yaşamı – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com Bir Mustafa Kemal Atatürk sitesi Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.9.11 http://ataturkicimizde.com/wp-content/uploads/2018/09/cropped-512512-1-32x32.png yaşamı – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com 32 32 Cumhuriyet Halk Partisi tarihi http://ataturkicimizde.com/cumhuriyet-halk-partisi-tarihi/ http://ataturkicimizde.com/cumhuriyet-halk-partisi-tarihi/#respond Thu, 11 Apr 2019 10:28:15 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7974 Cumhuriyet Halk Partisi tarihi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde 9 Eylül 1923’te önce “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur. 1924 yılında “Cumhuriyet...

Bu yazı Cumhuriyet Halk Partisi tarihi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Cumhuriyet Halk Partisi tarihi

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde 9 Eylül 1923’te önce “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur. 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında ise “Cumhuriyet Halk Partisi” adını almıştır.

1927 yılında “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir. 1935 yılında “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de eklenerek Partinin ilkeleri altıya çıkarılmıştır. Partinin amblemi olan 6 ok bu ilkeleri simgelemektedir.

CHP, kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde ulusal bağımsızlığı kazanan, Cumhuriyeti kuran, saltanatı kaldıran, hilafete son veren ve Ulusal Birliği sağlayan Partidir. Hukuk ve eğitim gibi toplumsal alanlarda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirmiştir. Ulusal sanayinin ve ekonominin gelişmesine öncülük etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçişi sağlayarak Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde de öncü misyonunu sürdürmüştür.

Çağdaş sosyal demokrasinin evrensel değerleri olan “özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme” kavramları CHP’nin Türkiye’de kurumsallaştırmaya çalıştığı ve Programlarında önemle vurguladığı başlıca ilkeler arasında yer almaktadır.

1. Kurtuluş’tan Cumhuriyet’e, Cumhuriyetten Demokrasiye…

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Kuruluşu

Mustafa Kemal Atatürk CHP’nin kurulmasına ilişkin ilk açıklamasını 6 Aralık 1922 tarihinde yapmıştır ve “Halk Fırkası” adını kullanmıştır. Bilindiği üzere Büyük Atatürk, Kurtuluş Savaşı henüz bitmeden, Ülkenin geri kalmışlığını ve çöküş tehlikesini ortadan kaldırmak, çağdaş ve ileri bir toplum yaratmak amacıyla devrimler yapmayı planlıyordu. Bu amaçlara ulaşmak ise ancak gücünü halktan alan ve belirli bir program dahilinde bu amaçları gerçekleştirmeye odaklanmış bir siyasal parti ile mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal Atatürk parti kurma niyetini şu sözlerle ifade etmiştir:

“…Milletin her sınıf halkından, hatta İslam dünyasının en uzak köşelerinden bana ebedi olarak iftihar duyacağım şekilde gösterilen teveccüh ve itimada layık olabilmek için en mütevazı bir millet ferdi sıfatiyle hayatımım sonuna kadar vatanın hayrına vakfeylemek emeliyle barıştan sonra Halkçılık esası üzerine dayanan ve Halk Fırkası adıyla siyasi bir fırka kurmak niyetindeyim”.

Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuşmayı yaptığı tarihlerde Kurtuluş Savaşı yeni sona ermiş, Mudanya Ateşkes Antlaşması yeni imzalamış, Saltanat yeni kaldırılmış ve Lozan Barış görüşmeleri yeni başlamıştır. Aynı zamanda TBMM’de gruplaşmalar çoğalmış ve siyasal yaşamda siyasal partilere gereksinim duyulmaya başlanmıştır. 6 Aralık 1922 tarihinde basına yaptığı açıklamada yeni bir döneme girildiğini belirten Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, izleyen dönemdeki çağdaşlaşma sürecinde de milletin yardımını ve aydınların da katkısını istiyordu.

Atatürk bu konuşmanın hemen sonrasında bir yurt gezisine çıkmıştır. Gezi sırasında yaptığı bir konuşmada kuruluş yıllarında Halk Fırkasının temel felsefelerinden birini oluşturacak şu ifadeye yer vermiştir:

“Bence, bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bundan dolayı da mücadele halinde buluna gelen çeşitli sınıflara malik değildir. Memleketteki sınıflar birbirlerine lazım olan ve birbirlerini tamamlayıcı ve bütünleyici mahiyettedir. Onun için de Halk Fırkası bütün sınıfların haklarını, yükselme sebeplerini ve saadetini sağlamak yolunda çalışmalarda bulunacaktır”.

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk yaptığı konuşmada, Halk Fırkası’nın sınıf temeli üzerine kurulmayacağını, sınıf ayrımı yapılamayacağını ve tüm sınıfları kapsayan bir parti olacağını belirtmektedir. Bu konuşma, Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’sinde ortaya çıkan ve 10’ncu Yıl Marşı’nda da ifadesini bulan “imtiyazsız, kendine güvenen toplum, kaynaşmış kitle” arayışına, parti yoluyla cevap oluşturma ve ulus devlete yönelişin bir habercisi gibidir.

8 Nisan 1923 tarihinde ise, Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatıyla, bir bildiri yayınlamıştır. Dokuz maddeden oluştuğu için 9 umde (ilke) olarak anılan bu metin, bir “seçim bildirgesi”dir. Bu seçim bildirgesi, aynı zamanda, kurulacak parti için de bir program hazırlığı niteliğini taşımaktadır.

Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk ve partinin kuruluşunu destekleyen milletvekilleri, tüzük hazırlıklarına başlamışlardır. Hazırlanan tüzükte, “Halkçılık”, “Cumhuriyetçilik” ve “Milliyetçilik” temel ilkeler olarak benimsenmiş; “Ulusal Egemenlik”, “Devrim” ve “Hukukun Üstünlüğü” kavramlarına da yer verilmiştir.

Bu gelişmelerden sonra “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, “Halk Fırkası”na dönüştürülmüş ve Mustafa Kemal Atatürk, 9 Eylül 1923’te İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, “Halk Fırkası”nın kuruluşunu bildirmiştir.

CHP’nin partileşme sürecindeki gelişim çizgisinin de ortaya koyduğu gibi, Cumhuriyet Halk Partisi, Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen ve yürüten “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”nin devamıdır. Başlangıçta “Halk Fırkası” olan partinin adı, 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında da “Cumhuriyet Halk Partisi” olarak değiştirilmiştir.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden (A-RMCH) Cumhuriyet Halk Fırkasına (CHF)

Kurtuluş Savaşı yıllarında Milli Mücadeleyi yürütmek, tüm toplumsal kesimleri/ sınıfları temsil etmek ve ulusal birliği sağlamak amacıyla oluşturulan Cemiyet, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Cemiyetin kuruluşu, 4–11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde gerçekleştirilmiştir. Halk Fırkası da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin tarihsel mirasına sahip çıkarak, Kurtuluş Savaşı’yla yurdun kurtarılmasını sağlayan Cemiyetin ve O’nun TBMM’deki devamı olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun devamı olduğunu göstermiştir. Nitekim Halk Fırkası kurulduğunda il ve ilçelerdeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şubeleri tabelalarını indirerek Halk Fırkası tabelasını astılar. Böylece ülkenin hemen her yerinde, il ve ilçe örgütlerinin yanı sıra ocak (mahalle ve köy) ve bucaklarda da CHP örgütü kurulmuş oldu.

Tek parti dönemi boyunca CHP’nin temel felsefesi yukarıda sözü edilen iki temele dayanmıştır. Bunlar sırasıyla;

Ülkeyi kurtaran Müdafaa-i Hukuk temelinden gelme (başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere CHP yöneticilerinin Milli Mücadele’yi kazanmış olmalarının verdiği sarsılmaz karizma).

Tüm toplumsal kesimlerin temsili (Ulusal bir parti olarak CHP’nin, sınıfsal yapının pek de gelişkin olmadığı, geleneksel ve kırsal yapının hakim olduğu bir toplumsal yapıda “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” düşüncesini temel alması).

Bu iki temel üzerine kurulmuş olan CHP, bir “halk” partisi olarak, ülkedeki tüm toplumsal kesimleri temsil etmekteydi. Nitekim 1927 Nüfus Sayımı da ülkede ciddi bir sınıfsal yapının olmadığını, büyük çoğunluğu tarım sektörüne dayalı kırsal ve geleneksel toplum yapısının hakim olduğunu göstermiştir.

1927 Nüfus Sayımı sonuçlarında tespit edilen meslek gruplarına bakıldığında sanayi, ticaret, hizmet ve serbest meslekler gibi modern toplumsal sınıfları temsil eden kesimlerin oranının yüzde 7 civarında olduğu görülmektedir. Diğer yandan, çiftçi ve mesleksizler gibi geleneksel toplum yapısını temsil edenlerin oranı ise yüzde 90’ın üzerindedir. Dolayısıyla, Cumhuriyetin ilk yıllarında devralınan toplumsal miras, son derece gelenekseldir ve kırsal karakteri baskındır.

Bu dönemde CHP, tüm toplumsal kesimleri temsil eden “ulusal” bir parti niteliği taşımaktadır. Bununla birlikte, CHP kendi yönetimini her zaman “demokratik” olarak tanımlamıştır. Nitekim Parti Programı’nda yer alan Halkçılık maddesi halk iradesini ve demokrasiyi anlatmaktadır. CHP Programı’ndaki Halkçılık ilkesi şu şekilde özetlenebilir:

Demokratlık,

Herhangi bir fert veya zümreye milletin umumi hakları haricinde imtiyaz tanımamak,

Sınıf mücadelesini kabul etmemek.

 TBMM’de Birinci ve İkinci Guruplar

Kurtuluş Savaşı’nı idare eden Meclis’in siyasal ve ideolojik yelpazesi son derece geniştir. İlk Meclis’te birbirinden çok farklı ideolojik gruplaşmalar yer almaktaydı. En büyük gruplaşma ise, Birinci Grup ve İkinci Grup arasında yaşanmıştır. Ülkenin kurtuluşu konusunda benzer fikirlere sahip olan her iki grup, ülkenin kurtuluşundan sonra rejimin niteliğinin ne olacağı konusunda farklı düşüncelere sahip olmuştur. Birinci Grup’un lideri Mustafa Kemal Paşa iken; İkinci Grup’un ise tek bir lideri bulunmamaktaydı. Hüseyin Avni (Ulaş), Ali Şükrü ve Selahattin Beyler bu gurubun önde gelen isimleriydi. İdeolojik olarak her iki grubun ayrımı şu şekilde özetlenebilir: Birinci Grup, “İnkılabın kanunu mevcut kanunların üstündedir” derken; İkinci Grup, “İhtilalin de hukuku vardır. Olağanüstülüğün de hukuku vardır” demektedir. Bu iki söz, her iki grup arasındaki felsefi ve siyasal farklılaşmanın net bir şekilde ifadesidir.

Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde sonradan CHP’ye dönüşecek olan Birinci Grubun Devrimci ve Reformcu bir dünya görüşüne sahip olduğu, İkinci Grubun ise; geleneksel, muhafazakar ve popülist bir anlayışı benimsediği görülmektedir. Kurtuluş Savaşı’nın ertesinde, 1923 yılında yapılan seçimleri kaybeden İkinci Grup üyeleri İkinci TBMM’ye girememiştir. Bu dönemde Rauf (Orbay) Bey, muhalif paşalarla birlikte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur. Peşi sıra Hüseyin Avni Bey, Kara Vasıf Bey ve Selahattin (Köseoğlu) Bey de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na girerek. Partinin İstanbul örgütünü kurmuşlardır. Böylece, Birinci Grup’tan kopan muhalif kanat ile İkinci Grup birleşmişler, ayrıca, bazı eski İttihatçılar da yeni kurulan Partiye katılmışlardır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyet Halk Partisinin Devrimcilik Anlayışı

Mustafa Kemal Paşa, devrimci amaçlarını çok daha önceden, daha Erzurum Kongresi devam ederken ifade etmiştir. Ortada ne Meclis ne de Ordu varken, Erzurum Kongresi’nin hemen ertesinde (7–8 Ağustos 1919) Kurtuluş Savaşından sonra yapılacakları Mahzar Müfit Bey’in (Kansu) günlüğüne şöyle yazdırmıştır:

1. Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır.

2. Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.

3. Tesettür kalkacaktır.

4. Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.

Bu arada M. Müfit Bey, “Darılma Paşam ama hayalperest taraflarınız var” der. M. Kemal Paşa’nın yanıtı nettir: “Bunu zaman tayin eder. Sen yaz”.

5. Latin harfi kabul edilecek.

Müfit Bey, bu söylenenlere inanmadığını hissettirerek “Paşam kafi kafi!” der. M. Müfit Bey’in hayal olarak tanımladıkları, Atatürk dönemi içerisinde gerçekleştirilecektir. Geleneksel toplumun, bir Ortaçağ toplumunun kurumları olan Saltanat, Hilafet, Medreseler, Şeriat Hukuku devrimci yöntemlerle 1920’li yıllarda ortadan kaldırılacaktır. Yerlerine modern toplumun kurumları kurulduğu gibi Cumhuriyet rejiminin halk tarafından benimsenmesi için yoğun çaba harcanacaktır.

Bu devrimci söylem ve yöntem ile CHP’nin modernleşme anlayışını sonraki yıllarda (1930’larda) Üniversite Reformu’nun mimarı ve Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip şu şekilde açıklıyacaktır:

“Biz tedrici tekamül kaidesini yolumuzun üstünde çiğneyerek, irfan yolunda tekamülümüzü inkılaplar(la), sürat ve şiddetle yapmak, içtimai kanunlara yeni bir kanun ilave etmek mecburiyetindeyiz”.

Cumhuriyetle Birlikte Gelen Devrimler

Osmanlı Devleti’nin çöküşünde Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi olmak üzere iki büyük devriminin rolü olduğunu söylemek gerekir. Osmanlı Devleti her iki devrime de seyirci kalarak Batı dünyası karşısında geri kalma sürecine girmiştir. Bu iki devrim ile Batı dünyası geleneksel toplum yapısından (tarım ekonomisi, dinsel-monarşik devlet yapısı, dinsel cemaatlere dayalı toplum yapısı, kırsal ağırlıklı nüfus) çıkarak, modern toplum yapısına (ulus-devlet, sanayileşme/ kapitalistleşme, aydınlanma, bireyselleşme, kentleşme…) geçmiştir. Özetle, kapitalistleşme ve milliyetçilik düşüncesi, Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Bu dönemlerde Osmanlı Devleti’nin uygulamaya koyduğu kısmi modernleşme çabaları kurtuluş için yeterli olamamıştır. Bu nedenle Kemalist Cumhuriyet, köktenci/ radikal bir modernleşme politikasıyla, diğer bir deyişle “devrimci” bir politikayla Batı dünyasıyla arasındaki farkı kapatmaya çalışmıştır. Bu anlayışı dönemin seçim afişlerinde bile görmek mümkündür. Nitekim CHP, 1930’lu yıllardaki afişlerden birinde “Asrı, yıla sığdırdık” diyordu.

1920’li yıllarda yapılan devrimlerle, geleneksel toplumun kurumları kaldırılarak yerlerine modern toplumunun kurumları oluşturulmuştur. 1930’lu yıllarda yapılan devrimlerin ve reformların ise devrimlerle oluşturulan yeni kurumların toplum tarafından benimsenmesinin sağlanmasına yönelik girişimler olduğu görülmektedir. Ayrıca, yapılan devrimlerle yeni bir ulus inşası çabası da açıkça görülmektedir. Devrimlerin yıllara göre seyri ise şöyledir:

1922: Saltanatın kaldırılması

1923: Cumhuriyetin ilanı, İzmir İktisat Kongresi, Ankara’nın Başkent Yapılması

1924: Halifeliğin kaldırılışı, Öğretim Birliği, Medreselerin Kapatılması, Diyanet İşleri Başkanlığının Kurulması, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması

1925: Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Aşar Vergisinin Kaldırılması, Şapka Kanunu, Ankara Hukuk Mektebi’nin Kurulması, Miladi Takvim’in Kabulü

1926: Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu

1927: Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu

1928: Yeni Harflerin Kabulü, Millet Mekteplerinin Açılışı, “Devletin Dini İslam’dır” Maddesinin Anayasa’dan Çıkarılması, Uluslararası Rakamların Kabulü

1929: Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu

1930’lu yıllarda ise yapılan devrimlerin yerleşmesi açısından iki önemli adımın atıldığını söylemek gerekir.

Eğitim ve kültür politikaları: Halkevleri, Halkodaları, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Köy Eğitmen Teşkilatı, Köy Enstitüleri’nin kurulması.

Ekonomik kalkınma: Devlet ve özel sektör eliyle ülkenin bir an önce kalkınması ve bu amaçla çok sayıda sanayi, finans ve benzeri kalkınma kuruluşunun kurulması.

Altı İlke

Devrimlerin gelişim sürecine paralel olarak, CHP’nin 6 ilkesi de aşamalı bir şekilde parti programına girmiştir. 1927 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda kabul edilen Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerine, 1931 yılında toplanan CHF Kurultayı’nda Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri eklenmiştir. 1935 yılındaki CHP Kurultayı’nda ise, bu ilkeler Kemalizm olarak tanımlanmıştır. 5 Şubat 1937 tarihinde ise 6 ilke Anayasa’ya girmiştir.

CHP’nin 1938 yılında yayınlanan “Onbeşinci Yıl Kitabı” adlı bir resmi yayınında “Milliyetçilik” şöyle tanımlanmaktadır:

“Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dili ile konuşan, Türk kültürü ile yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her vatandaş hangi din ve menşeden olursa olsun Türk’tür. (…) Yeni Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek ve şerefli bir uzvudur. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve milli menfaatine ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve telkin etmez”.

CHP’nin “Devletçilik” anlayışı ise iki temele dayandırılmıştır: Bizzat devletin kuruculuğu ve yapıcılığı ile yapılması özel sektöre bırakılan işlerin düzenlenmesi ve kontrolü. Devletçiliğin gerekçesi ise Onbeşinci Yıl Kitabı’nda şöyle açıklanmıştır: “Asırlarca yabancı milletler tarafından istismar edilen Türk milletinin ekonomik istiklalini temin edecek, milleti ecnebi fabrika mahsullerine müşteri olmaktan kurtaracak, yurdun iptidai maddelerini yok pahasına satıp onların ecnebi mamullerini çok pahalı bir fiat ile satın almaktan çıkaracak yol, ancak Devletçilik prensiplerini kabul ve tatbik ile mümkün olabilirdi.

Yeni Türk devleti bunu temin için en esaslı tedbirlerini aldı. Milli endüstrinin kuvvetlenmesi için dış pazarlardan yurda gelecek mallara yurttan çıkan malların rekabetini tanzim etmek ve yeni kurulan fabrikaların kuruluş senelerine mahsus zaruri olarak yaptıkları fazla masraflar dolayısile maliyet fiatındaki yükseklikten doğan nisbî pahalılığı korumak için dahili sanayi himaye etmek lazımdı. Bu, hariçten gelecek mallara fazla gümrük resmi koymak, ecnebi malların ithalatını tahdit ve tanzim etmekle mümkün olabilir. Bu himaye prensibi Büyük Millet Meclisi’nin vazettiği kanunlarla temin edildiği gibi Devletin tanzim edici elinin dış ticarete de müdahale etmesi sayesinde ithalat, ihracat ve tediye muvazeneleri temin edilmiş ve dünya piyasalarında Türk toprak mahsullerinin yeri gittikçe genişlemiştir.

… Cumhuriyet Halk Partisi’nin Devletçiliği, hususi ve ferdi teşebbüs ve faaliyetlere imkan vermeyen, mülkiyet haklarını tanımayan ve bütün iktisadi faaliyetlerle her türlü istihsal vasıtalarını Devlet elinde teksif eden Kolektivist ve toptan Devletçilikle asla alakalı değildir”.

CHP’nin Onbeşinci Yıl Kitabı’nda “Laiklik” ilkesi ve laikleşme süreci şöyle tanımlanmıştır:

“Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müspet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe Laiklik derler.

… Cumhuriyetin şer’i mahkemeleri kaldırarak ve Medeni Kanunu koyarak adli birliği, medreseleri ilga ederek tedrisat birliğini yapması; cemiyetin yetiştirici ve yaşatıcı şartları arasından dinin tesirini kaldırması demektir. Böylece amme haklarının en mühimlerinden biri olan vicdan hürriyeti, Laiklik sayesinde en geniş ve ideal bir şekilde temin edilmiştir. Bir cemiyetin üstünlüğü ve medeniliği için birinci şart olan vicdan hürriyeti, her ferdi manevi hususlarda kendi idrak ve imanına bırakarak ferdi inanışla devletin ve cemiyetin umumi yürüyüşünü köstekleyici bütün bağları koparıp atmıştır.

Milli ve içtimai hayatta ferdin, dinsiz, şu veya bu itikat sistemine mensup oluşu; milli ve içtimai vazifesi bakımından ne bir kusur, ne de bir fazilet sayılamaz. Türkiye’de dinin dünya işlerinden ayrı tutulduğu, Laikliğin ilan olunduğu andan itibaren hiç kimse, hiçbir ibadete icbar edilemez ve hiç kimse, vicdanının ilhamı ile kabul ettiği ibadetten men olunamaz.

Bu geniş ve yüksek anlayışın hududu içinde köhne, yıpratıcı ve en yüksek içtimai heyetleri bile sukut ettirici tekke, tarikat gibi irticai zihniyet mümessillerinin girmesine tabiatile imkan yoktur”.

CHP’nin “Cumhuriyetçilik” anlayışına göre egemenliğin kaynağı halktır. Bu kapsamda tarihimizdeki en köklü dönüşüm olan Cumhuriyet Devrimi, “saltanat”ın yıkılmasını ve yerine “milli iradenin” getirilmesini amaçlamıştır. Böylelikle “tebaa”nın yerini “yurttaş” almıştır.

CHP’nin Cumhuriyetçilik anlayışına göre Türkiye Cumhuriyeti bir ilke ve ideal beraberliği üzerinde kurulmuştur. Cumhuriyet, gücünü, bu beraberliği oluşturan tüm insanların, hukuk ve hakları ile eşitliği ve bütünlüğü ilkesinden almaktadır. Yurttaşlık herkes için ortak temel öğe ve “hak alanı” olarak esas alınan temel bir kavramdır.

CHP’nin “halkçılık” anlayışı ise siyasal meşruiyetin temelini halkta bulabilmektedir, ekonomik ve siyasal imtiyazların kaldırılmasıdır, sahipsizlerin sahibi olmaktır, çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır.

CHP’nin “devrimciliği” ise yukarıda geniş olarak ifade edildiği gibi barış içinde kökten değişimdir, çağı paylaşmadır, geleceğe atılımdır. Çağdaş düşüncelere açılarak yenilikleri kavrayıp benimsemektir; bunu süreklilik içinde bir yaşam ve yönetim biçimine dönüştürmektir. Kuralları ve kendini sorgulayarak, daha iyiye ve doğruya ulaşmanın yollarını açmak, bu çerçevede gelişimin yöntem ve araçlarını oluşturmaktır. Bu anlayışla, CHP, halkla birlikte, halktan güç ve yetki alarak, demokratik hukuk devleti kurallarına ve barışçı yöntemlere bağlı kalarak devrimciliği sürdürür.

Altı Oklu Bayrak

Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce CHP’nin yayınladığı On Beşinci Yıl Kitabı’nda, 1923 Tüzüğü’nün birinci maddesinde sıralanan amaçlara benzer şekilde şunlar dile getirilmektedir: “Cumhuriyet Halk Partisi’nin üç(üncü) ve dördüncü Büyük Kongrelerinde tanzim olunan Parti programı Türk milletini, milli ülküsüne götürecek olan ana yolları tam, kat’i ve açık olarak gösterir. Bu program, şu veya bu sınıf ve zümre için değil; bütün millet için, milletin yeni ve ileri hedefi olan medeni yükseliş uğrunda çalışacak bütün vatandaşlar içindir. Bu program bugünkü ve yarınki cumhuriyet nesilleri için inan esaslarını anlatan ve Kemalizm’in ortaya koyduğu ve Partinin bayrağında kırmızı zemin üzerinde altı beyaz okla temsil ettiği altı ehemmiyetli vasfı ihtiva eder”. CHP, altı oklu bayrağı 1933 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Bayrağın nasıl kullanılacağı ve şekli CHF Bayrak Talimatı’nda açıklanmıştır. Altı oklu bayrağın tasarımı Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Resim-İş Bölümü’nde İsmail Hakkı Tonguç tarafından yapılmıştır. Cumhuriyetin 10. yılı kutlamalarından önce altı oklu bayraklar parti örgütlerine gönderilmiştir.

Kemalizmin Resmiyet Kazanması

“Kemalizm” CHP’nin Mayıs 1935 tarihinde toplanan Dördüncü Büyük Kurultayı’nda kabul edilen CHP Programı ile resmiyet kazanmıştır. Programın “Giriş” kısmında Kemalizm ile ilgili şu değerlendirme yer almaktadır:

“Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına temel olan ana fikirler, Türk Devrimi’nin başlangıcından bugüne kadar yapılmış olan işlerle, yalın olarak ortaya konmuştur.

Bundan başka, bu fikirlerin başlıcaları, 1927 yılında Parti Kurultayı’nca da kabul olunan tüzüğün genel esaslarında ve Genel Başkanlığın, aynı kurultayca onanmış olan bildiriğinde ve 1931 kamutay seçimi dolayısiyle çıkarılan bildirikte saptanmıştır.

Yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarılarımızın ana hatları burada toplu olarak yazılmıştır.

Partimizin güttüğü bütün bu esaslar, Kemâlizm prensipleridir”.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin İlk Programları ve Dokuz Umde

CHP’nin ilk programı 1931 tarihlidir. Ancak, 1923 genel seçimleri öncesinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın 8 Nisan 1923 tarihli “Dokuz Umde” olarak bilinen “Seçim Beyannamesi” de bir program taslağı olarak kabul edilmelidir.

Ülkeyi işgalden kurtaran Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin partiye dönüşmesiyle ortaya çıkan CHP, kurtuluşçu ve modernleştirici bir parti kimliğine sahiptir. Bu kapsamda, Kurtuluş Savaşında ülkeyi kurtaran parti 1923 sonrası dönemde devlet kurma/ ulus inşa etme misyonu yüklenmiştir. Nitekim tüm tek parti dönemi boyunca kabul edilen CHP programlarına (1931, 1935, 1939 ve 1943) bakıldığında –Dokuz Umde de dahil olmak üzere-, yeni bir devlet, yeni bir ulus inşası açıkça görülmektedir. Bu kapsamda Dokuz Umde’de dikkati çeken unsurlardan bazıları şunlardır:

Egemenliğin millete ait olduğu,

Güvenlik sorununun çözüleceği,

Adalet sisteminin reforma tabi tutulacağı,

Askerliğin kısaltılacağı,

Savaşta harap olan ülkenin yeniden inşa edileceği,

Ekonomik ve sosyal alanda halk yararına politikaların uygulanacağı (aşar vergisinin yeniden düzenlenmesi, tütün ekimine ilişkin düzenlemeler, üreticilere yönelik kredi kolaylıkları, tarımda makineleşme, demiryolları yapımı, eğitimin yaygınlaştırılması, sağlık sisteminin düzenlenmesi, ormanların verimli bir şekilde işletilmesi, hayvancılığın geliştirilmesi).

9 Eylül 1923 tarihinde kabul edilen Halk Fırkası Nizamnamesi’nin birinci maddesinde ise Partinin;

Milli hakimiyetin halk tarafından ve halk için icrasına rehberlik etmek,

Türkiye’yi asri bir devlet halinde yükseltmek,

Türkiye’de bütün kuvvetlerin üstünde kanunun velayetini hakim kılmak için çalışacağı belirtilmektedir.

1931, 1935, 1939 ve 1943 tarihli CHP programlarının girişinde vatan, millet ve devlet gibi başlıkların olması ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Bununla birlikte, söz konusu dönemde ulus ve devlet inşasının halen sürmekte oluşu gerçeği dikkate alındığında bu dönemdeki söylem ve uygulamaların bu amaçlara dönük program (yani yapılacak işler) dahilinde olduğu görülecektir. Nitekim M. Kemal 9 Mayıs 1935 tarihinde, CHP Dördüncü Büyük Kurultay’ında yaptığı konuşmada Türk Devrimi’ni şöyle tanımlamaktadır: “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız devrimler… İşte Türk genel devriminin kısa bir diyemi…”1931 programında “kadınlara milletvekili seçilme hakkı verilmesi” gibi dönemin tüm çağdaş uluslarının da ilerisinde çağdaş bir hakkın tanınacağı belirtilmektedir. Nitekim Bir sonraki 1935 Programından önce bu hedef gerçekleştirilmiştir.

1931 Programında, bir dereceli seçim sistemi toplumun (ileride) belli bir olgunluğa ulaşmasından sonra uygulanabilecek nihai bir hedef olarak algılanmaktadır. 1935 tarihli programda ise, ileride bir dereceli seçim sistemine geçilmesinden vazgeçilerek, iki dereceli sistemin demokratikleştirilmesi esası benimsenmiştir. İkinci Dünya Savaşı koşullarında hazırlanan 1943 tarihli program ise, bu konuda daha geri bir nitelik taşımakta olup, iki dereceli seçim sistemine devam edileceğini belirtilmektedir.

1935 programı, 1931 tarihli programa göre daha ayrıntılıdır. Partinin ideolojisi Kemalizm olarak tanımlanmıştır. Uluslar arası amaçları olan, kökü yurt dışında olan ve sınıf esasına dayalı cemiyetlerin kurulamayacağının belirtilmesi dikkat çekicidir. Ayrıca işçi ve esnafın parti tarafından örgütleneceği belirtilmektedir ki, bunun ilk örneği İzmir’de verilmiştir. Bu tarihlerde, Recep Peker’in otoriter-totaliter bir parti program ve tüzüğü hazırladığı, bunun Atatürk tarafından reddedildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak, bu program ve tüzük taslağı ortada yoktur.

1943 Programının beşinci bölümü “Cihan harbi içinde idare” ve altıncı bölümü “Cihan harbinden sonraki ihtimaller”, Partinin dönemin koşullarına uyum sağladığının ve Programını buna göre revize ettiğinin önemli bir göstergesidir. Nitekim tek parti dönemi boyunca dört yılda bir toplanan CHP Kurultaylarının en önemli işlerinden biri Parti Programı üzerine yapılan çalışmalardır. “Altı Ok”un aşamalı bir şekilde kabul edilmesi gibi, Kemalizm de tek parti dönemi boyunca –özellikle de Atatürk döneminde- gelişip bir ideoloji niteliği kazanarak, belirli bir çerçeveye oturtulmuştur.

Cumhuriyet’in Demokrasiyi Kurması Sürecinde Toplumsal Altyapının Geliştirilmesi Çabaları

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri, Türkiye’de çok partili rejimin yerleşmesi için toplumsal altyapının henüz yetersiz olduğunu açık bir şekilde göstermiştir. Ayrıca, devrimlerin toplum tarafından yeterince benimsenmediği de görülmüştür. Bu durum karşısında devrimlerin doğru anlatılması, anlaşılması ve toplum tarafından içselleştirilebilmesi için başlıca iki yol izlendiği görülmektedir. Bunlardan ilki eğitim/kültür seviyesinin yükseltilmesi, ikincisi ise hızlı kalkınma/sanayileşme doğrultusunda girişimleridir.

Eğitim Seferberliği: Köy Eğitmen Teşkilatı, Köy Enstitüleri ve Halkevleri

Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı eğitim mirası hiç de iç açıcı değildir. Toplam nüfusun içerisinde öğrencilerin oranı yüzde 2,9 ile çok küçük bir paya sahiptir. Bu oranın önemli bir bölümünü de yüzde 2,8 oranıyla ilkokul öğrencileri oluşturmaktadır. Ortaokul öğrencilerinin oranı onbinde 5 iken, lise öğrencilerinin oranı ise ancak onbinde 1 düzeyinde kalmaktadır. Böyle bir tablo içerisinde eğitim seferberliği ve toplumun eğitim seviyesinin hızla yükseltilmesi ivedilik arz eden bir politika tercihi olarak öne çıkmıştır.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, 26 Mayıs 1936 tarihinde TBMM’de bakanlık bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada, köy çocuklarının çok azının okula gidebildiğini, bu şekilde çalışmaya devam edilirse, okulsuz 35.000 köye birer öğretmen göndermek için yüz yıl beklenilmesi gerektiğini açıklamıştır. Gerçekten de 1933 yılında 40.000 köyden 32.000’inde okul, posta teşkilatı ve dükkan bulunmamaktadır. 11 milyon kişinin yaşadığı 40.000 köyde okuma-yazma bilen nüfus oranı sadece yüzde 2’dir. Bu nedenle de, çözüm arayışları çerçevesinde 1936–1937 yıllarında “Köy Eğitmen Teşkilatı” kurulmuştur. Askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapanlar 8 aylık bir kurstan geçirildikten sonra köylere öğretmen olarak gönderilmişlerdir. 1940 yılında açılan “Köy Enstitüleri”nden mezun olanlarla birlikte, 1950 yılına gelindiğinde 26.000 eğitmen ve enstitülü öğretmen köylere gönderilmiştir.

Yetişkinlerin eğitimi için ise “Halkevleri” kurulmuştur. 1932 yılında kurulan 34 Halkevi’nin sayısı 1950’de 478’e ulaşmıştır. 1940 yılında Halk evleri’nin küçük birer örneği olarak kurulan 141 Halkodası’nın sayısı ise 1950 yılında 4322’ye çıkarılmıştır. Bu dönemlerde halkın eğitiminde önemli ve çok yönlü işlevler gören Halkevleri 9 şubeden oluşuyordu: Bunlar sırasıyla; Dil, tarih ve edebiyat, Ar (Güzel Sanatlar), Gösterit (Tiyatro), Spor, Sosyal yardım, Halk dershaneleri ve kursları, Kitapsaray (Kütüphane) ve yayın, Köycülük, Müze ve sergi şubeleridir.

Millet Mektepleri’nde yetişkinlere yönelik açılan okuma-yazma kurslarını Halkevleri devam ettirmiştir. Yoğun bir eğitim seferberliğine rağmen, 1950 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarı devraldığında halkın sadece yüzde 32’si okuryazar niteliğine kavuşturulmuştu. Nüfusun büyük çoğunluğu ise hala okuma-yazma bilmiyordu.

Halkevlerinin amaçlarından birini de yurttaş yaratmaya yönelik çabalar oluşturmuştur. Nitekim Atatürk’ün yaptığı pek çok konuşmada, topluma moral aşılama ve ulusal gurur kazandırma konusunda yoğun çaba harcadığı görülmektedir.

En Güzel Musiki Makine Sesi, En Büyük Ulusal Dava: Sanayileşmek

Atılan bir diğer önemli adım da hızlı kalkınma ve bu doğrultuda sanayileşmeye yöneliktir. M. Kemal Paşa, 13 Ocak 1923 tarihinde İzmit’te İstanbul gazetecilerine İzmir’de toplanacak olan Türkiye İktisat Kongresi’ni haber verirken;

“Yeni Türkiye devleti temellerini süngü ile değil, süngünün de dayandığı iktisat ile kuracaktır. Yeni Türkiye devleti dünyayı alan bir devlet olmayacaktır. Ama, yeni Türkiye devleti bir iktisat devleti olacaktır”.

Yeni Türkiye’nin en büyük ulusal davalarından biri sanayileşmek olmuştur. Dönemin aydınları ve lider kadrosu için en güzel musiki de makine sesi idi.

Ülke ekonomisinin millileştirildiği, hızlı sanayileşmek için hem özel sektörün, hem de devletin birlikte yatırım yaptığı Atatürk dönemi, kendinden sonraki tüm dönemlere göre çok daha başarılı ve göz kamaştırıcı bir performansa sahip olmuştur. Bu başarı ekonomik göstergelere de yansımaktadır. Nitekim, 1923–1938 yılları arasını içeren Atatürk döneminde GSMH artış hızı yüzde 115 olarak gerçekleşmiştir. Üstelik Atatürk döneminde fiyat artışları yaşanmamış ve Türk parası sürekli olarak değer kazanmıştır. Kısaca özetlemek gerekirse Atatürk döneminde ülke ekonomimiz adeta “Altın Çağ”ını yaşamıştır.

Cumhuriyet tarihimiz boyunca ekonomik kalkınma açısından en başarılı dönem olan Atatürk döneminin başarısının temel nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Millileştirme ve Karma ekonomi, Denk bütçe, İthalat-ihracat denkliği, karşılıksız para basmama ve 0 enflasyon ile tüm bunların sonucunda elde edilen yüksek kalkınma hızı.

1930’lu yıllarda öncelikli amaç kalkınma olmuştur. Bununla birlikte dönemin kalkınma anlayışı, sadece ekonomik alanla sınırlı kalmamış, eğitim ve kültür de dahil olmak üzere toplumsal yaşamın diğer alanlarını da içermiştir. Nitekim böylesi bir kalkınma anlayışı çerçevesinde, Celal Bayar İş Bankası yönetiminden, 1932’de önce İktisat Vekilliğine, 1937’de Başbakanlığa getirilmiştir. İsmet İnönü’nün yerini Celal Bayar’ın almasında ülkede öncelikli hedefin kalkınma yönünde değişmesi belirleyici olmuştur.

1936 tarihli İkinci Sanayi Planı’nda dönemin İktisat Vekili Celal Bayar, “Türkiye için endüstrileşme bir milli varlık savaşıdır, bir milli müdafaa mücadelesidir ve hiç bir fedakarlık ve sıkıntı bu milli mücadelenin neticesiyle mukayese edilemez” ifadesiyle dönemin kalkınma anlayışını net bir şekilde ortaya koyuyordu.

Bu dönemde kalkınmanın planlı bir anlayış çerçevesinde yürütülmesi benimsenmiştir. Bu çerçevede beş yıllık sanayi planları uygulaması başlatılmış ve izlenen sanayileşme politikası genel hatlarıyla ithal ikameci bir nitelik taşımıştır. Bu kapsamda öncelikli olarak dokuma, şeker, çimento, kağıt, şişe cam, demir çelik vb. alanlarda büyük ölçekli kamu işletmeleri kurulmuştur.

Bu dönemde kurulan fabrikalardan bazıları şunlardır: Alpulu Şeker Fabrikası (1926), Uşak Şeker Fabrikası (1926), Bünyan Dokuma Fabrikası (1927), Eskişehir Şeker Fabrikası (1933), Turhal Şeker Fabrikası (1934), Bakırköy Bez Fabrikası (1934), Konya-Ereğli Bez Fabrikası (1934), Kayseri Bez Fabrikası (1934), İzmit Birinci Kağıt ve Karton Fabrikası (1936), Karabük Demir-Çelik Fabrikası (temel atma, 1937), Ereğli Bez Fabrikası (1937), Gemlik İpek Fabrikası (1938), Bursa Merinos Fabrikası (1938). Bu dönemde ayrıca iç pazarın oluşması açısından büyük önem taşıyan ulaşım politikalarına ve öncelikli olarak da demiryolları yapımına büyük önem verilmiştir.

CHP Avrupa’nın Faşistleriyle Değil, İlerici ve Demokrat Partileriyle İlişkilerini Geliştirmiştir

CHP 12–15 Ağustos 1933 tarihlerinde Sofya’da toplanan 9’uncu Radikal Demokratlar Kongresi’ne katılmıştır. Daha önceki yıllarda da radikal demokratların bir kongresine (1927) CHP Genel Sekreteri Saffet Bey (Arıkan) “müşahit” olarak katılmıştır. CHP’nin 1927 tarihli Büyük Kongresi’nde, radikal partilerin oluşturduğu birliğe doğrudan katılma fikri reddedilmiştir. Ancak, 1933 tarihinde yapılan kongreye katılmalarından da anlaşılacağı üzere, CHF bu kongrelere “müşahit” olarak katılmaya devam etmiştir.

Sofya’da toplanan kongrede; işsizlik, işçi ücretleri ve gümrük duvarları konuları ele alınmıştır. Gümrük duvarlarının kaldırılması, Avrupa gümrük birliği ve tek paralı uluslar arası bir bankanın kurulması Avrupa Federasyonu için aşamalar olarak önerilmiştir. Kongrede alınan siyasal kararlar ise; “Demokrat bir hükümet usulünün memleketlerin içtimai teşkilatında manevi ve fikri teşriki mesaiyi mümkün kılacağı, çünkü ancak böyle bir usulün bütün vatandaşların kanun önünde beraberliğini, mahkemelerin istiklalini ve söz ve matbuat hürriyetini temin eyliyeceği” belirtilmektedir.

Radikal ve Mümasili Fırkaların Beynelmilel İtilafı’nın Avrupa’da yükselen totaliter rejimler karşısında ilerici ve demokrat Avrupa’yı savunmaları, Avrupa Birliği’nin temellerini teşkil edecek fikirleri gündeme getirmeleri son derece önemlidir. Türkiye’deki Kemalist iktidarı temsil eden CHP’nin bu örgütle ilişki içerisinde olması, Cumhuriyetin kurucularının fikri temellerinin ortaya konması açısından anlamlıdır.

2. Dünya Savaşı Genel Eğilim Totaliter Rejimler iken, CHP Türkiye’yi Demokrasiye Taşımıştır

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde dünyada yaşanan genel eğilim totaliter (faşist ve komünist) rejimlerin yükselişte olmasıdır. Kemalist Türkiye’nin bu tarz partilerle ilişki kurmak yerine radikal/ilerici ve demokratik partilerle ilişki kurması ve dünya konjonktürünün tersine iki kez çok partili rejim denemesinde bulunması ve iktidarı kaybetme pahasına çok partili rejimi üçüncü denemede başarması dikkat çekicidir.

Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde demokratik ülkelerin sayıları hızla azalmıştır. Nitekim 1922 yılında 64 bağımsız devletten 29’u demokratik (yüzde 45,3) ülke niteliğinde iken, 1942 yılında 61 devletten sadece 12’si demokratik (yüzde 19,7) rejimlere sahiptir. Demokratik ülkelerin oranı 1922–1942 arasındaki dönemde yüzde 56,6 azalmıştır. Anılan dönemde dünyada genel eğilim hızla totaliter rejimlere geçiş yönünde iken, Türkiye’nin yılmadan çok partili rejime geçme çabalarının ve demokratikleşme girişimlerinin önemle altı çizilmesi gerekmektedir. CHP’nin Ülkemizin Çağdaşlaşma sürecindeki misyonunun doğru okunması ve anlaşılması açısından bu dönemde yaşananların doğru çözümlenmesi büyük önem taşımaktadır.

CHP’nin Millet ve Milliyetçilik Anlayışı Hiçbir Zaman Irk Temeline Dayalı Olmamıştır

Yeni Türkiye’nin millet ve milliyetçilik anlayışı, 1924 Anayasası’nda net bir şekilde yer almaktadır. Anayasanın 88’nci maddesi şöyledir:

“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın Türk itlak olunur. Türkiye’de veya hariçte bir Türk babanın sulbünden doğan veyahut Türkiye’de doğup da memleket dâhilinde ikamet ve sini rüşde vusülünde resmen Türklüğü ihtiyar eden veyahut vatandaşlık kanunun mücibince Türklüğe kabul olunan herkes Türktür. Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izahe edilir”.

Anayasa TBMM’de tartışılırken millet ve milliyetçilik konusunda iki milletvekili iki farklı önerge vermiştir. İki değişiklik önergesi de TBMM’ce kabul edilmemiştir.

Bunlardan birincisi Mersin milletvekili Niyazi Bey’in önergesidir: “Efendim, kanunun birçok yerinde Türkiye kelimesi vardır. Kanuni Esasi Encümeni ile de görüştük. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Teb’aya Türk dedikten sonra Türkiye demek doğru değildir. Esasen Türkiye tabiri İtalyancadan alınmıştır ve Arabca bir kelimedir. Buna hiç mahal yoktur. Türk devleti; Türk Teb’ası, Türk Büyük Millet Meclisi, hepsi Türk, hepsi müsavidir. Binaenleyh Türkeli suretinde tashihini teklif ediyorum”.

TBMM başkanlığına verilen diğer değişiklik önergesi Konya milletvekili Naim Hazım’a aittir:

“Maddenin birinci fıkrasındaki Türk kelimesinin Türkiyeli şeklinde tadil ve diğer fıkralarının da buna göre tashih ve tanzimini teklif ederim”.

Atatürk, 1930 yılında hazırladığı Medeni Bilgiler kitabında, millet kavramını çağdaş değerler temelinde ve ırkçılık dışında şöyle tanımlamıştır:

“Millet; dil, kültür ve ülkü birliğine dayanan siyasal ve sosyal bir topluluktur”.

Yine aynı kitapta Atatürk, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” derken, milleti oluşturan unsurlar arasında ırkı ve dini saymamış, ülkedeki tüm etnik grupları kapsayan bir üst kimlik milliyetçiliği tanımı yapmıştır.

Laiklik

“Acılar gördük. Bunun nedeni, dünyanın durumunu anlayamadığımızdır” Millet kavramının yanı sıra, Laiklik kavramı da dönemin resmi metinlerinde tanımlanmıştır: 1938 tarihli On Beşinci Yıl Kitabı’nda şu tanıma yer verilmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti, dinlerden ve dinlerin koyduğu naslardan değil hayatın kendinden ve onun müsbet icap ve ihtiyaçlarından mülhem olarak işleyen bir devlet mekanizmasıdır. Devlet ve dünya işlerinde dinin hiçbir tesiri yoktur. İşte bu prensibe laiklik derler”.

Laiklik konusu günümüzde olduğu gibi, 1930’lar Türkiye’sinde de önemli bir yer teşkil ediyordu. 1933 yılında Bursa’da meydana gelen bazı olaylar üzerine Adalet eski Bakanı Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ilginç bir öneride bulunmaktadır: “Bence bugün dahi halli lazım gelen bir cihet vardır. Diyanet işlerinin yavaş yavaş devlet bütçesinden ayrılması, yalnız devletin yüksek nezareti altında, fakat hususi varidatla, mesela Kanunu Medeniye uygun tesisatla idare edilmesi icap eder. Vaizlerin büyük şehir imamlarının Darülfünun ilahiyat şubesi mezunları olması ve lisan bilir kimseler arasından seçilmesi lazımdır. Küçük şehir imamlarının ise mevkileri ile mütenasip bir tahsil görmeleri Layikliği anlamaları çok faidelidir”.

Geç bir modernleşme ve laik bir ulus inşa etme hareketi olarak da tanımlanabilecek olan Türk Devrimi’nin dünyevileşme ve uygarlık bağlamındaki bakış açısını Atatürk, 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada şöyle ifade ediyordu: “Acılar gördük. Bunun nedeni, dünyanın durumunu anlayamadığımızdır. Düşüncemiz, anlayışımız uygar olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Uygar olacağız. Bununla övüneceğiz. Bütün Türk ve İslam dünyasına bakınız. (…) Bizim de şimdiye değin geri kalmamız ve sonunda son yıkım çamurunda batışımız bundandı. Beş altı yıl içinde kendimizi kurtarmışsak, bu anlayışımızdaki değişikliktendir. Artık duramayız; ne olursa olsun ileriye gideceğiz. Geriye hiç gidemeyiz. Çünkü ileri gitmek zorundayız. Ulus açıkça bilmelidir; uygarlık öyle güçlü bir ateştir ki ona aldırmaz olanları yakar ve yok eder.

İçinde bulunduğumuz uygarlık ailesinde yaraştığımız yeri bulacak ve onu koruyacak, yükselteceğiz. Gönenç, mutluluk ve insanlık bundadır”.

200 yıllık modernleşme tarihimizin en köklü ve en radikal değişimlerinin yaşandığı dönem, Tekeli-İlkin’in “Köktenci Modernite Projesi” dediği 1923–1950 yılları arasıdır. Bu dönem, tek parti yönetiminin egemen olduğu ve Atatürk’ün liderliğinde (1938’e kadar) Türk Devrimi’nin gerçekleştiği dönemdir. Söz konusu dönemde; geleneksel toplumun kurumlarının yerini modern toplumun kurumları almaya başlamıştır. Gelenekselliği sembolize eden tarım ekonomisinin, dinsel-monarşik devlet yapısının, dinsel cemaatlere dayalı toplum yapısının ve kırsal toplum yapısının yerini sanayileşme, ulus-devlet, aydınlanma, bireyselleşme, kentleşme, kurumsallaşma gibi modernleşme kavramları ve olguları almaya başlamıştır.

KAYNAK: chp.org.tr

Bu yazı Cumhuriyet Halk Partisi tarihi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/cumhuriyet-halk-partisi-tarihi/feed/ 0
Atatürk’ün hayatı ve eserleri tarih şeridi http://ataturkicimizde.com/ataturkun-hayati-ve-eserleri-tarih-seridi/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-hayati-ve-eserleri-tarih-seridi/#respond Tue, 29 Jan 2019 01:27:23 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7685 Atatürk’ün hayatı ve eserleri tarih şeridi Ulu Önderin hayatı, görevleri, kahramanlıkları, zaferleri, inkılapları ve eserleri Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihidir. Bu tarihi özellikle genç kardeşlerimiz için anlaşılır...

Bu yazı Atatürk’ün hayatı ve eserleri tarih şeridi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün hayatı ve eserleri tarih şeridi

Ulu Önderin hayatı, görevleri, kahramanlıkları, zaferleri, inkılapları ve eserleri Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihidir. Bu tarihi özellikle genç kardeşlerimiz için anlaşılır kılmak, Cumhuriyet’in ne zorluklarla kazanıldığını anlatıp, istiklal emanetinin kıymetini anlatabilmek ancak tarihi bilmekle mümkündür.

Aşağıdaki tarih şeridi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumundan Anıtkabirdeki ebedi istirahatgahına dek serüvenini ve mücadelesini gözler önüne sermekle kalmayıp, aynı zamanda bir yardımcı ders ve kaynak olarak da görev yapacak intizamdadır.

Rahat uyu Yüce Atatürk …

Bu yazı Atatürk’ün hayatı ve eserleri tarih şeridi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-hayati-ve-eserleri-tarih-seridi/feed/ 0
Atatürk ve Miti aşkı http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-miti-aski/ http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-miti-aski/#respond Wed, 23 Jan 2019 04:15:52 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7589 Atatürk ve Miti aşkı 1914 yılıydı. Zımba gibi delikanlıydı. Askeri ataşeydi. Henüz yeni taşınmıştı, pek arkadaşı yoktu, Bulgaria pastanesinde tek başına oturuyor, akşamları operaya, tiyatroya...

Bu yazı Atatürk ve Miti aşkı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk ve Miti aşkı

1914 yılıydı. Zımba gibi delikanlıydı. Askeri ataşeydi.

Henüz yeni taşınmıştı, pek arkadaşı yoktu, Bulgaria pastanesinde tek başına oturuyor, akşamları operaya, tiyatroya gidiyordu.

Şehir Kulübü’ne davet edildi. Orada tanıştılar.

Dimitrina Kovaçeva… Kısaca “Miti” diyorlardı. Çok güzeldi.

İsviçre’de müzik eğitimi almıştı, üç lisan biliyordu. Sosyetenin en gözde bekârıydı.

E fonda da Mavi Tuna çalıyordu, Mustafa Kemal hiç tereddüt etmedi, salonu ortadan kılıçla ikiye böler gibi yürüdü, yanına gitti, “bu dansı bana lütfeder misiniz” dedi

Şimşekler çakan kıskanç bakışlar eşliğinde piste çıktılar. Herkes mırıl mırıl onlar hakkında konuşuyor, onlar ise hiç konuşmuyor, birbirlerine gülümseyen gözlerle bakarak dans ediyorlardı.

Ertesi gün… Bizzat Miti’nin annesi tarafından evlerine, çaya davet edildi. Bu davet, gençlerin görüşmesine resmi izin manasına geliyordu.

Buluşmaya başladılar. Borisova parkında dolaşıyorlar, buz pateni yapıyorlar, tiyatroya gidiyorlardı.

Önce dedikodular aldı yürüdü, sonra tatsızlıklar başladı. Çünkü, Miti’nin babası Bulgar Çarı’nın has adamlarındandı, savaş kahramanı generaldi, savunma bakanlığı yapmıştı. Böyle bir adamın kızıyla, bir Türk subayı, olacak iş değildi.

Mustafa Kemal’in umurunda bile değildi. Askeri Kulüp’te tertiplenen baloda denk getirdi, inadına yapar gibi, Çar’ın önünde dans etti Miti’yle… Ele güne meydan okumuştu. Bardağı taşıran damlaydı.

Miti’nin babası Mustafa Kemal’i ziyaret etti.

“Bundan böyle kızıyla görüşmezse mutlu olacağını” söyledi.

Haftası geçmeden Miti’yi bir mühendisle nişanladılar. Mustafa Kemal’in dünyası yıkıldı. Zaten Birinci Dünya Savaşı patlamıştı. O öfkeyle bavullarını topladı, İstanbul’a döndü. Halbuki, nişan mişan yoktu… Miti bir başkasıyla evlenmeyi reddetmişti, parmağına zorla takılan yüzüğü fırlatıp atmıştı. Ama, Mustafa Kemal’in bundan haberi yoktu.

Asla unutamadı. 1931 yılında Ankara’da Bulgar Kooperatif Tiyatrosu’nun sanatçılarıyla sohbet ederken “gençliğimin parçasını Sofya’da bıraktım, güzel bir kız sevdim, bana vermediler” dedi.

Kırık bir kalple yaşadı. Yalnız bir kalple rahmetli oldu.

Miti desen, 21 yaşındaydı. 30 yaşına kadar bekledi. Ha bugün bir mektup gelir, ha yarın kendisi çıkagelir. .. Bekledi, evlenmedi. Maalesef gelmedi.

Ailesinin “artık yeter” baskısıyla bir avukatla evlenmeyi kabul etti. Saygılı ama sevgisiz bir evlilikti. İki kızı oldu. Kalbindeki boşluğu evlatlarıyla doldurmaya gayret etti.

Bulgar Çarı’na 1925’te bombalı suikast düzenlendi. Miti o saldırıda yaralandı. 1918’de kapatılan Türk elçiliği henüz açılmamıştı, Mustafa Kemal Sofya’daki arkadaşlarını devreye soktu, Miti’nin sağlık durumunu sordurdu, hafif yaralı olduğunu, iyileştiğini öğrendi.

Miti ömrünün son dönemlerinde çok zor günler yaşadı. Komünist rejim tarafından ailesinin malına mülküne el kondu, Deliorman’a sürgüne gönderildi.

Ağustos 1966. Ağır hastaydı. Zor konuşuyordu. Başında bekleyen kız kardeşi Olga’ya mırıldandı.

“Biliyor musun” dedi… “Rüyamda onu gördüm. Galiba nihayet Mustafa Kemal’e kavuşuyorum.”

73 yaşındaydı.

Bulgaristan’da belgesel oldu, kitap oldu.

Kızı Anna Deyanova, annesinin ölene kadar hüzünlü bir aşk yaşadığını, Türkiye’ye hiçbir zaman gitmediğini, Atatürk’ün vefatını radyodan öğrendiğini anlattı.

“Mustafa Kemal’le evlenmeyi çok istemişti ama, olanaksızdı, ondan bahsetmezdi, unutmayı yeğliyordu” dedi.

Yılmaz ÖZDİL, ‘Mustafa Kemal’ kitabında böyle bahsediyordu.

***

Bulgar Miti Kovaçeva, Sofya’ya askeri ataşe olarak atanan Mustafa Kemal’le 1914’te tanıştı. Strauss’un ‘Güzel Mavi Tuna’ valsiyle başlayan ilişkileri, Miti’nin general babasının itirazı yüzünden sona erdi. Fakat Sofya’nın en güzel kızı, öldüğü güne kadar Mustafa Kemal’i sevdi.

Bulgaristan’a askeri ataşe olarak atanan Mustafa Kemal 27 Ekim 1913’de vardığı Sofya’daki ilk günlerini sıkıntı içinde geçirdi. Önceleri otelde kalan Mustafa Kemal daha sonra Alman asıllı Madam Hilda Christianus’un evine taşındı. Mustafa Kemal bir süre sonra elçiliğe yakın bir ev tuttu ve şehirden ayrılıncaya dek burada yaşadı.

Türk asıllı Bulgar Milletvekili Şakir Zümre Sofya’ya alışamayan Mustafa Kemal’i bir gece Verdi’nin ünlü Aida operasının prömiyerine götürdü. Antrakta Bulgar Çarı Ferdinand’la tanışan Mustafa Kemal, opera bittiğinde büyülenmiş bir halde salonu terk etti.

Aida’nın büyüsüne kapılanlar arasında eski Savunma Bakanı General Kovaçeva ve kızı Miti de vardı. Genç bekâr erkekler ise Aida’dan çok General Kovaçeva’nın öğrenimini İsviçre’de tamamlamış olan güzel kızı Miti’nin dikkatini çekmeye çalışıyorlardı. Mustafa Kemal ve Miti o gece birbirlerini fark etmediler ama Aida operası yaklaşık bir ay sonra yollarını kesiştirecekti….

Sofya’ya alışan ve çevresi giderek genişleyen Mustafa Kemal 1914 Şubat’ının ilk cumartesi günü Şehir Kulübü’nde General Kovaçeva ve ailesiyle tanıştı. Miti ve Mustafa Kemal’in “Güzel Mavi Tuna” valsı da işte bu tanışma gününde yaşandı. O gecenin hemen ertesinde Mustafa Kemal, General Kovaçeva’nın evine davet edildi. Türk zabitinin aileyle yakınlaşması, Miti ile daha fazla zaman geçirmesini sağladı. İkili sık sık Boris Parkı’ndaki buz pateni pistine, Çar Osvobodidov Bulvarı üzerindeki Bulgarya pastanesinegitmeye başladılar.

Ancak kısa bir süre sonra bir tatsızlık yaşandı. Halk tiyatrosuna bilet almaya giden Miti’nin yolu gazi bir yüzbaşı tarafından çevrildi. Yüzbaşı babasıyla beraber Türklere karşı savaştıklarını hatırlatarak, Sofya’daki birçok kimsenin genç Türk zabitiyle yaşadığı ilişkiden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi.

Olayın ardından eve kapanan Miti ve yaşananları duyan Mustafa Kemal, birkaç gün hiç konuşmadılar. Sonra ortak dostları devreye girdi ve Bulgarya pastanesinde yine buluştular. Sorunu konuşmadan çözmüşlerdi.

24 Mayıs’ta bir bayramı kutlaması için Askeri Kulüp’te düzenlenen balo, ikilinin tüm Sofya’ya meydan okudukları gece olarak akıllarda kaldı. Geceye yeniçeri kıyafetiyle katılan Mustafa Kemal, “en özgün kıyafet sahibi” seçildi. Mustafa Kemal, onuruna çalınan vals başlayınca tüm salonun bakışları arasında Miti’ye doğru ilerledi ve birlikte piste çıktılar. Başta Bulgar Çarı olmak bütün kalabalığın önünde herkese meydan okuyorlardı.

Kısa bir süre sonra Miti ve Mustafa Kemal her zaman gittikleri Boris Parkı’nda bu defa gelecekleri üzerine konuşuyorlardı. Mustafa Kemal, Miti’ye klasik bir evlenme teklifinde bulunmadı. Aksine yaklaşan savaşlardan, Türkiye’nin gelenekleri ve diniyle farklı bir ülke olduğundan söz etti.

Miti hepsini dinledi ve “Evet diyorum, ne olacaksa birlikte olsun” dedi. Miti evine gidip haberi annesine verdi. General Kovaçeva’nın bu işe hazırlanması gerekiyordu. Miti ve annesi mutfakta plan yaparken Mustafa Kemal’in geldiğini duydular. Klasik selamlaşmanın ardından iki erkek baş başa kaldılar.

Mustafa Kemal Miti’yle evlenmek istediğini açıkladı. General Kovaçeva biraz daha beklemenin hepsi için daha iyi olacağı yanıtını verdi. Mustafa Kemal Miti ile görüşmeye devam etmelerine izin verilmesini istedi, General de bunu onayladı. General Kovaçeva kararı ertelemişti ama Sofya’da belirli bir çevrenin tek dedikodusu Miti-Mustafa Kemal ilişkisi olmuştu.

Rahatsızlığı artan General Kovaçeva, Mustafa Kemal’e “Bu evlilik olmayacak ve artık Miti ile görüşmesiniz iyi olur” mesajını iletti. Mustafa Kemal derin bir sessizliğe gömüldü. Miti ve ailesiyle zaman zaman şehir kulübünde karşılaştılar ama birbirlerini görmezden geldiler.

General Kovaçeva kızını avukat Gergi Haciyordanov ile nişanlamaya karar verdi. Mustafa Kemal ise o günlerde Sofya’dan ayrılmaya ve cepheye gitmeye için hazırlanıyordu. Miti nişanlanırken Mustafa Kemal de bavullarını toplayıp İstanbul’a döndü…

Bir yıl sonra Mustafa Kemal Çanakkale Zaferi ile tüm dünyanın tanıdığı bir isim olmuş, Miti ise zorla evet dediği nişanlısından ayrılmıştı. Sofya’ya dönen Mustafa Kemal General Kovaçeva’ya kararında bir değişiklik olup olmadığını sordu.

Yanıt yine olumsuzdu ama general bu kez vedalaşmalarına izin vermişti.

Miti ve Mustafa Kemal Bulgarya pastanesinde son kez buluştular. O bir saate bir yılın hasretini ve bundan sonra ayrı geçirecekleri yılların özlemini sığdırmaya çalıştılar. Mustafa Kemal’in Miti’ye son sözleri “Sana karşı hissettiklerim yaşamım boyu değişmeyecek” oldu.

***

Mustafa Kemal’in Bulgar sevgilisi ile olan aşkı Bulgaristan’da film oldu. Mustafa Kemal ile General Stilyan Kovaçev’in kızı Dimitrina Kovaçeva arasındaki ilişkiyi konu alan filmde, Atatürk’ün sevgilisine neden kavuşamadığı da anlatılıyor. Sofya merkezli International Film Service tarafından yapılan belgesel filmde, Atatürk’ün Bulgaristan’a ve Bulgar kızı Dimitrina Kovaçeva’ya duyduğu aşk anlatılıyor. Belgesel, Bulgar basını tarafından da yakından takip ediliyor.

Bulgaristan’da yayımlanan Standart gazetesinin haberinde, Mustafa Kemal’in “1913 yılının sisli bir gününde askeri ataşe olarak Bulgaristan’a gittiği” bildiriliyor ve Atatürk için “Yakışıklı ve kolay iletişim kurabilen Avrupai tavırlı biriydi” tanımlaması yapılıyor. Gazetedeki haberde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sofya’da bir gazinoda eski Bulgar Savunma Bakanı General Stilyan Kovaçev’in ikinci kızı Dimitrina Kovaçeva ile karşılaştığı ve bu sırada İsviçre’de müzik ve edebiyat eğitimi alan Dimitrina’nın Bulgaristan’a yeni döndüğü belirtiliyor.

Lyudmila Parvanova imzalı haberde, “Atatürk kalbini Bulgaristan’da bıraktı. Modern Türkiye’nin kurucu babası, Dimitrina Kovaçeva’nın elini iki kez tutmak istedi” ifadeleri yer aldı.

 

Bu yazı Atatürk ve Miti aşkı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-miti-aski/feed/ 0
Atatürk’ün son 100 günü http://ataturkicimizde.com/ataturkun-son-100-gunu/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-son-100-gunu/#respond Tue, 22 Jan 2019 11:48:21 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7573 Atatürk’ün son 100 günü 31 Temmuz 1938 / “Sonuç, ciddi ve vahimdir.” 1 Temmuz günü önce Dr. Eppinger İstanbul’a geldi ve diğer meslektaşını beklemeden hemen...

Bu yazı Atatürk’ün son 100 günü ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün son 100 günü

31 Temmuz 1938 / “Sonuç, ciddi ve vahimdir.”

1 Temmuz günü önce Dr. Eppinger İstanbul’a geldi ve diğer meslektaşını beklemeden hemen Atatürk’ü muayene etti. İlk tepkisi, kötü bir Fransızca’yla “Un cas triste (Güç bir vaka)” demek oldu.

Almanya’dan davet edilen Prof. Bergmann, Avusturyalı meslektaşından bir gün sonra geldi ve o da, hastayı muayeneyle işe koyuldu.

Sonunda Türk ve yabancı hekimler bir arada toplanıp, son bir rapor yazmaya koyuldular. Adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Doktorlar o günkü raporda “Atatürk’te bir siroz vardır” ifadesini ilk kez bu netlikte yazdılar. Raporun sonundaki ifade ise aynen şöyleydi:”Sonuç, ciddi ve vahimdir.”

O gece Atatürk’ün Yaveri Salih Bozok, bir mektupla, bu sırrı, Ankara’ya İsmet Paşa’ya duyurdu:

“Aziz ve Muhterem Büyüğüm İnönü,

Ben bu mektubu sonuna kadar yazmaya, siz de okumaya bilmem muvaffak olabilecek miyiz? Parmaklarım kırık, gözlerim kör olsaydı da ben size böyle acı bir mektup yazmaya muktedir olmasaydım. Fakat vatan aşkı, millet ve memleket sevgisi ile işittiklerimi, gördüklerimi acı ve feci de olsa size bildirmeyi bir vazife, bir borç bildim ve bu mektubu yazmak mecburiyetini hissettim.

Sevgili Paşam,

Büyük kurtarıcımız Atatürk’ümüz dün, ecnebi profesörlerin de bulunduğu bir sıhhî heyet tarafından muayene edildi. Konsültasyon neticesinde icap edenler yapıldı. Fakat bu konsültasyonda bulunan bazı doktor arkadaşlar tarafından bana mahrem olarak söylenenlere ve benim de görüp anladığıma göre Atatürk’ümüzün bugünkü sıhhî vaziyeti korkulacak kadar vahimdir. Kalbim parçalanarak size bu elim haberi vermek mecburiyetinde kaldığım için ayrıca acı duymaktayım. Artık buna göre ne yapmak ve nasıl bir tedbir almak lazımdır, bilemem. Ankara’da bulunduğunuz için buradaki vaziyetten sizi, memleket ve milletimin büyüğü, kıymetli İnönü’müzü haberdar etmekle vicdanî vazifemi yapmak istedim.

Gözyaşlarımla ve derin saygılarımla ellerinizden öperim.”

Bozok, bu mektubu oğlu Cemil’le Ankara’ya gönderdi.

3 Ağustos 1938 / ”Atatürk’ü gördüğün zaman, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin?”

İsmet Pasa, mektubu okuduktan sonra şu cevabı yazdı:

“Kardeşim Salih,

Mektubunuzu büyük teessürle okudum. Dayanılmaz bir surette yüreğim bir daha sızladı. Acılı duygularımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Vefalı, vatanperver kalbinizin elemlerini anlıyorum. Elimden geldiği kadar vaziyeti takip ettim. Hastalığın ciddi olduğu görülüyor. Ben, kuvvetli ümidimi muhafaza ediyorum. Hastalığın tevakkuf haline geçmesi ve vücudun kuvvetlenmesi ihtimali daima vardır. Son alınan sıhhî tedbirlerin de canımızdan sevgili hastamızın afiyeti için yeni bir ümit şulesi olduğuna inanıyorum.

Kardeşim Bozok,

Sevgili Atatürk’ü gördükçe, onun ümidinin sarsılmamasına ve mümkün olduğu kadar neşeli kalmasına çalışmalıyız. Yine en büyük sıhhî iyilik, onun maddî ve manevî kuvvetinden gelecektir. Beni haberdar etmek lütfunuza çok minnettarım Bozok. Teessürlü, ümitli olarak ve candan dua ederek takip ediyorum. Bergmann (Alman doktor) tecrübeli, şöhretli bir doktorimiş. Bu hastalığın seyrinde birdenbire iyilik, tevakkuf devresi husule geldiği vakimiş. Bu ihtimaller, çok ümit bağladığımız ışıklardır.

Atatürk’ü gördüğün zaman, yormayarak, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin? Mektuplarını daima beklerim. Gözlerim yaşlı olarak, muhabbetle gözlerinden tekrar tekrar öperim sevgili kardeşim.”

Salih Bozok neden durumu acilen İnönü’ye haber vermişti? “Ne tedbir alınır, bilemem”derken muhtemel bir iktidar boşluğunu mu kastediyordu?

Bu soruları yanıtlayabilmek için o günlerde Atatürk’ün Ankara ve İstanbul’daki arkadaşları arasında alttan alta süren bir iktidar mücadelesinin filizlendiğini kabul etmek gerekir.

2 Eylül 1938 / “Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir”

Ağustos ayı boyunca Atatürk’ün hastalığı ilerlemesini sürdüşmüş, eylül ayı başında ise karnındaki suyun şırıngayla alınması artık zorunlu hale gelmişti. Biriken suyun miktarı 10-12 litreyi bulmuştu. Bu yüzden Atatürk’ün nefesi daralıyor, sıkıntısı dayanılmaz bir hal alıyordu. Doktorları, Fissenger’nin üçüncü kez çağrılmasını ve onun huzurunda şırıngayla karından su alınmasını kararlaştırdılar.

Karındaki suyun çıkarılması için yataktaki konumunu biraz değiştirmek, vücudu sola döndürmek gerekecekti. Bu sayede alınacak su, karnın en altında toplanacak ve dışarı alınması kolaylaşmış olacaktı. Sonra da karın duvarı özel bir iğneyle delinecek ve içerideki su şırıngayla çıkarılacaktı.

Operasyonu yapacak olan Mim Kemal Öke, “Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir” dedi.

Atatürk düşündü ve uzun zamandır yapmayı düşündüğü bir iş için vaktin geldiğine hükmetti. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırttı. “Bu yolda konuşmak, benim için de, senin için de ağır bir şey, ama başka çaremiz yoktur. Konuşmaya mecburuz çocuk… Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik; hatta bunun için bir de hususî kanun çıkarılmıştı. Su vasiyetname meselesi… Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Ne olur ne olmaz. İhtiyatlı olalım. Mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yap, bana getir.”

Hasan Rıza sarsıldı. Ama bu, Atatürk’ün emriydi. Bürosuna inip, kayıtları dökmeye başladı. Ata’nın tüm malvarlığının bir listesini yaptı. İş Bankası’nda 1,5 milyon liraya yakın parası, hisse senetleri ve gayrimenkulleri vardı. Listeyi yanına alıp yeniden yukarı çıktı.

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri): “Atatürk listeyi aldı, tetkik etti. ‘Bunları ikiye ayıracağız’ dedi, ‘Bir kısmı hayatta bulunduğumuz müddetçe üzerimizde kalması lazım gelenlerdir: para, hisse senetleri, Çankaya’da köşkle eşyaları gibi… Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız; diğerlerini, yani Çankaya’dan başka yerdeki evleri ve emlaki, Ankara’ya avdet eder etmez, mahallî belediyelerine veya diğer kurumlara verir, muamelesini de yaptırırız’.”

Atatürk, sahip olduğu bütün para ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkullerini Cumhuriyet Halk Partisi’ne devretme kararındaydı. Ama bazı şartlan vardı.

Atatürk bu genel çerçeveyi çizdikten sonra ayrıntılara geçti. Soyak da bu ayrıntılara göre bir hukukçunun yardımıyla bir taslak metin hazırladı.

3 Eylül 1938 / “Eski dost’a sıcak bir jest”

Ertesi sabah odanın kapılarını kapatıp, taslağın ayrıntıları üzerinde çalışmaya başladılar. İş Bankası’ndaki para ve hisse senetleri yine İş Bankası tarafından gelirlendirilecekti. Atatürk, “Çünkü” dedi, “İş Bankası Celal (Bayar) Bey’in nezareti altında çok iyi çalıştı ve başarılı neticeler aldı.”

Sonra kız kardeşi ve manevî kızlarına ait maddelere geçti. Makbule, Afet, Sabiha, Ülkü, Rukiye ve Nebile, mirastan pay alacaklardı.

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri) : “Ben, yatağın sağ yanında ayakta duruyor, kendisini müthiş bir heyecan ve teessür içinde seyrediyordum. Çok sakindi. Arada bir, yazdıklarına da göz atıyordum. Hem yazıyor, hem de bazı kelimeleri değiştiriyor, cümleleri, manalarına hiç halel getirmeden kısaltıyor, sadeleştiriyordu. Eşsiz muhakeme ve zarafeti burada da kendini göstermişti. Çok ince düşünüyordu. Mesela bir maddede, kendisine aylık bağlanmasını vasiyet ettiği hanımlardan beşinin soyadları yazılıydı; yalnız Bayan Afet’in soyadı yoktu; o, ailesinin soyadını kullanmıyordu. Henüz başka bir ad da almamıştı; bunu görünce diğerlerinin de soyadlarını yazmadı. Yine aynı maddede ‘Vefatlarına kadar’ ibaresi vardı; bunun yerine, ‘yaşadıkları müddetçe’ kaydını koydu; ona göre yaşamak esastı. Bir vasiyetnamede dahi olsa, bir insanın ölümünden bahsetmeyi nezakete uygun bulmuyordu. Dakikalar geçtikçe heyecanım artıyordu. Bu tarihî hadisenin tek şahidi olmak düşüncesi beni sarsıyordu.”

Vasiyette, banka gelirlerinden bir kısmının Türk Tarih ve Türk Dil kurumları arasında bölüştürülmesi de isteniyordu.

Ve nihayet vasiyetin 5. maddesi İnönü’yle, daha doğrusu İnönü’nün çocuklarıyla ilgiliydi. Atatürk, İnönü’nün çocuklarına yüksek öğrenimleri için yardım yapmak istiyordu. Soyak’a “Kendisine (İsmet İnönü’ye) bir hal olursa kardeşi (Hasan Rıza Temelli) çocuklarına bakmaz” dedi.

Bu madde, Atatürk’ün bir ‘eski dost’a sıcak bir jestiydi belki. Mustafa Kemal, onca yıllık silah arkadaşına, iki satırlık bir mesaj yolluyordu. “İnce ve anlamlı bir mesaj…”

Ama o günlerde bu madde üzerine yoğun spekülasyonlar yapıldı. “Yakın çevresinin Atatürk’e İnönü’nün ölmüş, hatta öldürülmüş olduğunu söyledikleri, Ata’nın da bunun üzüntüsüyle vasiyetine böyle bir madde koyduğu” söylendi. Bu söylenti İstanbul veAnkara’yı karştırdı. Bir sır kalması istenen vasiyet böylece birden gündemin baş maddesi haline geliverdi.

Mustafa Kemal Atatürk

5 Eylül 1938 / ”Vasiyet”

Ata’nın 6 maddeden oluşan vasiyeti aynen şöyleydi:

“Dolmabahçe 5 Eylül 1938, Pazartesi

Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Halk Partisi’ne aşağıdaki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:

1-Nutuk ve hisse senetleri, şimdiki İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır

2- Her seneki nemadan bana nispetten şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda 1.000, Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki 100’er lira verilecektir.

3- Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek para verilecektir.

4- Makbule’nin yasadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu evde emirlerinde kalacaktır.

5- İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.

6- Her sene nemadan mütebaki miktar, yarı yarıya Türk Tarih ve Dil kurumlarına tahsis edilecektir.”

Atatürk, vasiyetini bitirdikten sonra bir zarfa koydu, zarfın ağzını kapadı ve başucundaki komodinin çekmecesine yerleştirdi.

6 Eylül 1938 / ”Siyasi Miras”

Ertesi gün yataktan kalktı, tıras oldu, yıkandı. İpek pijamasının üzerine kırmızı ropdösambr giydi, boynuna vişne renginde bir eşarp bağladı ve denize bakan pencerelerin önündeki şezlonga kuruldu.

Genel Sekreteri Soyak noteri getirince, vasiyetinin bulunduğu zarfı ona uzattı ve “Bu, benim vasiyetimdir” dedi.

“İcap ettiği zaman lütfen kanunî muamelesini yaparsınız.” İşte son görevini de tamamlamıştı.

Vasiyet işi bittikten sonra Hasan Rıza’yla konuşurlarken konu, asıl siyasî mirasın nasıl paylaştırılacağı sorununa geldi. Öyle ya Ata’nın “siyasî miras”ı neydi? Tahtını boşaltırsa böyle bir karizmanın yerini kim, nasıl doldurabilirdi?

Daha doğrusu, doldurabilir miydi?

Hasan Rıza’nın aktardığına göre Atatürk bu soruya aynen su yanıtı verdi: “Elbette bunda söz ve intihap hakkı sadece milletin ve onun mümessili olan Türkiye Büyük Millet Meclis’inindir; yalnız ben bu meseledeki mütalaamı ifade edeceğim. Evvela akla İsmet Paşa gelir. Evet! O, memlekete büyük hizmetler ifa etmiştir. Fakat nedense umumun sempatisini kazanamadığı görülüyor; bu yüzden durumu pek de cazip olmasa gerek. Bir de Mareşal Fevzi Çakmak var. O, hem memlekete büyük metler etmiş, hem de herkesle iyi geçinmiş, selahiyet sahiplerinin mütalaalarına daima kıymet vermiştir. Kimse ile münazaa halinde değildir. Bu itibarla bence devlet başkanlığı için en münasip arkadaş odur. Filhakika kendisi ordu işleriyle uğraşmaktan çok hazzeder, belki ordudan ayrılmak istemez. Ama cumhurreisliğinde, aynı zamanda başkomutanlık mevkiinde de olacağı için bu meşguliyetine devam imkânı daima mevcut demektir. Binaenaleyh, kanunî bir yol bulup kendisi namzet gösterilir ve seçilirse çok iyi olur zannederim.”

7 Eylül 1938 / “Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim”

7 Eylül günü Doktor Fissenger, üçüncü kez İstanbul’a geldi ve Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ü muayene etti. Ama durumunu hiç beğenmedi, “Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim” dedi.

Artık Atatürk ıstıraba dayanamaz hale gelmişti. Karında toplanan suyun derhal alınmasını istiyordu. O güne kadar bu işlemi mümkün olduğunca geciktirmeye çalışan doktorları sonunda boyun eğdiler.

8 Eylül 1938 / “Son Nöbet Başlamıştı”

“Ponksiyon”, yani karından su çekme işlemi hemen ertesi gün Dr. Mim Kemal Öke tarafından yapıldı. Dr. Fissenger ile Dr. Neset Ömer İrdelp de operasyon sırasında nezaret ettiler. Sonralan, Dr. İrdelp, Mim Kemal Öke’nin o gün “Bu müdahaleyi uygun olmayan koşullarda yaptık” dediğini aktaracak ve onu sorumluluktan kaçmakla suçlayacaktı. Fissenger’nin de Öke için “İsleri güçleştiriyor” şeklindeki sözlerini aktaracaktı.

Bu tartışmalar arasında karından tam 12 litre kadar su çekildi. Çıkan suyun neredeyse bir tenekeyi dolduracak kadar olması herkesi şaşkına çevirmişti. Ama Atatürk rahatlamış, günlerdir ilk kez derin bir “ohh” çekmişti.

Kılıç Ali, anılarında o ponksiyondan sonra yanma girdiğinde Atatürk’ü bir anda çok çökmüş bulduğunu nakleder:

Kılıç Ali (silah arkadaşı):”Adeta birdenbire zayıflamıstı. İki kolunu basının altına alarak arkaüstü yatıyordu. Karnını büyük bir sargıyla sarmışlardı. Odadan içeri girer girmez yanma koştum: ‘Geçmiş olsun Paşam’ diyerek başının altına aldığı kollarının pazusunu öptüm. Bana, doktorların duyamayacağı kadar yavaş bir sesle; ‘Çıkan suyu gördün mü’ dedi. ‘Bu kadar bir su kabı insanın karnı üzerine konsa nasıl tahammül eder? Bak ben ne haldeyim, nasıl tahammül etmişim? ”Geçmiş olsun Paşam, bunların hepsi geçecek’ dedim ve gözyaşlarımı kendisine göstermeden ve teessürümü hissettirmemek için bir fırsat bularak doktorların arkasından sıyrılıp hemen odadan dışarı çıktım.”

O geceden itibaren doktorlar, Atatürk’ün mutlak bir istirahate ihtiyaç duyduğunu belirterek ziyaretleri yasakladılar. Çok zorunlu haller dışında hastanın yanına kimse alınmayacak, Ata fazla konuşturulmayacak, sınırlı ziyaretler de çok kısa tutulacaktı.

Bu tavsiyelere harfiyen uyulması için de en yakınındaki 5 kişi o geceden itibaren yan odada nöbet tutmaya başladılar. Yaverleri Salih Bozok ve Celal Öner, Kılıç Ali, Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak artık gece gündüz sırayla nöbette olacaklardı.

Onun başucundaki bu “son nöbet”, 10 Kasım’a dek aralıksız sürecekti.

12 Eylül 1938 / “Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi”

Salih Bozok (yaveri)

“Yapılan ponksiyon nispeten rahatlık vermekle beraber ahvali umumiyelerinde derhal dermansızlık husule getirdi. O büyük adam yatak içinde sanki saatten saate küçülür gibi bir hal almıştı. Günler geçtikçe adeta bir deri bir kemik kalmakta idi. Fakat o halde bile yine muntazaman tıraş oluyor, muntazaman sabah gazetelerini takip ediyor ve devlet işlerini görüyor, kararnameleri imzalıyorlardı.

Istırabına, dermansızlığına rağmen gramofon muntazaman çalmıyor, radyo dinleniyor, üzüntülerini hissettirmemek için yanma her girdiğimiz zaman eski neşesini göstermeye ve latife yapmaya çalışıyordu.

Geceleri uykusu kaçtığı zaman zile basar, hademesine; ‘Beylerden nöbette kim var’ diye sorar, hangimiz varsak yanına çağırır, uykusu gelinceye kadar şuradan buradan konuşur ve konuştururdu. Uykusu geldiğini hissettiğimiz zaman usulcacık kalkar ve nöbet odasına çekilirdik.

Yine böyle bir gün beni yanına çağırmıştı. Garip rüyadan ötürü uyandığını söyledi ve gördüğü rüyayı bana şöyle anlattı;

Büyük bir otelin salonunda Atatürk oturuyormuş. Ben de yanında imişim. Salonun köşesinde bir bilardo masası varmış. Masanın başında arkası kendisine dönük olan bir zat oturuyormuş. Tam bu sırada odanın kapısı açılmış ve iri yarı 30 kadar adam içeri girmişler.

Bunlardan biri, eline bilardo masasından bir ıstaka alarak masanın önünde oturan, Atatürk’ün teşhis edemediği zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başlamış. Omzu vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve ‘Bana niye vuruyorsun’ diye hiddetle haykırmakta iken ben bu meçhul mütecavize karşı ne yapmak lazım geleceğini Atatürk’ten göz ucu ile sormuşum. Atatürk ise ‘Sakın kıpırdama’ manasına gelen bir işaretle sükût ve sükûna davet etmiş. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımızda tehditkâr bir vaziyet almış. Bu sefer ben yine müdahale etmek istemişim. Ve aynı sessiz işaretle ‘Ne yapalım’ diye sormuşum. Atatürk, bana tekrar ‘sus’ işareti verdikten sonra o azılı herife dönerek

‘Sen kimsin, ne istiyorsun’ diye sormuş. Fakat adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkararak iki kurşun sıkmış, biri Atatürk’e, öteki bana. Sonra bu adam bize, ‘Kalkın dans edelim’ emrini vermiş. İkimiz de kalkıp onun huzurunda dans etmişiz.

Bu karışık rüya Atatürk’ün yine buhranlı bir gece geçirdiğine delalet ediyordu. Kendisine:

‘Bu bir şey değil’ dedim, ‘Ben daha korkunç rüyalar görmüşümdür. Hele bir tanesini hiç unutmam. Müsaade ederseniz anlatayım.’

‘Anlat bakalım.’

‘Efendim, beni bir gece rüyamda korkunç bir öküz kovalamıştı. Alabildiğine kaçıyordum. Fakat öküz bana gitgide yaklaştı. Biraz sonra da bir yarın dibine yaklaştırarak boynuzları ile tartaklamaya basladı. Bir yandan haykırıyordun!, bir yandan da yatağımı kirletmiştim.

Ben daha rüyamı bitirmeden Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi. O günden sonra tebessüm ettiğini bile görmek kısmet olmadı.”

18 Eylül 1938 / “Umumî harp gelecek yıl”

18 Eylül günü Dolmabahçe Sarayı’na Bayar geldi. Koltuğunun altında 4 yıllık yeni ekonomik plan dosyası vardı.

Atatürk’e sunmak istiyordu. Doktorlar endişelendiler. Ancak Atatürk sunusu dinlemek için sabırsızlanıyordu. Zile basıp, hizmetlisini çağırdı ve yüzü Bayar’ın karşısına gelecek şekilde yerinin değiştirilmesini emretti.

Hiçbir ziyaretin 10 dakikayı geçmemesi konusunda doktorlardan kesin talimat almış olan Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, kapıda görünüp, yalvaran gözlerle bakınca onu da çağırdı, “Otur, dinle. Mühim şeyler konuşacağız” dedi.

Ve Bayar anlatmaya başladı. Denizbank’a, 28 vapur alınması için sipariş verilmişti. Bunların bir kısmı soğuk havalıydı. Kütahya’da bir elektrik santralı inşa edilecekti. Buradan elektriğin kilovat saatinin Anadolukavağı’na 35 paraya mal olacağı hesap ediliyordu. Yine Kütahya’da 25.000 ton sentetik benzin istihsal edecek yetenekte bir fabrika kurulması planlanıyordu. Sakarya Nehri üzerinde sulama tesisleri yapılacak ve kömür üretimi senede 5 milyon tona çıkarılacaktı.

Atatürk, Bayar’ın anlattıklarını yüzünde büyük bir memnuniyet ifadesiyle dinleyip konuşmanın sonunda şunları söyledi :”Elinizi çabuk tutun çocuk, umumî harp gelecek yıl. Anlattıklarını yapmaya zamanımız olmayabilir.”

Atatürk'ün hastalık günleri

20 Eylül 1938 / “Ankara’ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım”

Artık bir tek isteği vardı:

29 Ekim’de Ankara’da olmak…

Geçen yıl nasıl da coşkuyla kutlanmıştı. Gerçi o zaman da hüzünlü yüzü, yorgun bedeni dikkati çekmişti, ama alandaki coşku ona taze kan vermişti.

Simdi, kurduğu Cumhuriyet’in 15. yılı yaklaşıyordu. Bütün arzusu bu törenlerde Ankara’da olmak, Başkentiyle son bir kez kucaklaşmaktı. Ankara da o günlerde onun için hazırlanıyordu. Stadyum merdivenlerini çıkamayacağı düşünülerek alelacele bir merdiven yaptırılmıştı. Hatta bir de özel kürsü hazırlanmış, bir yere yaslanırken, ayakta gibi görünebileceği şekilde hazırlık yapılmıştı.

Kılıç Ali (silah arkadaşı) :

“Bir sabah erkenden Salih’le beni çağırdı. Yanındaki komodinin üzerine uzun yünlü çorap ve baldır sargısı koydurmuştu. Bunları göstererek: ‘Ankara’ya giderken hangisini giyeyim’ diye fikrimizi soruyordu. Salih, ‘Paşam’ dedi, ‘bende varis çorapları var. Onları getireyim. Onlar bacaklarınızı daha sıkı tutar.’

Atatürk derhal Salih’in söylediği çorapları getirtip bir kenara koymuştu. O ağır günlerinde her nedense bir an evvel Ankara’ya gitmeyi çok arzu ediyordu.

Salih’le bana:

‘Bunları ayağıma çekerim, yakama da bir eşarp sararım…’

O sıralar Romanya kraliçesi trende siroz hastalığından vefat etmişti. Gazetelerde bu havadisin görülmesi doktorları da tesir altında bırakmıştı. Bu sebeple doktorlar, Atatürk’ün Ankara’ya nakline taraftar olmuyorlar ve bu mesuliyeti üzerlerine alamıyorlardı. Atatürk ise isyan edercesine: ‘Ankara’ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım’ diyordu.

Doktorların mümanaatini kendisine anlatınca da:

‘Budalalar’ diye söyleniyordu. Mütemadiyen ‘Ankara’da yapılacak mühim işler var’ diyordu. Ne yazık ki, yapmayı düşündüğü ne idiyse bunları yapamamış ve kendisinde bir hicran olarak kalmış, kendisiyle beraber gitmiştir.”

Doktorlarına göre Ankara’ya sağ gitmesi şüpheliydi. Tren sarsıntısı çok tehlikeli olabilirdi. Sonunda değil Ankara’ya gitmek, yerinden bile kalkamayacağını anlayınca teslim oldu:

“… Bu zayıf halimle Ankara’ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç olmazsa kimsenin yardımı olmadan otomobile kadar yürüyebilmen’, arkadaşlarımla selamlaşabilmeliyim. Bunu yapamayacağımı anlıyorum” dedi. Ve Bayar’ı, meclisin açılış konuşmasını hazırlamakla görevlendirdi. Bu yıl Atatürk’ün nutkunu Bayar okuyacaktı.

21 Eylül 1938 / “Öldürücü Darbe”

21 Eylül günü Dr. Mim Öke Atatürk’ün karnından ikinci kez su aldı. Bu kez de 12 litre su çıktı. Bu operasyon onun için asıl öldürücü darbeydi.

Doktorları yeniden 4 gün kesin istirahat verdiler. Bu süre içinde yanına kimse alınmayacaktı. O günleri yaveri Salih Bozok’un tuttuğu günlükten okuyalım:

24 Eylül 1938 / “Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor”

Salih Bozok’un günlüğünden:

Muhafız Alayı Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe’den nöbeti teslim aldım. Saat gecenin dört buçuğu. Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor. Geceyarısı alınmış hararetini önümdeki cetvelden okuyorum. Harareti: 36,8. Nabız: 84.

Doktorların verdiği 4 günlük mutlak istirahat yarın bitiyor. Dört gündür arkadaşlarla münavebe suretiyle beklediğimiz nöbet de yarın nihayete erecek.

25-26 Eylül 1938 / “İştahı ve neşesi yerinde.”

Saat tam 5 Atatürk uyuyor. Dünden beri iştahı ve neşesi yerinde. Dün akşam beni yanına çağırdı ve artık kendisini beklemeye hacet kalmadığını söyleyerek nöbet usulünün kaldırılmasını emretti. Fakat doktorların tavsiyelerini yerine getirmiş olmak için bir akşam daha nöbet bekledik. Yarın öğleden itibaren nöbet kalkıyor,

İnşallah ilerde buna hacet kalmayacak.

27 Eylül 1938 / “Değiştim Salih… Artık o eski adam değilim.”

Bu sabah 7’de evimde uykudan uyandım. Banyoda bulunduğum sırada telefon çaldı. Atatürk geceyi biraz rahatsız geçirmiş. Hemen saraya koştum.

Meğer dün Atatürk dört günlük mutlak istirahatten sonra Makbule, Afet ve Sabiha Gökçen’in ziyaretlerini kabul etmiş, kendileriyle uzun uzun görüşmüş, sonra da radyoda İbrahim Necmi’nin dil hakkında verdiği konferansı dinlediği için fazlaca yorulmuş. Ve gece yarısı birden rahatsızlanmış. Doktor, nöbet usulüne yeniden başvurmuş.

Nöbeti devraldım. Bu sırada Atatürk odasında uyuyordu. Salonun denize nazır penceresi önüne oturdum. Sancaklarla donatılmış kotraları, motorları seyrediyordum. Çok acı şeyler düşünüyordum ki Atatürk çağırdı.

İçeri girdiğim zaman yatağının içinde sigara içiyordu. Beni görünce gayet kesik ve güçlükle isitilen bir sesle;

‘Salih’ dedi, ‘Dün akşam büyük bir sıkıntı geçirdim. Çok fena idim. Kustum. Hafızam tamamen kaybolmuştu.’

Bunları söylerken dikkatli dikkatli yüzüme bakıyordu. Gözlerini biraz daha açarak ilave etti:

‘Sanırım yediğim nohutlu yemek dokundu.’

Ben kendisini teselli için tekrar ettim: ‘Evet, muhakkak nohutlu yemek dokunmuştur. Madem ki çıkardınız, inşallah rahat edersiniz.’

Karyolanın yanındaki sandalyeyi göstererek ‘Şuraya otur’ dedi. Oturdum. Atatürk tekrar söze basladı:

‘Şimdi yine rüya görüyordum. Bana bir çift kundura getirmişler. Beğenemedim. Binbir’i çağırdım. Böyle “Binbir!” diye çağırırken odaya Rıdvan girdi. Bunun üzerine uyandım. Rüya gördüğümü anladım.’

Sonra başını sallayarak sözüne devam etti:

‘Çok dermansızım Salih, büsbütün başka bir adam oldum. Su ellerimin haline bak.’

Bana uzattığı o güzel eller şimdi deri ile kemikten ibaretti. Parmakları o kadar titriyordu ki, sigarayı tutamayarak yorganın üzerine düşürdü. Hemen alıp attım. O hâlâ kesik kesik tekrar ediyordu:

‘Ben büsbütün başka bir adam oldum. Hiç hafızam kalmadı. Değiştim Salih… Artık o eski adam değilim.’

O gece koma gecesiydi.

Atatürk’ü yatırdılar. Sayıklamaya başladı. Yaverleri, yakınları başucunda endişeyle beklemeye başladılar. Salih Bozok, bir yandan ağlıyor, bir yandan da “Allahım ya Atatürk’ü kurtar ya benim canımı al” diye dua ediyordu.

Az sonra doktoru Neşet Ömer Bey yetişti. Hastayı muayene etti. Kendisinde hazımsızlıktan kaynaklanan hafif bir zehirlenme olduğunu saptadı. İlaçlar verdi. Atatürk hafif ateşle uykuya daldı.

28 Eylül 1938 / “Gidelim Afet… Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda…”

Ertesi sabah gözlerim açtığında başucunda Afet İnan vardı:

“Bana ne oldu? Bana bir şey oldu” dedi.

Sonra da Afet İnan’ın kulağına gizlice fısıldadı:

“Ölüm demek böyle olacak kızım…”

Odasında yatağının tam karşısındaki duvarda o zaman Moskova’da büyükelçi olan Zekai Apaydın’ın Rusya’dan gönderdiği bir tablo asılıydı. Tabloda kır çiçekleriyle bezeli yemyeşil bir yamaç alabildiğine uzanıyor, bu yamacı çiçek açmış meyve ağaçlan süslüyor, arka planda ise heybetli, karlı dağlar manzarayı tamamlıyordu. Tablonun adı “Dört Mevsim”di. Atatürk, sıkıntılı, ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır, bu tabloya bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.

Bazen, sıkıntısının iyice arttığı anlarda bu tabloya dalıp gidiyordu. Böyle gecelerde savaşlar, devrimler, isyanlarla geçmiş ömrüne inat, alıp başını gitme özlemiyle yanıyordu. Her şeyden çekilip, engin bir ormanın sonsuzluğunda huzur bulma hayali, düşlerini süslüyordu. Bazen Rumeli yaylalarını, bazen camından görünen “karşı yaka”yı, Anadolu’yu özlüyordu. Yanma Afet İnan’ı alıp, gözlerini tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülüyordu: “Gidelim Afet… Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda… Evet… Evet… Hemen çekip gidelim ormanlara… Hele ben bir iyi olayım da…”

Eylül Sonu / “Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım.”

Ata’nın bu arzusu Eylül sonlarında o kadar arttı ki, sonunda yanındakiler belki de “son arzu”su olacak bu küçük isteği karşılama telaşına girdiler. Afet İnan’ın babası ormancıydı. O çocukluğunun geçtiği Sündiken ormanlarını tavsiye etti. Doktorlar, İstanbul’a daha yakın bir yerin, örneğin Alemdağ’ın daha uygun olduğunu söylediler.

Orada Sultan Abdülaziz’in biraz harapça bir av köşkü vardı. Hemen tamir edilebilir ve Atatürk için hazırlanabilirdi. Derhal Doktor Nihat Reşat Belger bu işle görevlendirildi. Atatürk Belger’e, “Doktor” dedi, “anlaşılıyor ki ben bundan sonra biraz Yalova da, bir müddet Florya da, bir müddet de Ankara da böyle dikkatli tedavi ile yaşayacağım. Fakat sen şu Alemdağ’a bir git bak bakalım. Oranın havası suyu meşhurdur. İklim şartlan bakımından ikamete elverişli bir yer seçin. Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım.”

Belger, hastasının ömrünün bu taşınmaya yetmeyeceğim biliyordu. Ama bunu o an söyleyemedi. Yanına Genel Sekreter Soyak’ı ve İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ı da alarak Alemdağ’a gitti. Sultan Aziz’in köşkü pek iyi durumda değildi, ama yeri harikaydı. Etrafını çeviren çam ağaçları köşkü kuzey rüzgârlarından koruyordu. Güneş içinde pırıl pırıldı.

Akşam, yemekten sonra Atatürk, Dr. Belger’i çağırttı. Belger Ata’yı bu taşınma fikrinden nasıl vazgeçireceğini düşünüyordu ki Atatürk hemen Alemdağ’daki köşkü sordu. Anlattılar. Haritayı getirterek köşkün yerini inceledi.

“Münasiptir” dedi. Ama binanın bakıma muhtaç olduğunu öğrenince üzüldü. Belki o kadar yaşayamayacağını artık kendisi de tahmin ediyordu. Sonunda “Hele şimdilik dursun bakalım” dedi. “İlerde tekrar görüşür, bir karar veririz.”

Bir daha o konu hiç açılmadı…

Dışarı çıktıklarında Doktor Belger, kendisinden bir umut kırıntısı bekleyen Kılıç Ali ve Salih Bozok’a şunları söylüyordu: “Hastalık süratle ilerliyor. İkinci defa su almadan önce, hayatının hiç olmazsa bir iki sene idamesine imkân bulunacağı ümidinde idik. Fakat bugün, kurtulması için ancak yüzde 3 ihtimal vardır. Bu hastalıkta, Atatürk’ün öbür işlerindeki gibi talihi yardım etmemiştir. Su alalı 7 gün olduğu halde kanımda tekrar 7 kilo su toplandı. Karaciğer artık vazifesini yapmıyor. Zehirlenme başlamıştır. Vücudundaki yağlar tamamen eridi. Vaziyet vahim ve ümitsizdir.”

Bu sözleri dinleyen Kılıç Ali ve Salih Bozok büsbütün sarsıldılar. Artık içlerinde en ufak bir ümit ışığı bile kalmamıştı.

Atatürk, ölüyordu…

1-11 Ekim 1938 / “Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar”

Artık kritik günlere girilmişti. Her an bir sürpriz bekleniyordu. Bu yüzden Ata’nın her hareketi izleniyor, ateşi, nabzı sürekli ölçülüp, kaydediliyor, kapısında nöbet tutuluyor, yakınları başucundan ayrılmıyorlardı.

Ekim’e girilirken Atatürk, hâlâ ilk hafif komanın etkisindeydi. Derin uykular uyuyor, sabahları bitkin uyanıyordu. Artık gece inlemelerini, sayıklamaları, hafıza kayıplarını kendisine söylemiyorlardı.

Yine bir sabah, derin bir uykunun ardından gözlerini açıp karsısında Celal Bayar’ı görünce şaşırdı:

“Sen cuma günü gelecektin? Neden daha evvel geldin? Benim sıhhatimde üzülecek bir şey mi var” diye sordu. Kendisinden bir şeyler saklandığından endişe ediyordu.

Bayar üzgün ve şaşkındı. Yıllardır tanıdığı Atatürk’ü o gün ilk kez tıraşsız, “beyaz sakalları fırça gibi uzamış” halde görüyordu. “Vahim bir şey değil” dedi, “fakat uykunuz her vakitten 4-5 saat fazla sürdü de merak ettik. Doktorlar uykunuzda bir gayri tabiîlik gördüklerini söylediler.”

“Neymiş uykumdaki gayri tabiîlik?”

“Derin ve fazla miktarda uyumuşsunuz.”

“Kaç saat uyumuşum?”

“12 saat kadar uyumuşsunuz.”Ata, bunun üzerine üzgün bir edayla:

“Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar” diye yakındı.

Artık çok sıkı kontrol altındaydı. 1 Ekim’den itibaren yapılan her tedavi bir deftere kaydedilmeye başlandı. O defterdeki kayıtlara göre Atatürk’ün o haftaki programı şöyleydi:

“1 Ekim, Cumartesi:

İhtiyaç duydukça gliserinli lavman yapıldı. Buz yutturuldu. Ağızdan elma suyu, çilek suyu ve çay verildi.

2 Ekim, Pazar:

Bazı yatıştırıcı ilaçlara gerek duyularak verildi.

4 Ekim, Salı:

Saat 3.00’te bir fincan çay içirildi. Saat 5.30’da uykusundan hafif bir üşüme ile uyandı. Çeşitli aralarla meyve suları içti. Yakınlarından bazı bayanlar da 40 dakika kadar yanında kaldılar.

5 Ekim, Çarsamba:

İdrarda ürobilin ve ürobüinojen artmaya başladı.

11 Ekim, Salı:

Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ü 30 dakika muayene etti. Bugünden başlayarak her gün lavmana gerek görüldü ve yapıldı. Afet Hanım 10 dakika, Sabiha Gökçen 5 dakika, Fethi Okyar ile Salih Bozok 45 dakika süre ile ziyarette bulundular.”

13 Ekim 1938 / “Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?”

13 Ekim Perşembe günü yeni bir karından su alma operasyonu kapıya dayandı. Doktorları toplu olarak muayene ettiler ve ponksiyona karar verdiler.

Ancak bu operasyon da doktorların tartışmasına sahne oldu. Suyu alacak olan cerrah, M. Kemal Öke’ydi. Tartışma anestezi meselesinden çıktı. Dr. İrdelp, tedavi eden hekim olarak karaciğer yetersizliğinden ötürü hastanın herhangi bir zehirli maddeye dayanamayacağı görüşündeydi. Bu yüzden lokal anestezi yapılmadan az miktarda su alınmasını savunuyordu. Prof. Dr. Mim Kemal Öke ise vaktiyle Atatürk’e başka cerrahî müdahaleler de yaptığını söylüyor, onun ağrıya karsı çok duyarlı olduğunu hatırlatıyor ve lokal anestezide ısrar ediyordu. Öke,

“Deri ve deri altını çok ince bir iğne ile uyuşturursak hiçbir sakıncası olmaz, suyu da çok rahat alırız” diyordu. Sonunda bu görüşe Fissenger de katıldı. Ve lokal anestezi fikri benimsendi.

Bu tartışmaların sonunda Atatürk’e herkese kullanılan kalın iğne yerine daha ince bir iğneyle şırınga yapıldı ve karnından 10,5 litre kadar su alındı.

Çekilen su şişelere boşaltıldıkça Atatürk:

“Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?”diye soruyordu.

Operasyon sırasında Dr. İrdelp ve Dr. Belger de nabız ve tansiyonu kontrol altında tutuyorlardı.

Nihayet operasyon bitince Atatürk derin bir soluk aldı ve:

“Ohhh.. çok rahat ettim” dedi. “Şimdi bana bir sigarayla bir kahve verin.”

İşte sağlıklı döneminin bir eski âdetine göz kırpıyordu. Yaşam ile ölüm arasında bir dirhem mutluluk, bir küçük ağız tadı…

Sigara ve kahve getirildi. Ata, bu iki eski dosta, hasretle sarıldı, keyifle içti. Sonra kendisine yapılan iğneyi görmek istedi. Bunun üzerine Mim Kemal Öke, ponksiyon iğnesinden daha ince bir iğne gösterdi. İğneyi görünce:

“Aman, bu kazma anestezisiz nasıl batınlır? Birkaç defa anestezi yapılmadan bu yapılamaz. Fakat bir daha icap ederse rica ederim daha incesini seçelim” dedi.

Bu operasyondan sonraki bir iki gün Atatürk rahat etti ve geceleri sakin uyudu. Ama ardından ilk ağır koma geldi.

16 Ekim 1938 / “Aman dil… Aman dil…”

16 Ekim Pazar günü öğleden sonra Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak saraya geldiğinde tablo şöyleydi:

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):

“Hususî dairesine girdiğimde Prof. İrdelp ile Operatör Mim Kemal Öke koridorda birtakım ilaçlar hazırlamakla meşguldüler. Kendisi yatağının içinde oturmuş, şiddetli bir bulantı ile mütemadiyen öğürmekte, ağzından pek az miktarda sarı bir mayi çıkarmakta idi.”

Doktorlar kendisine bir enjeksiyon yapmakla beraber, küçük buz parçaları da yutturmaya başladılar. Biraz sonra öğürtü kesilmişti.

‘Beni kaldırınız’ dedi. Halbuki tam aksine ‘yatırınız’ demek istiyordu. Yatırdık. Ben, baş ucuna sokularak, ‘Buz iyi geldi mi efendim’ diye sordum; ‘Evet’ cevabını verdi ve akabinde kendisini kaybetti.

“Vücudunda bir takım asabî araz belirmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyor, mütemadiyen ve ‘aman’ kelimesini uzatarak, ‘aman dil, aman’ diye söylenip duruyordu. Acaba bu sözleriyle neyi kastediyordu? Dilinden bir sıkıntı çekiyordu da onu mu ifade etmek istiyordu; yoksa şuuru altındaki dil meselesinden mi bahsediyordu; bunu ne doktorlar, ne de biz bir türlü anlayamadık.”

Birkaç hafta önce Dil Bayramı kutlanmıştı ve Atatürk son yıllarını vakfettiği bu konuya yine yakın ilgi göstermiş, hatta bir geceyarısı Dolmabahçe Sarayı’nda kalmakta olan Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu üyesi Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut’u çağırtarak ona:

“Arkadaşlara söyle, dil çalışmalarını gevşetmesinler.” demişti.

İste o yüzden Atatürk’ün, “Aman dil… Aman dil…” diye sayıklaması yakın çevresinde bilinçaltındaki dil sorununa atfediliyordu. Bu sözcükler, koma süresince Atatürk’ün dilinden düşmedi. Nadiren gözlerini açıp kapatıyor, bu arada da sık sık “Dil efendim dil… Aman yarabbi… aman dil…” diye sayıklıyordu.

Durum ağırlaşınca hemen yetkililer alarma geçirildi. Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras bir konsültasyon yapılmasını önerdi. Hemen doktorları saraya çağrıldılar. Önce Dr. Neşet Ömer İrdelp, meslektaşlarına hastanın geceyi sıkıntılı ve uykusuz geçirdiğini, bazen hiddet ve şiddet gösterdiğini anlattı.

“Sabah yatağından defi hacet için oturağa indiğinde arkaya doğru yatak tarafına düştü. Lakin kendinde değildi. Günü çırpınmayla geçirdi. Birkaç kez kustu. Nihayet aksam 18.50’de tamamen kendinden geçti” dedi.

Atatürk yatağında bilinçsiz yatıyordu. Sürekli olarak sağ bacağını çekiyor, kollarını oynatıyor, başının konumunu değiştiriyordu. Gözleri açık, ama bakışları manasızdı. Dili kuru ve kırmızıydı. Karnındaki asit çoğalmış, karın damarları genişlemişti. Asit göğüs altına kadar çıkıyordu.Söylenen şeyleri yapamayacak durumdaydı.

Bu, tam bir koma haliydi.

Vaziyet ciddiydi.

17 Ekim 1938 / “Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi.”

Ertesi sabah da Atatürk komadan çıkamayınca hükümet, artık milleti Büyük Şef’in durumundan haberdar etmeyi kararlaştırdı ve ilk olarak 17 Ekim günü Anadolu Ajansı aracılığıyla su bildiri yayımlandı:

“Riyaseti Cumhur Umumî Kâtipliği’nden

1- Reisicumhur Atatürk’ün sıhhî vaziyeti hakkında müdavi tabipleri tarafından bugün verilen rapor ikinci maddededir.

2- Reisicumhur Atatürk’ün duçar olduğu karaciğer hastalığı normal seyrini takip ederken 16 birinci tesrin 1938 tarihine tesadüf eden pazar günü birdenbire aşağıdaki arazı göstermiştir:

a) Saat 14.30’dan 22.00’ye kadar gittikçe artarak devam eden umumî zaaf ile birlikte hazmî ve asabî araz. Bu saate kadar nabız, dakikada 116 ve teneffüs 22 ve hararet derecesi 36,5’idi.

b) Saat 22.00’den bu sabah saat 10.00’a kadar yukarıda ismi geçen araz kısmen hafiflemiş ve nabız dakikada 104 ve teneffüs 20 ve hararet derecesi 37 olmuştur.

c) Yapılan muayene ve müsavere neticesinde tespit ve tatbik edilen müdavattan sonra umumî ahvalde hafif bir salah görülmekle beraber vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir.

3- Müteakip sıhhî vaziyet raporları neşredilecektir.

Müdavi ve müşavir tabiplerin imzaları…”

Bu bildiriyle ülke ayağa kalktı. Endişe içinde radyo basına koşanlar, dinledikleri sözlerden durumun vahametini ve önderin ölüm anının gelip çattığını sezinlediler. Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi. Bütün Türkiye nefesini tutup, değerli hastanın iyiliği için çaresizce dua etmeye başladı. Herkes günü radyo basında yeni bir bildiri bekleyerek tüketti.

Beklenen yeni haber, akşam yayımlanan ikinci bildiriyle geldi:

“Riyaseti Cumhur Umumî Kâtipliği’nden Bugün, dün akşama nispetle daha iyi geçmiştir. Asabî arazlarda bir değişiklik yoktur. Nabız muntazam ve 116, teneffüs 20, hararet derecesi 37’dir.”

Atamızın son yüz günü

19 Ekim 1938 / “Ölüm, ondan korktu”

Herkes korkunç finali bekliyordu.

Ama korkulan olmadı. 4. gün Ata’nın durumunda nispî bir iyileşme gözlendi. 19 Ekim Çarşamba günü, yatmakta olduğu büyük karyola, çarşaflarıyla birlikte, küçük bir karyolayla değiştirildi. Aynı gün öğleden sonra kendisinden istenen bazı hareketleri yapabildiği görüldü. Dilini göstermesi istenince dilini gösterdi. Mucizeydi. Bir doktorunun deyişiyle “ölüm, ondan korktu.”

O aksam kamuoyuna su açıklama yapıldı: “Asabı arazlarda hafif, fakat aşikâr bir iyilik vardır. Umumî hal daha iyi; nabız muntazam…”

21 Ekim 1938 / “Ben kaç saat uyudum?”

Nihayet 21 ekim sabahı kız kardeşi Makbule Hanım başucunda Kuran okurken Atatürk, bir pencerenin rüzgârdan gürültüyle kapanması sonucu gözlerini açtı. Karsısında bassofracısı İbrahim Ergüven’i gördü:

“İbrahim sen burada mısın? Bu yatağı ne zaman değiştirdiniz?” diye sordu.

Odada bir sevinç dalgası gezindi. Ergüven, bazı durumlardan dolayı yatağı sık sık değiştirdiklerini söyledi. Bu değiştirme sırasında battaniyeyle taşınırken, yatağın üzerine çıkılması sonucu karyolanın kırıldığını ve bunun üzerine bu küçük karyolayla değiştirildiğini anlattı.

Atatürk bunları dinledikten sonra:

“Ben kaç saat uyudum? Saat kaç? Gazeteler geldi mi” diye sordu.

Doktoru Neşet Ömer Bey, bir gün kadar uyuduğunu söyledi. Bu da doktorlar arasında tartışma konusu olmuştu. Kimi doktorlar hastanın moralinin bozulmaması için yalan söylemeyi savunurlarken, kimileri de her ne olursa olsun işin aslının saklanmaması gerektiği görüşündeydiler. Sonunda “yalan”cılar baskın çıktı ve Atatürk’ten bir haftaya yakın zamandır komada olduğu gizlendi.

Bu konuşmalar sırasında koşup içeri giren Mim Kemal Öke’yi görünce Ata, kuşkulandı:

“Kemal Bey niçin burada? Burada mı yatıyor?” diye sordu.

“Vapuru kaçırmış da ondan” diye yanıtladılar.

Atatürk yeniden uykuya daldı. Akşam şu bildiri yayımlandı:

“Bugünü çok iyi geçirdiler. Umumî ahvaldeki iyilik devam etmektedir.”

22 Ekim 1938 / “Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu”

Ertesi sabah normal vaktinde ve hiçbir şey olmamış gibi uyandı. Yanına ilk giren, Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak oldu. Atatürk:

“Gel bakalım” dedi. “Biz gittik geldik. Bu doktorlar adeta insana can veriyorlar.”

Sonra da sorguya başladı:

“Bana ne oldu?” Önceden bu soruya karsı standart bir yanıt, daha doğrusu tek tip bir yalan hazırlanmıştı:”Biraz fazlaca ve derince uyudunuz efendim.”

“Ya bu karyola niye değiştirilmiş?”

“Temizlik yapmak lazımdı, aynı zamanda bir değişiklik olur diye de düşündük.”

Atatürk bu kısa ve kaçamak yanıtlardan neler olup bittiğini tahmin etmişti. Genel sekreterini bu sıkıntıdan kurtarmak için:

“Ne ise…” dedi, ” gerisini sormayacağım.”

Gerisini herkes gizledi, ama ”büyük sırrı”, küçük Ülkü ele verdi. Ata’nın yanına girince, bütün tembihlere rağmen gözyaşlarını koyuverdi. Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu.

29 Ekim 1938 / “Bayram ve Gözyaşı”

Nihayet 29 Ekim geldi. O gün Cumhuriyetin 15. yaş günüydü.

Ankara Hipodromu’ndaki törenler öncesinde Celal Bayar Ata’nın orduya mesajını okurken, O, sarayda kısılıp kaldığı yatağında Salih Bozok’a durup durup, “Ah Ankara… Ah Ankara’ya gidemedik…”diye yakınıyordu. Akşam olunca havaî fişekler gökyüzünü aydınlatmaya ve patırtıları duyulmaya başlandı. Atatürk bu gürültüyle uyandı ve zile basıp sofracı Kâmil’i çağırdı.

“Bu patırtılar nedir?” diye sordu.

Sofracı Kâmil, Atatürk’ü üzmemiş olmak için:

“Gök gürlüyor Paşam” diye yanıtladı.

Atatürk, yanıtın amacını ve saflığını anlayınca dudağının kenarıyla gülümsedi ve:

“Hadi, enayi…” dedi.

Yaverleri ilgililere telefon edip, havaî fişek gösterisinin durdurulmasını istediler. O sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. 29 Ekim törenlerinden dönen Kuleli Askerî Lisesi öğrencilerini taşıyan vapur Dolmabahçe önünden geçiyordu. Öğrenciler vapurdan,”Atamızı görmek istiyoruz” diye bağırdılar. Ardından da İstiklal Marşı’nı ve 10. Yıl Marşı’nı söylemeye basladılar. “Çıktık açık alınla/10 yılda her savaştan” dizeleri Dolmabahçe’nin hüzünlü duvarlarında çınladı.

Kılıç Ali, hemen pencereye koştu

Kılıç Ali (silah arkadaşı): “Atatürk’ün mütees ki ‘Varol… Yaşa…’ sesleri göklere çıkıyor, gençlerin bu coşkun tezahüratı etrafı çınlatıyordu. Geri çekildim. Kapının önündeki paravanın arkasından Atatürk’e baktım. Yatağında doğrulmuş, oturuyordu. Atatürk, gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Yanındakiler, son düşmanı ölümle savaşan bu kudretli adamın ilk kez o gün ağladığını gördüler.”

Atatürk'ün son zamanları

7 Kasım 1938 / “Son İsteği; Enginar”

İste son 3 güne girilmişti.

Hastalık, artık son aşamasındaydı.

Atatürk 29 Ekim’den 7 Kasım’a kadarki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık vaziyette geçirdi. Genellikle kendinde değildi. Uyku arasında bazı kelimeleri belli belirsiz tekrar ediyor, ayıldıkça da süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan menüsüyle karnını doyurmaya çalışıyordu.

O günlerde canı enginar yemeği istedi. Fakat o zaman İstanbul’da enginar bulunmadığından Hatay’a ısmarlandı. Enginarlar geldiğinde o ölüm döşeğinde, derin bir uykudaydı.

Yemek kısmet olmadı.

5 Kasım Cumartesi hafif kendine gelir gibi olunca başucundaki Makbule Hanım, Afet Hanım ve Sabiha Hanım, ince, kemikli elini son kez öperek onunla vedalaştılar.

Karnındaki su iyice artmış ve göğsüne ve kalbine baskı yapmaya baslamıştı. Bu yüzden boğulur gibi oluyor, zor nefes alıyor, ıstırabı, yüzünden okunuyordu.

Sonunda 7 Kasım Pazartesi sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye basladı. Tükürüğünde kan vardı. Hemen doktorlar geldiler. Atatürk, Nihat Reşat Belger’e:

“Doktor” dedi, “karnımdan bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın.”

Belger “Emri devletinizi yarın ifa ederim” diyecek oldu. Çünkü su çekme işlemi öncesi kalbi takviye edecek önlemler almak istiyordu. Üstelik ilk üç ponksiyonu yapan Mim Kemal Öke sarayda değildi. Ama Atatürk de dayanacak halde değildi:

“Emrediyorum, bunu bugün çekin” dedi.

Bu, onun son buyruğuydu ve odadaki doktorların hiçbiri bu emre direnemedi.

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):

“Çaresiz kalan doktorlar hazırlık yapmak üzere odadan çıktıktan sonra kaşlarını çattı. Hiddetli bir sesle:

‘Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur’ dedi. Sonra da karnını işaret ederek:

‘Bu, insuportable’dır (dayanılmaz)’ diye ekledi.”

7 Kasım günü saat 12.20’de üçüncü ponksiyon başladı. Bu kez operasyonu Mim Kemal Öke yerine Dr. Mehmet Kâmil Berk yapıyordu.

Dr. Nihat Reşat Belger (doktoru):

“Atatürk su çekme esnasında suyun hepsinin çekilmesini ısrarla emrediyordu. Bizlere ‘Kaç litre var? Sayın’ diyordu. Sayan bendim. Ve her yarım litreyi bir sayarak ’12 litre’ dedim. Hakikatte 6 litre su çekmiş bulunuyorduk.”

Bu operasyondan sonra Atatürk’ün ateşi hafif yükseldi. Fakat rahatlamıştı. Aksam 20.00’den geceyarısına kadar sakin uyudu. Geceyarısı uyandı.

8 Kasım’a girilirken, kendini bilmiyordu.

8 Kasım 1938 / “Son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi. Bu komadan bir daha çıkamayacaktı”

Atatürk’ün “Müsahade Defteri”nden 7 Kasım’ı 8 Kasım’a bağlayan gece:

“Geceyarısı etrafındakileri tanımıyor. Saat 02.10’da uyanıyor. Bay Rıdvan’ı çağırıyor, uyuyamadığından şikâyet ediyor:

“Hayret Monşer” diyor. Bir sigara istiyor, içiyor. Daha bu bitmeden ikinci bir sigara daha istiyor. Onun da yarısını içiyor.

Evvela:

“Beni gezdir” diyor, sonra:

“Beni sağ tarafıma yatır” diyor.

“Ört… ört…” diye emrediyor. Rıdvan çıkmak istiyor:

“Nereye gidiyorsun..? Off.. beni kaldır, belki bir şey olur” diyor. Yatırılıyor, uykuya dalıyor. 06.00’da uyanıyor. Süt veriliyor.

“Denizde bir motor sesi var. Bu nedir?” diye soruyor ve tekrar uyuyor.

07.40’ta:

“Rıdvan!” diye çağırıyor. Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lakin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor.

Ördek getiriliyor. O esnada:

“Beni kaldır” diye ısrar ediyor.

“Ördek var” deniyor.

“Off… off…” diyor, bir şey söylemek istiyor. Lakin kelimeleri bulamıyor.

Gözleri açık. Ama dalgın. Derece almıyor: 36,5 deniyor. Bir şey söylemiyor. 08.20’de Bay Rıdvan giriyor. Sütlü çay getiriyor, istemediğini anlatmak istiyor. Sözleri bulamıyor. Başka bir şey istiyor, adını bulamıyor. Birçok maddelerin ismi söyleniyor. Nihayet poriçte duruyor. Saat 10.00’da verileceği söyleniyor.”

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):

“O gün gıda olarak saat 06.00’da altı kaşık sütlü kahve, 08.30’da beş kaşık sütlü çay, 11.00’de bir miktar yulaf unundan poriç, 13.00’te altı kaşık süt, 15.10’da biraz çorba ve 17.15’te dört kaşık elma suyu almıştı. Saat 18.35’te telefonla fenalaştığını bildirdiler. Telasla hususî daireye koştum. Yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Kılıç Ali duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk yatağın ortasında oturmuş, iki elini yanlarına dayamış mütemadiyen öğürüyor ve:

‘Allah kahretsin’ diye söyleniyordu. Ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi pıhtılaşmış kan çıkarıyordu.

“Nöbetçi doktor Abravaya ile o sırada yetişen Prof. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; herhalde iyi göremiyordu ki bana sordu:

‘Saat kaç?’

‘07.00 efendim.’

Aynı suali bir iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükûnet bulunca yatağa yatırdık. Başucuna sokuldum:

‘Biraz rahat ettiniz, değil mi efendim’ diye sordum.

‘Evet…’ dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti:

‘Dilinizi çıkarır mısınız efendim?’

Dilini ancak yarısına kadar çıkardı. Dr. İrdelp tekrar seslendi:

‘Lütfen biraz daha uzatınız.’

Nafile. Artık söyleneni anlamıyordu. Dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dikkatle baktı ve:

‘Aleykümselam’ dedi.

Son sözü bu oldu.”

8 Kasım Salı aksamı saat 19.00’da, yani dördüncü ponksiyondan tam 30 saat sonra Atatürk son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi.

Bu komadan bir daha çıkamayacaktı.

9 Kasım 1938 / “Son 24 Saat”

9 Kasım çarşamba sabahı Atatürk’te adale kasılmalarıyla istenç dışı hareketler ve inlemeler görüldü. Bunun üzerine bromürlü lavman yapıldı. Bu hareketler azaldı. Bir ara sık sık öksürdü. Terledi.

Öğle üzeri saat 11.00’den sonra 3 dakika süreyle oksijen verildi. 13.10’da bu, tekrarlandı. Bayar ve Dr. Arar, saraya geldiklerinde karşılaştıkları manzara suydu:

Dr. Asım İsmail Arar (doktoru):

“Atatürk derin bir uyku içinde idi. Nefes alma ve kan deveranı faaliyetleri muntazamdı. Etrafındaki doktorlar son tıbbî vazifelerini yapmak için feragat ve gayretle çalışıyorlar ve her çareye başvuruyorlardı. Bu doktorlar, her iki saatte bir değişmek üzere ikişer ikişer nöbet bekliyorlar ve hastalığın seyrine ait müsahadeleri ve tatbik edilen tedbirleri ve ilaçları kayıt ederek vazifelerini kendilerinden sonra nöbete girecek olan arkadaşlarına terk ediyorlardı.

Hastanın halini görünce her şeyin bitmiş olduğuna kani oldum. Yalnız bütün hayatı bitmez tükenmez mücadeleler ve Türk vatanım kurtarmak için icabında katlandığı mahrumiyetler ve heyecanlar içinde geçen ve bir seneye yakın bir zamandan beri en ağır bir hastalığın pençesinde ıstırap çeken bu büyük adamın kalbi o kadar sükûn ve intizam içinde çalışıyordu ki, devam edip giden komaya rağmen artık önü alınması kabil olmayacak kötü akıbetin ne vakit gelip çatacağını tayin etmek mümkün olamıyordu.

Akşama doğru Atatürk yeni bir komaya girdi. Gözbebekleri ışığa cevap verse de tabandan artık refleks alınamıyordu. Nefes borusundan hırıltılar işitilmeye başlandı. Başucundaki doktorlar Müşahade Defteri’ne ‘Agoni’ diye not düştüler.”

“Agoni”, “can çekişme” demekti.

9 Kasım – Saat 20.00… Resmî tebliğ:

“Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumî ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir.”

Artık tıbbın yapabileceği bir şey kalmamıştı. Dr. Akil Muhtar Özden bu resmî tebliğin yayımlandığı saatlerde Atatürk’ün başucunda onun ölüm döşeğinin karakalem resmini çiziyordu.

9 Kasım – Saat 24.00… Resmî tebliğ:

“Saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumî ahval vahamete doğru seyretmektedir.”

Atatürk güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor, kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.

Atatürk'ün son günleri

10 Kasım 1938 Perşembe / “Bir Tarih Göçüyor”

9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece oldukça sıkıntılı geçti. Atatürk’e kısa aralıklarla oksijen verildi. Sabaha doğru boğazındaki hırıltılar azaldı.

Şafak doğarken sarayın dışında İstanbul, parlak ve güneşli bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İçeride ise, kutsal nöbettekilerin içindeki son umut ışıkları sönmek üzereydi.

Saat 08.00’de Dr. Mehmet Kâmil Berk ve Dr. Nihat Reşat Belger Atatürk’e glikozlu serum verdiler. O sırada yüzünün daha da solduğu ve birden gırtlağından “Hiii… hiii…”diye sesler çıkarmaya basladığı görüldü.

Saat 09.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya basladı.

Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu.

Dışarıda bütün bir ulus, endişe içinde radyo basında bekliyordu.

Savarona, son bir saygı duruşu için Dolmabahçe önüne demirlemişti.

İçeride saray tam bir sessizliğe gömülmüştü.

Odada başucunda Mehmet Kâmil Berk, bir elini karyolaya yaslamış, diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk’ün ağzına su vermeye çalışıyordu. Bu arada akan gözyaşları, ak bıyıklarını ıslatıyordu. Arada bir başını Operatör Mim Kemal Öke’nin omzuna dayayıp, hıçkırıyordu. Ayakucunda üzüntüsünden sapsarı kesilmiş bir çehreyle Prof.Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı taban reflekslerini kontrol ediyorlardı.

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütmadiyen:

“Aman yarabbi….” diye mırıldanıyordu.

Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da yatağın sol tarafında ayakta bekleşiyorlardı Uyuşmuş, donmuş gibiydiler.

Hizmetlilerden Mehmet Mete, Rıdvan Gurari ve Rıza Tığlı ile Binbir Hanım bir kenara büzüşmüşlerdi.

Kılıç Ali ellerini kavuşturmuş, son saygı duruşundaydı:

Kılıç Ali (silah arkadaşı):

“Hayatına kastedilmemesi için icabında canımızı fedaya azmetmiş olduğumuz büyük Atatürk gözümüzün önünde güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde tazimkârane bir vaziyet almış duruyor ve kimsenin elinden bir şey yapmak gelmiyordu. Aman yarabbi… Adeta dehşet içindeydik.

Bir ara Hasan Rıza dayanamadı, büyük bir teessür içinde bana:

‘Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor’ dedi.

Saat tam 9’u 5 geçiyordu.”

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri) :”Birdenbire gök mavisi gözleri açıldı ve sert bir hareketle başını sağa çevirdi. Ben de artık hıçkırıklarımı zapt edemedim. Diz çöktüm. Sağ elini ellerimin içine aldım. Öptüm ve yüzüme sürdüm.”

Soyak’ın ardından Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe de aynı eli öptü ve yorganın altına koydu. Bu arada Prof. Dr. Mim Kemal Öke Atatürk’ün açık gözlerini kapattı. Dr. Kâmil Berk de “G.M.K.” (Gazi Mustafa Kemal) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı.

Salih Bozok (yaveri) :

“Hekimler büyük ölünün odasından çıktıkları zaman yüzüm kim bilir nasıl korkunç bir hal almıştı ki operatörü Mim Kemal Bey telaşlanarak:’ Nereye gidiyorsun’ diye sormaya mecbur oldu. ‘Hiç’ dedim, ‘gidiyorum. îşim bitti artık. ‘Fakat Mim Kemal Bey bırakmadı. Kolumdan tutarak aşağı kadar indirdi. Kalbim, iki değirmen taşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa ancak bu kadar ezilirdi. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyor, ne de konuşulanları anlıyordum. Bir ara büsbütün kendimden geçmişim. Odadan deli gibi fırladım.’ Nereye?’ diye arkamdan koştular. ‘Şimdi geliyorum’ dedim. Bundan sonrasını hiç, ama hiç hatırlamıyorum.”

Atatürk’ün Yaveri Salih Bozok, şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. Az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar içeride onu kanlar içinde buldular. Tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla devrilmişti…

Mustafa Kemal'ler ölmez

O’nu özlem ve saygıyla anıyoruz!

Alıntıdır; kaynak.

Bu yazı Atatürk’ün son 100 günü ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-son-100-gunu/feed/ 0
Atatürk hakkında en çok merak edilenler http://ataturkicimizde.com/ataturk-hakkinda-en-cok-merak-edilenler/ http://ataturkicimizde.com/ataturk-hakkinda-en-cok-merak-edilenler/#respond Fri, 18 Jan 2019 13:02:54 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7507 Atatürk hakkında en çok merak edilenler Atatürk’ün doğum günü nedir? Ulu Önder’in 1881 yılında dünyaya geldiği kesin ise de hangi gün doğduğu zamanın imkanlarının sınırlı...

Bu yazı Atatürk hakkında en çok merak edilenler ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk hakkında en çok merak edilenler

Atatürk’ün doğum günü nedir?

Ulu Önder’in 1881 yılında dünyaya geldiği kesin ise de hangi gün doğduğu zamanın imkanlarının sınırlı olması ve eski takvim kullanımı nedeniyle kesin değildir. Annesi Zübeyde hanımefendinin beyanına göre yapılan hesaplamalar bize 4 Ocak tarihini göstermektedir. Lakin kendisi dahi bu günden ziyade 19 Mayıs tarihini kullanmakta ve ifade etmektedir.

Kaç kez meclis başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yapmıştır?

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk’ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

Ne kadar süreyle Başkomutanlık yetkisi kullanmıştır?

Atatürk’e ilk kez 5 Ağustos 1921 tarihinde olmak üzere, 5 Kasım 1921, 5 Şubat 1922 ve 5 Mayıs 1922 tarihlerinde üçer aylık sürelerle Başkomutanlık yetkisi TBMM’nce çıkarılan kanunlarla verilmiş, 20 Temmuz 1922 ise bu şeref 5 Ağustos 1922 tarihinden itibaren süresiz olarak kendisine atfedilmiştir.

Atatürk’ün yazdığı kitaplar hangileridir?

a)Takımın Muharebe Talimi b) Cumalı Ordugahı c) Taktik Tatbikat Gezisi-1 d) Bölüğün Muharebe Talimi e) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (Subay ve Komutan ile Konuşmalar) f) Birinci Tabiye Meselesinin halli g) Vatandaş için medeni bilgiler  h) Taktik meselesinin çözümü ve emirlerin yazılmasına ilişkin öğütler  ı) Talim ve terbiye-i Askeriyye hakkında nokta-i nazarlar  j) NUTUK  k)Geometri  k) Karlsbad Hatıraları.

Atatürk’ün özel kütüphanesinde kaç kitap vardır?

1973’te yayımlanan ATATÜRK’ün Özel Kütüphanesinin Kataloğu (Millî Kütüphane Yayını)’na göre ATATÜRK’ün oluşturduğu özel kitaplığındaki kitapların sayısı 4289’u, bibliyografik künye de 10.000’i bulmaktadır. Süreli yayınlar dışında bunların değişik bilim dallarındaki dağılımı da onun ne kadar geniş bir yelpazede bilgi edinmek ve böylece kendisini sürekli yenilemek istediğini göstermektedir. Bu kitaplar arasında “tarih” ve özellikle “Türk dünyası tarihi” konulu kitaplar ilk sırayı almaktadır. Katalogtaki bilgiler veri olarak alındığında, ATATÜRK’ün kütüphanesinde 194’ü işaretli, 9’u notlu ve 101’i işaretli-notlu olmak üzere, 304 işaretlenmiş kitap bulunmaktadır. Bu kitaplardan 192’si Fransızca, 91’i Türkçe, 9’u İngilizce ve 12’si Almanca başta olmak üzere diğer yabancı dillerde basılmıştır. ATATÜRK’ün özel kütüphanesinde dikkat çeken bir diğer husus da imzalı hediye kitapların varlığıdır. Kütüphanede her dilden, çoğu yazarı, çevirmeni ya da yayıncısı tarafından armağan edilen çok sayıda kitap bulunmaktadır.

Atatürk’ün Latife hanımla evliliği ve boşanma süreci nasıldır?

Zübeyde Hanım’ın 14 Ocak 1923’te ölümü üzerine İzmir’e giden Mustafa Kemal ile Latife Hanım 29 Ocak 1923’te Muammer Bey’in Göztepe’deki Uşakîzâde Köşkü’nde, sade bir nikâhla evlendiler. Çift yeni devletin başkenti Ankara’ya gelerek Çankaya’da ilk Cumhurbaşkanlığı köşkü olarak kullanılan Kuleli Köşk (günümüzde Atatürk Müzesi olarak kullanılan bugünkü adıyla Eski Köşk)’te yaşadı. Latife Hanım, çağdaş ve kültürlü karakteriyle pek çok yurt gezisinde Atatürk’e eşlik etti. 1925 yazında Doğu Anadolu gezisinde aralarında geçen tatsız bir tartışmadan sonra Latife Hanım ve Atatürk 5 Ağustos 1925 tarihinde boşandılar. Boşanma haberi, 12 Ağustos 1925 günü radyoda yayımlanan bir hükümet bildirisi ile halka duyuruldu.

Atatürk sanıldığı gibi dine mesafeli miydi?

Dinin inanç ve ibadet yani itikad ve amel yönleri düşünüldüğünde Atatürk’ün ibadetlerini sıkça yerine getiremediği açıkça görünür. Buna rağmen itikad ve özellikle iman bahsinde inancı ve tevekkülü tamdır. Ayrıca şahsi ve devlet imkânlarıyla Türk ve Müslüman olan Türk halkının dinini de vicdani hürriyetler içinde yaşamasını ve devletin modern hukuk çerçevesinde teşekkülünü görev bilmiş olan Atatürk Kur’an’ın İslam’ın tek kaynağı olduğu bilinciyle tefsir ve meal yazdırmış, öte yandan çokça sevdiği ve hürmet ettiği Hz. Muhammed (sav) sünnetinin halkın nezdindeki kıymetini bilen Atatürk, Buhari’nin hadislerini tercüme ettirmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığını teşkil ettirerek dinin doğru öğretilmesini, yobazlıkların engellenmesini hedeflemiştir. Ayrıca onarttığı ve inşa ettirdiği pek çok cami mevcuttur ve okuttuğu mevlitlerin sayısı bir hayli fazladır. İbadette anadilin kullanılması suretiyle Müslümanların ağzından çıkanları anlaması gerektiğini düşünen Atatürk ARapça’ya mahkum dine daima karşı olmuştur. Mektup ve demeçlerinde daima Allah adını ve Kur’an emirlerini ilke edinen Atatürk nihayetinde bir peygamber değil bir insandır ve kendisine has günah ve sevapları elbette vardır. Lakin bu O’nun dine yaptığı muazzam hizmetleri ve ezan seslerinin hür vaziyette okunabildiği hürriyet ve bağımsızlığı sağlaması ile elde ettiği (İnşallah) gayreti lekeleyemez. Bu cihetle ve özetle Atatürk dine karşı değil bilakis dine uygun ve doğru işler yapan bir imanlı kul ve mü’mindir.

Atatürk hangi ülkeleri ziyaret etmiştir?

Atatürk, askerlik mesleğine başladığı zamana kadar yaşadığı yerler ve askeri görevli olduğu zamanlarda tayinen gittiği yerler hariç yurt dışına çıkmamış, hiçbir devlet başkanını ülkesinde ziyaret etmemiştir. Onunla görüşmek isteyen tüm liderler ülkeye gelmiş, yurt dışı konferans ve anlaşma heyetlerine hep güvendiği dava arkadaşlarını göndermiştir.

Atatürk’ün çıkardığı gazeteler hangileridir?

Atatürk okumayı ve araştırmayı seven, bolca mektup ve makale yazan, bilgilerini paylaşmayı seven birisiydi. Atatürk idadi sonrasında daha Harp Okulu öğrencisiyken ilk gazetecilik tecrübesini yaşamış, adı dahi olmayan tek sahifelik gazetesi ile fikirlerini Harbiyeliler arasında paylaşma yoluna gitmiştir. Ancak asıl ve sıkça bilinen gazeteleri; Minber (1918), İrade-i Milliye (1919) ve Hakimiyet-i Milliye (1920) gazeteleridir.

Atatürk’ün etkilendiği şair ve yazarlar kimlerdir?

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün biyografisi ve özel kütüphanesi incelendiğinde en çok okuduğu ve etkilendiği 3 büyük Türk şairinin isimleri ile karşılaşıyoruz: “Osmanlılık” yerine “Türklüğü, Türkçülüğü” ve “Türklük duygusunu” dile getiren Türkçü şair Mehmet Emin Yurdakul; “vatan” ve “hürriyet” kavramlarını yeni kuşaklara aşılamış olan Namık Kemal ve baskıya karşı direnen, insanlığa yükselmeye yönelen ve “çağdaşlaşma”yı hedefleyen Tevfik Fikret. Ayrıca “Türkçülük” düşüncesini sistemli bir hâle getiren, İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde düşünce ve siyaset alanlarına önemli etkiler yapmış olan Ziya Gökalp’in Mustafa Kemal’in düşünce ve uygulamaları üzerinde derin etkileri olduğu bilinmektedir. Şehbender-Zade Filibeli Ahmet Hilmi beyin de din (özellikle laiklik) üzerine fikirlerinin Atatürk’ü etkilediği malumdur. Pek çok çağdaş yabancı yazarın da özellikle bağımsızlık fikriyle etkilediği Atatürk’ün kendisine rehber edindiğini ifade ettiği komutan ise Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’dır.

Atatürk’ün fiziksel özellikleri ve görünüşü nasıldı?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, heybetli bir yapıda, keskin bakışları olan bir insandı. Boyu yaklaşık olarak 1.70-1.80 civarındaydı. Özellikle kaşları çok sık ve gürdü Çekik kaşlı ve doğal olarak da sert bakışlı bir görünüşe sahipti. Saçları altın sarısı, gözleri ise deniz mavisi derinliğinde dudakları ince idi. Çenesi azim ve kuvvet ifade edecek şekilde ve alnı ise genişti. Elleri ince ve zarifti. Ayrıca omuzlarının geniş olması dikkat çeken en önemli özelliklerindendi.70-80 civarında bir Kiloya sahipti. Atlet vücutlu, zarif endamlı, keskin ve derin bakışlı, ciddî tavırlı. Hareketli, canlı ve çalâk, her hâliyle alımlı bir erkek güzeliydi. Zekâsı, kibarlığı, dürüstlüğü, hiç kimseden çekinmeden her şeyi herkesin yüzüne karşı söylemesi en büyük özellikleriydi.

Atatürk’ün büyük nutkunun özellikleri nelerdir?

Ulu Önder Atatürk, 15-20 Ekim 1927 günlerinde, TBMM toplantı salonunda, öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere, altı gün süre ile her gün iki toplantıda konuşmuş ve Nutuk’un tamamı 36 saat 31 dakikada okunmuştur. Büyük Nutuk’un olaylar bakımından kapsamı 19 Mayıs 1919 – 20 Ekim 1927 Dönemi içinde geçmiş olaylardır. Osmanlı’nın çöküşü ve cumhuriyetin doğuşu arası dönem sebep ve sonuçlarıyla anlatılmıştır. Hazırlanması bizzat Atatürk tarafından yaklaşık üç ay süren Nutuk’ta yazılanların tamamı gerçek ve belgelidir. İlk ağızdan Cumhuriyet’in tarihçesi durumundaki Nutuk ile Türkiye Cumhuriyeti gençliğe emanet edilmiştir.

Kurtuluş Savaşımız sadece Milli bir dava mıdır?

Türk İstiklal Harbi ve devamında Türk İnkılapları sadece milli bir şahlanma değildir. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 senesinde İsmet İnönü’ye yazdığı mektuptan da anlaşılacağı üzere bu mücadele ve aydınlanma, kaderin Türk halkına ve Atatürk’e dava arkadaşlarıyla birlikte yüklediği büyük bir mesuliyettir. Ulusumuzun bu örnek olma hali bugünde gelişmiş ülkeler dahil tüm cihan milletlerinde ve özellikle Türki Cumhuriyetler ile gelişmekte olan ülkelerde sıkça görülmektedir. Çünkü insana değer veren ve barışı esas alan Atatürkçülük tüm dünyanın sevgi ve huzur içinde emniyetle yaşaması için denenmiş ve başarıya ulaşmış bir medeni usuldür.

Atatürk’ün hayalleri neydi?

Ülkesini karanlıklardan aydınlığa çıkarma ülküsü dışında Atatürk’ün en büyük iki hayali turist olarak Balkan devletleri gezisine çıkmak ve (Cumhurbaşkanı iken latife olarak söylediği sözlerden yola çıkarak denilebilir ki) Ormanlar kenti yapmak istediği ve çokça sevdiği İstanbul belediye başkanı olmaktı.

Atatürk’ün son isteği neydi?

Atatürk’ün son isteği enginar yemekti. Lakin mevsim itibarıyla İstanbul’da bulunmayan enginar için Hatay’a sipariş verildi. Maalesef Ulu Önder getirilen enginarı yiyemeden hayata gözlerini yumdu.

Atatürk işgal orduları gemilerine ‘Geldikleri gibi giderler’ sözünü ne zaman söylemiştir?

Mustafa Kemal 10/11 Kasım 1920 gecesi Adana’dan İstanbul’a yola çıkar ve 13 Kasım’da Haydarpaşa’ya varır. Savaş’ı kazanan devletlerin Filosu Haydarpaşa’nın önünden geçmektedir. Düşman filosunun yolunu Çanakkale’de kesmiş olan muzaffer komutan üzüntü içindedir. Askeri bir köhne motorla dev savaş gemilerinin arasından karşıya geçmekte olan Atatürk’ün dudaklarından yaveri Cevat Abbas (Gürer) Bey’e “Geldikleri gibi giderler” sözleri dökülür.

Karadeniz gemisinin görevleri nelerdi?

Karadeniz Vapuru Projesi, Cumhuriyet’in ilanından 3 yıl sonra Atatürk’ün önerisiyle hayata geçirildi. Türkiye’yi tanıtan çeşitli etkinlik ve ürünlerin sergilendiği gemi, 12 Haziran 1926 tarihinde İstanbul’dan demir aldıktan sonra 12 ülkede 16 şehri ziyaret etti. Karadeniz Gemisi, 86 günde 10 bin mil yol kat ettikten sonra 5 Eylül 1926 tarihinde İstanbul’a döndü. Geminin görevi Osmanlı köhneliğinden, modern Cumhuriyet Türkiye’sine geçişi yerinde cihan devletlerine göstermek, Türk tarih ve kültürünü tanıtmak, sanat ve sosyal alanlarda Türkiye Devleti’nin ne denli çok değiştiğini ispat ederek, imajlardaki Türk anlayışını olumlu yönde değiştirmekti.

Atatürk çiçeğinin ismi nereden gelmektedir?

Sanılanın aksine bu isim bizlerce veya Atatürk tarafından verilmemiştir. Bu nadide çiçeğin iki isim babasından birisi olan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden Doktor Kirk Landın laboratuvarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni bir çiçek elde etmiştir. Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran ama Tarsus Kolejinde ATATÜRK’le tanışmış, ondaki tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe ATATÜRK isminin verilmesini önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve ATATÜRK’ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir.

Atatürk yatı Savarona’da ne kadar kalabilmiştir?

Savarona bugüne kadar inşa edilen kraliyete ait olmayan en büyük yattır. Toplam uzunluğu 136 metre, direği 16 metre, iskeleti 6.1 metre ve en yüksek hızı 18 deniz mili, gezinti hızı ise 16 deniz milidir. Ana süitin yanı sıra 17 lüks süitin alanı ortalama 50 metre karedir. 1938 yılında Savarona Türk Hükümeti tarafından satın alındı ve 1 Haziran 1938’de İstanbul’a getirildi. Atatürk aynı gün sağlık sebepleriyle ve doktor tavsiyesi ile Dolmabahçe önünde demirleyen bu yata geçti ve bu tarihten 25 Temmuz 1938 gününe kadar (Toplam 56 gün) yatta kaldı. Arkadaşlarıyla burada toplantılar ve geziler yaptı. Bu tarihte rahatsızlığı arttığı için yattan tekrar Dolmabahçe sarayına geçti. Vefatına kadar da bir daha yatına geçemedi.

Atatürk’ün yurt içinde yapılan ilk anıtı hangisidir?

3 Ekim 1926 tarihli İstanbul Sarayburnu Atatürk Anıtıdır. 1883 yılında doğan ve 1945 yılında yaşamını yitiren Heinrich Krippel Türkiye’de gerçekleştirdiği anıt heykeller ile tanınıyor. I. Dünya Savaşı’na topçu subayı olarak katılan ve 1925 yılında Atatürk anıtları yaptırılmak amacı ile Türk Hükümeti’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Krippel, 1938’e kadar 13 yıl Türkiye’de kalarak Atatürk heykelleri gerçekleştirdi. Atatürk sanatçıyı köşkte misafir ederek hazırlayacağı tüm heykeller için kendisine poz vermişti. Krippel bu heykel ve anıtların ön çalışmaları ve taslaklarını Türkiye’de hazırladı. Bu taslaklardan tasarlanarak hazırlanan heykel kalıpları sanatçının Viyana’daki atölyesinde üretildi ve Viyana Birleşik Maden işletmelerinde bronza döküldü. Bu heykeller daha sonra parçalar halinde Türkiye’ye getirildi ve yerlerinde monte edildi. Sarayburnu Atatürk Anıtı 3 Ekim 1926, Konya Atatürk Anıtı 29 Ekim 1926, Ankara Zafer Anıtı 24 Kasım 1927, Samsun’daki Onur Anıtı 15 Ocak 1931, Afyonkarahisar’daki ünlü Büyük Utku Anıtı 24 Mart 1936, Ankara Sümerbank içindeki Oturan Atatürk Anıtı 1938, sanatçının bilinen ünlü eserleridir.

Dünyada Atatürk heykellerinin bulunduğu ülkeler hangileridir?

Ata’mızın büstlerinin bulunduğu ülkeler; Amsterdam Hollanda, Wellington Yeni Zelanda, Be’er Sheva ve Yehud İsrail, Karlsbad Çekya, Lima Peru, Havana Küba, Sidney, Albany ve Canberra Avustralya, Wakayama ve Kuşimoto Japonya, Budapeşte Macaristan, Bükreş Romanya, Üsküp Makedonya, Bakü Azarbeycan, Washington ve New Jersey ABD, Caracas Venezuela, Aşkabat Türkmenistan, Astana Kazakistan, Bişkek Kırgızistan, Santiago Şili, Mexico City Meksikadır. Ayrıca sayısız cadde, park ve alana da ismi verilmiştir. Resimleri için bakınız. 

Bu yazı Atatürk hakkında en çok merak edilenler ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturk-hakkinda-en-cok-merak-edilenler/feed/ 0
Atatürk’ün Urla ziyaretleri http://ataturkicimizde.com/ataturkun-urla-ziyaretleri/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-urla-ziyaretleri/#respond Fri, 18 Jan 2019 11:05:44 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7503 Atatürk’ün Urla ziyaretleri Atatürk, Urla’yı yedi kez ziyaret etmiştir. 2000 yılında Urla Çok Programlı Lisesi Tarih öğretmenlerinden Sayın Murat Kılınç; Türk Tarih Kurumu Başkanlığı ile...

Bu yazı Atatürk’ün Urla ziyaretleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün Urla ziyaretleri

Atatürk, Urla’yı yedi kez ziyaret etmiştir.

2000 yılında Urla Çok Programlı Lisesi Tarih öğretmenlerinden Sayın Murat Kılınç; Türk Tarih Kurumu Başkanlığı ile giriştiği araştırmasının sonucunda, Atatürk’ün, 15 Haziran 1926 tarihinde Ankara’dan İzmir’e hareket ettiğini ve bu ziyaretlerinin 9 Temmuz 1926’da Ankara’ya dönüşleri ile son bulduğu, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kesinlikle ortaya çıkarmıştır. Yine Sayın Kılınç’ın çalışmaları sonrasında Atatürk’ümüzün 30 Haziran 1926 tarihinde Çeşme’ye gitmek üzere İzmir’den yola koyulduğunu ve aynı gün Urla’yı ziyaret ettikten sonra Çeşme’ye yol aldığı belirlenmiştir.

Birinci ziyaretleri:  Şubat 1905

Mustafa Kemal Bey 1905 yılında Kurmay Yüzbaşı rütbesi ile okuldan mezun olmuştur. Ancak, yakın arkadaşları ile beraber haklarında açılan bir soruşturma, O’nun hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Yasak kitaplar okumak ve gizli toplantılar yapmak suçuyla tutulduğu zindandan, bu önemli suçlara bir ceza olması ve bir daha başkente kolay kolay dönmemesi için o zamanlar Şam’da bulunan Beşinci Ordu’ya tayini çıkarılmıştır.

27 Ocak 1923 tarihinde annesinin mezarı başında yaptığı konuşmalarında ve 11 Ekim 1925 tarihinde İzmir Belediyesi balkonundan halka yapmış olduğu konuşmalarında bu ziyaretinden şu şekilde bahsetmektedir:

‘Benim İzmir’i ilk gördüğüm gün, okuldan çıkarak sürgün yerime gittiğim gündür. Bu güzel memlekette, sürgüne giderken birkaç saat geçirmiştim.’

Atatürk’ün kendi aktardıkları doğrultusunda, İzmir’e ilk kez 1905 yılı Şubat ayı başlarında geldiği öğrenilmektedir. Yine bilgilerimiz doğrultusunda bu ziyaretlerinde Avusturya bandırasındaki bir vapur ile İstanbul’dan hareket ettiklerini, yolculuk güzergâhlarında İzmir’e uğrayarak buradan Beyrut’ta ulaştıklarını öğrenmekteyiz. Malum olduğu üzere o tarihlerde gemi ile yapılan tüm yolculuklarda İzmir Limanı’ndan sonra Urla Karantinası’na uğranılması bir zorunluluktu. Bugünkü bilgilerimiz doğrultusunda Atatürk’ün de bu ilk ziyaretlerinde Urla Karantinası’na uğrayıp uğramadıklarını bilmiyoruz. Ancak gemi ile yaptığı bu ilk ziyaretinde İzmir Körfezi’nden çıkarken Urla adalarını ve Urla’yı denizden ziyaret etmiş olduklarını biliyoruz.

İkinci ziyaretleri:  Eylül 1907

Atatürk sürgün olarak tayin olduğu Şam’daki görevine 16 Eylül 1907 tarihine kadar devam etmiştir. Bu tarihte Selanik’e tayin olmuştur. Yolculuk yaptığı vapurda iken tayini Manastır’a çıkan Mustafa Kemal, ikinci kez İzmir’e uğramıştır.

Kendisi İzmir’e bu ikinci gelişlerine, 27 Ocak 1923 gününün akşamı İzmir Hükümet Konağı’nda onuruna verilen akşam yemeğindeki konuşmalarında şu şekilde değinmektedir:

‘İzmir’e birinci ve ikinci gelişlerim çok kaygılı ve sıkıntılı günlerde olmuştur. Bunlar sürgüne giderken ve gelirken uğrayışlarım olmuştur.”

Atatürk’ün bu ikinci ziyareti de yine bir deniz yolculuğu ile gerçekleşmiş olduğundan Urla Tahaffuzhanesi’ne uğrayıp uğramadığını bilemiyoruz. Ancak ilk ziyaretlerinde olduğu gibi; Urla’yı denizden ziyaret etmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Üçüncü ziyaretleri:  17 Ekim 1911

Bilindiği üzere Mustafa Kemal Bey, İtalyanların Derne ve Tobruk’a yapmış oldukları çıkarma sonrasında kendiliğinden harekete geçerek buradaki yerli halkı işgale karşı örgütlemek maksadıyla bu topraklara hareket etmiştir. Gizli mahiyetli bu seyahatine İstanbul’da başladığında kendisini Tanin Gazetesi muhabirlerinden ‘Şerif’ adı ile gizlemiştir. Bu yolculuğu sırasında Urla’ya da uğramış olduğunu arkadaşı Fuat Bulca’ya yazmış olduğu bir mektubundan öğrenmekteyiz.

Urla Karantinası’nda, içinde bulunduğu Rus vapurundan Selanik’te bulunan Fuat Bulca’ya yazdığı bu mektupta, “Vatanı Kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan ziyade gayret ve fedakârlık zorunludur” ifadesini kullanmaktadır.

Aslında bu mektubun diğer bir önemi de Atatürk’ün diğer iki ziyaretinde de Urla Karantinası’na uğramış olabilecekleri ihtimalini güçlendirmesidir. Zira yukarıda belirttiğimiz gibi o tarihlerde İzmir Limanı’ndan girip çıkan gemilerin karantinaya uğraması bir zorunluluk gereğiydi. Atatürk’ün ne kadar süre ile karantina tesislerinde kalmış olduğunu ise bilmiyoruz.

Dördüncü Ziyaretleri:  9 Eylül 1913

Atatürk’ün Trablusgarp dönüşü Çanakkale Bolayır Ordusu Kurmay Başkanlığı’na atandığını biliyoruz. İşte bu tayinleri sırasında da yine İzmir’e uğradıklarını o tarihlerde İzmir’de çıkan Anadolu Gazetesi’nden öğreniyoruz.

Anadolu Gazetesi’nin 9 Eylül 1913 tarihli sayısında çıkan, “Mustafa Kemal Bey” başlıklı yazıda şöyle

“Bingazi muharebatı esnasında Derne ve Tobruk kumandanlığı vazifesini kemal-i muvaffakiyet ve celadetle ifa edip bilahare Bolayır Ordusu Erkân-ı Harbiye riyasetine tayin buyrulup harekât-ı ahirede (Edirne’nin geri alınması) fevkalade ibraz-î faaliyet eyleyen erkân-ı harb binbaşısı Mustafa Kemal Bey’in bera-yı tedbil’i hava şehrimizi teşrif eyledikleri istihbar olunmuştur. Gazetemiz bu muhterem askere beyanı hoşamedi eylemeği vicdanı bir vazife, telakki eyleriz.”

Anadolu Gazetesi’ndeki bu haber Mustafa Kemal’in milli mücadeleden önce dördüncü kez İzmir’e geldiğini göstermektedir. Ancak bu ziyaret ile ilgili başka kaynaklarda bir bilgiye ulaşılmamıştır. Atatürk’ün kendisi de bu ziyaretinden bahsetmemiştir. Muhtemelen kısa süreli bu uğrayışı kendilerinde bir hatıra bırakmamış olabileceğinden belirtmek ihtiyacı duymamış olabilirler. Ancak Anadolu gazetesinin haberini doğru kabul edersek; bu ziyaretlerinde de Atatürk’ün Urla’yı denizden ziyaret etmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Beşinci ziyaretleri : Ocak- Şubat 1924

Yaptığımız araştırmalarda Atatürk’ün 1 Ocak- 22 Şubat 1924 tarihleri arasında İzmir’i ziyaret etmiş olduklarını öğrendik. Nutuk’un II. Cildi sayfa 845’de Atatürk bu ziyareti hakkında şu şekilde bir bilgi vermektedir:

‘1924 yılı başında, büyük çapta bir ordu harp oyunu yapmak kararlaştırılmıştı. Bu harp oyunu İzmir’de yapılacaktı. Bu münasebetle, 1924 yılı Ocak ayı başında İzmir’e gittim. Orada iki ay kaldım.’

Bu bilgiler ışığında öncelikle Atatürk’ün seyahatin 1924 yılı 1 Ocak-22 Şubat arasında yapılmış olduğu netlik kazanmaktadır. Atatürk’ün İzmir’i ziyareti için asıl neden olarak göstermiş olduğu harp oyunları 15 Şubat ile 22 Şubat arasında devam etmiştir.

Atatürk’ün bu ziyaretleri ile alakalı olarak şimdiye kadar yaptığımız kaynak araştırmalarında net bir sonuca ulaşmak mümkün olamamıştır. Ancak; özel arşivimizde bulunan ve Deniz Kıdemli Albay Kâfi TAŞEL tarafından derlenmiş Uzunada tarihçesine ilişkin notlarda, 24 Haziran 1924 tarihinde Atatürk’ün önce Foça’daki sahil toplarını, bilahare bir deniz vasıtası ile Uzunada’ya gelerek adadaki topçu bataryalarını denetlediği belirtilmektedir. Sayın Taşel bu bilgilerini ise Ege Gazetesi-1998 tarihli nüshasına atfetmektedir. Atatürk’ün askeri amaçlarla bu tarih aralığında Uzunada’yı ziyaret etmiş olması mümkün görünmektedir.

İzmir’deki en uzun kalmış olduğu bu dönem bilindiği gibi genç Türkiye Cumhuriyeti’nin de henüz ilk aylarına rastlamaktadır. Özellikle 3 Mart 1924 Tarihinde gerçekleştirilen Halifelik, Şeriye ile Evkaf ve Erkân-ı Harbiye vekâletlerinin kaldırılması, öğretimin birleştirilerek tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi rejimin kökten değiştirdiği devrimlerin, İzmir ziyareti sonrasında yapılmış olması da İzmir ziyaretinin önemini bir kat daha artırmaktadır.

Altıncı ziyaretleri:  Atatürk Urla’da 30 Haziran 1926/Çarşamba

Atatürk Urla’yı ve yakın çevresini gördüğü ilk beş ziyareti sonrasında 30 Haziran 1926 günü Çeşme’ye gitmek üzere İzmir’den hareket ederek, Urla’ya uğramış, buradan da asıl maksadı olan Çeşme’ye yolcu edilmiştir. Günümüzde Atatürk’ün Urla ile özdeşleşen ziyareti olarak bu ziyaret anılmaktadır. Esasen kaynaklarca da en çok tanınan ziyareti de bu olmuştur.

Atatürk’ün Urla’yı ve Çeşmeyi ziyaret etmiş olduğu bu günler, oldukça önemli gelişmelerin yaşanmış olduğu dönemlere rastlamaktadır. Bilindiği üzere Atatürk 7 Mayıs 1926 günü Ankara Garı’ndan hareketle bir yurt gezisine çıkmış bulunuyordu. 14 Haziran günü Balıkesir’de bulunduğu sırada İzmir Valisi Kazım Dirik tarafından kendilerine İzmir’de bir suikast teşebbüsünün açığa çıkarılmış olduğu bildirilerek İzmir’e gelmemesi istenmekteydi. Ancak, Atatürk beraberindekiler ile 16 Haziran günü İzmir’e gelmişti. İzmir’e geldiği gün kendisinin isteği ile suikast girişimi kamuoyuna duyurulmuştu. 18 Haziran 1926’da ise Anadolu Ajansı aracılığı ile ünlü beyanını şu şekilde noktalıyordu:

 “Benim naciz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar (sağlam, sürekli) kalacaktır ve Türk Milleti emniyet ve şaadetini (sevinçliliğini) zamin (kefil olunan) prensiplerle medeniyet yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir.”

Bu beyanname sonrasında yurtta geniş tepkiler meydana geldi. Düzenlenen mitinglerle suikastçılar lanetleniyor ve cezalandırılmaları halk tarafından talep ediliyordu.

Suikast girişiminin ortaya çıkması ile beraber 20 Haziran günü Başbakan İsmet Paşa İzmir’e gelmişti. 29 Haziran günü de Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa İzmir’e geldiler. 30 Haziran günü, İzmirlilerin kendisine armağan etmiş olduğu, Naim Palas’tan (şimdiki Atatürk Müzesi) Başbakan İsmet İnönü ile İzmir Valisi Kazım Dirik ve beraberindeki heyetle Çeşme’ye doğru yola koyuldular.

Atatürk ve beraberindekiler Urla’ya geldiler. Atatürk’ün Urla’ya geldiğinde henüz beş yaşında olan Urla’nın yetiştirdiği ünlü yazarımız Necati Cumalı bu mutlu günü şu şekilde anlatmaktadır:

 “Sonunda o gün geldi.” (Demek ki ziyaret daha önce Urla ve Çeşme’ye duyurulmuş ve seyahat planı yapılmıştı)

 “Bayraklarla donatıldı evler; pencereler. 1926 yılıydı. Beş yaşındaydım. Urla’nın o uzun, ılık güz aylarında mıydı, yoksa erken gelen baharında mı, hatırlamıyorum, sadece açık güneşli bir gün var belleğimde…” (Elimizdeki belge ve bilgilere göre ziyaretin 30 Haziran 1926 tarihinde gerçekleştirildiğini net olarak biliyoruz)

‘… Küçücük adımlarla Cumhuriyet Alanı’na ulaştım. Kadın, erkek Urlalılar sarmıştı alanın dört bir yanını. Alanın İzmir girişine karşı kaldırımda dizilenlerin ayakları arasına karıştım. Boyumun ancak dizlerini bulduğu adamların bakışları, İzmir girişine dikilmişti.’ (Hatırlanacağı gibi o tarihlerde İzmir girişi günümüzde Kemal Paşa Caddesi, eski Urlalıların Balalaki diye andıkları yol güzergâhıydı)

‘Derken alkış, yaşalar, gözyaşları arasında Gazi göründü. Nasıl olduysa, koptum başımın üstünde dikilen o dağ gibi adamların ayakları arasından. Alanı koşa koşa geçtim. Kollarımı açarak Atatürk’e doğru atıldım. Mustafa Kemal Paşa halkı selamlarken göğsü üstünde şapkasını tuttuğu eliyle durdurdu korumalarını, (Bırakın) dedi. Adımı, kimin oğlu olduğumu sordu. Şivem bozuktu. Rumeli şivesiydi. Karşılıklarımı dinlerken gülümsedi. Saçımı okşadı. Babamı tanıyıp tanımadıklarını sordu; kendisini karşılayan Urlalılara. Tanıdılar. Evime götürmelerini buyurdu. Eve dönerken Bekir Ağabey gurur duyuyordu beni kucağında taşımakla. Atatürk’ü Urla’nın girişinde karşılayan çocuk bendim.”

1958 yılında Urla Belediye Başkanlığı da yapan değerli ağabeyimiz, Besim Uyal ise Atatürk’ün Urla’yı ziyaretleri ile ilgili o günü görenlerden dinlediklerini Urla ve Nostalji isimli eserinde aktarmaktadır.

‘O günlerin usta bir aşçısı olan Uşaklı Recep Usta ziyafet için görevlendirilmişti. Recep Usta mahfelin salonunda masaları birleştirerek büyük bir ziyafet masası hazırlamış… Ziyafet esnasında belediye başkanı olan Atıf Bey (İnan) bir konuşma yapmış ve Türk milletinin Atatürk’e olan sevgisini dile getirmiş. Atatürk bu konuşmadan çok etkilenerek, ‘Urlalılar, siz hepiniz belediye başkanı olabilirsiniz, bu genç adamı Ankara’ya gönderin’ demiş.’

Urla Cumhuriyet meydanı’nda karşılanan Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ziyaret programı ile ilgili daha detaylı bilgilere bugün için sahip değiliz. Ancak kayıt altına alınmış bu iki anlatımdan anlaşıldığı kadarıyla Atatürk’ün Urla ziyareti programı şu şekilde gerçekleşmiştir:

30 Haziran 1926 günü Atatürk, Naim Palas’tan Çeşme’ye gitmek üzere hareket etmiştir. 1923 yılı vilayet istatistiğinde kazaların vilayet merkezlerine olan uzaklıklarının anlatıldığı bir bölüm bulunmaktadır. Bu istatistiğe göre Urla Kazası’nın merkezi, vasıtalar ile vilayet merkezine yedi saat uzaklıkta bulunmaktadır. Atatürk’ün İzmir’den hareket saatini bugünkü bilgilerimiz ile tam olarak bilemiyoruz. Ancak bir akıl yürüterek tahminen sabah sekiz-dokuz dolaylarında yola koyulmuş olduklarını düşünürsek, akşamüzeri saat üç- dört sularında Urla’da olduklarını söyleyebiliriz.

Atatürk Urlalılar tarafından Urla- İzmir yolu başında karşılanmış, yolun sağ ve soluna biriken Urlalıların coşkun sevgi gösterileri altında Urla Cumhuriyet Meydanı’na gelmiştir. Muhtemelen burada halkı selamladıktan sonra Atatürk’ün tüm ziyaretlerinde âdeti olduğu gibi, halkevi ve belediye ziyareti yapılmış, ardından mahfelde konaklanılmış ve Çeşme’ye hareket etmek üzere yola koyulmuş olmalıdır. Ayrıca kendisi halkevinde hazır bulunan Urlalılara da bir söylevde bulunmuştur. Burada yapmış olduğu konuşmanın bir bölümü kaynaklarca aktarılmıştır:

Atatürk’ün Urla Nutku

Şerefine verilen çayda Urla’lılara hitaben söylemiştir;

 “İnkılâp dâhilen ve haricen pek çok şeylere muvaffak olmuştur, fakat daha vazifemiz bitmemiştir. Gençliğin pek çok çalışması lazımdır. Bu noktaya nazarı ehemmiyetinizi celp ederim.”

Yedinci ziyaretleri:  Atatürk Urla’da 8 Temmuz 1926/ Perşembe

30 Haziran ile 8 Temmuz arasında Çeşme’de kalan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 8 Temmuz 1926 Perşembe günü İzmir’e dönmek üzere Çeşme’den ayrılmıştır. Bu dönüş yolculuğunda da yine yol güzergâhında bulunan Urla’ya da uğramışlardır.

8 Temmuz gecesini İzmir’de Naim Palas’ta geçiren Gazi, 9 Temmuz 1926 Cuma günü yanında Başbakan İsmet İnönü ve Prag Büyükelçisi Vasıf Bey olduğu halde özel trenle Ankara’ya hareket etmiştir.

Kaynak: Urla Belediyesi resmi sitesi

Bu yazı Atatürk’ün Urla ziyaretleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-urla-ziyaretleri/feed/ 0
Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu http://ataturkicimizde.com/ataturkun-kutuphanecisi-nuri-ulusu/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-kutuphanecisi-nuri-ulusu/#respond Fri, 18 Jan 2019 07:54:26 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7497 Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu Nuri Ulusu’nun hatıralarından; “Atatürk’ün kütüphanesi, Çankaya’da eski köşkünün içinde, köşe bir odadaydı. Bir kısmı camlı, bir kısmı da kapalı dolaplarla kaplıydı....

Bu yazı Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu

Nuri Ulusu’nun hatıralarından;

“Atatürk’ün kütüphanesi, Çankaya’da eski köşkünün içinde, köşe bir odadaydı. Bir kısmı camlı, bir kısmı da kapalı dolaplarla kaplıydı. Her konuda, yani Askeri, tarihi, edebi, hukuk kitapları, ama en çok tarihi kitap bulunurdu.

Benim çalışmaya başladığımın ikinci yıllarıydı, tahminen 1929 gibi, Fransızca kitaplara çok merak salmıştı. Fransa’dan özel olarak getirilen bu kitapların hemen hemen çoğu tarihle ilgili kitaplardı. Bu kitaplar öylesine çok geliyordu ki adeta kütüphanede yer kalmamaya başlamıştı. Bir gün içeri girdi ve benim kitaplara yer bulmam için yaptığım adeta boğuşmayı görünce “Nuri, oğlum ne bu telaş, kitaplar içinde kaybolmuşsun” deyince ben de “Paşam koyacak yer zor buluyorum, siz istediğiniz zaman zorlanmaktan korktuğum için tasnif için çalışıyorum ama zor oluyor. Acaba ilave bir kitaplık yapılması mümkün olur mu?” deyince şöyle bir durdu, düşündü, sonra “Sen şimdi kahvemi söyle de bir düşünelim” dedi. Hemen kahvesini söyledim kaldığı yerden kitabını okumaya başladı, kahvesini içti, okudu, okudu.

Akşama doğru yerinden kalktı ve bana doğru, “Nuri, oğlum sen doğru düşündün, şu bitişik kule odasına ilave bir kütüphane yapalım, sen de şöyle rahat rahat çalış bakalım” deyince, sevinçten adeta uçacaktım. “Sağ olun Paşam, hakikaten çok faydalı olacak” demem üzerine, “Ama burası gibi içimi sıkıcı koyu renklerde olmasın, açık zevkli ve geniş çalışma alanlı olsun, rahatça kitabımı hatta haritalarımı açabileyim. Hemen gerekli talimatımı ilet başlasınlar, sen de her gün başlarında ol, yanlış bir şey yapmasınlar, tamam mı? ‘Hadi yallah’ diye talimatını verdi.

Kütüphaneden koşarcasına çıktım, sofra şefimiz İbrahim’e ilk müjdeyi verdim. O da çok memnun oldu ‘Aferin be Nuri, iyi iş becerdin’ diye tebrik etti. Hemen gerekli çalışmalar başladı. Mimarlar gerekli çizimleri yaptılar, ben de Atamın istediği özellikleri tek tek not ettirdim. Sonunda güzel bir dekorasyon planını kendisine sundular. Koyu renk istemediği için ahşaplar meşe ağacından siyah ve beyaz boyamalı kaplamalı olarak tensip olmuştu. Atatürk renkleri de kendi seçmişti. Ferah olmasını istedi. Ayrıca bazı zamanlar haritaları açarak uzun uzun harita üzerinde çalışmalarda yaptığı için bir de masa yaptırmıştı.

Bu yeni kütüphane ve çalışma ortamı Paşamı ve beni de rahatlatmıştı. Bu yeni bölüme yeni kitaplarımızı taşımıştık. Eskileri eski kütüphanede bıraktık.

Bilahare yeni Pembe Köşk yapılırken Atatürk yine kütüphanemiz ve çalışma mekânı için mimarlara özel talimatlar vererek çok üzerinde durmuştu. Çünkü zamanının çoğu kütüphanede çalışmakla geçerdi. Bu sebeple benim de ısrarım ile yeni Pembe Köşk’ün kütüphanesi bayağı güzel ve kullanışlı oldu. Tavana kadar raflar, dolaplar ve yan bölümde kalın kadife perdeyle ayrılan özel ayrı bir çalışma bölümü yapılmıştı.

Bu son durumdan sonra kütüphanemiz çok rahatladı. Kitapları yerli yerince gayet rahatlıkla yerleştirdim. Sıkıntımız şimdilik bitmişti, ilerde ne olur, bilemezdik. Çünkü o kadar çok kitap ısmarlar ve o kadar çok hediye kitap gelirdi ki; ama maalesef ömrü vefa etmedi.

Atatürk’ün kitap okuma zevki ve kitap tutkusunun ta çocukluk yıllarında başladığını herkes bilmektedir. Atatürk yalnız tarih, askeri ve bilimle ilgili kitapları değil, gençliğinden itibaren zaman zaman roman okumaya da çok meraklı olduğunu biliyoruz. Bilhassa Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ile Aka Gündüz’ün Dikmen Kızı romanlarını çok severek okuduğunu bizzat kendisinden duymuştum. Hatta bana da bunları okuyup okumadığımı sormuştu; okuduğumu söyleyince de kendisinden bir aferin almıştım.

Okuduğu kitaplar arasında tarih kitapları daima çoğunluğu teşkil etmişti. Türk ve İslam tarihi üzerinde çok durmuş ve bu husus da çok detaylı çalışmalar yapmıştı. Bunun yanında hukuk, ekonomi, sosyoloji dalında da çok kitap okumuştur. Bu çalışmaları yaparken masasında daima lügatlerini bulundururdu. Not almayı da çok sever ve hep yapardı. Renkli ve kurşun kalemlerini hazırlar ve çalışma masasının üzerinde, lügatlerinin, masa saatinin, sigara kutusu ve kül tablasının yanında muntazaman hep bulundururdum.

Atatürk’ün çalışma ve okuma yeri yalnız kütüphanesi ve çalışma odası değildi, o meşhur akşam sofraları da adeta bir çalışma yerimizdi. O meşhur dönerli kara tahtamız, çeşitli lügatler, ansiklopediler, dergi ve broşürler, o günlerde okuduğu kitaplar yemek salonunda benim özel ayırdığım bir bölümde dururdu. Gerekli olduğu zamanda hemen gözü ile işaretini verir, ben de derhal istediği şeyi önüne koyuverirdim. İşte zaten bu sebeple her yemeğinde, sofrasında, seyahatlerinde, toplantılarında vs. beni yanından hiç eksik etmezdi.

Masa ve çalışma düzenine çok dikkat ederdi, çok titizdi, ama ben de aynı dikkat ve titizlikte olduğum için Allah’a çok şükür hiç aksatmadan, hiç onu kızdırmadan ölene kadar hizmetim aksaksız olarak sürdü. Bu çalışmalarımız bahsettiğim gibi akşamları sofrada da sürerdi. Kitaplar, kâğıtlar, kara tahta, not defterleri, kalemler sofranın değişmez aksesuarlarıydı. Netice itibariyle Atatürk kitap sevgisiyle dolu dolu yaşadı ve öldü.

Atatürk okumayı o kadar çok severdi ki, kültür sahibi olmak onun için çok önemliydi. Kütüphanemiz çok zengin bir kitap kaynağına sahipti.

Hatta hiç unutmam bir sabah Genel Sekreter Hasan Rıza Bey Ankara’ya bir seyahatten dönmüşler ve sabah sabah doğru köşke gelmişlerdi. İlk önce bana rastlamıştı, ilk işi Atatürk’ü sormak olmuştu. “Nuri Atatürk nerede, nasıllar?” Ben de “İki gün iki gecedir devamlı okuyor, hemen hemen pek de bir şey yemedi, yalnız bir banyo yaptı ve de koltuğunda birkaç dakika kestirdi o kadar” dedim. “Git bir bak, müsaitse odasına girmek istiyorum” deyince hemen odasına çıktım. Kapısını vurdum, “Gir” komutuyla yanına girdim, üzerinde beyaz keten gecelik elbisesiyle bağdaş kurmuş vaziyette kitabını okuyordu. “Ne var?” diye sorunca “Hasan Rıza Bey yanınıza gelmek istiyorlar, sizi merak etmiş” deyince “Allah Allah, kitap okumakta mı yok? Ne varmış merak edecek, çağırın gelsin tabii” deyince hemen gidip Hasan Rıza Bey’e haber verdim ve o da yanına odasına gitti.

Biraz sonra beni tekrar çağırdı, çok kitap okuduğu zaman gözleri kızarır ve de yaşarırdı. Onun da çaresini bulmuştuk. İnce ince tülbentler hazırlar ve gözleri yaşarınca verirdim, o da o tülbentle gözlerini siler, kurutur ve rahatlardı. Yine gözleri kızarıp yaşlandığını gören Hasan Rıza Bey’in telaşlandığını görünce beni çağırtmış, girer girmez “Nuri, nerede benim tülbentlerim” der demez tertemiz bezleri içerisinde sakladığım tülbent parçalarını tek tek ayırıp hemen götürüp kendisine verdim ve “gördün mü, Nuri hemşire gibi çareyi hemen buluverdi. Böyle iyi oluyor” demesi üzerine Hikmet Bey “Paşam iyi hoş da kendinizi bu kadar yormasanız iyi olmaz mı?” cevabına elindeki kitabı göstererek “Öyle enteresan ki bitirmeden galiba bırakamayacağım” demişti.

Atatürk, okuduğu kitapların çoğunu yurt dışındaki yayıncı firmalardan ve kitapçılardan getirmişti. Aldığı hediyeler arasında nice değerlileri gelmesine rağmen, kitap, hele hele çok sevdiği veya okumadığı bir kitap geldiği zaman çok memnun olur ve getirenlere özellikle iltifat ederdi.

Hatta hatırladığım kadar 1932 veya 1933 yılının yılbaşı gecesi, Milli Eğitim Bakanı o sıra yeni basılan üç ya da dört tane kitabı Atatürk’e yılbaşı hediyesi olarak getirmiş, vermişti. Çok mütehassıs olmuş ve Bakan’a teşekkür edip “Keşke diğerleri de böyle hediyeler getirseler” diyerek, diğer bakanlarına da imada bulunmuştu. Sonra da beni çağırtarak “Nuri oğlum bunları al kütüphaneye götür, ama masamda dursun okuyacağım” diye de emrini vermişti.

Tahmini beş bin kadar kitaptan büyük bir çoğunluğunu kesin okumuştur.

Kitap okurken altını muhakkak kırmızı kalemle çizerek önemli hususları belirtirdi. Önemli olmayan yerleri ise ya mavi ya da kurşun kalemle çizerdi. Ama müthiş bir hızlı okuma tekniğine sahipti. Normal kalınlıkta bir kitabı başkası iki günde okur bitirirse o bir gecede bitiriverirdi. Bazen de sadece o kitabın kendisini ilgilendiren bölümlerini ayırıp okur geçerdi, ama ilgilendiği onu meraklandıran kitabı eline geçirdi mi kesinlikle bitirmeden sabaha kadar uyumazdı.

Okuduğu kitapların ve de kütüphanedeki kitapların bakımına çok özen gösterirdim, bu da onun çok hoşuna giderdi. Okuyup, yarım bırakıp, ertesi gün okuyacağı kitabın yarım kalan sayfasını, herkesin yaptığı gibi kesinlikle kıvırmazdı. O görev benimdi. Bıraktığı yerden ben işaretlerdim. Ertesi gün, gelip istediği zaman kitabı çıkarır, sayfasını açar ve önüne koyuverirdim. Şöyle alttan bir bakardı. Hoşuna giderdi. Kütüphanemizdeki kitapları arkadaşları ve ya başkası da okurken, kibarca sayfalarını kıvırmamaları için ben bizzat ikaz ederdim. Çünkü bu sayfa kıvırmaya çok kızardı.

Son okuduğu kitabı, son bıraktığı yerden hep saklar ve an hazır beklerdim. Nerede, ne zaman kitabını isteyeceği belli olmazdı. Kitap onun her şeyiydi. Yalnız kütüphanede değil, yemekte, ziyafet sofrasında, trende, arabada, deniz kenarında, odasında istirahatta, uyumadan önce yatak odasında her zaman müsait olduğunda devamlı okur, okurdu. Tabii ben de her zaman hazır ve nazır yanında… O zamanki arkadaşlarımla, onu kaybettikten sonraki şimdiki dostlarını hep sorarlardı “Yahu Nuri Bey, ne stresli ne dertli bir iş, yorulmuyor muydun?” Yorulmak, stres ne demekti. Ata’nın yanında stres mi olurdu; yorulmaksa lügatimizde hiç yoktu. O bize hep moral, güç verirdi. Kızdığı, sinirlendiği zamanlarda dahi ona hep sevgiyle bakardık. Zira ona her şey çok ama pek çok yakışırdı

Her İstanbul seyahatine hatta bazı diğer seyahatlere de giderken, yanımıza mutlaka kitaplarını aldırırdı, ama İstanbul’a gidiş başkaydı. İstanbul’a her gidişte çok fazla kitap alırdık. Şimdi bu arada çok önemli bir özelliğini de anlatmak istiyorum.

İlk İstanbul seyahatine giderken istediği kitaplar o kadar fazlaydı ki, karton kutular buldurup kütüphaneye getirtmiştim, tam içine kitapları doldurmak üzereyken Atatürk kütüphaneye geldi ve ne yaptığımı sordu, “İstediğiniz kitapları karton kutular aldırdım, onların içine koydurup özel trene naklettireceğim” deyince “Dur biraz bekle” dedi. Kitap adedine şöyle bir baktıktan sonra kütüphaneden çıktı, odasına gitti. Biraz sonra, bir baktım iki tane cephane sandığını, muhafız alayı erleri getirip kütüphaneye koyuverdiler ve gittiler. Ne olduğunu anlamadan, bakıp dururken Atatürk içeri geldi, benim şaşkın şaşkın baktığımı görünce, “Ne o Nuri oğlum, şaşırdın değil mi? Şaşırma, şaşırma, savaşta bunlarla cephane taşıdık, sen o zamanlar çocuktun, bilemezsin, bu sandıklar benim için çok önemlidir. Şimdi o savaş bitti, yeni bir savaşımız başlıyor. O da kültür ve sanat savaşımızdır ve okumakla, kitapla olur; işte şimdi cephane taşıdığımız o sandıklara kitaplarımı koy, bu sandıklarla taşınsın, cephanenin yerini artık kitaplar alsın” dedi.

Nasıl şaşırmazdım. Bu ne biçim bir kitap sevgisi, ne ulvi bir düşünceydi. O zaten hiçbirimizin, hiç kimsenin aklına, hayaline dahi gelemeyecek fikirleri üreten bir dahiydi.

Neyse, gelen cephane sandıklarını güzelce bir temizledim, içlerine kâğıt koyup, üzerlerine de kitapları özenle yerleştirdim. Tam işimi bitirmek üzereyken Atatürk yanında yanlış hatırlamıyorsam Agop Dilaçar Bey’le kütüphaneye geldiler. Ona da izah edince, o da hayran hayran dinledi ve sonunda beraberce son sandığında kitaplarını seçerek koyduk, iki sandığı da güzelce bir kapattıktan sonra, derhal muhafız alayından erler çağırttık ve sandıkları doğru Ankara Garı’na trenimize konmak üzere yolladık gitti.” Kaynak: Mustafakemalim.com

***

Anıların kitaplaştırılması

Nuri Ulusu Atatürk’ün kütüphanecisidir. 1927-1938 e kadar Atatürk’ün yanından hiç ayrılmamıştır. Atatürk’ün öldüğü anda da yanı başındaydı. Oğlu Mustafa Kemal Ulusu, Nuri Ulusunun kendilerine anlattığı anıları yazmasını istemiştir. Ve Nuri Ulusu yatalak haline kadar yazmış o vaziyette de başlıkları oğluna yazdırmıştır. Nuri Ulusunun babası Hacı Tevfik, Bandırma Vapurunun 1.Kamarotudur.

Mustafa Kemal Ulusu, 1940 yılında Ankara’da doğmuş ve Yüksek Ticaret Lisesi’ni bitirdikten sonra uzun yıllar özel sektörde yöneticilik ve danışmanlık yapmıştır. Daha sonra 1989–2001 senelerinde sırasıyla Ulaştırma Bakan Danışmanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanı Danışmanlığı ve Başbakanlık Spor Danışmanlığı görevlerinde bulunmuştur. 1984–1986 tarihleri arasında Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı olmuştur. 1990 senesinde Ömür Boyu Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu üyeliğine kabul edilmiştir. Cumhuriyet, Tercüman, Takvim, Akşam, Star gibi gazetelerde spor yazarlığı, TGRT’de kendi adına bir futbol programı yapmış olan Mustafa Kemal Ulusu, halen İstanbul’da yaşamaktadır.

***

1972’de Nuri Bey, doğum gününde oğluna Atatürk’ün kendisine verdiği KA armalı resmi hediye eder. Bunun üzerine Atatürk’le geçirdiği yılların bahsi açılır ve oğlu Mustafa Kemal babasını anılarını yazması için ikna eder. Bundan sonra Nuri Bey gün gün, her ayrıntıya değinerek anılarını oğluna anlatır ve oğlu da anlatılanları yazıya döker. 29 Ekim 1979 yılında Nuri Ulusu vefat eder.

Babasının anılarının geçmişe ışık tuttuğun farkında olan Mustafa Kemal Bey, Ekim 2008’de uygun bir fırsat yakalayarak babasının anılarının yayınlanmasını sağlar.

Kitabın kısa özeti;

Kitap başlıca şu bölümlerden oluşmaktadır: “Önsöz”, “Mustafa Kemal Paşa’yla Tanışmam ve Maiyetine Girişim”, “Atatürk ve Türk Müziği”, “Atatürk’ün Sofra Kültürü”, “Atatürk’ün Günlük Hayatından”, “Atatürk’ün Kütüphanesi ve Okuma Aşkı”, “Atatürk’ün Yazarlığı ve Büyük Nutuk”, “Atatürk ve Tarih”, “Türk Dili Çalışmaları”, “Atatürk’le Seyahatlerimiz ve Gezilerimiz”, “Atatürk ve Çevresindeki İnsanlar”, “Atatürk, Krallar ve Sefirler”, “Atatürk’ün Askeri Tatbikatları ve Ege Manevraları”, “Atatürk’ün İnancı ve Dini Düşünceleri”, “Devrimler, Serbest Fırka ve Cumhuriyet Bayramları”, “Atatürk ve Spor”, “Atatürk’ün Kişisel Özellikleri, Zevkleri ve Giyim Kuşamı”, “Atatürk’ün Son Günleri ve Savarona Yatı”, “Atatürk Öldükten Sonra”, “Bitirirken” ve “Dizin”.

Eser, Nuri Ulusu’nun Atatürk’le nasıl tanıştığı ve nasıl onun emrine girdiği ile başlamaktadır. Ulusu’nun babası Hacı Tevfik, Atatürk’ü Samsun’a götüren “Bandırma” vapurunda görevli bir denizcidir. Bu sefer öncesi Atatürk’le tanışan Ulusu, 1927 yılında askerlik görevi için gittiği Ankara’da, Atatürk’ün kütüphanecisi olarak göreve başlar ve Onun ölümüne kadar bu görevi sürdürür. Eserde ortaya konulan anılar bu zaman aralığını kapsamaktadır.

Atatürk’ün hangi ses sanatçılarını ve ne tür müzikleri dinlediğine yönelik anılar, eserin ilgi çeken bölümleri arasındadır. Bundan sonra Atatürk’ün sofrasına ilişkin merak edilenlere verilen cevapların yer aldığı bölüm geliyor. Yaşadığı dönemde ortada dolaşmaya başlayan, ölümünden sonraki dönemlerde de devamlı olarak istismar edilen, ülkeyi içki masasından yönetiyor eleştirilerine Atatürk’ün verdiği cevap çok ilgi çekicidir: “Bu masada ben, memleket ve milletimin nabzını tutarım. Ülkemin, milletimin yükselmesi, refaha kavuşması için çareler ararım. Sonra daha önemli sebebi şudur. Bütün ihtilal ve inkılâplar hep geceleri olur. Binaenaleyh ben gece oturur, uyumam. Başvekilim istirahat etsin, uyusun ve sabah da dinç ve zinde olarak vazifesi başında bulunsun. Ben de onlardan sonra yatar ve uyurum.”

Atatürk’ün kütüphanesinde en çok tarih kitaplarının bulunduğu, özellikle Türk ve İslam tarihine yönelik yoğun ilgi gösterdiğini anlamaktayız. Ulusu, Atatürk’ün hep itiraf ettiği bir gerçeği bizi aktarıyor; “Bu engin bilgi ve görüşlerimi, tarih bilgime borçluyum. Tarihi bu denli okumasaydım, bilmeseydim, ülkemizi bekleyen tehlikeleri önceden görebilir miydim?”

Atatürk’ün kitap okumayı çok sevdiği, kitaplara çok değer verdiği gibi her zaman duyduğumuz ifadeleri, eserin içerisinde buluyoruz. Nuri Ulusu, ilk İstanbul seyahatine giderken, kendisinin kitaplarını karton kutulara dizmeye çalıştığını, bu esnada Atatürk’ün gelerek, duruma müdahale ettiğini, kısa bir süreliğine yanından ayrıldıktan sonra cephane sandıklarıyla Atatürk’ün geri geldiğini ifade ediyor. Şaşkınlık içersinde kalan Ulusu, Atatürk’ün kendisine söylediği şu sözleri naklediyor; “Savaşta bunlarla cephane taşıdık… Bu sandıklar benim için çok önemlidir. Şimdi o savaş bitti, yeni bir savaşımız başlıyor. O da kültür ve sanat savaşımızdır ve okumakla, kitapla olur… Cephanenin yerini kitaplar alsın.”

Sonraki bölümlerde Nutuk, yeni harfler, dil ve tarih, Türkçeleştirme çalışmalarından bahsediliyor. Bu süreçte bizzat Atatürk’ün yanında çalışan, ona yardımcı olan biri olarak, Ulusu önemli bir anısını bize aktarıyor; “Atatürk’ün Arapça kökenli kelimelere karşı müthiş alerjisi vardı… O kadar ki, kendi adı Kemal’i bile Arapça kökenli olduğu için değiştirmeyi düşünmüştü. Bu mevzuda kütüphanede bayağı kafa yorduğuna bizzat şahit olmuşumdur. ‘Kemal mi? Kamal mı?’ diye kendi kendine konuşur, sorardı. Hatta bir ara Kamal adını kullanarak kendine az miktarda kart dahi bastırmış, ama pek kullanmamıştı. Bilahare 1934’deki yasayla aldığı Atatürk soyadının başına sadece K. harfini koyarak K. Atatürk olarak imzalarını atarak bu probleme de çare bulmuştu.”

Ulusu, Atatürk’ün kütüphanecisi olarak birlikte olduğu dönemde, onunla bütün yurt gezilerine katılmıştır. Her yurt gezisinde kitapların yanlarından eksik olmadığını belirtmiştir. Bu gezilerde halkla hep iç içe olan Atatürk’ü görmekteyiz. Eserde, bir diğer dikkat çekici konu başlığı Atatürk ve çevresindeki insanlardır. Bu bölümde Celal Bayar’dan başlayarak, Refik Saydam, Fevzi Çakmak, Afet İnan ve diğer başka kişilerle olan ilişkilere tanıklık ediyoruz. Burada yaşanmış bazı olumsuz olaylar sonucu, duyguların ağır bastığını, Ulusu’nun İsmet İnönü’ye karşı olumsuz duygular beslediğini görüyoruz. Bu olumsuz duygular ifadelere de yansımış şu şekilde dile getirilmiştir; “Atatürk… Hisleriyle değil hep mantığı ile karar verirdi. İnönü’yü sevmediğini bilenlerdenim. Hiç haz etmezdi. İnönü’nün onu kıskandığı bilinirdi…”

Bir diğer konu başlığı Atatürk’ün kişisel özellikleri, zevkleri ve giyim kuşamıdır. Atatürk’ün etrafındaki insanlara “cucuk” diye hitap etmesi, her sabah uyandığında güne şekerli kahve ile başlaması, kullandığı kolonya, kendi şahsına özel olarak Tekel tarafından üretilen ve üzerinde G.M.K ya da K.A özel markalı, ucu yaldızlı sigara içmesi, yaz ve kış soğuk su içmesi, Dimitrikopolo markalı rakıya olan düşkünlüğü, Fevzi Çakmak’ın yanında rakı içmemesi gibi Atatürk’e dair değişik bilgiler veriliyor.

Bunların dışında, Atatürk’ün günlük hayatı, yurt dışından gelen misafirleri, askeri tatbikat ve ege manevraları, inancı ve dini düşünceleri, gerçekleştirdiği devrimler, Serbest Fırka olayı, Cumhuriyet bayramları, spor tutkusu, son günleri, Savarona hatırası ve ölümüne ilişkin daha nice bilgi ve anılar, bu eserde okuyucuya sunulmuştur.

Atatürk’ü ne kadar tanıyoruz? Onun okuma tutkusunu, yazarlığını, insanî yönlerini ne kadar biliyoruz? Bu eserde ortaya konulan anılar, bize bir nebze olsun bu eksikliğimizi gidermeye yardımcı olacak cinsten. Yazarın da ifade ettiği gibi bu eser, Atatürk’ün on iki yıl boyunca yanı başında bulunmuş olan bir kişinin ifadelerinden, onun sofrasına, esprilerine, gezilerine, dostluklarına, kırgınlıklarına, rüyalarına, ideallerine, yalnızlığına ve pek çok konuya birincil elden tanıklık ediyor.

Sonuç olarak eserde, Atatürk’e ilişkin anılar çeşitli konu başlıkları altında verilmiş, bilinmeyen yönleri ortaya konulmuştur. Anıların sahibi Nuri Ulusu, çok içten ve duygulu bir anlatım kullanmış, Atatürk’e olan bağlılığını ve tutkusunu anılarına yansıtmıştır. Kitabın içerisinde öyle hoş, öyle muazzam anılar var ki, zaman zaman kendinizi anlatılan sahnenin içerisinde buluyor ve o inanılmaz anlara şahitlik ediyorsunuz. Bazen göğsünüz gururla doluyor, bazen ağlıyor, bazen de gülüyorsunuz. Bunun sonucu olarak, eser içersinde Atatürk’ü yücelten ifadeler sık sık tekrarlanmıştır. Bu durumun Atatürk’ün, yanında ve yakınında bulunan insanlar üzerinde yaratmış olduğu etkiyi göstermesi açısından hoş karşılanmalıdır, fakat çok sık yapılan bu tekrarlar, eser içerisindeki bazı yerlerde akıcılığı bozmuştur. (Kaynak:Aytunç Ülker)

***

NOT: “Atatürk’ ün Kütüphanecisi” Nuri Ulusu, eski Futbol Federasyonu Başkanı Mustafa Kemal Ulusu’nun babasıdır. Kemal Ulusu, babasının anılarını “Atatürk’ün Yanı Başında… Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları” adıyla (Doğan Kitap) kitaplaştırmıştır. 253 sayfalık kitapta, Nuri Ulusu, “Atatürk’ün kütüphanecisi” olarak anılmak istiyor ancak Atatürk’ün hayatındaki yeri bu sıfatın içerdiği anlamın çok ötesinde… 1926’dan Ata’nın ölümüne kadar 12 yıl boyunca en sevdiği yardımcılarından biri olmuş, bütün yurt gezilerine katılmış bir kişi… Atatürk’ün özel yaşamında bilinmeyen ilginç yönlerini anlatıyor.

NOT: Nuri Ulusu “Oğluma, şerefli bir devlet memuru olarak maddi şeyler bırakamadım ama Atatürk’le anılarımı bırakıyorum. O bu anıları kitap haline getirecek ve Türk milletine sunacak” dedikten sonra hayata veda etti. Mustafa Kemal Ulusu, babasının bu vasiyetini yerine getirdi. “Atatürk’ün Yanı Başında” kitabı bizlere Atatürk’ün ardındaki insanı anlatıyor.

Bu yazı Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-kutuphanecisi-nuri-ulusu/feed/ 0
Safiye Ayla’nın Atatürk anıları http://ataturkicimizde.com/safiye-aylanin-ataturk-anilari/ http://ataturkicimizde.com/safiye-aylanin-ataturk-anilari/#respond Fri, 18 Jan 2019 07:16:24 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7493 Safiye Ayla’nın Atatürk anıları Cumhuriyet döneminin en tanınmış kadın sanatçılarından biri olan Safiye Ayla Targan 14 Temmuz 1917’de doğdu. Kendisi doğmadan vefat eden Mısırlı Hicazizade...

Bu yazı Safiye Ayla’nın Atatürk anıları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Safiye Ayla’nın Atatürk anıları

Cumhuriyet döneminin en tanınmış kadın sanatçılarından biri olan Safiye Ayla Targan 14 Temmuz 1917’de doğdu.

Kendisi doğmadan vefat eden Mısırlı Hicazizade Hafız Abdullah Bey’in kızı Safiye Ayla, annesini de henüz üç yaşındayken kaybedip kimsesiz kalınca Sadabad Sarayı olarak inşa edilmiş Kağıthane’deki Çağlayan Darüleytamı’na verildi. İlkokulu bitirdikten sonra da Bursa Muallim Mektebi’ne yazıldı.

Müziğe küçük yaşta piyano çalarak başladı. Muallim Mektebi’ni bitirdi ve Beyoğlu’nda ilkokul öğretmenliğine atandı. Eyyubi Mustafa Sunar’dan müzik dersleri alan Ayla, Yesari Asım Arsoy, Hafız Ahmet Irsoy, Selahattin Pınar, Saadettin Kaynak ve Udi Nevres Bey’in müzik bilgilerinden yararlandı. Darüttalim Musiki Heyeti’nin konserlerine katıldıktan bir süre sonra öğretmenlikten ayrıldı ve gazinolarda çalışmaya başladı.

Safiye Ayla 1932’de İstanbul Vali Yardımcısı Nuri Bey’in evinde verilen bir davette, Atatürk’ün huzurunda ilk kez şarkı söyledi ve Atatürk’ün en beğendiği seslerden biri oldu.

Dönemin diğer kadın yorumcularından ayrı, kendine özgü bir okuyuş tarzı olan Safiye Ayla, 8 Nisan 1950’de besteci Şerif Muhittin Targan ile evlendi. 17 yıl süren evlilikleri Şerif Muhittin Targan’ın 1967 yılındaki vefatıyla sona erdi.

Başta, açılışından itibaren İstanbul Radyosu olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser verdi, beş yüzden fazla plak doldurdu. Büyük beğeni toplayan sesiyle ünü yurt sınırlarını aştı. Çok sayıda konser veren ünlü sanatçı, büyük beğeni toplayan sesiyle ünü yurt sınırlarını aştı.

Safiye Ayla’nın dönemin diğer kadın yorumcularından ayrı, kendine özgü bir okuyuş tarzı vardı. Okuyuşuna yansıyan Batı müziği beğenisi bu tavrın belirgin bir özelliğidir. Ölçüye uyarak, iyi bir diksiyonla, düzgün, aynı zamanda da coşkun, çekici bir tavırla okurdu. Sesindeki pürüzsüz akış en tiz perdelerde bile kaybolmazdı. Zamanın gözde şarkılarıyla fantezilerini olduğu kadar, Rumeli türküleriyle klasik örnekleri de içine alan repertuvarlarıyla geniş bir dinleyici kesimince çok sevilmiş, beğenilmişti. “Seninle doğan güldür bu gönül” ve “Aşk yaprağına konarak koza öresim gelir” adlı iki de bestesi bulunan Safiye Ayla, 1942’de Rey Kardeşler’in “Alabanda” revüsünde Kraliçe Mimoza rolündeki başarısıyla yetenekli bir oyuncu olduğunu da kanıtladı.

Safiye Ayla Mustafa Kemal Atatürk’ün en sevdiği sanatçılardan da birisidir. Ayla’nın Mustafa Kemal Paşa adına düzenlediği konserde “Yanık Ömer” adlı şarkısını okumuş ve Paşa büyük bir hayranlıkla tekrar tekrar okumasını söylemiştir. Konser sonunda Mustafa Kemal Atatürk, Safiye Ayla’nın yanına gelerek: “Safiye çok teşekkür ederim, çok güzel yorumladın” der ve sonra ekler: “Bu türküyü bir operada söylemeni çok isterim. Bunu başarırsan, beni gerçekten çok mutlu edersin.” der. Safiye Ayla her yere başvuru yapar, bir operada bu türküyü icra edebilecek tek yer bulamaz ve Atatürk’ün bu vasiyetini yerine getiremeden 80 yaşındayken 14 Ocak 1998’de İstanbul’da vefat eder.

“Atatürk’ün Safiye Ayla’nın yüzünü görmek istemediği için onu perde arkasından dinlediği tamamıyla yalan. Safiye hanım buna çok üzülürdü. ‘‘Galiba halk beni çok çirkin bulduğu için böyle söylentiler çıkıyor” diye yakınırdı. ” (Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe)

Safiye Ayla’nın, Ulu Önder Atatürk ile ilgili basında çıkan anıları 

“Size, dedi, hâtıralarımı anlatacağımı vadederken Atatürk bir Türk musikisi severi idi, demiştim. Her şeyden evvel tashih etmek isterim ki Atatürk yalnız bir Türk musikisi severi değil, hayranı idi… Üstün bir bestekâr kadar ve belki de onlardan daha fazla makamdan an­lar, falsoları yakalar, çok haklı tenkitlerde bulunurdu. Bu böyle olduğu gibi son derece içli ve duygulu bir şair kadar da güftelerin hatalarını işaret ederdi.”

“Unutmama imkân olmayan bir gündür o, dedi. Sanat hayatımın ikinci senesiydi… O zaman Küçük Çiftlik parkında okuyordum. Kara kuru bir kızdım… Şimdi sanat hayatımın 18’nci yılı içinde olduğuma göre şöyle böyle 16 sene evvel… Atatürk’ün seryaveri Rusuhi bey Küçük Çiftlik parkına gelerek beni yanına çağırttı. Gittim. Gazi hazretlerinin beni dinlemek istediklerini söyleyerek işimin bitip bitmediğini sordu ve: «Hemen gidebilir miyiz?» dedi. Ben de son şarkımı okumuş, evime dönmek üzere idim. Düşündüm: Gazi hazretleri ve ben… Ben, kara kuru Safiye… Gazi hazretlerinin huzuruna çıkacak ve şarkı söyleyecek… Kör olası şeytan sanki gırtlağıma bir düğüm atıp savuşmuştu. O saniyeden itibaren bir imtihan korkusu titremesi içinde kal­dım. Ne «gidebiliriz efendim» diyebildim, ne de «gidemem»…

Dedim ya, gırtlağımda bir düğüm peyda oldu, cevap veremedim. Rusuhi bey halimi anlamıştı. Önüme eğik duran başımı, çeneme dokundurduğu şehadet parmağıyla kaldırarak: «Yüzüme bak!» dedi. Baktım. Tebessüm ediyor ve bana cesaret veriyordu: «Üzme kendini, diyordu. Cesur ol… Gazi cesurları sever…» İşte bu «Gazi cesurları sever» kelimesi bende tereddüdün ve korkaklığın zerresini bırakmamıştı.

Rusuhi bey beni otomobiline alarak Şişli’ye götürdü. Sonradan öğrendim ki o gece gittiğimiz ev, o zamanki belediye reisi muavini Nuri Bey’in evi imiş… Kılıç Ali beyle Atatürk’ün yakınlarından bir çokları orada idiler. Saz arkadaşlarımdan bir kaçını orada görmekliğim cesaretimi arttırdı. Şimdi hangileri olduğunu hatırlayamadığım bir kaç şarkı okudum. Atatürk dikkatle dinliyordu. Bir falsomu yakalayacak diye de ödüm kopuyordu. O gece sabahın saat sekizine kadar oturuldu, çalındı, okundu… Bu, Atatürk’le ilk karşılaşmamdı. O geceyi hem bu bakımdan, hem de sanat hayatımın ilk sabahlaması olduğundan katiyen unutamam… Doğrusu, dedi, o gece ben ne takdir gördüm, ne de tenkit… Tenkit veya ihtarla karşılaşmamaklığım, benim için bir takdir demekti. Toplantının sonlarına doğru Atatürk’ün «Güzel sesi var bu kara kızın» dediğini yakınlarından öğrendim.”

“ (O geceden sonra tam dört sene Atatürk’ü bir daha göremediğini söyleyerek) Ankara’da bir konser vermeye davet edilmiştim, dedi. Şunu da işaret edeyim ki bu dört sene zarfında ben, mütemadiyen ders almış, çalışmış ve sanatımı bir hayli ilerletmiştim. Ankara’da bulunduğumu haber alan Atatürk, konserlerimin ertesi günü beni Çankaya’daki köşküne çağırttı. Şüphesiz ki bu, benim için dört sene sonra vereceğim ikinci bir imtihan olacaktı. Gittim, bir kaç şarkı okudum. Yanına çağırdı, sırtımı okşadı ve artık olgunlaşmaya başladığımı söyledi. Bu dört sene sonraki ikinci karşılaşmamdan sonra, son hastalığına kadar Atatürk’ün huzuruna sık sık çıkarıldım ve şarkı okudum.”

“(Saz heyetinin durumuna ilişkin de; Mühimdir, dedi, onları da söyleyeyim. Saz takımında kemanı Nobar ile Sadî Işılay bulunmazsa tatmin olunmaz, onları behemahal isterdi. Tamburi Selahaddin Pınar’ı, udi Nevres’i, Yorgo’yu, kemani Necati Tokyay’ı, kemençe Aeko’yu de pek severdi. Hele Hafız Yaşar’ın sesine hayrandı.”

“Atatürk’ün, müzisyenlere karşı muamelesi tam demokratik idi. Birçok sosyetede müzisyenler için ayrı sofra kurulur. Fakat Atatürk, bizlere tam bir arkadaş muamelesi yapar, sofrasında yer verir, içtimai mevkii yüksek davetlilerden katiyen ayırt etmezdi. Çok defa şarkılara iştirak eder, tek başına saza refakat ettiği de görülürdü. Hangi şarkı idi bilmiyorum, hâtırımda kalmamış, bir gün bir şarkı okuyordum. Eli ile işaret ederek: – Dur! dedi, yanlış okuyorsun… Durdum. O şarkıyı Atatürk, baştan alarak okudu. Sazda bulunan bestekâr arkadaşlarım göz ucu ile işaret ederek hayranlıklarını belirtiyorlar ve Atatürk’e hak vererek «doğrusu budur» demek istiyorlardı. Evet Atatürk şarkının güftesinde ve bestesinde falso yapılmasına katiyen tahammül edemezdi. İşte Atatürk’ten yalnız bir o gün ihtar gördüm. Beni daima beğenmiş ve ileride yüksek bir okuyucu olacağımı söylemiştir.”

“Dolmabahçe’de bir gün yine bu Yemen Türküsünü okutmuştu. Son derece mütehassis olan Atatürk «Söyle, dedi, sana ne yapayım?» düşündüm. İstenilecek her şeyi yapabilecek bir büyük adamdı o… Peri padişahının masallarındaki gibi «Sağlığınızı Paşam» demekten kendimi alamadım. İtiraf ederim ki bu arada içimde bir arzunun düğümlenip kaldığını da açıklamaktan geri kalamadım. Usulcacık «Beynelmilel bir sanatkâr olmak isterdim amma» dedim. Fakat bu, Atatürk’ün yapabileceği işlerin en müşkülü idi. Çünkü sanatım, Türk hudutlarını aşamayan bir işti.”

NOT: 14 Ocak 1998’de kaybettiğimiz sanatçıyı rahmetle anıyoruz. 

Bu yazı Safiye Ayla’nın Atatürk anıları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/safiye-aylanin-ataturk-anilari/feed/ 0
ATATÜRK’ÜN HAYATI VE ESERLERİ (Uzun) http://ataturkicimizde.com/ataturkun-hayati-ve-eserleri-uzun/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-hayati-ve-eserleri-uzun/#respond Tue, 15 Jan 2019 16:00:00 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7192 ATATÜRK’ÜN HAYATI VE ESERLERİ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK MİLLÎ BAĞIMSIZLIK VE ÇAĞDAŞLAŞMA ÖNDERİ (HAYATI VE ESERİ) Prof. Dr. Abdurrahman ÇAYCI, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ, Ankara-2002 (Tamamı...

Bu yazı ATATÜRK’ÜN HAYATI VE ESERLERİ (Uzun) ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
ATATÜRK’ÜN HAYATI VE ESERLERİ

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
MİLLÎ BAĞIMSIZLIK VE ÇAĞDAŞLAŞMA ÖNDERİ (HAYATI VE ESERİ)
Prof. Dr. Abdurrahman ÇAYCI, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ, Ankara-2002
(Tamamı 289 sayfa)

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ

* BİRİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE’Yİ YENİ UFUKLARA TAŞIYACAK BİR LİDERİN DOĞUMU VE YETİŞMESİ

Ailesi ve Yetişmesi

Yeni Bir Hayat, Yeni Bir Ufuk: Askerî Okullar

Genç Subaylık Yılları (1905-1908)

Kendi Kendini Yetiştiren Kurmay (Temmuz 1908-Şubat 1915)

* İKİNCİ BÖLÜM: BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞININ SEÇKİN TÜRK GENERALİ: MUSTAFA KEMAL

“Kaderin Adamı” Tarih Sahnesine Giriyor

Mustafa Kemal Paşa Doğu Cephesinde

Geleceğin Padişahı ile Seyahat

Vahidettin Padişah – Mustafa Kemal Ordu Komutanı

Mütareke Sonrasında Mustafa Kemal‟in İstanbul’daki Faaliyetleri: Vatanına Hizmet Yolu Açmaya Çalışan Seçkin General

Mustafa Kemal Paşa’nın Ordu Müfettişliğine Atanması

Barut Fıçısına Düşen Ateş: İzmir‟in İşgali ve Sonuçları

A. Megali İdea, Venizelos ve Paris Barış Konferansı Kararları

B. İzmir’in İşgali ve Sonuçları

* ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: MİLLİ KURTULUŞ ÖNDERLİĞİNE GİDEN ÇETİN YOL

Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa Samsun‟da

A. İstanbul ile ilişkiler: 19 Mayıs 1919 – 8 Haziran 1919

B. İngilizler Devrede: Mustafa Kemal‟in Dönmesi İsteniyor

Sine-i Milletten Liderliğe Giden Çetin Yol

A. Erzurum Kongresi: Mustafa Kemal Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti Başkanı Seçiliyor

B. Sivas Kongresi: Mustafa Kemal Halk Önderi

C. İstanbul Hükümetinin Milli Hareketi Dağıtma Girişimleri

(1) Ali Galip Olayı

(2) Ankara Valisi Muhittin Paşa’nın Sivas‟ı Basma Çabası

(3) İngiliz Girişimleri

D. Damat Ferit Hükümetinin Düşürülmesi

E. İstanbul Anadolu‟ya Ayak Uydurmaya Çalışıyor

(1) Anadolu ve İstanbul‟un Karşılıklı Teklifleri

(2) Amasya Anlaşması ve Sonuçları

(3) Meclis Nerede Toplanmalı?

F. Meclis-i Mebusan’ın Açılmasından İstanbul’un İşgaline Giden Yol

(1) İngiliz Baskısı ile Harbiye Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı Görevden Alınıyor

(2) Mebuslar Meclisi’nin Yaptığı En Önemli İş: Misak-ı Milli’nin Kabulü

(3) Temsil Heyeti: Devam mı – Tamam mı?

(4) Ali Rıza Paşa’nın İstifâsı ve Salih Paşa Hükümeti

(5) İstanbul‟un Resmen İşgali ve Salih Paşa‟nın İstifası

(6) Damat Ferit Paşa Tekrar İş Başında: Anadolu ile İstanbul‟un Yolları Kesin Olarak Ayrılıyor

* DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: YENİ BİR DEVLET; TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ AÇILIYOR. MUSTAFA KEMAL’İN LİDERLİĞİ PERÇİNLENİYOR

Meclis‟in Özellikleri

TBMM’nin İçeride Otoriteyi Sağlaması

İç Ayaklanmaların Sonuçları

 Türkiye’nin Ölüm Fermanı Sèvres: Nasıl Bir Barış?

 Yunan İleri Harekâtı ve Mustafa Kemal‟in Düzenli Orduya Geçiş Kararı

* BEŞİNCİ BÖLÜM: YENİ DEVLETİN ASKERİ VE SİYASİ BAŞARILARI

Doğu‟da Zafer ve Sonuçları

Güney Cephesi ve Fransa ile Ankara Antlaşması

Düzenli Ordunun Batı’daki İlk Başarıları ve Sonuçları

İnönü savaşları ve sonuçları

 Yunan Ordusu Ankara Önlerinde

 Yeni Devlete Yeni Lidere Hayat Veren Zafer: Büyük Taarruz

* ALTINCI BÖLÜM: BARIŞ İÇİN TÜRK MÜCADELESİ: LAUSANNE TARTIŞMALARI

Saltanatın Kaldırılması: Abdülmecit Halife

Beşyüz Yıllık Bir Hesabın Görülmesi: Lausanne Konferansı

* YEDİNCİ BÖLÜM : ÇAĞDAŞLAŞMA ÖNDERİ ATATÜRK

Atatürk Çağdaşlaşması ve Özellikleri

Siyasî İnkılâplar

Siyasî İnkılâplara Tepkiler

Radikal İnkılâplar Dönemi

A. İnkılâplara Tepki: Gazi Mustafa Kemal‟e Suikast

B. Tarihle Hesaplaşma: Büyük Nutuk (15-20 Ekim 1927)

C. Bin Yıllık Arap Kökenli Alfabeden Lâtin Kökenli Alfabeye Geçiş

İnkılapların Yerleşme Dönemi (1930-1938)

A. Gazi Mustafa Kemal‟in Çok Partili Rejim Denemesi: Serbest Cumhuriyet Partisi

B. Menemen Olayı

C. CHP‟nin Yeniden Yapılanması: Kemalizm

D. Ekonomide Atılımlar

E. Eğitim Alanında Atılımlar

F. Kültür Alanında Atılımlar

G. Sosyal Alanda Atılımlar

(1) Kadın Hakları

(2) Soyadı Yasası: Mustafa Kemal, Atatürk Soyadını Alıyor

H. Atatürk‟ün Dış Politikası: Yurtta Barış, Dünyada Barış

I. Atatürk‟ün Son Yılları ve Ebediyete İntikali

(1) Atatürk‟ün Son Yılları: İsmet İnönü ile Yollar Ayrılıyor

(2) Atatürk‟ün Hastalığı ve Ebediyete İntikali

(3) Atatürk’ün Kişiliği ve Etkisi

(a) Atatürk‟ün Kişiliği

(b) Atatürk’ün Fikir ve Düşünce Kaynakları

(c) Atatürk’ün Türk ve Dünya Tarihi Bakımından Önemi

***

DİPNOT; Prof. Dr. Abdurrahman ÇAYCI’nın Özgeçmişi

Bu yazı ATATÜRK’ÜN HAYATI VE ESERLERİ (Uzun) ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-hayati-ve-eserleri-uzun/feed/ 0
Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı http://ataturkicimizde.com/mustafa-kemalin-ordusunda-bir-alman-yuzbasi/ http://ataturkicimizde.com/mustafa-kemalin-ordusunda-bir-alman-yuzbasi/#respond Tue, 08 Jan 2019 10:18:34 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7060 Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı İstiklal madalyası kazanmış tek yabancı Alman Yüzbaşı Hans Tröbst 1. Dünya Savaşı’nda “İttifak Devletleri” adına çarpışmış olan ve Mustafa...

Bu yazı Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı

İstiklal madalyası kazanmış tek yabancı Alman Yüzbaşı Hans Tröbst

1. Dünya Savaşı’nda “İttifak Devletleri” adına çarpışmış olan ve Mustafa Kemal’e büyük bir hayranlık besleyen 1891 doğumlu Hans Tröbst, 1. Dünya Savaşı’nın başından sonuna kadar Alman imparatorluk ordusunda yüzbaşı olarak görev yaptı.

Almanya beş yıldır kaynaklarını ve insan gücünü sömüren kanlı ve amansız bir savaşta yorgun ve bitkin düşmüştü. Ruslara karşı açılmış Doğu Cephesi yarım yamalak bir başarıyla kapatılmış, Alman ordusu yüzünü Batı’ya dönmüştü. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa katılması ve ivedilikle Fransa’ya sevk ettiği yeni ve eğitimli birlikler cephede Almanlar için durumu daha da zorlaştırıyordu. Çok geçmeden 28 Haziran 1919’da Alman İmparatorluğu belki de tarihteki en ağır koşullu antlaşmayı imzalayarak savaştan resmi olarak çekildi. Savaşın ardından Alman topraklarının işgaline yetkililerden kimse ses çıkartmadı. Savaşta büyük başarılara imza atan Prusyalı subayların apoletleri sökülüp rütbeleri elinden alındı. Zorla emekli edilen subaylar aç kalmamak için prestijlerine göre ufak işler yapmak zorunda kaldılar. Bütün bu durum, tabiri caizse, Hans Tröbst’ün kanına dokunuyordu.

Buna karşın Anadolu’daki durum oldukça farklıydı. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun sayılı başarılarından birçoğuna kendi imzasını atmayı başarmış, Türk halkının ve subayların desteğini toplamış başarılı bir komutan vardı: Mustafa Kemal.

Emperyalist güçlerin dayattığı Sevr Antlaşması’nın şartlarını kabul edilemez bulan Mustafa Kemal, Bandırma adlı vapura binip Anadolu’yu kasıp kavuracak bir direnişin ve mücadelenin ilk adımlarını atıyordu. Savaş boyunca Alman müttefiki olan Türklerin Milli Mücadele ruhu Hans Tröbst’ü derinden etkilemiş ve Alman yüzbaşı bu haklı davaya destek verme kararı almıştı.

Hans Tröbst, 1920 sonbaharında bir avuç eşyasını bir bavula sığdırdı ve Anadolu’ya uzanan yolculuğuna çıktı. 1921 baharında ancak İstanbul’a varabildi. O zaman İngiliz ve Fransız donanmalarının ablukası altında bulunan ve işgal edilmiş İstanbul, Anadolu’ya geçiş yapmak için pek kolay bir yer değildi. Haliyle Milli Mücadele ve direniş rüzgârı İngilizlerin de kulağına gitmişti. Anadolu’ya geçişleri mümkün mertebe kısıtlamaya çalışıyorlardı. Hatta İngilizler, açtıkları başvuru bürolarıyla Anadolu’ya geçmek isteyenleri tespit edip sürgüne yolluyorlardı.

Hans Tröbst’ün görüştüğü ve mücadeleye destek veren Türk subaylar da casus olabileceği gerekçesiyle ona pek güvenmediler. Türk subayları Mustafa Kemal Paşa’nın güvenliği gerekçesiyle çok sıkı önlemler alıyorlardı. Paşa’nın suikasta uğrama riski oldukça yüksekti. Ayrıca henüz bir savaş gücü haline gelmemiş Milli Mücadele kırılmaya oldukça müsait bir durumdaydı. Hans Tröbst tüm güven kaygılarına rağmen İnebolu üzerinden Ankara’ya vardığında bu elzem önlemleri anlayacak ve gecikmeye hak verecekti.

Hans Tröbst 1939’da, 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde hayata gözlerini yumdu.

Hans Tröbst, ölümünün ardından bizlere Milli Mücadele dönemine ait birçok anı bıraktı ve Kurtuluş Savaşı’nın unutulmaz isimlerinin arasında yerini aldı. Tüm baskılara, imkânsızlıklara ve zorluklara rağmen Mustafa Kemal önderliğindeki direniş Türk’ün makus talihini yendi ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atıldı. Yazımıza Hans Tröbst’ün Asker Kanı-Baltık Denizi’nden Mustafa Kemal Paşa’ya eserinden bir alıntıyla nokta koyuyoruz:

“Dünya Kurtuluş Savaşı’nı şaşkınlıkla izledi, dünya kendi kendine soruyordu: Bu nasıl mümkün oldu? Evet, yenilmiş ve yıkılmış bir ülke en korkunç savaşlardan birinin ardından hemen silaha sarılmış; muktedir İngiltere ve uydularının dikte ettiği, sonsuza kadar geçerli olmasını istediği barış antlaşmasını paramparça etmişti. Bu Türk kahramanlık savaşı bugün biz Almanlar için özel anlam taşıyor: Ardımızda kalan onursuz yılları unutalım, tekrar kendimize ve kendi gücümüze güvenelim.”

Hans Tröbst, ülkesine döndükten sonra Milli Mücadele sırasındaki anılarını bir kitap halinde derledi.

Türk milletinin bağımsızlık gayesini bu kitabında şöyle özetleyecekti: “Burası, umudunu yitirmeyen ve ulusal varlığı için savaşmayı sürdüren tek ülkeydi, bedeli tamamen yok olmak olsa bile.”

Hans Tröbst’ün Milli Mücadele sırasında birçok olayı kendi gözünden anlattığı ve yorumladığı Asker Kanı-Baltık Denizi’nden Mustafa Kemal Paşa’ya eseri akademisyen Yüksel Pazarkaya tarafından çevirildi ve “Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı” olarak Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Türkiye’deki raflarda yerini aldı. (Çevirisi Yüksel Pazarkaya)

Alman yüzbaşı, Anadolu’nun insanını, değişken doğasını, köyleri, kentleri, dönemin yaşam koşullarını güçlü bir anlatımla sergiliyor. Hans Tröbst, Anadolu köylerinde karşılaştığı kimi manzaralara da akıl sır erdiremiyor. Köylerde erkeklerin tüm gün namaz kılıp tütün içmekten başka bir şey yapmadığını söyleyen Alman Yüzbaşı, kadınların ise sabahtan akşama kadar çalıştıklarını anlatıyor. Yüzbaşının en çok şaşırdığı manzaralardan biri de Anadolu köylerindeki tuvaletler.

İşte Alman Yüzbaşı Hans Tröbst Anadolu köylerindeki bazı izlenimleri:

Türk köylerinde hayatı bilmedikleri yolunda devamlı bir sanıya kapılıyordum. Bu yerleşimlerin üstüne iç sıkıntılı bir bungunluk çökmüştü. Sabahtan akşama kadar durmadan çalışan tek yaratıklar kadınlardı. Adamların uğraşıysa, yalnızca abdest almak, namaz kılmak, tütün tüttürmek ve uyumaktan ibaretti. Bunları da yapmadıkları zaman, evlerin önünde çömeliyor ve bakışlarını dünyadan kopuk, uzaklara dikiyorlardı. Akşamüstü kadınlar ve hayvanlar eve geliyor, ağıllara konuyordu ve güneş battıktan sonra sokakta bir tek canlı kalmıyordu.

Çocukları bile oynarken görmek mümkün olmuyordu. Her köylü işte böyle kendi kendinin kralıydı, evi onun şatosuydu ve dışarda olan hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Bunun sonucu olarak kendi dört duvarında ve avlusunda temizlik hâkimdi, ama köy sokaklarına ve bazı âdetlerine sıhhi demek, alay etmekten başka bir şey olmazdı ve bu durumlar, Kuran’daki temizlik kurallarının tamamen yanlış anlaşılmasının birer kanıtıydı. Sanırım, bu bağlamda biraz “W.C.”den, Türk helasından söz etmenin yeridir. Ama okur sağlam durmaya hazır olsun ve “kalbini üç kat demir zırhla korusun” ve benimle beraber zihninde “o hücreye, bütün evde sessiz sakin o yere” geçsin! İlk kez onunla Kospoli’deki küçük “Otel Varna”da tanıştım. Vay, Tanrım, diye düşündüm o zaman, farklı ülkeler, farklı örfler ve sifilis ile diğer zührevi hastalıkların kol gezdiği burada, bu yöntem belki de iyidir.

Çıplak, pis kokulu, taş döşeli bir yer, orta yerinde bir delik ve üstüne basılacak iki ayaklık hepsi buydu. Ama Türk helasının bütün derin anlam ve manası İnebolu’da hastanede kafama dank etti, orada “Mösyö Necip” sağ olsun bana güzel bir ders verdi ve bu dersi şaşkın bir dehşet içinde dinledim. Ben o işten sonra geri kalmış bir Orta Avrupalı olarak daima kâğıt kullanırdım, ama bu Türklere göre “pisliğin” daniskasıydı. Müslüman kişi –hangi toplum zümresinden olursa olsun fark etmez– bu iş için sadece parmaklarını kullanıyor! Ve helânın vazgeçilmez malzemesi, bir elbeziyle bir testi su. İyi otellerde, bu sakin yerde her zaman su dolu bir Amerikan teneke gaz ibriği bulunur, kırsalda ve küçük köylerde bunu herkes kendisi getirmek durumunda.

Bir süvari ne zaman bir bez ve matarasıyla ortadan kaybolup, bir çeyrek sonra yine gelip ortak sofraya oturduysa, fevkalade iştah açıcı bir etki yaptı üzerimde. Öğünlerde yüzde yetmiş beş, birlikte bir çanaktan yalnız elle yemek yeniyor ve şölen ne kadar resmiyse, bu şekilde parmaklarla yemek yeme âdetine daha fazla önem veriliyor. Hela vaziyetleri kırsal yörelerde daha da berbat. Kaba taşların yığılmasıyla yapılan avlu duvarının önünde, üzerine iki tahta konulan bir çukur kazılıyor. Görülmemek için etrafına yarı boy küçük bir taş duvar çekiliyor. Hepsi bu. Yaz sıcağında barbarca pis koku hakkında ancak zayıf bir tahminde bulunmak mümkün.

Çoğunlukla dışkı duvardan köy yoluna akıtılıyor ve milyonlarca sinek hastalık mikroplarını her tarafa taşıyor. Köylü istisnai olarak nazik bir burun sahibiyse, helayı köy sokağının ortasına ortak kullanım için kuruyor ve 228 gerçekten kimse burasıyla ilgilenmediği için, bu pislik çok daha berbat oluyor. Ama aynı köylü, önce suni olarak ürettiği “mikropları” öldürmek için –dildeki devamlı deyim bu– günde beş vakit ayaklarını, ellerini, kulaklarını, burnunu ve ağzını yıkama zahmetine katlanıyor. Kuran’a göre, her yemekten sonra ağzı çalkalamak ve dudakları titizce temizlemek gerekir, çünkü oralarda “mikroplar” yuvalanabilir.

Anadolu’da neresi olursa olsun, bir otele gelince, orada ufak bir ayrı köşede yemekten sonra ağızlarını yıkayan otel konuklarını görmek mümkün, sonra da çoğunlukla oldukça kirli ortak bir havluyla kurulanırlar. Bir tek frengili kişi, bu yolla yüz sağlıklıya hastalığını bulaştırır! Ama her biri gayretle ağzını temizler ve “mikropları” yok ettim diye sevinir, mutlu olur.

Günde beş vakit namazın birtakım beden hareketlerinden başka bir şey olmadığını, daha önce de çeşitli defalar dile getirme fırsatım oldu. Aslında namazın derin anlamı da bu. Bir dâhi olan Muhammed, insanların tabiatını çok iyi tanıyor ve Arap’ın veya Anadolu için Türk’ün yaşlandıkça daha çok rahatına düşkün olacağını biliyordu. Kim kırsalda yaşlı köylüleri ya da şehirde esnafları, her Allah’ın günü köşelerinde bağdaş kurup nargile çekerken ve çay içerken gözleme olanağını bulduysa, bana bu konuda hak verecektir.

Sayısız kez eğilip kalkmayla, diz çöküp dinelmeyle, alnı yere değirmekle ibadet, göbek masajından başka bir şey değildir, böylece göbek kasları iyice gerilip sıkıca yoğrulur, bu da genel olarak kendini iyi hissetmeye çok gerekmiş. Kuran’da birçok kez abdest almak öngörülmeseydi, sıradan Türk herhalde hiç yıkanma nedir bilmeyecekti.

Kitap özeti;

Hans Tröbst, (Çeviren: Yüksel Pazarkaya), “Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı”, TÜYAP Yayınları, 2017

Kitabın yazarı Hans Tröbst, Türk Kurtuluş Savaşı başlayınca, Mustafa Kemal’e ve bağımsızlık savaşımıza büyük hayranlık duyar. Bu nedenle Anadolu’ya ulaşıp Kurtuluş Savaşımıza katılmaya karar verir. Uzun süren yolculuk sonunda önce İnebolu’ya, izin verilmesinin ardındansa Ankara’ya varır. İsteği, cephede, savaş alanında görevlendirilmektir.

Ne ki tüm girişimlerine karşın bu isteği gerçekleşmese de Behiç Beyin yönetimi altında, Eskişehir’de, savaşın demiryolu yanıyla ilgili çok önemli görevler üstlenir. Bağımsızlık Savaşımızın başından sonuna hemen her dönemine tanıklıklarını bu kitapla kalıcılaştırır. Kitapta sıklıkla Bağımsızlık Savaşımıza hayranlığını dillendirir. Yapıtta belgesel niteliğinde çok değerli etnografik, tarihsel, toplumbilimsel gözlemlerini de yansıtır. Yer yer belirttiği eleştirileri bazı toplumsal davranış kalıplarımıza ilişkin.

Kitabın, mutlaka okunması gereken bir temel kaynak olduğu kanaatindeyiz.

Sevgili Soner Yalçın’ın gazetesinde yayınlanan ‘Yuh artık’ isimli ilgili makalesinde ise aktarılanlar şunlar;

“Yıl, 2015. İnci Pazarkaya, Almanya’da sahafları gezerken gözüne bir kitap takıldı: “Soldatenblut- Vom Baltikum zu Kemal Pacha.” Yazarı, Hans Tröbst isminde Alman idi. Leipzig’de 1925 yılında basılan 330 sayfalı kitabın adını Türkçeye şöyle çevirebiliriz: “Asker Kanı- Baltık’tan Kemal Paşa’ya.” İnci Hanım Almanca kitabı 2016 başında eşine yılbaşı armağanı olarak verdi.

Yüksel Pazarkaya Almanya’da edebiyat doktorasını yapmış; Stuttgart Üniversitesi’nde tiyatro kurmuş ve altı yıl yönetmiş; gerek bu üniversite ve gerekse ABD-Princeton Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmış şair ve yazardı. Kitap çok ilgisini çekti; “bazı bölümleri Türkçeye çevireyim” diye düşündü. Ama okuma ilerledikçe belirli bölümleri çevirmenin kitaba haksızlık olacağını düşünerek tüm kitabı çevirdi. Adını, “Mustafa Kemal’in Ordusu’nda Bir Alman Yüzbaşı” koydu!

Kitap; TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından bir kültür hizmeti olarak 1.500 adet olarak yayınlandı. TÜYAP Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Ünal’ın hediye ettiği kitabı “yaz okumalarım” arasına koymuştum. Geçen hafta okumaya başladım bırakamadım…

ÜÇ CEPHE

Hans Tröbst (1891-1939)… Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu’nda görev yapan Yüzbaşı idi.

Savaş yenilgisi ardından Versay Antlaşması’yla Almanya’nın topraklarının işgalini; ve kimsenin karşı koymayan teslimiyetçiliğiniiçine sindiremedi. Üstelik rütbeleri sökülen anlı-şanlı Prusyalı subayların üç kuruş için kendilerini küçük düşürecek işler yapmaya başlamasına tahammül edemedi. Oysa…

Öğrendi ki; Almanların savaş müttefiki Türk subaylar, Sevr Antlaşması’na karşı Mustafa Kemal’in önderliğinde Anadolu’da direniş örgütlemeye başlamıştır. Emperyalist işgalcilere karşı mücadele eden Türklerin safında savaşmak için Anadolu’ya gitmeye karar verdi. 1920 yılının sonbaharında elinde küçük bavuluyla zorlu yolculuğa çıktı. 1921 baharında İstanbul’a varabildi. Anadolu’ya nasıl geçecekti? Dikkatli olmak zorundaydı:

İngilizler açtıkları “çağrı büroları” tuzağıyla Anadolu’ya gitmek isteyen yurtseverleri Malta’ya sürgüne gönderiyordu!

Savunma Bakanlığı’nda görüştüğü Türk subaylar da “casus olabilir” diye Alman subayı Tröbst’e güvenmedi. O dönem herkesin herkesten şüphelendiği günlerdi…

Yüzbaşı Tröbst’ün İnebolu’ya ve buradan Ankara’ya ulaşması sıkı kontroller nedeniyle güç gerçekleşti. Kızsa da sebebini Ankara’ya ulaştığında anladı; İngilizler, “destek” maskesiyle Ankara’ya gönderdiği casuslar Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünde bulunuyordu! Anadolu isyanının, sömürgesi altındaki Müslüman ülkelerde de ayaklanmaya sebep olacağından çekiniyorlardı. Tröbst şöyle yazdı:

-”Üç cephede birden savaşmak gerekiyordu: Gerideki düşmana; Ermenilere karşı, içerideki düşmana; bozgunculara, barış gevezelerine ve bilgiçlik taslayanlara karşı ve nihayet dış düşmana; Yunan’a, Fransızlara İngilizlere ve İtalyanlara karşı…”

HANGİSİ BİZDEN

Alman Yüzbaşı Tröbst’ün yaşayarak yazdığı….

-Mustafa Kemal’in güvensizliği yok eden büyük komutan olduğu ve Binbaşı Nazım gibi Türk subayının ölüme koşan fedakarlıklarını yanaklarınız ıslanarak okuyorsunuz…

-Başta Yunan Ordusu olmak üzere işgalcileri Anadolu insanına yaptıkları zulmü ve asker kaçaklarını hınç duyarak okuyorsunuz…

Mehmetçik’in destanıyla gurur duyuyorsunuz…

-”Sakarya Savaşı on iki gündür devam ediyordu. Türkler burada, kendilerinden üç kat üstün  düşmana karşı savaşıyorlardı. İngiliz dostları Yunan’ı en modern silahlarla aşırı ölçüde donatmıştı. Ama şimdiye kadar dişe dokunur herhangi bir avantaj elde edememişlerdi…”

Sonuçta:

Sakarya’da Türk’ün makus talihi yenildi; 1693’den beri geri çekilen Türk Ordusu ilk kez ileriye hamle yaptı. İlk hedefi Akdeniz idi…

-”Düşman çekilirken demiryolu iyice tahrip etti, az sayıdaki ağacı devirdi, halkı katletti ve sistematik olarak ülkeyi çöle çevirdi…”

Zafer tüm bu zulme rağmen kazanıldı.

-”Dünya Kurtuluş Savaşı’nı şaşkınlıkla izledi, dünya kendi kendine soruyordu: Bu nasıl mümkün oldu? Evet, yenilmiş ve yıkılmış bir ülke en korkunç savaşlardan birinin hemen ardından silaha sarılmış; muktedir İngiltere ve uydularının dikte ettiği, sonsuza kadar geçerli olmasını istediği barış antlaşmasını paramparça etmişti… Bu Türk kahramanlık savaşı bugün biz Almanlar için özel anlam taşıyor: Ardımızda kalan onursuz yılları unutalım, tekrar kendimize ve kendi gücümüze güvenelim…”

Emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşımız yıllarca dünya mazlumlarına örnek gösterildi/gösteriliyor. Ve fakat “içimizden” biri dedi ki:

-”Keşke Yunan galip gelseydi!”

Bu lakırtıyı kimin ettiğini yazmaya gerek yok. Üzerinde durulması gereken -İngilizlerin koruması altındaki- bu fesli yobazın pulunu basmaya kimlerin karar verdiğidir!

Atatürk’ün sözünü anımsatırım:

“Vatana ihanetin nedeni olmaz; er ya da geç bedeli olur.”

***

Yakın bir zamanda Hans Tröbst’ün oğlu Christian Tröbst de Türkiye’yi ziyaret etmişti

Mustafa Kemal’e hayranlığı dolayısıyla Kurtuluş Savaşı’na katılan ve İstiklal Madalyası alarak ülkesine dönen Alman yüzbaşı Hans Toebst’in oğlu Cord Christian Troebst, babasının görev yaptığı yerleri görmek için Türkiye’ye geldi. Troebst, Türkleri çok seven babasının ablasına Gülnar ismini koyduğunu söyledi.

Almanlar tarafından inşa edilen Bağdat Demiryolu’nun kuruluşunun 100. yıldönümü nedeniyle, Adana’nın Pozantı İlçesi’ne gelen Sonntag Aktuell muhabiri Troebst, babasının tuttuğu günlük ve Türk ordusunu anlattığı ’Asker Kanı – Baltık Denizi’nden Mustafa Kemal Paşa’ya’ adlı kitapta Atatürk’e olan hayranlığını dile getirdiğini söyledi. Babasının Kurtuluş Savaşı yıllarında deniz yoluyla Ortaköy’e geldiğini ve Atatürk’e savaşa katılmak istediğini söylediğini anlatan Trobest, ‘Ona ‘Sen esir düşersen Alman olduğun anlaşılır, seni demiryolunda görevlendirelim’ demişler. Babam, önce Eskişehir demiryolunda, daha sonra Konya Ereğli demiryolunda, demiryolu subayı olarak görev yapmış. Alman ordusundaki yüzbaşı rütbesini, Türk ordusunda da kullanarak, Anadolu’da bu kez Türk üniforması altında verilen özgürlük mücadelesine katılmış’ dedi.

Babasının, ülkesine dönerken kendisine verilen İstiklál Savaşı madalyasına gözü gibi baktığını belirten Troebst, şöyle devam etti: ‘Babam, 1923 yılında döndüğü Almanya’da uzun süre kalmamış ve 1924’de tekrar Türkiye’ye dönmüş. O dönemde (Alman Telgraf Merkezi) adı verilen ve devletin resmi ajansı olan kuruluşa gönderdiği yazılar beğenilince onu Türkiye muhabiri yapmışlar. Babamın ilk eşinden üç çocuğu olmuş. Babamın Gülnar adını verdiği ablam şu anda 80 yaşında ve halen yaşıyor.’

Mustafa Kemal’e, Hans Tröbst’e ve Türk bağımsızlık mücadelesine gönlünü vermiş nice ölümsüz kahramana selam olsun.

Bu yazı Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/mustafa-kemalin-ordusunda-bir-alman-yuzbasi/feed/ 0