Atatürk’e Göre Türklük
‘Ne Mutlu Türküm Diyene’
Gazi, 14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet sırasında Türklük konusunda şunları anlatmıştır:
“Bizim kuşağın gençlik yıllarına Osmanlılığın telkin ve etkileri egemendi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap’lara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle özel bir değer veriliyordu. Onlardan söz edilirken ‘Seçkin ırk’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyordu. Memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türk’ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyorduk.
İlk defa Manastır Askerî Lisesi’nde öğrenci iken okuduğum Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mısrasıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımını bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim, süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim dönemi yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da deneyimli ve Anadolulu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kuruluydu. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla sevgi ve ilgi gösteriyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu.
Hâlbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı.Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen ‘Türk!’ sözleriyle azarlamaya başlamıştı.
‘Sen nasıl olur da seçkin Arap ırkına bağlı, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin…’ gibi gittikçe anlamsızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum.
Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçekten emre uymanın simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını frenlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum:
‘O erin bağlı olduğu ulus, birçok bakımdan soyu temiz olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz ulusun da tarihleri şerefle dolduran büyük ve soylu bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük varsayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir.
Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün soyluluğu ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir’ dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.”
(Kaynak:Mehmet Emin Yurdakul, (1869–1944), Vali, Osmanlı Meclisinde milletvekili ve şair, Türk Dili Dergisi, Sayı: 146, Kasım 1963)
alıntı:mustafakemalim.com