtmaktır. İkinci olarak, toplumumuzun bütün dünya ile teması tabiî ve zarurîdir. Bunun için adalet seviyemizi, bütün medenî toplumların adalet seviyesi derecesinde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Bu hususları tatmin için mevcut kanun ve usullerimizi, bu görüş noktalarından düzeltmekte ve yenilemekteyiz ve yenileyeceğiz. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 217)

Herkesin açık olarak bilmesi lâzımdır ki, bugünkü Türkiye halkı, asırlarca kendi iradesini ve kendi idaresini başkasının elinde görmeye tahammül eden halk değildir ve asıl bilinmesi lâzım gelen cihet de, bugünkü Türkiye halkının ve hükûmetinin tükenmez emeller peşinde koşup kendi evini unutan ve harap bırakan sergüzeştçi insanlardan olmadığıdır. Bu sebeple, tam bir kesinlikle söyleyebilirim ki hükûmetimiz zafer sevinciyle gerçek ve hayatî menfaatlerini unutacak kadar kendinden geçmemiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D. II, s.41)

Efendiler, bizim hükûmetimiz demokratik bir hükûmet değildir, sosyalist bir hükûmet değildir ve gerçekten kitaplardaki hükûmetlerin, islâmî niteliği bakımından, hiç birine benzemeyen bir hükûmettir. Fakat, millî egemenliği, millî iradeyi belirten bir hükûmettir, bu nitelikte bir hükûmettir. Sosyal bilim bakımından bizim hükûmetimizi ifade etmek gerekirse (halk hükûmeti) deriz. Efendiler, biz hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, milletin bütünlüğümüzce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletin tümüyle savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız. O halde bu ve bu gibi teşviklerle ve izahlarla hükûmetimizin dayandığı esasın toplum bilime dayanan bir esas olduğunu açık bir surette görürüz. Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle ve benzememekle öğünmeliyiz! Çünkü, biz bize benziyoruz, efendiler! (Aralık 1921, S.D. II)

Basın, kötüye kullanmalara mâni olur ve hükûmet vasıtalarını, vazifelerini doğru yapmaya mecbur eder. Yayın, en etkili kontrol vasıtalarındandır. Bu noktada, tenkidin kolay ve fakat yapmanın güç olduğu gerçeği, unutulmamak lâzımdır. Onun için, umumun iyiliği fikri her türlü tenkitlere ve münakaşalara daima hâkim ve esas tutulmalıdır. Gerekli görülen fikirler, umumun iyiliği için ortaya atılmalıdır. Bu fikir hareket noktası olunca, tenkit ve münakaşa devletin de iyiliği için yapılmış ve vatandaşların toplumsal ve siyasî eğitimlerini yükseltmeye hizmet etmiş olur. 1930 (Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 60; 482-483)

Aşağı insanların para ile yaptırdıkları basın mücadeleleri vardır. En adî yalanları yaymada basının kullanıldığı görülmüştür. Basın ve fikir hürriyetinin maruz kaldığı başka tehlikeler de vardır. Basının ve hatta fikir cemiyetlerinin, millî hükûmetin tesirinden kurtularak, siyasî ve iktisadî gizli maksatlara âlet olmasından korkulur. Basının para ile satın alınabilmesi, milletlerarası yüksek para âleminin basın üzerinde gizli tesiri veyahut sadece ecnebi devletlerin örtülü ödeneklerinin tesiri, işte bunların kamuoyunu aldatma ve yanıltmasından gerçekten korkulur. Fakat hürriyetten çıkacak bu fenalıklar, asla çaresiz değildir. Evvelâ, basın hürriyetine yasal bir sınır çizilir. İkinci olarak, gazeteler, hususî bir teşkilât yaparak, bununla kendi üzerlerinde ahlâkî bir tesir icra ederler. İlk zamanlarda bir kazanç işinden başka bir şey olmayan gazetecilik, toplumsal bir kurum haline gelebilir. Bundan başka, halkın fikrî ve siyasî eğitimi de bir teminattır. Halk, birçok gazeteleri okumaya ve onları birbirleriyle kontrol etmeye ve gazetecilik yalanlarına inanmamaya alışırlar. Bütün bunların üstünde, her şeyin açık olması sayesinde, iyi niyetin gelişeceğini ve hayatî meseleler üzerinde iyi niyet sahibi insanların daima ekseriyeti teşkil edeceklerini kabul etmek uygun olur. Çünkü her zaman dünyanın yarısını ve bir zaman dünyanın hepsini aldatmak mümkündür. Fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir. Tecrübe göstermiştir ki, her şeyi söylemekten insanları menetmek, asla mümkün değildir. Fakat millî terbiye ve büyük manevî kuvvetlere karşı hükûmetin münasip hareket tarzı sayesinde, isyankâr fikirlerin yayılmasına müsaade etmeyecek toplumsal bir ortam yaratmak mümkündür. Fakat herhalde, her şeyin söylenmesine müsaade etmek ve bunun karşısında söyleyenlerin fiile geçmesini bekleyerek tedbir almakla yetinmek de manasızdır. Bütün halkın fiile geçtiği gün, onları durduracak kuvvet yoktur. Tıbbî bir hıfzıssıhha olduğu gibi, toplumsal bir hıfzıssıhha da vardır. Her ikisi aynı ilkeye dayanır. Maddî mikropları yok etmek mümkün olmadığı gibi manevî mikropları da yok etmek mümkün değildir. Fakat şahsın vücudunda maddî bir sağlamlık yaratmak mümkün olduğu gibi, toplumsal bünyede de manevî bir sağlamlık yaratmak ve bu suretle bir karşı koyma zemini hazırlamak mümkündür. 1930 (Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 61-62; 488-492)

Bir hükûmet, ancak adalete istinat edebilir. Bağımsızlık, istikbal, hürriyet, her şey adaletle mevcuttur. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 6. 2. 1930)

Millî egemenlik esasına dayanan temsilî bir hükûmette, kamuoyu büyük rol oynar. Basın ve toplantı hürriyetleri olmadan ve umuma ait işler hakkında geniş bir tenkit sahası bırakılmadan, kamuoyu vazifesini yapamaz. Millî egemenlik ve temsilî hükûmet fikrinin yayılması ve yükselmesi, ancak kamoyunun faaliyeti ile mümkündür. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 59; 477-478)

Millî egemenliğimiz için tehlike yoktur ve olamaz! Çünkü milletimiz asırların çok acı darbelerle, çok acı felâketlerle vermiş olduğu derslerden tamamiyle uyanmıştır. Bu uyanışı da fiilen ispat etmiştir. Artık bu milleti gaflete, bilgisizliğe götürmenin imkânı kalmamıştır. Milletimiz, en hakikî düsturunu bizzat eline almıştır. Bu düstura dayalı hükûmet şeklini, hükümet yapısını tespit etmiştir. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 26. 12. 1929)

Hükûmet, tavır ve hareketlerini tanzim için, kamuoyuna ehemmiyet verince, kamuoyu teşkilâtlanır. Kamuoyunun daima istifade olunabilecek, hazır bir halde bulunabilmesi, onun bir teşkilâta malik olmasıyla mümkündür. Bu teşkilât, serbest tenkit ve münakaşa sahasıdır. Bu saha daima açık olmalı ve daima çeşitli fikirlerle beslenmelidir. Bu ise, basının gayreti ve umumun menfaatinin her gün yeniden yeniye münakaşa edilmesiyle olur. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 60; 485)

Tarihimizin en mesut devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itiyadını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseridir. Peygamberimiz, tilmizlerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti; bu milletlerin hükûmeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek istiyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki, bu şartlar içinde beni halife tâyin etseler, derhal istifamı verirdim. Fakat tarihe gelelim, gerçekleri tetkik edelim, Araplar Bağdat’ta bir hilâfet tesis ettiler; fakat, Kurtuba’da bir hilâfet daha vücuda getirdiler. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde ulvî ruhanîlik vazifesini yapan yegâne halife fikri, hakikatten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma’daki Papa’nın Katolikler üzerindeki kuvvet ve gücünü gösterememiştir. 1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 69)

Büyük, mühim bir inkılâp oldu. Bu inkılâp, milletin selâmeti namına, hak namına yapıldı. Milletimiz, demokratik bir hükûmet tesis etmek sayesinde düşman ordularını imha etti. 1924 (Atatürk’ün S.D. II, s. 165)

29 Ekim 1923’de Cumhuriyet’in kabulü ve Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine Meclis’te yaptığı konuşmadan:  Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak, görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz, haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini, hükûmetinin yeni ismiyle, medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeye muvaffak olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği yere lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir. Daima muhterem arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve sıkı bir surette yapışarak, onların şahıslarından kendimi bir an bile ayrı görmeyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima dayanak noktası sayarak hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır. 29 Ekim 1923 (Nutuk II, s. 814-815)

Yeni Türkiye’nin, eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı Hükûmeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Gerçi millet değişmemiştir; aynı Türk unsuru bu milleti teşkil ediyor. Ancak, idare tarzı değişmiştir. 1922 (Atatürk’ün S.D. III, s. 51)

“Cumhuriyet ulusal egemenlik temeline dayanan halk hükümetidir.” (ATATÜRK, Nutuk, AKDTYK., Atatürk Araştırma Merkezi, Yay. Haz. Prof.Dr. Zeynep Korkmaz, Ankara, 2000, s.300)

“Şurası unutulmamalı ki, bu yönetim tarzı, bir bolşevik sistemi değildir. Çünkü, biz ne Bolşevikiz, ne de Komünist; ne biri, ne diğeri olamayız. Çünkü, biz ulusalcı ve dinimize saygılıyız. Özetle, bizim hükümet şeklimiz, tam bir demokrat hükûmettir. Ve dilimizde bu hükümet, « halk hükûmeti » diye anılır.” 02. 11. 1922, Le Petit Parisien Muhabirine Demeç.

“Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, bilimsel yapıları itibarıyla hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat ulusal egemenliği, ulusal iradeyi tecellî ettiren tek hükümettir, bu mahiyette bir hükümettir!”

1933 Razgrad olayını protesto amacıyla yapılan gençlik gösterisinin izin alınmadan yapılması sebebiyle takibata geçilmesi üzerine, izinsiz gösteriyle ilgileri olmadığını bildiren Türk Talebe Birliği Kongresi daimî delegelerine cevap telgrafı : Gençliğin çalışkan, duyarlı ve milliyetçi yetişmesi esas dileklerimizdendir. Gençlik, her türlü faaliyetlerinde Cumhuriyet kanunlarına ve Cumhuriyet kuvvetlerinin usul ve kaidelerine riayetkâr bulunmaya da dikkatli olmalıdır. Cumhuriyet Hükûmeti’nin millî meselelerde vazifesini bilir olduğuna ve kanunların ve adlî kuvvetlerin adaletine emin olunuz. 1933 (Cumhuriyet gazetesi, 28. 4. 1933)

Hükûmetin varlığının sebebi, memleketin asayişini, milletin huzur ve rahatını temin eylemektir. Bütün memlekette gerçek bir asayiş hâkim olmalıdır. Millet, büyük bir huzur ve emniyet içinde içi rahat bulunmalıdır. Memleketimizin herhangi bir köşesinde halkın emniyetini, devletin bütünlük ve asayişini bozmaya kalkışanlar, devletin bütün kuvvetlerini karşılarında bulmalıdırlar. 1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 307)

Sebep ne olursa olsun vatandaşın derdine çare bulmak, yardım etmek ve destek olmak, Cumhuriyet hükûmetinin koşacağı bir vazifedir. Fakat hükûmetin yardımını isterken ona karşı, gerçek ahlâk sahibi olarak çıkmak tek çaredir. Yoksa birtakım küçük, adî menfaatlerini gizlemeye çalışmak, bu ferdî ıstırapları bütün milleti kapsayan ıstırap gibi göstermek ve bu suretle Cumhuriyet hükûmetini yanıltmak isteyenler bilsinler ki, daima aldanacaklardır. 1931 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 36)

Herhalde millet, hükümetin gözcüsü olmak lâzım gelir. Çünkü hükûmetlerin icraatı olumsuz olup da millet itiraz etmez ve düşürmezse, bütün kusur ve kabahatlere iştirak etmiş demektir. 1920 (Nutuk III, s. 1188)

Devlet ve hükûmeti, kendi malı ve koruyucusu tanımak, bir millet için büyük nimet ve şereftir. 1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 372)

İleri hükûmetçiliğin ayırıcı özelliği, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir.Büyük, küçük bütün cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin, en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, . 378)

Hepiniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah, Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı buldu. Zira onun zihniyetine göre antlaşma, birbiriyle eşit milletler arasında yapılırdı. Halbuki Venedik, o zaman Osmanlı Devleti’ne eşit olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya emri altında idi. Bundan ötürü Padişah, böyle bir hükûmetle antlaşma yapamazdı; fakat ona müsaadelerde bulunabilirdi ve müsaadelerde bulundu. İşte bu müsaade kelimesi, kapitülâsyonlar kelimesiyle tercüme edilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülâsyon kelimesi, bir kale içinde muhasara olunan, savunulacak gereç ve vasıtalarını kullandıktan sonra teslimini bildirmeye mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi, padişahların müsaadesini tercüme ederken kullanmış bulundular. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 102)

Bizim bugünkü kuvvetimizin ruhu, aslı yeni şeklimizdedir. Biz bugün, doğrudan doğruya milletin ruhuna, vicdanına, eğilimlerine uygun olan maddî ve esaslı noktalara dayanıyoruz. Hükûmetimiz, yalnız bir şahsın görüşüne bağlı olmaktan uzaktır. 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 6. 12. 1929)

Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır. 1925 (Atatürk’ün S.D. II, S. 230)

“Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir” dediğimiz zaman, bunu herkes anlar. Hükûmetle resmî muamelelerde, Türk dilinin geçerli olması lüzumunu herkes tabiî bulur. Fakat, “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesi aynı suretle mi anlaşılıp kabul edilecektir? Bu şüphesiz açıklama ve yoruma muhtaçtır. Efendiler, gazeteci muhatabımın sualine, hükûmetin dini olamaz! diyemedim; aksini söyledim. “Vardır Efendim; İslâm dinidir” dedim. Fakat hemen arkasından “İslâm dini fikir hürriyetine sahiptir” cümlesiyle cevabımı açıklama ve yorumlama lüzumunu hissettim. Demek istedim ki, hükûmet, fikir ve vicdana riayetle kayıtlı ve görevli olur. Muhatabım, verdiğim cevabı, şüphesiz, mâkul bulmadı ve sualini şu tarzda tekrar etti: “Yani hükûmet bir dine bağlı olacak mı?” “Olacak mı, olmayacak mı bilmem!” dedim. Meseleyi kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı. O halde, denildi; herhangi bir mesele hakkında itikadım ve düşüncelerim dairesinde bir fikir ortaya atmaktan hükûmet beni menedecek veya cezalandıracaktır. Halbuki herkes, kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi?

O zaman, iki şey düşündüm. Biri: Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini seçmekte serbest olmayacak mıdır? Diğeri: Hoca Şükrü Efendi’nin : “Bazı din âlimi arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında mevcut belli ve değişmez İslâmî hükümleri yayımlayarak… yanıltıldığı maalesef görülen efkâr-ı İslâmiyeyi aydınlatmayı gerekli bir vazife saydık” girişini takiben ifade edilen “İslâm Hilâfeti, din emrini koruyup yaymakta Peygamberliğin yerini almaktır; şeriat hükümleri koymak hususunda Resulü Ekrem Efendimiz’in vekilidir.”

Oysa ki, Hoca’nın sözlerini tatbike kalkışmak, millî egemenliği, vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka Hoca’nın malûmat hazinesi, Yezitler zamanında yazdırılmış ve istibdat idaresine mahsus formülleri kapsamıyor muydu? O halde kavramı ve anlamı, artık herkesçe tamamen anlaşılmış olan devlet ve hükûmet tabirlerini ve millet meclisleri vazifelerini, din ve şeriat kisvelerine bürüyerek kim ve ne için aldatılacaktır? Hakikat bundan ibaret olmakla beraber, o gün İzmit’te, basın mensuplarıyla bu konu üzerinde, daha fazla karşılıklı konuşma gerekli görülmedi.

Her şeyden evvel şurası bilinmek lâzımdır ki Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kapitülâsyonların bırakılmasını asla kabul etmeyecektir. Şayet yabancı uyruklar, eskiden olduğu gibi bundan sonra da kapitülâsyonlardan istifade etmeyi düşünüyorlarsa aldanıyorlar. Kapitülâsyonlar bizim için mevcut değildir ve aslâ mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin bağımsızlığı her sahada tamamen ve toptan tasdik olunmak şartiyle kapılarımız bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır. 1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 49)

Bizim milletimiz ve hükûmetimiz, adalet fikri ve adalet zihniyeti noktasında hiçbir medeni milletten aşağı değildir. Belki tarih bu noktada yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu sebeple bizim de adalet mevzuatımızın, bütün medenî milletlerin yürürlükteki kanunlarından eksik olması doğru değildir. 1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 217-18)

Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Anayasa yapılırken, lâik hükûmet tabirinden dinsizlik mânası çıkarmaya eğilimli ve vesileci olanlara fırsat vermemek maksadıyla, kanunun ikinci maddesini mânasız kılan bir tabirin girişine müsamaha olunmuştur. Kanunun, gerek 2. ve gerek 26. maddelerinde, gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet idaremizin çağdaş karakteriyle uyuşmayan tabirler, inkılâp ve cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği tavizlerdir. Millet, Anayasamızdan, bu fazlalıkları ilk münasip zamanda kaldırmalıdır. 1927 (Nutuk II, s. 714-717)

Bence, yeni devletimizin, yeni hükûmetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır; çünkü, her şey bunun içinde bulunmaktadır. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 111)

27 Ocak 1937 tarihinde Cenevre’de yapılan Milletler Cemiyeti toplantısında, Hatay’ın bağımsızlığının kabul edilmesi üzerine Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği telgraftan: Başarılmış olan millî davada izlenen medenî usule, uluslararası lâyık olduğu kıymetin verileceğine şüphe yoktur. Bu eser, Cumhuriyet Hükûmeti’nin millî meseleler üzerinde ne kadar şaşmaz bir dikkatle durduğunu ve onları en makul tarzlarda sonuçlandırmak için, cesaret ve feragatle hareket ve faaliyete geçebilecek enerji ve kabiliyette bulunduğunu gösteren yeni bir örnek olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’nin bu siyaset kavrayışının, dünyada barış ve huzur isteyen ve bunun tabiî gereği olan hakseverliği benimsemeyi fazilet bilen bütün dünya milletlerince takdirle karşılanacağına şüphem yoktur.Türkiye Cumhuriyeti, haklı olduğuna inandığı davasını, büyük ve âdil hakem kurulu olmasını daima arzu ettiği ve bu sıfat ve yetkisinin daha çok çetin meselelerin çözümlenmesinde en yüksek kudret ve kuvvete sahip olmasını temenni ettiği Milletler Cemiyeti’ne bırakmakla insanlık adına isabetli bir harekette bulunmuştur. Bu suretle medeniyet adına da yüksek bir vazife yapmış olmakla, sadece takdir ve tebrike değerdir. 1937 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 579-580)

Cumhuriyet Hükûmeti’nin, doğuda izleyegelmekte bulunduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı. Sadabat’ta, dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz dörtlü antlaşma, büyük bir memnuniyetle kayda değer barış eserlerinden biridir.Bu antlaşmanın etrafında toplanan devletlerin, aynı gayeyi izleyen ve barış içinde gelişmeyi samimiyetle isteyen hükûmetleri arasında işbirliğinin, gelecekte de hayırlı neticeler vereceğinden emin bulunmaktayız. 1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 388)

“Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti “uhud-i atika”* namı altında bir takım kapitülâsyonların esiri idi. Memleket dahilindeki Hristiyan unsurlar birçok imtiyazlara, muafiyetlere sahip bulunuyordu. Bir devlet, kendi memleketinde bulunan yabancılara yargı hakkını uygulayamazsa, bir millet, kendi halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan almaktan menedilmiş bulunursa, bir devlet kendi hayatını kemiren kendi dahilindeki unsurlar hakkında tedbirler almaktan menedilirse böyle bir devletin, egemenliğine sahip bağımsız bir devlet olduğuna inanmak doğru olur mu? İşte Osmanlı Devleti böyle bir halde idi. Bu kadar da değil… Osmanlı Devleti, kendisini tesis eden esas unsurun, milletin insanca yaşamasını temin edecek işlere de girişmekten menedilmişti. Memleketi imar edemez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya teşebbüs ettiği zaman derhal yabancılar müdahale eder, hatta bir mektep yapmak istediği zaman bile müdahaleye maruz kalırdı. Kayda değer ki, bütün bu fenalıklar, milletin boynuna geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından, devletin güçsüzlüğünden ileri gelmiş değildi. Bilâkis bütün bu esaret zincirleri devletin en güçlü, en kudretli bulunduğu bir zamanda boynumuza, devletin boynuna geçirilmiştir. Efendiler, bu halin hikmetini, devlet kavramını anlayış şeklinde aramak lâzımdır. Biliyorsunuz ki tacidarlar, hükümdarlar ve bilhassa kendilerine “Allahın Gölgesi” diyen padişahlar, memleketi kendi mâlikânesi ve bütün aslî unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız şartsız emrine boyun eğen bir kütle farz ederler. Bundan başka padişahların etrafında birtakım menfaatperestler bulunur ki, onlar da padişahın lütfuna, himayesine erişmek için bu görüş tarzını iyi imiş gibi gösterirlerdi. Bütün bu görüş ve yorumlar karşısında mâsum millet, hakikaten bunun doğru olduğunu, dinin icabından bulunduğunu farz ve zanneder. İşte Osmanlı padişahları, milletin bu telâkkisinden istifade ederek milletin hakkı olan, milletin şerefi, haysiyeti ve bütün mevcudiyetiyle ilgili olan birçok kaynakları, hediye ve bağış olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Biliyorsunuz ki ilk kapitülâsyon Fatih zamanında, İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine pekâlâ biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hristiyan unsurlara imtiyaz, aynı tarihte verilmiştir. Fakat milletin hayatî kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu imtiyazlar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün altında kıvranmaya başladı. Tahammül edememeye başladı. Onları, bir hediye ve bağış olarak alanlar, sonraları bu imtiyazları bir kazanılmış hak telâkki ettiler. Onunla da kanaat etmediler. Her vesileden istifade ile onları artırmak ve genişletmek vasıtalarına gittiler. Hükûmeti tehdide kalkıştılar. Efendiler, haşmet ve gösteriş içinde vakit geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve erkânı, debdebeyi devam ettirmek kanaatinde bulunuyorlardı. Onun için devletin hakikî kaynaklarını kuruttuktan sonra muhtaç oldukları parayı hariçten tedarike kalkıştılar. Bunun için de birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün kaynaklarını vermek ve haysiyet ve şerefini feda etmek suretiyle o borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödeyemeyecek hale geldiler. Devlet, cihan gözünde iflâs etmiş sayıldı. Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar gösterdiği manzara şu idi: Memleket dahilinde bütün Hristiyan unsurlar, esas unsurun çok çok üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip… Bu unsurlar, devleti mahvetmek için her türlü hususî teşkilâta sahip ve haricin daimî teşviklerine ve himayesine mazhar.. Devlet ve Hükûmet ise bunu menetmekten âciz.. Çünkü bütün bu imhakâr girişimlerin dayanak noktası, dışarda birtakım kuvvetli devletler idi. Dışardaki devletler hem bir taraftan içerdeki unsurları, devlet ve memleketi tahrip etmeye ve bir takım istiklâller meydana getirmeye teşvik ediyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların nam ve hesabına müdahale ediyor, çalışıyor ve bu suretle bütün dünya nazarında Osmanlı Devleti’nin hiçbir kıymet, fazilet ve haysiyeti kalmıyor, devlet haysiyeti namına hiçbir şey kendisinde mevcut kabul edilmiyor, âdeta himaye ve vesâyet altında bir toplum gibi farz olunuyordu. İşte bu acı darbenin son safhası olmak üzere memleket ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, memleketin başında bulunan Saray, Babıâli ve bütün mensupları o düşmanlarla beraber olarak milletin başına musallat oldular; en son cinayeti işlediler.” 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 24-25. 12. 1929)

Atatürk tarafından yazdırılmıştır: “Yalnız samimî bir kanaat olarak bildiğimiz bir şey vardır ki, eğer bu memleketin bir gün herhangi bir yerde bir badireye girmesi, bir muharebeye tutulması veya iştirak etmesi mukadderse, hükûmet olarak, bu hususta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve millete, onu etrafıyla düşünerek, bilerek ve anlayarak karar vermek imkânını hazırlamak, başlıca vazife saydığımız bir iştir. Yani istemiyoruz ki, uluslararası herhangi bir hadisede bir hükûmetin veya birkaç hükûmetin girişecekleri üstlenmelerin tabiî seyirleri şu veya bu tarzda birbirini gerekli sayarak, milleti mazide birçok hadiselerde olduğu gibi bir olupbitti karşısında bıraksın!

Milletlerin faaliyetlerinde, bütün hadiseleri evvelden tahmin edip bir karara bağlamak mümkün olmamıştır. Bununla beraber, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu memleketin mukadderatında düşünerek bir karar vermesi ve ancak onun verdiği kararların uygulanabilir olduğunun içerde ve dışarda herkese anlatılmasının, bu memleketin selâmeti için esaslı bir çare olduğunu zannediyoruz. Türkiye, şu veya bu tarzda herhangi bir yere sürüklendirilmiş gibi başı başıboş bir idare manzarası göstermeyi asla kabul edemez.

Büyük devletler arasındaki mücadele, gerginlik, düşmanlık o haldedir ki, bunların arasında bulunarak bir badireye karışmak ihtimali vardır. Bu ihtimale karşı ise azamî derecede dikkatli, tedbirli ve soğukkanlı bulunarak, postu kurtarmaya çalışmak vaziyetindeyiz.” 1937 (Atatürk ve Dünya, Cevat Abbas Gürer, Yeni Sabah, 10.11.1941)

Bir millet, sanatsız yaşayamaz. Mazide belki büyük fabrikalar halinde değil, fakat her evde bir tezgâh veya birkaç tezgâh vardı. Milletimizin gayet ince sanatları vardı. Bunların da hepsi bitti. Çünkü yabancılara verilen imtiyazlar, bu küçük tezgâhların yaşamasına mâni oluyordu. Yabancı mallarına rekabet etmek ihtimali yoktu. İmtiyazlı ithalât neticesinde sanayimiz söndü. Bunları da canlandırmak lâzımdır. Artık, yeni hükûmette dış imtiyazlar söz konusu olamaz. Ancak, küçük tezgâhlarda da umumî ihtiyaçlar temin edilemez. Onun için memlekette fabrikalar kurmaya, sanayiin gelişmesini kolaylaştırmaya mecburuz. Yollarımızı, demiryollarımızı yapmak için, limanlar vücuda getirmek için ne kadar para, ne kadar uzmanlık lâzımdır! Bunu biraz düşünmek, insanı hüzne ve umutsuzluğa sevk eder. Bununla beraber asla umutsuz olmak lâzım gelmez. Biz, bu kadar geniş, kıymetli ve sonsuz hazinelere mâlik olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir suretle millî egemenliğini elinde tutarak mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe sermaye de, kurumlar da, uzmanlık da bulur, her şey bulur! 1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan,Milliyet gazetesi, 8. 9. 1930)

Türkiye’nin gerçek sahibi efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstehak (en çok lâyık) olan köylüdür.. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin iktisadi siyasi aslî gayeyi gözetir. (1 Mart 1922, Ankara) (ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. I, Ankara, 1997, s. 240)

Vatandaşların, bir milletin fertleri olmak itibariyle millete, onun devlet ve hükûmetine ve mensup olduğu milletin medenî beşeriyetin bir ailesi olması açısından, bütün insanlığa karşı birtakım vazifeleri vardır. 1930 Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 16)

Efendiler! Ulusumuzu tam güvenlik durumunda yaşatmak seçkin amacımız olduğu gibi onun sağlığına özen göstermek ve var olan olanaklarımız oranında toplumsal sorunlarına çözüm olmak da hükümetimizin görev bütünlüğü içindedir. Bu kapsamda olmak üzere, ülkemizin hekim gereksiniminin olanak elverdiği ölçüde giderimine uğraşıldı.

Cumhuriyet Hükümeti’nin başlı başına bir ilke olarak başarıyla izlediği sağlık savaşımını gittikçe araçlarını artıran bir ölçüde sürdürmek gereklidir ve önemlidir. (2. Dönem 3. Toplanma Yılını Açarken, 1.11.1925, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 1 sf: 346)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir