Siyasî İnkılâplara Tepkiler

Atatürkün hayatı ve eserleri 300x150

Siyasî İnkılâplara Tepkiler

Millî Mücadele Kahramanları Arasında Görüş Ayrılıkları

Gazi M. Kemal, Anadolu’da Millî Mücadele‟nin temelini Amasya’da atarken yanında Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Refet (BELE) vardı. XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’da telgrafla desteğini bildirmişti. Daha önce gördüğümüz gibi, Ali Fuat Paşa 26 Haziran Genelgesi ile M. Kemal‟in yanında İstanbul‟a karşı bayrak açmıştı. Sonraki gelişmelerde de Batı Cephesi Komutanı olarak görevden alındığı 8 Kasım 1920‟ye kadar, daha sonra da Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin ilk Moskova Büyükelçisi olarak, dönüşünde de Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı olarak hep Gazi M. Kemal’in yanında yer almıştı. Zaten Ali Fuat Paşa Büyük Önderin Harp Okulu günlerinden beri en yakın bir arkadaşıydı. Fikir ve düşünce itibariyle de onunla aynı görüşleri benimseyen bir yapıdaydı.

Rauf beye gelince, bahriye subayı olarak, özellikle Balkan Savaşında Hamidiye harp gemisi ile yaptığı akınlarda büyük ün kazanmıştı. Ahmet İzzet Paşa Hükümetinde Bahriye Nazırı olarak bulunmuş ve Mondros Mütarekesini imzalamış, mütareke döneminde M. Kemal ile yakın işbirliği yapmış, onun Anadolu‟ya geçmesinin ardından Batı Anadolu üzerinden Ankara‟ya gelmiş, Amasya Kararlarını imzalamış, Sivas Kongresinde ikinci başkan olarak yer almış, Meclis-i Mebusan‟da Temsil Heyeti‟nin Anadolu harekâtının sözcüsü, temsilcisi olarak hizmet etmişti. İstanbul‟un işgalinde 16 Mart akşamı İngiliz askerleri tarafından Meclis‟te tutuklanmış ve Malta‟ya götürülmüştü. Dönüşünde bir süre bakan olarak hizmet etmiş, 12 Temmuz 1922‟de İcra Vekilleri Heyeti Reisliğine (Başbakanlık) seçilmiş,

Lausanne Barışı’nın imzasından sonra, İsmet Paşa ile olan anlaşmazlığı sebebiyle istifa etmişti (4 Ağustos 1923).

Refet Paşa ise, Mustafa Kemal Paşa‟nın isteği üzerine III. Kolordu Komutanı olarak beraberinde Anadolu’ya gelmiş, İstanbul’un ve İngilizlerin baskıları üzerine 13 Temmuz‟da görevinden istifâ etmiş, Sivas Kongresine katılmış, Türkiye Büyük Millet Meclisi döneminde bir süre İçişleri Bakanı ve Güney Cephesi Komutanı, Millî Savunma Bakanı olarak çalışmış, iç isyanların bastırılmasında yararlı hizmetler etmişti. 9 Ekim 1922‟de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin İstanbul Mümessilliğine atanmış ve Doğu Trakya‟yı teslim almakla görevlendirilmiş, 8 Ekim 1923‟e kadar Trakya Komutanlığında bulunmuş, daha sonra da İstanbul Milletvekili olarak hizmete devam etmekteydi.

Kâzım Karabekir Paşa, Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Irak ve özellikle Doğu cephesinde başarıyla hizmet etmiş ve generalliğe terfi etmişti. Mütareke döneminde Kolordu Komutanlıklarında bulunmuş, kendi isteği üzerine Erzurum‟da bulunan XV. Kolordu Komutanlığına atanmış, İstanbul‟da Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek Anadolu‟ya gelmesi halinde emirlerinde olacağını bildirmişti. Nitekim M. Kemal‟in Ordu Müfettişi sıfatıyla Anadolu‟ya ve özellikle Erzurum‟a gelişinden sonra, ona bağlı Kolordu Komutanı olarak samimiyetle işbirliği yapmıştır.

Onun görevine son verilmesinden sonra, kolordusu ile hizmet arzetmiş, Erzurum Kongresi‟nin toplanmasını sağlamıştı. Bu arada M. Kemal’in tutuklanması için İstanbul’dan gelen emirleri yerine getirmediği gibi, M. Kemal’i savunan yazılarla cevaplandırmıştı. Doğu Cephesi Komutanı olarak Ermenistan’a karşı yürütülen harekâtı çok az zayiatla parlak bir biçimde sonuçlandırmış, Gümrü ve Kars Antlaşmalarını imzalamak şerefine ulaşmıştı. Millî Mücadele boyunca, Mustafa Kemal‟in her konuda görüşüne değer verdiği bir komutan olarak işbirliği yapmıştı.

Büyük zaferin sonucunda, istilâcı ordular vatan topraklarından atıldıktan ve barış imzalandıktan sonra, Gazi M. Kemal ile yakın silâh arkadaşları arasında yolların ayrılmaya başladığı görülmektedir. Bunun sebepleri nelerdir ve ne gibi sonuçlar doğurmuştur?

Gazi M. Kemal ile Rauf Bey arasında anlaşmazlık hemen barıştan sonra kendinî gösterdi. Rauf Bey 4 Ağustos‟ta Başbakanlıktan Gazi‟nin ısrarlarına rağmen istifâ etti. Sebep, İsmet Paşa ile Yunan tazminatı konusunda, Lausanne görüşmelerindeki görüş ayrılıklarıydı. Rauf Bey veda görüşmesinde, Devlet Başkanlığı makamının kuvvetlendirilmesini istemiş ve ondan olumlu cevap almıştı. Aynı görüşmede hazır bulunan Ali Fuat Paşa‟da, Gazi‟ye “senin şimdi havarilerin kimlerdir” diye sormuştu. Gazi bu soruya, “Benim havarilerim yoktur. Memleket ve millete kimler hizmet eder, bu hizmete layık ve muktedir olduğunu gösterirse „havari‟ onlardır” cevabını verir.

Rauf Bey‟in yerine Fethi Bey 13 Ağustos‟da Hükümet Başkanlığına seçilmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı olan Ali Fuat Paşa da politikadan hoşlanmadığı gerekçesiyle, 24 Ekim 1923‟te görevinden istifâ ederek İkinci Ordu Müfettişliğine atanmıştı. Kâzım Karabekir Paşa‟da Doğu Cephesi Komutanlığının kaldırılması üzerine (21 Ekim 1923), Birinci Ordu Müfettişliğine atanmıştı. Her iki general de milletvekili sıfatını taşımaktaydılar.

Gazi‟nin istememesine rağmen, Meclis İkinci Başkanlığına Rauf Bey‟in, boş olan İçişlerine de Sabit Bey‟in seçilmeleri Meclis‟teki muhalif havayı ortaya çıkarmıştı. Bu olayın ardından Fethi Bey Başbakanlıktan istifâ etmiş, çıkan kriz sonucunda, Cumhuriyet ilân edilmişti. Cumhuriyet ilân edildiğinde, Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşa‟lar ile Rauf Bey Ankara‟da değillerdi. Kendi

deyimleriyle “Cumhuriyet‟in ilânının aceleye getirilmesinden rahatsız olduklarını” gizlememişlerdi. Konu, Rauf Bey‟in parti grubunda ciddi bir şekilde hırpalanmasına yol açmıştı. Hilâfetin ilgası ise, bir yerde iplerin kopmasına neden olmuştu.

Aslında aradaki kopmada psikolojik faktörlerin de bulunduğu görülmektedir. İsmi geçen Gazi‟nin yakın silâh arkadaşlarının, Millî Mücadele‟ye katılma kıdemleri ve rütbeleri bakımından, kendilerinden daha az kıdemli olanların ön saflara geçmelerinden de rahatsız oldukları anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan adı geçenlerin, Millî Mücadele döneminde olduğu gibi, barıştan sonraki safhalarda da yapılmakta olan ve yapılacak işlerde, eşit ölçüde söz sahibi olmak istedikleri görülmektedir.

İsmet Paşa bu durumu şöyle anlatır: “Lausanne Konferansı bittikten sonra, Atatürk‟ün bir an evvel memlekete dönmem için istical ettiğini söylemiştim. Bu isticalin (acelenin) nedenlerini döndüğüm günlerde anladım. Atatürk yalnız kalmıştı… Ali Fuat Paşa, Rauf Bey, Atatürk ile bu günlerde görüşmüşler. Rauf Bey gittikten sonra yeni kurulacak hükümet için, kimlerin bundan sonra hangi vazifelerde çalışacaklarını tesbit için toplantılar yapılmış, konuşmalar olmuş. Ben Lausanne dönüşü tam bu hâdiselerin üstüne gelmiş oldum. Karabekir Paşa ordu müfettişliğine gitmişti.

Ali Fuat Paşa da Konya‟daki ordu müfettişliğine tayin edilmiş, yahut edilmek üzere bulunuyordu. Fevzi (ÇAKMAK) Paşa ile bugünlerde bir mülakat hatırlarım. İkimiz başbaşa konuşuyoruz. Fevzi Paşa bana, bundan sonra yapılacak icraat için Atatürk‟ün eski arkadaşları ile, ileri gelen arkadaşlarla görüşüp yapılacak işleri, beraber kararlaştırmayı usul ittihaz etmesini teklif etti. Kendi aralarında bunu görüşmüşler, Fevzi Paşa vasıtasıyla bana da teklif ediyorlar. Ben de evet dersem Fevzi Paşa, Atatürk‟e gidip kararı söyleyecek ve bundan sonraki çalışmaların böyle yürütülmesini teklif edecek. İşte bütün ihtilâflar (anlaşmazlıklar) bundan çıkıyor. Şikâyet eden arkadaşlar, herkes, yarın ne yapılacağını bilmiyoruz, emrivaki karşısında bulunuyoruz. Düşünce bu. Bunun ilerisi nereye varacak, ne olacak endişesi içindeler. Bunları bir esasa, bir beraber çalışma havasına bağlayalım, arzusundalar.

Fevzi Paşa, vaziyeti anlattı, sen bu fikirde mutabık olursan, ben hepinizin namına Atatürk ile konuşurum, dedi. Fevzi Paşa’ya şunları söyledim: Devletin resmî müesseseleri, devlet işlerinin, tertiplerin konuşulacak, müzakere edilecek ve mutabık olunacak zamanları ve vazifeleri tayin edilmiştir. Benim bütün hayatımda inandığım usul budur. Bunun için bir iç müessese ile Devlet Reisini kordon altına almanın doğru olmadığı mütalâasındayım ve kendisiyle böyle bir konuşma yapılmasına benim muvafakatım yoktur. Böyle bir teşebbüste, benim beraberliğimi istihsal etmek şöyle dursun, böyle bir teşebbüsü ben doğru bulmam. Kendisine bu cevabı verdim. O, tabiî olarak, demek istemiyorsun, dedi. Hayır dedim. Mesele böyle kaldı…

İhtilâfların esas sebebini ben böyle teşhis etmişimdir. Atatürk bu ilk günlerden sonra artan ihtilâfları daha evvel tasmim edilmiş (tasarlanmış), hazırlanmış etraflı bir komplo olarak kabul ettiğini ve bunu hissederek tedbir aldığını söyler. Tabiî onun benden daha çok temasları ve münasebetleri var. Hadiseler üzerine böyle bir karara varmış ve o kanaatle takip etmiştir. Karşısında bulunduğumuz meseleyi benim mütalâa edişim daha sadedir. Onların bir takım tertiplere girdiklerine kesin teşhis koyup, böyle bir hükme varmıyorum.

Ben esas ihtilâfı, fikirlerimiz arasında temelde fark olmasından ve beraber çalışma itimadının bozulmasından ibarettir şeklinde görüyorum. Cumhuriyetin başında talihsizliğimiz, hemen her inkılâpta vaki olan olayların birisi tabiatındadır. Yani baştan beri beraber çalışan arkadaşlar, bir noktada, yeni yapılacak reformlar ve takip olunacak istikametler için fikirde mutabık olamamışlarsa, ayrılmak mecburiyetinde kalıyorlar. Mesele bundan ibarettir…

Şimdi Atatürk ile ihtilâfa düşüp ondan ayrılan arkadaşların bir hususiyetlerine temas edeceğim. Onlar, işin başından beri hep beraberiz, zaferi beraber kazandık, bu devleti beraber kuruyoruz, hepimiz aynı derecede söz sahibi olmalıyız, tarzında düşünüyorlar. Muhtelif vazifelerdeyiz, fakat söz tesiri eşit olacak demek istiyorlar. Fevzi Paşa’nın sözü de bu… Peki ama bu nasıl olacak? O zaman bu devlet şeklini başından itibaren kabul etmiyoruz demektir… Devlet başkanlığı müessesesi var, hükümet var, meclis var, parti var.

Fakat bir fikri yürütmek için bir kısım arkadaşlar dışarda birleşecekler, çoklukla bir karara varacaklar ve bunu yürütecekler… İşlerin yürütülmesi, tatbik edilmesi, devletin kendi kanunlarına göre tabiî mecrasında olmalıdır. Vaktiyle beraber bulunmuş, beraber çalışmış olanlar ne kadar vazife sahibi iseler o kadar söz sahibi olurlar. Bunun başka çaresi yoktur”.

Eskiden beri ön safta bulunan Atatürk‟ün yakın silâh arkadaşları, cumhuriyetin ilânından ve hilâfet makamının kaldırılmasından sonra, ondan daha da uzaklaşmaya başlamışlardı. Gazi‟nin otoritesinin gittikçe artmasından, özellikle inkılâp temposunun gittikçe hızlanmasından şikâyetçiydiler. Çözüm olarak düşündükleri yol, Meclis‟te çalışmak, hatta siyasî bir parti oluşturmaktı. Artık yollar ayrılmaktaydı.

Cumhuriyet’in İlk Muhalefet Partisi: Terakkiperver Cumhuriyet Partisi (TCF)

Musul meselesinin çıkmaza girdiği bir sırada, Birinci Ordu Müfettişi Kâzım Karabekir Paşa 26 Ekim 1924‟de askerî görevinden istifa etti. Ali Fuat Paşa‟da 30 Ekim’de yasama görevine başlayacağı gerekçesiyle istifa etti. Daha önce milletvekilliğinden istifa eden Refet Paşa‟da Rauf Bey‟in ısrarıyla istifasını geri almış bulunmaktaydı. 30 Ekim gecesi Gazi, Ankara’da bulunan Ali Fuat Paşa‟yı akşam yemeğine çağırtmış, ama Fuat Paşa yemeğe gelmemişti.

Bu durumda Gazi, Meclis içinde ve dışındaki muhalefet hareketi ile ayarlanmış geniş bir askerî komplo ile karşı karşıya imiş gibi, enerjik bir şekilde harekete geçti. Asker olan milletvekillerini, meclis görevinden istifâya davet etti. Kendisine telefonla bilgi verilen Fevzi (ÇAKMAK) Paşa isteği hemen yerine getirdi. Kolordu Komutanlarından dördü bu isteği olumlu karşıladılar ve milletvekilliğinden istifâlarını verdiler. 3. Ordu Müfettişi Cevat Paşa (ÇOBANLI) ile VII. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa (EĞİLMEZ), durumun aydınlatılmasını istediler. Cafer Tayyar Paşa yasama görevini tercih etti.

Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşa‟ya, askerî görevlerini yerlerine atanan şahıslara usulüne göre devir ve teslim ettikten sonra yasama görevlerine başlayabilecekleri bildirildi ve ancak bu işlemden sonra Meclis‟e alındılar.

Gazi, eski arkadaşlarının evvela orduya gidip sonra Meclis‟e dönmek istemelerini, orduyu kâfi derecede hazırladılar, şimdi siyasetle bunu değerlendirecekler şeklinde yorumladı. Musul‟la ilgili tartışmaların yapıldığı bir sırada komutanların hareketlerini şiddetle eleştirdi.

Yapılan operasyondan, orduda kimin etken olduğu açık bir şekilde ortaya çıktı. Ordunun Gazi‟ye bağlı olduğu anlaşıldı. Bu vesile ile Gazi, komutanların hem askerî, hem de yasama görevini yapmaları yolunu kapattı. Orduyu siyasetin tamamen dışına çıkardı.

Bütün bu gelişmeler Gazi M. Kemal‟e karşı, onun yakın arkadaşlarının oluşturduğu bir muhalefet partisinin kurulmasına yol açtı.

1 Kasım 1924‟de Meclis açıldığında muhalifler işe hükümetle ilgili bir gensoru ile başladılar ve tartışmalar kısa bir sürede genelleştirildi. Özellikle mübadele ve iskân işleri uzun tartışmalara konu oldu. Hükümet (18‟e karşı 146) güvenoyu almıştı. Tartışmalardaki şiddetli üslûp, kırgınlıkları daha da artırmıştı.

Güven oylamasından sonra bir kısım milletvekilleri Halk Partisinden istifa ettiler.

Kırgın milletvekilleri bir araya gelerek 17 Kasım 1924‟de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) oluşturdular. 27 Kasım‟da yapılan seçimde Kâzım Karabekir Parti Başkanlığına, Rauf (ORBAY) ve Dr. Adnan (ADIVAR) Beyler Başkan yardımcılıklarına, Ali Fuat (CEBESOY) Paşa da genel sekreterliğe seçildiler.

Partinin programı 58 maddeden oluşuyordu. Halk Partisinden önemli noktalarda ayrılıyordu: Cumhurbaşkanının partiler üstünde olması, tek dereceli ve dar bölgeli seçim, hâkim güvencesi, adem-i merkeziyetçi yönetim, yabancı sermayeden yararlanma ve basın serbestliği, belediye başkanlarının seçimle işbaşına gelmeleri gibi. Yeni parti “Şahsi idareye son vermek, millî egemenlik ilkelerine göre Meclis‟te denetimi sağlamak, sosyal gelişmeyi amaç, liberalizmi bu yolda araç olarak kullanmak ve hissiyat-ı dinîyeye riayetkâr olmak” iddiasındaydı.

Yeni parti İstanbul basınının, bazı muhafazakâr ve İttihatçı çevrelerin ve özellikle her çeşit gayrı memnunların ümitle baktıkları bir kuruluş manzarası alma emareleri gösteriyordu. Sert tartışmalar bahis konusuydu. Gazi havayı yumuşatmak ve CHP grubunun eğilimini de dikkate alarak İsmet Paşa‟ya göre yumuşak ve ılımlı bir kişiliği olan Ali Fethi (OKYAR) Bey‟i Başbakanlığa getirdi (22 Kasım 1924).

Fethi Bey, liberal temayüllü, hürriyetlere azamî hürmetkâr ve her anlaşmazlığın görüşmeler ve karşılıklı fikirlerin serbestçe konuşulmasıyla sonuca ulaşacağına inanan bir şahsiyetti. Görevi kabul etmeden önce, Gazi ile görüşmüş, muhalif partinin felsefesinin halkça benimsenmesi halinde, iktidara gelmesine razı olunup olunmayacağını sormuş, onun “çok tabiî” cevabı üzerine görevi kabul etmişti.

Gazi M. Kemal’in o günlerde TCF‟nin kuruluşunu tabiî karşıladığı, Times‟ın İstanbul muhabirinin yazılı sorularına 11 Aralık 1924‟de verdiği cevaptan da anlaşılmaktadır. Muhabir sorularına Gazi’nin verdiği cevaplar özetle şöyledir: “Millî egemenliğe dayalı ve bilhassa Cumhuriyetle idare olunan memleketlerde siyasî partilerin varolması tabiîdir. Türkiye Cumhuriyetinde de birbirlerini denetleyen partiler oluşacağına şüphe yoktur. Bu tabiî vaziyet karşısında Gazi Paşa‟nında vaziyeti tabiî olmaktan başka birşey olmayacaktır.

Gazi CHP’nin Genel Başkanlığını halen muhafaza etmektedir. Yalnız Cumhurbaşkanı olduğundan beri, olduğu gibi, bu makamda kaldıkça, partinin başkanlığıyla fiilen meşgul olmayacaktır. Bu vazife vekâleten partinin diğer bir lideri tarafından yürütülecektir”. Muhabirin sorduğu TCF’nin programı, veto ve Meclis‟in feshi, dinî serbestlik, millî egemenliğin muhafazası ve istibdat konularına verdiği cevap şöyledir:

“TCF‟nin programında, mevcut partinin ilkelerinden hariç, tartışılmaya değer esaslı bir fikir görülmüyor. Veto hakkı, fesih hakkı Anayasa‟nın ilgili maddeleriyle tespit edilmiştir. Efkâr ve itikadat-ı dinîyeye hürmetkâr olmak, öteden beri tabiî ve umumi bir telâkkidir. Bunun aksini düşünmek için sebep yoktur. Millî egemenliğimiz asla tehlikede değildir. Bütün millet onun müdrik ve muhafızıdır. CHP ve onun bütün liderleri ve mensupları Türkiye‟de her türlü keyfî idareyi kökünden yıkmak için ve memleket ve millete tam bir hürriyet kazandırmak için bugüne kadar milletle beraber hayatlarını ortaya koymaktan çekinmediklerine göre, bahis konusu keyfî idare herhalde mevcut değildir”.

Fethi Bey kabinesi, hem muhalefet çevresinde, hem de basında iyi karşılandı. Siyasî havada bir yumuşama meydana geldi. Ancak ismine 10 Kasım 1924‟den beri Cumhuriyet kelimesi ilâve etmiş olan Cumhuriyet Halk Partisinde radikaller ve ılımlılar olmak üzere, başlıca iki hizip ortaya çıkmıştı. Radikaller yahut halk deyimiyle “şahinler” inkılâp hızının kesilmeden devam etmesini istemekteydiler. Bu grubun sözcüsü durumunda olan İçişleri Bakanı Recep (PEKER) Bey, İstanbul Belediye Başkanı‟nın seçimle gelmesine karşı olduğundan istifa etmiş ve CHP Genel Sekreterliğine getirilmişti.

Büyük Taarruzda I. Orduya kumanda eden, muhafazakâr Nurettin Paşa‟nın birbiri ardına Bursa‟dan milletvekili seçilmesi, Deli Halit Paşa‟nın Meclis koridorlarında vurulması, Meclis‟de havayı gerginleştirmişti.

Bu olayların ardından ortaya çıkan şeyh Sait İsyanı, ülkenin gündemini değiştirdiği gibi Gazi‟nin inkılâplarla ilgili stratejisi ve muhalefete karşı tutumu bakımından da ciddî bir dönüm noktası oldu.

Şeyh Sait Ayaklanması ve Takrir-i Sükûn Kanunu

Şeyh Sait Ayaklanması

Şeyh Sait ayaklanmasının derininde bölgenin sosyo-ekonomik ve kültürel yapısının etkisi olduğuna şüphe yoktur. Bölge halkı, orta çağlardan beri devam eden kendine özgü, şeyh ve ağa hâkimiyeti altında fakir, yoksul ve eğitimden mahrum bir hayat sürmekteydi.

Millî Mücadele sırasında, “bölge halkı, Anadolu harekâtında memleket birliğini muhafaza etmek millî hükümeti kuvvetli bulundurmak için arzu ile yardımcı” olmuşlardı.

Lozan barışından sonra, hilâfetin kaldırılması üzerine, özellikle dış kaynaklı dinî tahrikler, eski padişah Vahidettin taraftarları ve Musul meselesi dolayısıyla İngilizlerce sistemli bir şekilde yürütülmekteydi. Bu arada İngilizlerin Hakkâri ilinin bir kısmını ele geçirmek için başlattıkları ve fiilen destekledikleri Nasturi ayaklanması, Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (EĞİLMEZ) Paşa tarafından bastırılmış ve kaçan Nasturiler 1924 Eylül sonlarında Irak‟a iltica etmişlerdi.

Olay sırasında, İngiliz telkinleriyle bir kaç görevli de Irak‟a kaçmış, kaçanlardan bir kaçı yakalanmış mahkemeye verilmişti. Bununla ilgili olarak bölgede etkili bir dinî lider olan şeyh Said‟in de ifadesi istinabe yoluyla alınmıştı. şeyh bundan telaşlanmış ve çevrede kışkırtmalara girişmişti. Esasen İstanbul‟dan gelen oğlu Ali Rıza, Seyit Abdülkadir’in Hakkâri’de ayaklanma başlatacağı konusunda bilgi getirmişti. şeyh Saidin yanında bulunan iki kişi jandarmalarca aranmaktaydı.

Bunlar tutuklanmak istenince, şeyhin adamları silâhla karşı koydular. Jandarmalar esir edildiler (13 Şubat 1925). şeyh, Piran’da verdiği vaazda “Medreseler kapandı, Din ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı, din elden gidiyor” sloganıyla dinî kurtarmak hilâfeti ihya etmek amacıyla halkı yeşil sancak altına davete başladı. Ayaklanma süratle yayılma yoluna girmekteydi. Asiler ilk sıralarda zayıf askerî birlikleri yenilgiye uğratarak Genç, Çabakçur, Elazığ, Hani‟yi ele geçirerek Diyarbakır önlerine gelmişlerdi.

Başbakan Fethi Bey (OKYAR) köylüyü ezen âşar vergisini yeni kaldırmıştı (17 şubat 1925). Doğudaki ayaklanmanın, bölgede sıkıyönetim ilân etmek, yöresel askerî önlemler almak suretiyle halledileceği ve olağanüstü tedbirlere gerek kalmayacağı kanısındaydı. Bu itibarla Diyarbakır, Elazığ, Genç, Ergani, Malatya, Muş, Dersim, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri illeriyle, Erzurum’un Kiği ve Hınıs ilçelerinde bir ay süreyle sıkıyönetim ilân edilmesini teklif etti. Teklif muhalefet partisinin de tam desteği ile kabul edildi. Ayrıca dinîn siyasete alet edilemeyeceğine ve bu suçun vatana ihanet sayılacağına dair bir yasa teklifi muhalefetin de oyları ile tartışmasız kabul edilmişti.

Bu önlemlere rağmen, isyanın bölgede süratle yayılması, basındaki haberler, havayı değiştirmeye başlamıştı. CHF‟nin “şahinler kanadı” isyanı yurt çapında Cumhuriyet’e ve inkılâplara yönelik içerden ve dışardan destekli bir karşı ihtilâl hareketi olarak değerlendiriyordu. Gazi de durumu dikkatle izlemekteydi. Sağlık nedenleriyle İstanbul’da bulunan İsmet Paşa‟yı 20 şubat‟ta Ankara‟ya çağırdı ve olayı beraberce takip etmeye başladılar. Olayların gelişmesi üzerine, CHP Grubunda Fethi Bey bazıları tarafından şiddetle eleştirildi ve sert tedbirler alması istendi.

Bu arada TCF‟de “Efkâr ve hissiyat-ı dinîyeye riayetkârdır” ifadesi dolayısıyla tenkit edildi. Tartışmaların uzaması üzerine, “Partinin bir lideri vardır. Onu dinleyelim” teklifi yapılarak Gazi davet edildi. Gazi uzun konuşmasında “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. İnkılâbı başlayan tamamlayacaktır” sözleriyle enerjik bir tutum alınmasını istedi. Yapılan oylama sonucunda 60‟a karşı 92 itimatsızlık oyu alan Fethi Bey, 2 Mart 1925‟te istifâ etti.

İsmet Paşa Hükümeti ve Takrir-i Sükûn Yasasının Kabulü

Yeni Hükümeti kurmakla İsmet (İNÖNÜ) Paşa görevlendirildi. İsmet Paşa hükümet programını Meclise sunarak 154 olumlu, 23 olumsuz ve 2 çekimser oyla güvenoyu aldı (3 Mart 1925). Yeni hükümetin programı özetle şöyledir: “Her şeyden önce son hâdiseler süratle ve şiddetle ortadan kaldırılacak, memleket her türlü fesat hareketlerinden korunacak, huzur ve devlet otoritesinin sağlam bir şekilde yerleştirilmesi için bütün tedbirler alınacaktır”

Düşünülen tedbirler şunlardır:

  1. Seferberlik ilân edilecek.
  2. Takrir-i sükûn yasası ile hükümete olağanüstü yetkiler verilecek.
  3. Bu yasayı çalıştırmak için biri isyan bölgesinde, diğeri Ankara‟da olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kurulacaktır.

Hükümet âcilen görüşülmesi isteği ile hazırladığı Takrir-i Sükûn yasasını Meclis‟e sundu. Yasa şöyledir:

  1. İrtica ve isyana ve memleketin sosyal düzenini huzur ve sükûnetini emniyet ve asayişini bozmaya sebep olacak bütün kuruluşlar, kışkırtmalar, girişimler ve yayınları hükümet, Cumhurbaşkanının onayı ile doğrudan doğruya veya idare olarak yasaklamaya yetkilidir. İşbu fiillere katılanları, hükümet istiklâl mahkemesine verebilir.
  2. İşbu kanun yayını tarihinden itibaren iki sene müddetle geçerlidir.
  3. Bu kanunun yürütülmesine Bakanlar Kurulu yetkilidir.

Kanun Meclis‟te tartışılırken TCF mensupları yasayı keyfî uygulamalara yol açacağı endişesi ile eleştirdiler. Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürdüler.

Yasa, 4 Mart 1925‟te kabul edildi. Sıkı yönetim bölgesinde faaliyette bulunacak mahkemeye, yetkili üst komutanın onaması şartıyla idam yetkisi de verildi.

Gazi M. Kemal 7 Mart 1925‟de, İstiklâl Mahkemelerinin kurulduğu gün millete, orduya ve memurlara hitap eden bir beyanname yayınladı.

Gazi son olayları yaratanların, kanunen suçlu bazı nüfuzlu kimselerin din maskesi altında yarattığı girişimler olduğunu söylüyor, hükümetin aldığı hukukî ve askerî önlemlerle güvenlik ve asayişi sağlayacağını belirtiyor ve sivil ve asker devlet memurlarını, her şeyden önce yüksek vazifelerini tereddütsüz, azim ve şiddetle yerine getirmeye davet ediyordu.

Şeyh Sait Ayaklanmasının Bastırılması ve Sonuçları

Ankara’da bu tartışmalar yaşanırken asiler Diyarbakır kapılarına dayanmışlar, hatta şehrin içine de girmişler ve çıkarılmışlardı.

Bu arada seferber olan askerî kuvvetler isyan mıntıkasında toplanmaya başladılar. 26 Martta ordu birlikleri harekete geçtiler. Asileri her taraftan kuşatacak ve özellikle İran yönünü kapatacak bir strateji uygulandı. Bu safhada halk asilere katılmak yerine, onların yolunu kesmeye, güvenlik güçlerine yardıma başladı. Askerî birlikler Piran, Hani, Palu, Çabakçur, Darahani‟yi ele geçirdiler.

Asilerin bazıları Irak‟a sığındı. İran‟a sığınmak için Muş‟a yönelen şeyh Sait, halkında hükümet kuvvetleri ile birlik olmasıyla, 15 Nisan‟da başlıca yardımcıları da dahil olmak üzere, yakalandı. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Şeyh Sait ve yardımcılarından 47 kişi idama mahkûm oldular. 29 Haziran 1925‟te kararlar uygulandı. Seyit Abdülkadir grubu ise, daha önce yargılanmış ve karar 23 Mayıs‟ta infaz edilmişti.

İsyan bastırıldıktan sonra, benzer olayları önlemek için doğudaki bir kısım şeyh ve ağalar batıya nakledilip ikamete mecbur edildiler.

Hükümet seferber edilen kıt‟aları yerlerine iade etmek kararı aldı. Üçüncü Ordu Müfettişi Kâzım (İNANÇ) Paşa, askerî önlemlerin devamında ısrar edince, görevden alındı ve yerine İzzettin (ÇALIşLAR) Paşa gönderildi. Savaştan çıkalı henüz iki yıl olmuştu. Silâh altına alınanları seferî durumda tutmanın psikolojik ve malî sakıncaları olduğu gibi, siyasî sakıncaları da vardı. Dış dünyaya karşı, ülkenin ancak büyük askerî önlemlerle ayakta durduğu gibi yanlış bir görüntü vermemek gerekiyordu.

şeyh Sait ayaklanmasının diğer bir sonucu da basına karşı alınan önlemler oldu. şeyh yargılanması sırasında, ayaklanmanın sebepleri arasında, bazı gazetelerin kışkırtıcı yazılarından etkilendiğini ileri sürmüştü. Zaten hükümet daha 6 Mart 1925‟te altı gazeteyi Takrir-i Sükûn yasasına dayanarak Bakanlar Kurulu kararıyla kapatmıştı. Daha sonraki günlerde sorumlu tutulan gazeteciler Elazığ‟a gönderilerek İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. Gazi‟nin araya girmesiyle gazeteciler beraat ettiler. Fakat gazeteleri kapatıldı. Ankara İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Hüseyin Cahit (YALÇIN) ömür boyu sürgün cezasına çarptırıldı.

Doğudaki isyanın sonuçlarından biri de TCF‟nın kapatılması oldu. Daha önce belirtildiği gibi, TCF‟nın en çok eleştirilen yanı, partinin “efkâr ve ikikad-ı dinîyeye riayetkârız” sloganıydı. Partinin kurucuları dinî istismarla bunun ilgisi olmadığını söylemekteydiler. Ancak ülkedeki inkılâp aleyhtarları için, bu son derece çekici bir durum yaratıyordu. Bu durumdan rahatsız olan CHP‟nin üst kademeleri, Başbakan Fethi Bey aracılığı ile TCF yöneticilerine, irtica tehlikesi karşısında partinin kendi kendisini kapatmasını istemişler, fakat ret cevabı almışlardı (25 şubat). Yakalanan asilerin yargılanmaları sırasında mahkeme TCF‟nın dinî propaganda ve kışkırtmalarla ilgili görerek partinin kapatılmasına karar verdi (3 Haziran 1925).

Olaylar sırasında Gazi‟nin Başbakanı olan İsmet Paşa TCF yöneticilerinin tutumunu şöyle değerlendirmektedir: “TCF‟nın programında bulunan fırka, efkâr ve itikadat-ı dinîyeye hürmetkârdır sözü büyük reformlar ve inkılâplar yoluna girmiş olan Atatürk idaresi ve Halk Partisi iktidarına karşı muhafazakâr bir zihniyetin ifadesi gibi görünüyordu.

Halbuki memleket, o günlerde irtica tahriklerine karşı her zamandan fazla hassas bulunuyordu… Fikirler çok karışık bir haldeydi. Her vesile ile, herkes her şeye hücum ediyordu. Şeriat isteği yaygın bir şekildeydi. Şimdi hâdiseleri zamanın şartları içinde değerlendirince, şu gerçek ortaya çıkıyor. Asıl niyeti ve istidadı, geçmiş hizmeti ne kadar iyi ve şayan-ı hürmet olsa da böyle bir merhaleyi geçerken tutumu ve tesiri yapıcı olmazsa, bir felâkete sebep olmak muhakkaktır.

O felâketi önlemek sorumlu adamın ilk vazifesidir. TCF erkânı reformcu kimselerdi, ama Osmanlı reformcusu idiler. Ben dahil hiç birimiz, reformculukta Atatürk metotlarını daha evvel görmüş, düşünmüş, benimsemiş değiliz. Atatürk metotları meydana çıkınca, ben sükûnetle vaziyeti mütalâa ederek halin ve zamanın tedbirleridir diye düşünmüşümdür. Atatürk‟le konuşmalarımızda, yapılabilirse bu şimdi yapılır, dediği zaman benim inanmam, ötekilerin korkması… Farkımız bundan geliyor. Halbuki zaman da farklıydı, Atatürk ile aralarındaki ölçüler de farklıydı.

Beraber bulundukları bir işten çıkıp, dışında kalarak, onun cereyan tarzını takip etmeye istidatları zayıftı. Terakkiperver fırkayı teşkil ettiler. Kendilerini bu yola sevk eden ve sonra ihtilâfa vardıran endişeyi söyle izah ediyorlardı: Cumhuriyetin ilânını bize sormadan, danışmadan yaptınız, aceleye getirdiniz. Olmaz! Birçok reformlar yapacaksınız, rejimi hangi istikametlere götüreceksiniz, bilmiyoruz. Birçok reformlar yapacaksınız, ıslahat yapacaksınız, ama bunların hepsini bir günde, üç senede, beş senede yapmak şart mıdır?

Bu mütalâalar, bu endişeler, kimisinde acele etmemekten, ihtiyatlı olmaktan, kimisinde başka sebeplerden, hülasa özduygularından ileri geliyordu. Hani beraberdik diyorlardı. Evet, beraber olduğumuz zamanlar icraatı beraber yaptık. Şimdi beraber olmadığımız zaman geldi, ayrı yapıyoruz”

İnönü’nün Terakkiperver Fırkanın din sömürüsü konusundaki değerlendirmesi de açık ve nettir. “Terakkiperver fırkanın kuruluşu zamanında, memlekette bize karşı belirli ve körüklenmiş olan dinî hissiyattan bilerek istifade etmek maksadı vardır. Şimdi bu, bence, onların bu niyette oldukları manasını taşımaz. Değillerdir. Ama siyasete girmişlerdir, muhalefet yapacaklardır ve rakiplerine karşı din unsurunu kullanmayı faydalı görmüşlerdir.

Vaktiyle beraberken, şimdi karşı karşıya gelince tabiatıyla her fikir kendisini yürütmek, tesirli olmak için, teşekkül etrafında faal olarak çalışacak bir topluluk taraftar kitle bulundurmak ihtiyacındadır. Bu ihtiyacı sağlamak için vasıtaların kullanılması önemlidir. Siyaset mücadelesine girmiş olanlar, bu çeşit külfetsiz vasıtalar kullanmaya kalkarlarsa, mücadele elbette ölçüsüz olmaktadır, ölçüsüz olmuştur…

Siyaset ayrılığının vücuda getirdiği neticeler, fikir ayrılığından, reformların tabiatından ve reformları tatbikteki metot farkından, buna ayak uydurmak, hazmetmek istidadının zayıflığından olmuştur.”

Aslında olayları objektif olarak değerlendirmek için o günün şartları içinde değerlendirmek gerekir. Takrir-i sükûn kanununun yürürlüğe girmesinden itibaren geriye bakılınca manzara şöyledir: Altı yüz yıllık saltanatın kaldırılmasından beri geçen zaman, iki yıl dört aydır. Cumhuriyet‟in ilânından bu yana ancak bir yıl dört ay geçmiştir. Hilâfetin ilgası, şer‟iyye ve Evkâf Vekâletlerinin kaldırılmasından, öğretimin birleştirilmesinden beri de ancak bir yıllık bir süre geçmişti. Ülkenin doğusunda sorunlu bir bölgede silâhlı ve genişleme istidadı gösteren bir ayaklanma başlamıştı. Bölgenin güneyinde, henüz

çözümlenmemiş Musul meselesi dolayısıyla, gergin ilişkiler içinde bulunulan Irak‟da, İngiliz yönetimi vardı. Keza güneyde Suriye‟de Fransız yönetimi mevcuttu. Batıda Yunanistan ile savaş sonrası pürüzlü konular henüz tam çözümlenememişti. Onikiada Rodos ve Meis‟e yerleşen İtalya, Mussolini yönetiminde, İngilizlerle işbirliği halinde, güney batı Anadolu ile ilgili hesaplar içindeydi. Lausanne‟ı imzalayan devletler, Türkiye‟deki rejimin geleceğinin ne olacağı beklentisi içindeydiler. İnönü bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Bütün bu şartlar içinde Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri gibi radikal tedbirlere müracaat etmeden cumhuriyeti yeni rejimi korumak mümkün müdür?”. Bu soruya o günün şartları içinde olumlu cevap vermek elbette mümkün değildir.

İsyan ve inkılap hareketlerine karşı alınacak önlemlere yasal dayanak için çıkarılmış olan Takrir-i Sükûn Kanunu, inkılap temposunun hızlandırılması içinde son derece yararlı oldu. Gazi M. Kemal, bu yasanın varlığından da yararlanarak, Türk toplumunu çağdaş medeniyetin bir ortağı yapmak ve bu suretle devletin bekasını, milletin güvenlik ve huzur ve refahını sağlamak maksadıyla gerekli gördüğü atılımları, büyük bir enerji ve azimle yürütmeye devam etti.

Sayfayı yazdırın Sayfayı yazdırın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir