Atatürk’e göre Türkçülük
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” (Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, 1930)
“Türk’üm” diye başlayan Andımız okullarımızdan Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Yönetmeliği’nde değişiklik yapılarak 2013 yılında kaldırılmıştı. Geçtiğimiz günlerde Danıştay 8. Dairesi, Andımız’ı kaldıran o ilköğretim yönetmeliğini iptal ederek ilkokullarda Andımız’ın yeniden okutulmasına onay verdi. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı bu kararı temyize götürdü.
TÜRKÇÜLÜĞÜN ORTAYA ÇIKIŞI
Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu içinde Türkler zamanla ötekileştirilip merkezden çevreye itildiler. Osmanlı’da “Türklük” yüzyıllarca “kaba saba, anlayışsız” anlamlarında kullanıldı. Osmanlı’da Türklerle birlikte Türkçe de ihmal edildi. Türkçe, yüz yıllarca Arapça ve Farsça’nın baskısı altında ezildi, yok olma noktasına geldi.
Osmanlı’da unutulmaya terk edilen Türklük, 18. Yüzyıl’dan itibaren Batı’da Türk tarihi hakkında yapılan araştırmalar ve yazılan eserlerle yeniden hatırlanmaya başlandı. Özellikle Leon Cahun’un 1896’da yayımlanan “Asya Tarihine Giriş, Türkler ve Moğollar” adlı eseri Türklüğün yeniden hatırlanmasında çok etkili oldu. (Bu eseri Atatürk de okuyup çok etkilenmişti).
19. Yüzyıl’dan itibaren Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi Osmanlı aydınları yazılarında Türklerden ve bir Türk tarihinden söz etmeye başladılar.
Türkçülük, 20. Yüzyıl’ın başlarında Osmanlı’yı kurtarmaya yönelik akımlardan biri olarak ortaya çıktı. (Diğerleri İslamcılık ve Batıcılık.)
Atatürk’ün “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabı için el yazısıyla yazdığı “millet” tanımı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” şeklindedir.
Türkçülüğün ortaya çıkmasında, Batı’da Türkler hakkında yapılan araştırmalar yanında Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan milliyetçilik akımı da çok etkili oldu. Tüm dünyada imparatorluklar dağılıyor, krallıklar yıkılıyor, ulus devletler kuruluyordu. 19. Yüzyıl’da Osmanlı da milliyetçilik isyanlarıyla çözülmeye başlamıştı: Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar derken en sonunda “milleti sadıka” denilen Ermeniler ve “milleti hâkime” denilen Araplar bile Osmanlı’ya karşı ayıklanmışlardı. Ulus devletler çağında Osmanlı’yı bir arada tutmak kolay değildi:
1876’da I. Meşrutiyet’in ilanıyla “Osmanlıcılık” ortak paydasında Osmanlı’daki tüm unsurların bir arada tutulabileceği düşünülmüş, ancak bu mümkün olmamıştı. II. Abdülhamit’in “halifeliği” kullanarak Müslüman dayanışmasıyla devleti ayakta tutma stratejisi İslamcılık da iflas etmişti.
Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar Osmanlı’dan kopup kendi milli devletlerini kurarken bazı Osmanlı aydınları Türklerin de kendi yolunu çizmelerinin zamanının geldiğini düşünerek Türkçülüğe kafa yormaya başlamışlardı.
Türkçülüğün gelişiminde, 1908’de Abdülhamit’in istibdadının yıkılıp hürriyetin ilan edilmesi etkili oldu. Böylece Abdülhamit’in, zaman zaman “Arapçılık” halini alan “İslamcılık” politikası sona erdi. İslamcılığın tahtına Türkçülük oturmak üzereydi.
Nitekim 1909’da Türk Derneği, 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti kuruldu, bu cemiyet Türk Yurdu Dergisi’ni çıkarmaya başladı. 1912’te Türk Ocakları kuruldu.
1912-1913’te Balkan Savaşları sonunda Türklerin Balkanlar’dan atılması, bu sırada Türklere yönelik ırkçı saldırılar şeklinde kendini gösteren “Türk düşmanlığı”, Osmanlı’da Türkçülüğe yönelimi artırdı.
Türkçülüğün gelişiminde I. Dünya Savaşı’nın da etkisi oldu: Şöyle ki, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Arap topraklarını kaybetmesi ve savaş sonrasında elimizde kalan topraklarda; Trakya’da ve Anadolu’da yoğun bir Türk nüfusun birikmiş olması Türkçülüğü gerçekçi bir çözüm haline getirdi.
Milli Mücadele sonrasındaki Mübadele ile Anadolu’daki Rumların Yunanistan’a gitmeleri, oradaki Türklerin de Türkiye’ye gelmeleriyle Anadolu’daki Türk nüfus oranı daha da arttı.
Dolayısıyla Atatürk’ün 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk Ulus Devleti şeklinde kurmuş olması hem dünyadaki hem Türkiye’deki tarihi ve sosyolojik gerçeklere son derece uygundu.
TBMM’DE TÜRKLÜK TARTIŞMALARI
Atatürk, Milli Mücadele sırasında Türkçülüğü göze batacak biçimde vurgulamaktan kaçınsa da aslında Türk Ulus Devleti’nin hazırlıklarına Milli Mücadele sırasında başlamıştı.
Milli Mücadele’de Ankara’ya geldiğinde Ziraat Mektebi’ni karargâh olarak kullandı. İşte Türkçülük konusunu ilk olarak o Ziraat Mektebi’ndeki arkadaşlarıyla konuştu. Ziraat Mektebi’nde 4-5 Nisan 1920 akşamı yemekten sonra Yunus Nadi, Halide Edip Hanım, Adnan (Adıvar) ve Cami (Baykurt) beylerin olduğu bir toplantıda Atatürk en çok Türkçülük üzerinde durdu. O gece Türkçülüğün enine boyuna tartışılması için bazı itirazlar ileri sürerek muhataplarını sıkıştırdı. (Sabahattin Özel, Mustafa Kemal Atatürk, Yeni Gerçekler Yeni Düşünceler, s. 132)
Lozan görüşmelerinden sonra TBMM’de milliyetin nasıl belirleneceği tartışıldı.
22 Eylül 1923 tarihli meclis gizli oturumunda Halis Turgut Bey, Arap ve Arnavutların ayrı devletleri olduğundan Türkiye’den gitmeleri gerektiğini söyledi. Fuat Bey ve Süleyman Sırrı Bey bu isteğe karşı çıktılar.
Samih Rıfat Bey, milliyet için şimdiye kadar kan tahlili yapılmadığını, milliyet bağının kandan ibaret olmadığını söyleyerek kültüre ve dine vurgu yaptı.
Fahrettin Fikri Bey de Samih Rıfat Bey’e katılarak özetle, ortak maziye sahip bütün vatan evlatlarının Türk milliyetperverliğine dâhil olduğunu ve bunların Türk’ten başka bir şey olmadıklarını söyledi. Ayrıca Fransa’da Fransız milliyetçiliğinin anlamını “beraber yaşama duygusu” olarak kabul eden Ernest Renan’a gönderme yaptı. Fahrettin Fikri Bey, ülkemizde çeşitli ırklara mensup olanlara karşın tek bir milliyetin olduğunu, onun da Türk Milleti olduğunu ifade etti. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.IV, s.270)
Milliyetin nasıl tanımlanacağı mecliste 1924 Anayasası görüşmelerinde yeniden gündeme geldi.
1924 Anayasası’nda milliyeti tanımlayan 88. Madde görüşmelerinde öncelikle “mlliyetin” mi yoksa “tabiiyetin” mi dikkate alınması gerektiği tartışıldı.
Ahmet Hamdi Bey, “Türk ahalisinden olup Türkiye harsını (kültürünü) kabul edenlere Türk ıtlak olunur” denilmesini önerdi.
Celal Nuri Bey, Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesi nedeniyle böyle bir tanım yapılamayacağını belirtti.
Hamdullah Suphi Bey ise sınırlarımız içinde yaşayan herkese Türk demek amacında olduklarını, ancak mübadele ile gayrimüslim azınlıkların ülkeden çıkarıldıklarını, bu süreçte gayrimüslimlere de “Türk” demenin sorun yaratacağını söyledi.
Celal Nuri Bey tekrar söz aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nde Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığın olduğunu belirterek “Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyeceksek ne diyeceğiz?” diye sordu.
Salondan “Türkiyeli” sesleri yükseldi.
Bunun üzerine Celal Nuri Bey, “İstirham ederim! Türkiyeli hiçbir manaya gelmemektedir. Ayrıca Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesi gereği hiçbir fark olmayacaktır” dedi.
Ahmet Hamdi Bey, “İsimce değil de hukukça” diye seslendi.
Bunun üzerine Mazhar Müfit Bey, ”Buraya yalnız ‘din ve ırk farkı olmaksızın tabiiyet bakımdan’ desek nasıl olur?” diye sordu.
Bu “tabiiyet” fikri bir süre tartışıldıktan sonra reddedildi.
Hamdullah Suphi Bey, 88. Madde’nin, ”Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” şeklinde düzeltilmesini istedi.
- Madde bu şekliyle oylanıp kabul edildi. (TBMM Zabıt Ceridesi, s. 908-911)
Görüldüğü gibi Cumhuriyeti kuranlar “Türk” derken bir “dini” veya bir “ırkı” değil, anayasal “vatandaşlığı” kastetmiştir.
ATATÜRK’ÜN TÜRKLÜK TANIMI
Atatürk Türk Milleti’ne mensup olmaktan derin bir haz duyuyordu. Türk tarihine Türk diline büyük önem veriyordu.
Atatürk, 1930’larda liselerde okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türk Milleti’ni, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” diye tanımlıyor.Atatürk’ün “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabı için el yazısıyla yazdığı “millet” bölümünün bir kısmı. Atatürk’ün “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabı için el yazısıyla yazdığı “millet” bölümünün bir kısmı.
Sonra tarihsel ve sosyolojik olarak şöyle bir analiz yapıyor:
“Türk Milleti’nin oluşumunda etkili olan doğal ve tarihsel olgular şunlardır: Siyasi varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve köken birliği, yurt birliği, tarihsel akrabalık, ahlaki yakınlık… “
Şöyle devam ediyor:
A- Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,
B- Beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan,
C- Ve sahip olunan mirasın korunmasında beraber devam etmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet denir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.23, s. 17-26)
Atatürk milleti tanımlarken etnik ayrılıkçılığı da eleştiriyor: Türkiye’de “Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri” propagandası yapıldığını, ancak istibdat (baskı) döneminin ürünü olan bu adlandırmaların “birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden başka” milletin hiçbir bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmadığını belirtiyor. “Çünkü bu millet fertleri de bütün Türk camiası gibi aynı ortak geçmişe; tarihe, ahlaka, haklara sahip bulunuyorlar” diyor. Yani Atatürk açıkça diğer etnik unsurları da “Türk camiasının” eşit haklara sahip “millet fertleri” olarak tanımlıyor.
“Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı azınlıklar hakkındaki şu değerlendirme de dikkat çekiyor:
“Bugün içimizde bulunan Hristiyan, Musevi vatandaşlar, alınyazılarını ve talihlerini Türk Milleti’ne vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılması uygar Türk Milleti’nin asil ahlakından beklenebilir mi?”
Çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk, kendi ifadesiyle, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkını” -etnik kökenine, dinine, mezhebine göre ayırmadan- “Türk Milleti” olarak adlandırıyor.
Yani, Cumhuriyet “Türklüğü” asla “ırkçılık” olarak görmedi. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde “Türklük”, anayasadaki tanımıyla “vatandaşlık bağıydı”, milletin ortak adıydı.
Derleme; Sinan Meydan, 12 Kasım 2018