Radikal İnkılâplar Dönemi
Tekke, Türbe ve Zaviyelerin Kapatılması
Doğudaki ayaklanma hareketi, inkılâplara karşı direnmenin, teokratik odaklardan beslendiğini açıkça ortaya koymuştu. Gerçi hilâfet kaldırılmış, medreseler kapatılmıştı, fakat tekke ve zaviyeler açıktı. Tarikat mensupları buralarda yuvalanmıştı. Üstelik tarikat mensupları ulemaya göre halka daha yakın ve daha etkiliydiler. Zira ulemanın mesafeli tavrına karşılık, basit halk tabakası ihtiyaç duyduğu yardım, şefkat ve rehberliği tarikatlarda ve onların derviş liderlerinde buluyordu.
Ulema zengin ve irsî bir kast haline gelirken, dervişler halk içinde onlarla bütünleşerek büyük nüfuz ve itibar kazanmışlardı. Gerek padişahlar ve gerekse Genç Türkler bunlardan yararlanmaya çalışmışlardı. Dolayısıyla bunlar halk arasında siyasî ağırlık da kazanmışlardı.
1924‟de devleti laikleştirme faaliyete yürütülürken ulema hedef alınmıştı. Ancak kısa bir zaman içinde laikliğe karşı en tehlikeli direncin ulemadan çok, dervişlerden geleceği ortaya çıktı. Dervişler ulemanın aksine bağımsız davranmaya ve muhalefete alışkındılar. Üstelik bir kısım ulema gibi, istilâcıyla işbirliği yapmanın lekesini de taşımıyorlardı. Dolayısıyla tarikatların faaliyeti dinî bakımdan laiklik politikası yürüten Cumhuriyet Hükümeti için potansiyel bir tehdit oluşturmaktaydı. Esasen şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılayan İstiklâl Mahkemesi, bölgedeki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar vermişti. Karar enerjik bir şekilde uygulanır.
Yurt çapında uygulamanın işaretini, Gazi M. Kemal Kastamonu’da 30 Ağustos 1925‟de şu sözlerle ifade etti: “Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vuzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir.
Tekkelerin kendiliklerinden kapanmayacakları anlaşılınca, bir yasa tasarısı hazırlandı. “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ve Türbedarlıkla Birtakım Ünvanların Yasaklanmasına ve Kaldırılmasına İlişkin Yasa” üç maddeden oluşuyordu. Buna göre, Türkiye Cumhuriyetinde bulunan
tarikatlar yasaklanıyor, şeyhlik, Dervişlik, Müritlik, Dedelik, Seyitlik, Çelebilik, Babalık, Naiblik, Emirlik ünvanları yasaklanıyor, büyücülük, üfürükçülük, falcılık, muskalık vs. gibi sıfatların kullanılması, bunlara ilişkin kıyafetlerin giyilmesi yasaklanıyordu. Ayrıca sultanlara ve tarikatlara ait bütün türbeler kapatılıyordu.
Kılık Kıyafette Değişiklik
Gazi M. Kemal çağdaşlaşma hareketini yürütürken dış görünüm itibarıyla zamana ayak uydurmayı gerekli görmekteydi. Bu ihtiyacı daha 1910‟da ilk Avrupa’ya çıkışında, Picardie manevralarına giderken hissetmişti. Başa giyilen fesin alay konusu olmasından rahatsızlanmıştı.
1925‟in Türkiye’sinde bir kıyafet bütünlüğü yoktu. Esasen İmparatorluk döneminde cemaatlerin giyimlerinin farklı olması gerekmekteydi. Müslümanların giydikleri başlık ve kıyafetler değişikti. İlk defa askerî alanda kendini gösteren kıyafet meselesi tartışma konusu olmuş, III. Selim’in askerlere “frenk elbisesi” giydirmek girişimi, tahttan indirilmesine yol açmıştı. II. Mahmut yeni kurduğu askerî birliğe fes giydirmek istediğinde, ulema engellemek istemişti. II. Abdulhamit 1903‟te bir kısım askere fes yerine kalpak giydirmek istediğinde, ulema “fes”i savunup kalpağa karşı çıkmışlardı.
Kalpak İkinci Meşrutiyet döneminde ittihatçılarca benimsenmiş ve ordu mensuplarına giydirilmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa sıcak memleketlere giden askerler için kabalak adlı ve güneş-siperli bir başlık yaptırmıştı. Buna Enveriye adı verilmişti. Kuvayi Millîyeciler ise kalpaklıydılar. Halk ise fesin yanı sıra çeşitli sarıklar da kullanmaktaydı.
Netice olarak fes, 1828‟den beri Müslümanı, Müslüman olmayandan ayıran sembol haline gelmiş, günlük hayatın bir parçası olmuştu.
Gazi Türkiye’yi geri kalmışlıktan kurtarmak ve her bakımdan çağdaş medeniyetin ortağı yapmak kararındaydı. Kültürü, teknolojisi ve yaşam şekliyle modern bir toplum yaratmak istemekteydi. Başa giyileni değiştirmekle, başın içindekileri değiştirmeye doğru önemli bir adım atılmış olacaktı.
İlk adım olmak üzere askere güneş siperli başlık giydirildi. Sonra dairelerde memurların başı açık çalışabilecekleri duyuruldu.
Gazi M. Kemal şapka ile ilgili uygulamayı, kendisini o zamana kadar hiç görmemiş olan ve oldukça muhafazakâr tanınan Kastamonu gezisinde başlattı. Kastamonu ve havalisi onu coşku ile karşılar. Gazi bu gezisinde elinde şapka olduğu halde dolaşır ve halkı kıyafet konusunda aydınlatır.
28 Ağustos‟da İnebolu’da yaptığı konuşmada: “Türkiye Cumhuriyeti halkı; fikriyle, zihniyetiyle medenî olduğunu ispat ve izhar (göstermek) etmek mecburiyetindedir. Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medenî olduğunu göstermek mecburiyetindedir.” dedikten sonra medenî kıyafetin ayakta iskarpin, bacakta pantolon, vücutta gömlek, yelek, ceket, boyunda kıravat, başta şapka olduğunu vurgular ve “medeniyetin coşkun seli karşısında direnmenin beyhude olduğunu” haykırır. Kastamonu’da 30 Ağustos 1925‟te yaptığı konuşmada yapılan ve yapılacak inkılâpların amacını “…Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün mana ve çabasıyla medeni bir ictimai heyet haline ulaştırmaktır” sözleriyle açıkladıktan sonra medeni kıyafetini lüzumu üzerinde ısrarla durur.
Gazi Ankara’ya döndüğünde, kendisini karşılayanlar artık şapkalıydılar. Halkın bir kısmı da şapka giymeye başlamıştı. Cumhurbaşkanı halkın tutumunu izlemek için bir ay devam eden bir yurt gezisine çıktı. Halkın olumlu tutumunu gören Gazi konunun yasalaşmasını sağladı. 28 Kasım 1925‟te kabul edilen şapka giyilmesi hakkında kanuna göre, bütün görevlilere şapka giymek mecburiyeti getiriliyor, halkın da buna aykırı alışkanlığı sürdürmesi hükümetçe yasaklanıyordu.
şapkaya meclis içinden ilk itiraz bağımsız Bursa milletvekili Nurettin Paşa‟dan gelmişti. Paşa‟nın itirazı, bir kısım milletvekili tarafından sert bir dille eleştirilmişti:
şapka giyilmesiyle ilgili uygulama beklenmedik ölçüde sert tepkiler yarattı. Sivas’ta, Erzurum’da, Rize’de, Maraş, Giresun ve Kayseri’de ayaklanma girişimleri yapıldı. Bazı çevreler, kıyafette gayri Müslimleri taklit, inanç ve davranışlarda da aynı yolu tutmaya yol açar propagandası yapmaktaydılar.
Bu propagandanın yarattığı karışıklık, kaynaşma ve hatta ayaklanma girişimlerini, İstiklâl Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn Kanununu enerjik bir şekilde uygulayarak önlediler.
Kılık kıyafette bütünlük sağlanmasıyla bir anlamda millî birlik pekişiyor ve dünyaya ayak uyduruluyordu.
Takvim ve Ölçülerde Çağdaşlaşma
Dış görünüşü Batıya uyduran Gazi, takvim, saat ve ağırlık ve uzunluk ölçülerinde de dünya ile uyum sağlanması için harekete geçti.
Eski Türklerde on iki hayvanlı takvim kullanılırdı. Müslüman olduktan sonra, ay yılına göre düzenlenmiş, 354 günden oluşan Hazreti Muhammed‟in Mekke‟den Medine‟ye göçünü başlangıç yılı kabul eden hicrî takvimi kullanmaya başladılar. Ancak güneş yılı 365 günden oluştuğundan 33 yılda bir “artık yıl” oluşmaktaydı. Bunu önlemek için güneş yılını esas alan Jülien takvimi, Rumî veya Malî Takvim, özellikle maliye ile ilgili konularda kullanılmaya başlanmıştı.
Halbuki Batı‟da 1582‟den beri güneş yılını 365 gün 5 saat 48 dakika olarak kabul eden Gregorien Takvim kullanılıyordu. Avrupa ile olan ilişkiler dolayısıyla Osmanlılar bu takvimi de kullanmaya başlayınca, takvimler üçlenmiş oldu. 1917‟de Rumi Takvim ile Miladî Takvim arasında 13 günlük bir fark oluşmuştu. Dolayısıyla 1332 yılı şubatının 16. günü 1333 Martının ve Miladî 1917 yılı Martının birinci günü sayılmış, aradaki fark ortadan kaldırılmıştı.
Bu kargaşayı önlemek milletlerarası ilişkilerde uyum sağlamak için, 26 Aralık 1925‟te Miladî Takvim (Gregorien Takvim) kabul edilerek Rumî 1341 yılının son gününü takip eden gün 1926 yılı Ocak ayının birinci günü olarak kabul edildi.
Aynı gün, saatlerde de “vasati güneş saati” resmi saat olarak kabul edildi. Halbuki Osmanlı Devletinde “ezani saat” alaturka saat kullanılıyordu. Buna göre gün 12 saatlik 2 dilime ayrılıyor, güneşin batışı 12 kabul edilmekteydi. Batıda ise günü 24 saate ayıran öğlen vaktini 12 olarak kabul eden alafranga saat güneş saati yürürlükteydi.
Dış dünya ile ilişkiler çoğaldıkça bu durum sıkıntılara yol açmaktaydı.
Toplum hayatı çağdaş dünyaya göre düzenlenirken takvim ve saat ve ölçülerini ayarlamada yarar görülmüştü.
1931 yılında eski ağırlık ve uzunluk ölçüleri değiştirildi. O zamana kadar kullanılan okka, çeki, endaze, arşın gibi ölçüler, bölgelere göre değiştiği gibi, milletlerarası ticari ilişkilerde de sıkıntı yaratmaktaydı. Eski ölçüler yerine onlu sisteme dayanan metre ve kilo gibi birimler kabul edildi.
Böylece hem yurt içi ve hem de dış dünya ile olan ilişkiler de kolaylık ve uyum sağlandı.
Toplum Hayatında Büyük Değişiklik: Çağdaş Hukukun Benimsenmesi ve Sonuçları
Eski Hukuk Düzeni
Türkler Müslüman olmalarından itibaren bin yıldan beri İslam hukuku çerçevesinde ilişkilerini yürütmekteydiler. İslâm hukukunun temel ilkeleri Kur’an’a, sünnete, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya dayanmaktadır. Dolayısıyla İslam’da devletin koyacağı kurallar bu ilkelere aykırı olamazdı. Özetle hukukun kaynağı şeriattır. Ancak İslam’da zaman içinde mezhepler oluşmuştu. Bunlar arasında dinî inanış açısından bir ayrılık olmamakla beraber, günlük olaylara uygulanacak kurallar açısından farklılıklar vardı.
Osmanlı İmparatorluğu halkı çeşitli din, mezhep ve ırka mensup insanlardan oluşmuştu. Halkın önemli bir kısmı Müslüman değildi.
Müslüman olmayan halkın kendi dinî kuralları uygulanmaktaydı. Hıristiyanlar, mezheplerine göre kendi kiliselerinde, Musevilerde havralarında doğum, ölüm, evlenme, boşanma ve miras işlerini çözümlemekteydiler. Gayrı müslim tebaa arasında da hukuk birliği yoktu.
Müslüman nüfusun büyük kısmı Sünnî mezhepleri benimsemişlerdi. Günlük hayatın uygulamalarında bunlar arasında da farklar olduğu gibi, ayrıca önemli bir şiî topluluğu da mevcuttu. Bunlarda şiî fıkhına göre ilişkilerini yürütmekteydiler. Şeriatın cevap vermediği konularda, hükümdar kanun koymak suretiyle bu boşluğu doldurmaktaydı. Bunlara örfi kanunlar denilmekteydi. Bunların da şeriata uygun olmaları gerekmekteydi. Özetle Osmanlı Devleti’nin hem Müslüman ve hem de Müslüman olmayan vatandaşları arasında bir hukuk birliği yoktu.
İslam’da X. yüzyıldan sonra içtihat kapısı kapandığından, İslâm Hukuku dondurulmuş duruma geldiğinden zamanın ihtiyaçlarına cevap veremez hale gelmişti. Dolayısıyla Tanzimat döneminde Batı kaynaklı yasalarla bu boşluk kapatılmaya çalışıldı. 1850‟de Fransız Ticaret Kanunu tercüme edilerek yürürlüğe konuldu. 1858‟de Fransız Ceza Kanununun tercümesiyle oluşan Ceza Kanunu, 1861‟de aynı yolla düzenlenen Ticaret Usul Kanunu, 1863‟de Deniz Ticaret Kanunu, 1879‟da da Hukuk ve Ceza Muhakemeleri Kanunları uygulanmaya başlandı.
Bu durumda Batı‟dan alınan yasalara göre çalışan Nizamiye mahkemeleri kuruldu. Haliyle şeriat mahkemeleri de faaliyetlerine devam etmekteydiler.
Bu gelişmeler ışığında özel hukuk alanında düzenlemeler gündeme geldi. İki görüş ileri sürüldü. Âli Paşa Fransız Medeni Kanununun örnek alınmasını istemekteydi. Cevdet Paşa‟ya göre de Osmanlı Devleti’nin İslâmî bir devlet olması sebebiyle, onun medenî hukukunun İslâm hukukuna dayanması gerekmekteydi. Neticede onun hazırladığı medenî kanun hükmündeki Mecelle kabul edilerek yürürlüğe konuldu (1876).
Sonuç olarak devlette iki türlü hukuk ve iki türlü mahkeme faaliyet halindeydi.
Ayrıca yabancılar kapitülâsyonlar gereği, özel mahkemelerde yargılanmakta idiler.
Gayri müslim tebaa da kendi dinî kurallarına göre işlem görmekteydi.
Niçin Batı Hukuku?
Ülkede hukuk birliğinin olmaması, görev ve yetki çatışmalarına adaletin gecikmesine, devletin etkisinin azalmasına yol açıyordu.
İslâm hukukunun şeriata dayanması ve çağın ihtiyaçları karşısında yetersiz kalması dolayısıyla, millî egemenliğe dayanan çağdaş ve laik bir devlet yönetimini amaçlayan Cumhuriyet idaresiyle bağdaşması mümkün değildi.
Dolayısıyla Gazi bu konuya daha Millî Mücadele döneminde dikkatle eğilmiştir. 1 Mart 1922‟de BMM‟nin üçüncü toplantı yılını açarken adliye alanında uygulanacak siyasetin amacını şöyle açıklar: “… Gaye ilk önce halkı yormaksızın, süratle, isabetle, güven içinde adaleti tevzi etmektir. İkinci olarak toplumumuzun bütün dünya ile ilişkisi tabiî ve zorunludur. Bunun için adalet düzeyimizi bütün medeni toplumların adaleti düzeyinde bulundurmak mecburiyetindeyiz… Dünyada mevcut bütün medenî devletlerin medenî kanunları hemen birbirinin pek yakınıdır… Dolayısıyla bizim hukukî mevzuatımızın bütün medeni devletlerin kanunî mevzuatından eksik olması caiz değildir”
Gazi aynı konuşmada tam istiklâl deyimine adlî istiklâlinde dahil olduğunu belirterek, adaleti tevzi görevine, dışardan bir müdahalenin asla kabul edilmeyeceğini belirtmiş ve mahkemeleri vasıflı hâkimlerle donatmak için bir Hukuk Fakültesi açılacağını hatırlatmıştır.
1 Mart 1924‟deki açış nutkunda da milletin ilân edilmiş bulunan Cumhuriyeti her türlü saldırıdan sonsuza kadar koruyacak tedbirlerin alınmasını istediğini, hükümetin asrî ve medenî idarenin bütün icaplarını basit ve çabuk bir şekilde gerçekleştirmesi gerektiğini vurgular. Adlî mevzuat konusunda ise, adlî kanunların ve teşkilâtın asrın gereklerine uymayan kayıtlardan kurtarılacağını, medeni hukukta takip edilecek yolun ancak medeniyet yolu olduğuna, hukukta idare-i maslahat ve hurafeliğe bağlı kalmanın milletleri uyanmaktan alıkoyan en ağır bir kâbus olduğunu belirtir ve sözünü “Türk milleti üzerinde kâbus bulunduramaz” sözleri ile noktalar.
1 Kasım 1925‟deki konuşmasında da, Cumhuriyet adliyesi mensuplarının bilimsel yeterlilik ve Cumhuriyet idealine sahip olmaları için sarf edilen gayreti över ve toplum hayatını yeni baştan düzenleyecek kanunların çağdaş medeniyet kanunları olacağını vurgular.
Bu arada Lozan imzalanmış kapitülâsyonlar kaldırılmış, Türk adliyesinin tam bağımsızlığı sağlanmış, adliye mevzuatının modernize edileceği kaydedilmiştir. Bu gelişmeye paralel olarak Adliye Bakanlığı yürürlükte olan kanunların elden geçirilmesi ve değiştirilmesi için bir kaç komisyon kurar. Komisyonlar 1924‟de yeniden oluşur. Yapılan çalışmalar doyurucu bulunmaz. Adalet Bakanı Mahmut Esat, 1925‟te komisyonun görevlerine şu ifade ile son verir: “Türk ihtilâlinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle ateşte yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip bakımından, kanunlarımızı olduğu gibi, Batı’dan almak zorundayız”
Aynı yıl 5 Kasım’da Hukuk Fakültesi açılır. Bu Fakülte yeni hukukun gerektirdiği elemanları yetiştirecektir. Gazi, Fakültenin açılışında heyecanlanır. “Tamamen yeni kanunlar meydana getirerek eski hukuk esaslarını kökünden kaldırmak teşebbüsündeyiz. Yeni Hukuk esaslarını alfabesinden tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu müesseseleri açıyoruz” dedikten sonra, “Cumhuriyetin teminatı olacak bu büyük müessesenin açılışında hissettiği saadeti hiç bir teşebbüste duymadığını” dile getirir.
Özetle, Atatürk‟ün amaç edindiği çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne çıkmak, Türk İnkılâbı‟nın hukukî dayanak ve alt yapısını oluşturmak, ülkede hukuk birlik ve bütünlüğünü sağlamak, kaynağını şeriatten alan yasalar yerine, kaynağını millî egemenlikten alan yasalar getirmek amacıyla Batı hukuku benimsenmiştir.
Batı Hukuku Ne Getirdi?
Medeni Kanun Batı’dan aktarılırken İsviçre Medeni Kanunu tercih edildi. Bu tercihte, adı geçen yasanın açık bir dille yazılması, pratik ve yeni tarihli olması, hakime geniş takdir yetkisi vermesi tercih sebebi olmuştur. Yasa 17 Şubat 1926‟da Meclis‟de kabul edildi, 6 Nisan’da yayınlandı ve 4 Ekim’de yürürlüğe girdi.
Medenî Kanunun yanısıra 1926‟da Türk Ceza Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu, 1927‟de Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu, 1929‟da Ceza Muhakemeleri Kanunu, 1929‟da Deniz Ticareti Kanunu, 1932‟de İcra İflas Kanunu yürürlüğe konuldu. Yeni mahkemeler ve barolar oluşturuldu.
Böylece eski hukukun dayandığı kaynak ve ilkeler terkedilmiş, Batı hukuku sistem olarak temel ilkeleriyle ve hukuk anlayışıyla benimsenmiş, gücünü millî egemenlikten alan laik ve demokratik hukuk yürürlüğe girmiştir.
Gazi, Batı hukukuna yönelirken, medeniyeti bir kül olarak kabul etmiş, çağdaş medeniyete sahip toplulukların, medenî ihtiyaçları arasında temelli farklar olmadığı görüşünden hareket etmiştir. Büyük Önder hukuk İnkılâbı ile Türk toplumunun yaşayışını, çağdaş dünyada olması gerektiği şekilde, yeniden düzenlemek ve hukuk yoluyla topluma çağdaş gelenekler kazandırmak istemiştir.
Nitekim Medeni Kanun Türk toplumunun yaşayışını temelinden değiştirmiştir. Çok kadınla evliliğin yerini, tek kadın almıştır. Evlenme, boşanma, miras, velâyet gibi konularda kadın erkek eşitliği sağlanmıştır. Bu yasa ile ailenin oluşması ve bozulması devletin onayına bağlanmıştır. Medeni Kanunun, Millî Mücadele‟de sırtında cepheye cephane taşıyan, zaman zaman erkeğin yanında cephede fiilen vuruşan, bazen da kalemiyle millî direnmeyi savunan Türk kadınına getirdikleri son derece önemlidir.
Medeni Kanun ona sosyal, ekonomik ve kültürel hayatta büyük ölçüde katılım sağlamak ve etken olmak yolunu açmıştır. Müslümanın Müslüman olmayanla evlenmesi, reşit olan herkesin dinîni serbestçe seçme hakkını kazanması, laiklik alanında önemli bir gelişmedir.
Atatürk’ün hukuk inkılâbının diğer bir sonucu da, Lausanne Antlaşması gereğince, Hristiyan azınlıklara tanınmış olan hukukî ayrıcalıklar lüzumsuz hale gelmesidir. Nitekim Müslüman olmayan cemaatler, hükümete başvurarak, yeni kanun hükümlerine tâbi olmak istediler. Bu suretle Türkiye Cumhuriyetinde, yurttaşlar arası ilişkilerde din ve mezhep kaidelerinin yerini laik kanunlar aldı. Artık yabancı devletlerin, Hristiyan azınlıkların haklarını korumak bahanesi ile, yüzyıllardan beri yaptıkları müdahalenin de kapıları kapanmıştır.
Diğer taraftan Atatürk‟ün hukuk inkılabıyla Türk hukuku laik bir temele oturmuştur. Bu suretle Türk toplumunun akılcı, çağdaş, dinamik ve birleştirici bir yola girmesi, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması sağlanmıştır.
Atatürk bu inkılapla Türk toplumunun bin yıllık tarihi gidişinin yönünü, Batı‟ya doğru, çağdaş dünyaya doğru yönlendirmiştir.
Sayfayı yazdırın