Kültür Alanında Atılımlar
Atatürk döneminde kültür alanında atılımlar özellikle 1930‟dan sonra yoğunlaştı. Bunun nedeni 1930‟da yaşanan Serbest Cumhuriyet Partisi denemesidir. Muhalefet Partisi denemesi, halk ile idare arasında kan dolaşımı eksikliğini ortaya koymuştu. Dolayısıyla halk ile yönetim arasında diyaloğu kolaylaştıracak kültür kanalları açılması için ciddi bir gayret gösterildi. Bunun için halk ile bütünleştirmeyi kolaylaştıran dil ve tarih çalışmaları ile bizzat Atatürk ciddi bir şekilde meşgul oldu.
Halk ile yönetim arasında köprü vazifesi görecek, halkın siyasi eğitimini sağlayacak halkevleri ve halk odaları oluşturuldu. “Kültürü geniş bir tabana yaymak suretiyle kültür bütünlüğünü sağlayacak” tedbirler alındı. Devlet ve fikir hayatını laik bir temele oturtmak faaliyetlerine devam edildi. “Kültürü milli tarih tabanına yerleştirmek ve yüksek öğretim kurumları çevresinde, bilimin rehberliğinde geliştirmek” için yeni kurumlar faliyete geçirildi.
Dilde Sadeleşme: Osmanlıcadan Arı Türkçeye
1930‟lardan itibaren Atatürkün bizzat sürekli ilgilendiği alanlar dil ve tarih meseleleridir. Onun dil konusu üzerinde ısrarla durmasının çeşitli nedenleri vardır. Her şeyden önce iktidar benimsediği halkçılık ilkesi gereği “anlaşılır” olmak zorundaydı. Bu ise halk dili ile aydın dili, konuşma diliyla yazı dili arasındaki uçurumların doldurulmasına bağlıydı. 1920‟lerin hatta 1930‟ların Türkiyesi‟nde bu kesimler arasında çok büyük farklılıklar vardı.
Gerçi basının 1860‟lardan itibaren yaygınlaşması ve Osmanlı ülkesinde telgrafın kullanılmaya başlanmasıyla dilde nisbî bir sadeleşme eğilimi başlamıştı. Bu eğilim 1908‟de Meşrutiyetin yeniden yürürlüğe konmasından sonra, özellikle Selânik‟te başgösteren Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan edebiyatçıların başlattıkları Yeni Lisan hareketi ile oldukça önemli bir aşamaya yol açtı. Fakat 1920‟lerde Arapça, Farsça ve Türkçe‟nin karışmasından oluşan Osmanlıcayı, sokaktaki sade vatandaşın anlaması mümkün değildi.
Halk ile aydın kitle arasında iletişim eksikliği vardı. Milleti oluşturan fertler arasında kültür birliği, dil birliği oluşturulamamıştı. “Ülkenin kültür bütünleşmesi, dilde bütünleşmeye bağlıydı.” Diğer taraftan Atatürk İnkılâplarının halka mal edilmesi, aydın dili ile halkın dili, konuşma diliyle yazı dili arasındaki açıklığın kapatılmasını gerektiriyordu. Bu pratik gerekçenin yanında esas ağır basan başka bir konu vardır. O da şudur:
Millî Mücadele sonucunda Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, Ümmet toplumundan Millet toplumuna geçilmiştir. İnkılâpların temel ilkelerinden başta gelenlerinden biri Milliyetçilikti. “Milliyetçiliğin temel taşlarından biri de dil birliğidir.” Nitekim Atatürk Milleti şöyle tanımlar: “Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşları teşkil ettiği bir siyasal ve sosyal bir birlikteliktir”.
Ona göre, milliyetçiliğin esası dil birliğinin korunmasıyla mümkündür. Dil, milliyetin ve kültürün temel dayanağını oluşturmaktadır. Milleti oluşturan değerler dil aracılığı ile nesilden nesile aktarılır. “Kültürün zenginliği, dilin işlerliği ve toplum katmanında anlaşılır ve yaygın olmasıyla orantılıdır.” Bu anlamda Türkiyenin kültürel bütünleşmesi, yabancı etkilerle benliğini kaybetme noktasına gelen dilin millileşmesine bağlıydı. Atatürk bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Millî his ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki; bu dil şuurla işlensin ülkesini yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Atatürk dil inkılâbını her işinde olduğu gibi sistemli ve uygun zamanlamayla yürüttü. Önce dil inkılâbı için alt yapıyı oluşturdu. Bunun için önce Türkiye‟deki bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı‟nın denetimine alınarak öğretim birliği sağlandı. Ardından dil inkılâbını millî eğitim temeline oturtacak olan Harf İnkılâbı yapıldı (1928). Ertesi yıl Arapça ve Farsça dersleri okullardan kaldırıldı. Ardından “Dil işlerini düşünecek zaman geldi” diyen Atatürk 12 Temmuz 1932‟de Türk Dili‟ni Tetkik Cemiyetini kurdurdu. Daha sonra Türk Dil Kurumu adını alan bu derneğin çalışmaya başlamasıyla dil inkılâbı yürürlüğe girdi. Dernek Atatürk‟ün bizzat takip ettiği hızlı bir çalışma ile ana programını belirledi. Buna göre:
- Türk dilini millî kültürü eksiksiz bir ifade aracı haline getirmek; Türkçeyi çağdaş medeniyetin gerektirdiği bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmeliyete erdirmek.
- Yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış unsurları atmak; Halkçı bir idarenin istediği şekilde, halk ile aydınlar arasındaki dil ayrılığını ortadan kaldırmak ve temel unsurları öz türkçe olan zengin ve güzel, millî bir dil yaratmak.
Bundan sonraki çalışmalarda üç dönem gözlemlenmektedir.
a) 1932-1934 Dönemi: Bu dönemde halk ağızlarındaki, yazılı kaynaklardaki Türkçe kelimeler taranarak 2 cilt olarak Tarama Dergisinde yayımlandı. Bu arada dile hangi ölçülerde el atılması gerektiği tartışmaları yapılmaktaydı. Tartışmalar sonucunda iki görüş ortaya atıldı. 1. Grup dilden yalnız yabancı ek ve kaidelerin atılmasını, dilin kendi doğal gelişme seyrine bırakılmasını savunmaktaydı. 2. Grup Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını bu itibarla dilde bulunan yabancı kelimelerin kullanılmamasını isteyen tasfiyecilerdi. Atatürk ağırlığını 2. gruptan yana koydu. Hızla yürütülen tasfiye hareketi sonucunda Arapça, Farsça kökenli kelimeler atıldı. Yerlerine Türkçe kökenli kelimeler konuldu. Karşılığı bulunmayan kelimeler için diğer Türk lehçelerinden veya Türk dilinin eski kaynaklarından yeni kelimeler üretildi. Ancak oluşan yeni dili ne halk ne de aydın kesim anlamıyordu. Tasfiyecilikte aşırıya gidilmesi üzerine dilin yeni bir keşmekeşe ve çıkmaza gittiğini gören Atatürk işe yeniden müdahale etti: “Türkçe‟nin hiç bir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur; maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi başkalarına bırakamam. Çıkmazdan biz kurtaracağız.”diyerek yeni bir komisyon kurdurdu.
b) 1934-1936 Dönemi: Komisyon ilke olarak Türkçesi olan yabancı kelimeleri tasfiye ediyor, kullanılır Türkçesi olmayanları Türkçe olarak alıkoymaktaydı. Artık Türkçe kelimeler yapılma devrine girildiğinden şivedeki ek ve köklerden yeni kelimeler üretilmekteydi. Mutedil özleştirmecilik olarak tanımlanan bu çalışmalar sonucunda, meydana getirilen sözlük Atatürk‟ü memnun etmemişti. Kılavuz‟da yer alan 8000 kelimelik dille yazmak ve konuşmak mümkün değildi. Bu görüşünü Komisyon Başkanı Falih Rıfkı Atay‟a şöyle açıklar: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lügattan ibaret. Bu tarama dergileri cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez. Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.” Böylece Ulu Önder, artık Türkçeleşmiş, dilin malı olmuş, halkın diline yerleşmiş olan kelimelerin dilden atılmaması gerektiğini belirterek tasfiyeciliğe noktayı koymuş oluyordu.
c) 1936-1938 Yaşayan Dile Dönüş Dönemi: 1936‟dan sonra dil çalışmalarında aşırı özleştirmenin dili yeni bir çıkmaza sürüklememesi için Güneş-Dil Teorisi ile tempo yavaşlatıldı. Dile yerleşmiş kelimelerin atılmasına son verildi. Yaşayan dil ön plâna alındı yeni kelime üretiminde yaşayan Türkçe‟nin ek ve köklerinin kullanma yoluna gidildi: Bu dönemde özellikle okul terimleri üzerinde duruldu. Osmanlı Türkçesinden gelen Arapça ve Farsça kurallarla oluşmuş Türk diline yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar bulundu. Atatürk bu işte de öncülük etti. Terimleri kendisine ait olan bir geometri kitapçığı hazırladı. Onun kullandığı üçgen, dikdörtgen, kare, açı, teğet, kiriş v.s. gibi terimler bugün de zevkle kullanılmaktadır. Keza bu dönemde dil ve tarih çalışmalarına bilimsel metodlarla incelenmesi için gene onun görüşü doğrultusunda Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulmuştur.
1938‟de Atatürk‟ün üfulünde, dilde arılaşma akımı artık bir daha geriye dönülemeyecek ölçüde halka mal edilmişti. Onun amacı “Zengin, güzel ve millî Türkçe, yaşayan Türkçe idi” Türkçe bu yolda ilerlemeye devam etmektedir.
Atatürk‟ün dil inkılabı sonuçları şöyle özetlenebilir:
Yazı dili ile konuşma dili; halk dili ile aydın dili arasında fark önemli ölçüde giderilmiştir. Böylece yönetenlerle yönetilenler arasında dialog kolaylaşmıştır. Kültürün tabana yayılmasıyla millî bütünlük pekiştirilmiştir. Dil inkılâbı ile Türkçe yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmış, zenginleşme ve güzelleşme yolunda yeni ufuklara yönelmiştir.
Türk Tarihine Yeni Bir Bakış: Ümmet Tarihinden Millet Tarihine Geçiş
Atatürk öğrencilik yıllarından beri tarihe ilgi duymuştur. Manastır Askerî İdadisinde tarih öğretmeni olan Mehmet Tevfik Bey genç Mustafa Kemal‟de tarihe karşı coşkulu bir ilgi uyandırmıştır. Bu ilgi genç subaylık yıllarında da devam etmiştir. Onun savaş esnasında cephede kitap okuduğunu (tarih kitapları da dahil) biliyoruz. Millî Mücadele yıllarında yeni devlet oluşurken bu ilgi haliyle yoğunlaşmıştır. Cumhuriyetin ilânından sonra, ise dil ve tarih konuları onun adeta günlük meşgaleleri arasına girmiştir.
Bunun sebepleri nelerdir? Atatürk neden tarihle bizzat ilgilenmek gereğini duymuştur? Bunun sonuçları nelerdir?
Daha önce defalarca vurgulandığı gibi, zaferden sonra yapılan inkılapların temel amacı millî bağımsızlığın sonsuza kadar korunmasıdır. Bu olayın siyasî alanı olduğu kadar ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da haliyle kapsamaktadır. Dilin, yabancı dillerin tasallutundan, tarihin de İslâm ve hanedan bakış açısından kurtarılıp millî bir zemine oturtulmasıyla kültürel bağımsızlık tamamlanacaktı.
Diğer taraftan Avrupa Türklere karşı önyargılıdır. Onları medenî vasıftan yoksun barbar insanlar olarak algılıyor ve medenî milletler arasında yer vermiyordu. Türklük gururu ile her zaman övünen Atatürk, bunun Türk tarihine ve insanına yapılmış, dayanaktan yoksun bir iftira olduğunu göstermek istiyordu. Nitekim Afetinan Türklerin sarı ırka mensup ikinci dereceden bir insan tipi olduklarını iddia eden Fransızca bir kitabı 1928‟de Atatürk‟e göstererek bunun doğru olup olmadığını sorması üzerine, hayır böyle olamaz, bunların üzerinde meşgul olalım cevabını vermişti. Atatürk bu cevapla yetinmemiş, derhal yeni kitaplar getirterek konuyla bizzat meşgul olmaya ve ilgilileri çalıştırmaya başlamıştı.
Onu tarih çalışmalarına iten sebeplerden biri de şudur: Yıllardan beri devam eden yenilgiler ve geri çekilmelerden kaynaklanan Batı medeniyetinin gücü, Türk insanında kendine güvensizlik duygusu yaratmıştı. Atatürk Türklerin tarihte büyük işler yaptıklarını, yüksek medenî eserler yarattığını göstererek bu kendine güvensizliğin yanlışlığını göstermek bu yolla millî bağları pekiştirmek ve geleceğe güven içinde bakılmasını istiyordu. “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” demekteydi.
Ayrıca vatan ile üzerinde yaşayan millet arasındaki bağı güçlendirmek için Anadolu‟nun en eski tarihi ile ilgilendi. Neticede bir “Anadolu vatanı” kavramı, Türk halkında yayıldı. ve cumhuriyet nesillerini birleştiren temel direklerden biri oldu.
O, tarihin bilimsel olarak incelenmesini istemekteydi. Bunu şöyle ifade etmektedir: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtıcı bir hal alır.” Bu amacı gerçekleştirmek için, Atatürk‟ün girişimi ile 15 Nisan 1931‟de Türk tarihini bilimsel olarak araştırmak amacıyla, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti kuruldu. Cemiyet 1935 Türk Tarih Kurumu adını aldı.
Kurum ilk iş olarak liseler için dört ciltlik bir tarih kitabı hazırladı. Bu kitapların bazı bölümleri Atatürk tarafından yazıldı. 1932‟de Birinci Tarih Kongresi yapıldı ve Türk Tarih tezi ortaya atıldı. Teori, Türklerin Orta Asya‟dan kuraklık sebebiyle dünyanın her tarafına göç ettikleri ve gittikleri yerlere medeniyet götürdükleri esasına dayanıyordu. Amaç Türk tarihinin derinliğini göstermek, millî duygu ve kendine güven duygusunu geliştirmek, geleceğe güvenle bakmayı sağlamaktı.
Tarih araştırmalarının bilimselliği çalışmaların bu konuda akademik bakımdan yetişmelerine bağlıydı. Bu iki yoldan sağlandı: Avrupa‟ya doktora yapmaları için eleman göndermek ve geleceğin tarihçi ve dilcilerini Türkiye‟de yetiştirmek. Bunun için Ankara‟da Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi açıldı.
Atatürk Türk Tarih kurumunun fahri başkanlığını üstlendiği gibi, üfulünden sonra da sağlam bir gelir kaynağına sahip olması için İş Bankasındaki hisselerinin yıllık gelirlerinden belli bir miktarın Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına verilmesini vasiyet etti.
Atatürk, başlattığı tarih araştırmaları ile Türk Tarihini İslâm ve hanedan tarihinin dar çerçevesinden kurtarmış ve ona milat öncesine giden bir derinlik ve zenginlik kazandırmıştır. Türk Tarihi‟nin millî bir bakış açısıyla, bilim metotlarıyla incelenmesi için yetkili kurumlar oluşturmuştur. Bu çalışmalarla tarih bilinci, millî birlik ve kimlik pekişmiştir. Atatürk‟ün “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Bir Türk dünyaya bedeldir.” sözleriyle işaret ettiği gibi, Türk insanı geleceğe daha bir güvenle bakmaya başlamıştır.
Atatürk yaratıcı olduğu Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu çalışmaları ile çok yakından ilgilenmiş. Kurumlar her bakımdan desteklenmiştir. Bu desteğin maddî bakımdan devamı için vasiyetnamesine özel hükümler koydurmuştur.
Halkevleri: Halk ile Yönetim Arasında Köprü
a) Kuruluş:
Serbest Cumhuriyetçi Parti denemesi, Menemen olayları ve Atatürk‟ün 1930 sonu 1931 başlarında yaptığı üç aylık yurt gezisi, halk ile yönetim arasında ciddi bir kopukluk olduğunu, yapılan inkılâpçı atılımların halk arasında yeterince benimsenip yerleşmediğini ortaya çıkarmıştı. Bu durum karşısında Atatürk‟ün köklü bir politika değişikliğine karar verdiği, daha önce ilgili konuda belirtilmişti. CHP kendini yenileyecek, halk ile bütünleşecekti. Ancak halk ile yönetim arasında kan dolaşımını sağlayacak bir kuruma ihtiyaç vardı. Bu maksatla Halkevleri kurulması kararlaştırıldı. Bunun için yurt sathında 260 şubesi bulunan Türk Ocaklarından yararlanmak düşünüldü.
Esasen Atatürk bahsedilen yurt gezisinden döndükten sonra verdiği bir demeçle “Aynı cinsten olan kuvvetlerin müşterek gaye yolunda birleşmeleri” gerektiğini vurguladı.
Türk Ocakları 10 Nisan 1931‟de yaptığı olağan üstü toplantıda, Atatürk‟ün parti kadrolarını vatansever, halkçı ve cumhuriyetçi gençlerle güçlendirmek istediği gerekçesiyle, Türk Ocaklarının kapatılmasına ve derneğin bütün mal varlığının CHP‟ne devredilmesine, Ocak çalışmalarının parti bünyesi içinde yürütülmesine karar verildi.
Halkevleri 19 ġubat 1932‟de 14 ilde birden açıldı. Daha sonraki yıllarda hızla çoğalarak 1938‟de sayıları 210‟a ulaşmış, üye sayısı da yüzbini aşmıştır.
CHP Genel Sekreteri Recep (PEKER) Bey, Ankara Halkevinin açış konuşmasında, halkevlerinin kuruluş amaçlarını şöyle açıklar: “…Bu asırda milletleşmek için, milletçe kütleleşmek için, mektep tahsilinin yanında ve ondan sonra mutlaka bir halk terbiyesi yapmak ve halkı bir arada ve birlikte çalıştırmak esasının kurulması lazımdır… CHP‟nin Halkevleri ile takip ettiği gaye; Milleti şuurlu, birbirini anlayan, birbirini seven, ideale bağlı bir halk kütlesi halinde teşkilâtlandırmaktır…”
Halkevleri yönetmeliğinde evlerin kuruluş amacı daha bir netlikle ifade edilir. “…Cemiyetin bünyesine yerleşmiş bir takım müesseseleri söküp atmak ve yerine Cumhuriyet ve İnkilâp esaslarını bütün ruhlara hâkim kılmak için, onu bir iman haline getirmek için çalışacağız…”
Başbakan İsmet Paşa, bu kuruluşların rolünü şöyle dile getirir: “…Halkevleri fikir olarak ve müessese olarak mesuliyet mevkiinde bulunan siyasî partimizin bütün özünü, varlığını halkın geniş tabakalarına anlatması ve sevdirmesi için mühim bir merkezdir…”
b) Uygulama ve Sonuçları
Halkevleri Talimatnamesine göre bir halk evinin açılması için, önce bina ve para temin edilmelidir. Ancak bundan sonra CHP Genel İdare Kurulunun onayı gereklidir. Halkevlerinin açılması için en az üç şubenin kurulmuş olması gerekliydi. Halkevlerine herkes üye olabilirdi. Rejime ters düşmemek kaydıyla herkes tesislerinden yararlanabilirdi. Ancak yönetici olmak Halk Partili veya devlet memuru olmaya bağlıydı. Her üye ancak üç kolda çalışabilirdi. Halkevleri Yönetim Kurulu, kolların seçtiği birer kişinin katılımı ile oluşmaktaydı. Halkevleri Başkanı ise il parti yönetimince parti üyeleri arasından seçilirdi.
Halkevlerinin dokuz kolda çalışmaları öngörülmüştür. Bunlar; Dil ve Edebiyat Kolu, Güzel Sanatlar Kolu, Temsil Kolu, Spor Kolu, Sosyal Yardım Kolu, Halk Dersaneleri ve Kursları Kolu, Kütüphane ve Yayın Kolu, Köycülük Kolu, Tarih ve Müze kollarıdır.
Halkevleri, Konferanslar, konserler, okuma-yazma kursları, sinema gösterileri, tiyatro etkinlikleri, anma törenleri değişik dallarda sportif faaliyetler düzenlemek, çevre ve köy araştırmaları yapmak, yöresel dil, tarih ve folklor çalışmalarını yürütmek suretiyle, ülkenin kültür hayatına hareket ve canlılık getirmişlerdir.
Halkevleri oldukça yoğun bir yayın faaliyeti göstermişlerdir. Özellikle çıkarmış oldukları dergiler, Ankara‟da yayınlanan Ülkü başta olmak üzere, kaynak niteliği taşıyan bir çok araştırmayı kapsamaktadır. Halkevlerinin yayınladıkları dergilerin adedi 70‟i aşmaktadır.Bu dergilerde ilk yazılarını yayınlayanların bir kısmı, daha sonra sanat veya bilim alanında, değerli isimler olarak yer almışlardır.
Halkevleri genç yetenekleri amatör sanatçıları yetiştiren ve profosyenel sanatçılara kaynak hazırlayan bir kültür yuvası olmuştur. Evler Anadolu Halk Sanat ve Kültürü alanında orjinal, başarılı çalışmalara sahne olmuştur.
Halkevleri kadınların bir meslek sahibi olmaları veya boş zamanlarını değerlendirmeleri için çiçekçilik, halıcılık, biçki – dikiş kursları açmıştır. Genel olarak toplumda üretimi özendiren savurganlığa karşı çıkan ve yerli malı kullanılmasına destekliyen tutumu ile kalkınma hamlesine katkı sağlamıştır.
Halkevleri oluşturuldukları kütüphaneler ile okuma zevkini yaygınlaştırmışlardır. Her Halkevi bir kütüphane kurmak zorundaydı. 1938‟de kitap sayısı 300.000‟ni okuyucu sayısıda 1.000.000‟nu aşmıştı.
Halkevlerini etkinliğinin güçlü olduğu bir alan da, siyasî alandır. Bunlar, cumhuriyet rejimine hizmet edecek, genç politikacıları yetiştiren bir okul vazifesi görmüşlerdir. Geleceğin politikacıları Halkevleri yöneticileri arasından çıkmıştır.
Halkevlerinin en faydalı işleri, İnkılâpların millete benimsetilmesi, halkını siyasî terbiyesi ve ülkenin kültürel bütünleşmesi alanında oluşmuştur. Herkese kapısı açık olan bu kurumlar, kültürel bütünleşmede, millî bilinçlenmede yararlı faaliyetlerde bulundular. “Yurt insanlarının gönüllerine ve kafalarına ışık götürdüler, kültürel kalkınmada önemli ölçüde pay sahibi oldular. Halkla yönetim arasında bir bağ, bir köprü vazifesi gördüler. Aydın kesimin, o dönemin tek siyasî örgütü olan CHP‟ne entegre olmalarını sağladılar. Köylü ile kentli ve köylü ile aydın arasında köprü oluşturdular ve yabancı ideolojilere karşı bir set vazifesi gördüler.”
Halkevlerinin çalışmaları, Atatürk‟ün üfulünden sonra, harb yılları dolayısıyla yavaşladı. Çok partili döneme girildikten sonra, iktidar değişmesi üzerine, 1951 yılında CHP‟nin yan kuruluşu olarak değerlendirilerek kapatıldılar.
Güzel Sanatlar Alanında Çağdaşlaşma
Atatürk, Türk toplumunu çağdaş medeniyet hedefine yöneltirken, diğer alanlarda olduğu gibi Güzel Sanatlarda da yeni ufuklar açmıştır. O kültür ve sanat alanındaki çalışmaları yönlendirirken temel düşüncesi, Türk kültürünü ve sanatının yüksek bir düzeyde olduğunu herkese ispat etmektir. Bunun için kültür ve sanat adamlarını korumuş, kollamış ve onların çalışmasını desteklemiştir. “Efendiler… hepiniz mebus olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız.” sözleriyle onları onurlandırmıştır.
Sanat ve kültür adamlarını yetiştirecek kurumlar açmış, bu maksatla yurtdışına eleman göndermiştir. Ona göre güzel sanatlarda başarı, bütün inkılâpların başarıldığının kesin bir delilidir. Zira inkilâpların en güç olanı halkın zevkine hitap eden dil ve güzel sanatlardaki inkılâplardır. Ona göre güzelliklerin türlü şekillerde ifadesiyle güzel sanatların çeşitli dalları oluşturmuştur. Bunu şu şekilde açıklar: “Sanat, güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, nağme ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltraşlık, bina ile olursa… mimarlık… olur.”
Atatürk sanatı devletin görevleri arasına alarak ona gelişme yollarını açmış, daha da önemlisi güzel sanatların bazı dallarında mevcut engel ve yasakları kaldırmıştır. Özellikle resim ve heykel konusunda sıkıntı yaratan engellerin kalkması, sanat çalışmalarına yepyeni ufuklar açmıştır.
Atatürk döneminde güzel sanatların çeşitli dallarında yapılan çalışmaları özetle hatırlamakta yarar vardır.
a) Resim: Dini inanışlar nedeniyle Batı anlayışlı resim Osmanlılara ancak onsekizinci yüzyıl sonlarında gelmiştir. Güzel sanatlarla ilgili ilk yüksek seviyeli okul ancak 1883‟de Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla açıldı. Cumhuriyet döneminde, 1926‟da açılan Gazi Eğitim Enstitüsü‟nde bir resim bölümü faaliyete geçirildi. 1927 Sanayi-i Nefise Mektebi, Güzel Sanatlar Akademisi‟ne dönüştürüldü. Resim öğrenimi için Avrupa‟ya öğrenci gönderildiği gibi yabancı hocalardan da yararlanıldı. Ressamların resimlerini sergileyebilmeleri için Resim ve Heykel Müzesi açıldı. Devlet daireleri Atatürk resimleri ile süslendi. Resim yarışmaları düzenlendi. Devlet binalarına sanat eserleri konulmaya başlandı.
b) Heykel: Atatürk döneminde heykel alanında yapılan çalışmalar adeta ihtilal niteliğindeydi. İslami inançlar nedeniyle heykel yapımı yasaklanmıştı. Gerçi, 1883‟de açılan Sanayi-i Nefise Mektebi‟nde heykelcilik bölümü mevcuttu ama ciddi bir gelişme imkânı bulunamamıştı. Cumhuriyet‟le birlikte durum değişti. 1923‟de Bursa‟da kendisine abideler hakkında soruya Atatürk‟ün verdiği cevap, yeni rejimin konuya bakış açısını netlikle ortaya koyar: “Dünyada medenî, ileri ve olgun olmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir. Abidelerin şuraya buraya tarihî hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler din hükümlerini gereği gibi araştırıp tetkik etmemiş olanlardır… Aydın ve dindar olan milletimiz ilerlemenin vasıtalarından biri olan heykeltraşlığı en son derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilân edecektir.”
Bu konuşmadan üç buçuk yıl sonra, ilk Atatürk heykeli Gülhane Parkında Sarayburnunda açıldı. Bunu Ankara‟da Ulus‟daki Zafer Anıtı (1927), Afyon Zafer Anıtı, Samsun Atatürk Anıtı gibi eserler takip etti. Bu eserler Avusturyalı sanatçı Krippel‟e aittir. İtalyan heykeltraş Canonica ise, Ankara Etnoğrafya Müzesi Atlı Atatürk Heykeli, Ankara Zafer Alanı Atatürk Anıtı, İstanbul Taksim Cumhuriyet Anıtı, İzmir Atatürk Heykeli gibi eserler ortaya koydu. 1930‟lardan sonra Türk Heykeltraşların çalışmaları ön plâna çıkmaya başladı 1937‟de Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümünün başına Belling getirildi. Bölüme bir canlılık ve yeni görüş açıları kazandırıldı.
c) Mimarlık: Mimarlık alanında bu dönemde, iki farklı devir göze çarpmaktadır. 1908‟lerde başlayan Millî Mimarlık akımı 1927‟e kadar etkili olmuştur. Akımın öncülüğünü yapan Kemalettin ve Vedat gibi mimarlar, yeniden imara başlanan Ankara‟da, eski Türk mimarlığından esinlenen elemanlar kullanarak bazı eserler meydana getirdiler. TBMM Binası, Ankara Palas, Vakıf Apartmanları, Gazi Eğitim Enstitüsü…v.s. gibi. Alman ve Avusturyalı mimarların devreye girmesinden sonra, cephelerdeki bezemeler bırakılmış betonarme iskelet ön plâna alınmıştır. Sağlık Bakanlığı, İsmet Paşa Kız Enstitüsü, Konservatuar, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi binaları bu akımı yansıtırlar.
d) Sahne Sanatları: Atatürk Güzel Sanatların diğer dallarında olduğu gibi Sahne Sanatlarını da teşvik etmiş, tiyatronun çağdaş bir yapıya kavuşmasını istemiş, özellikle bayanların sahnede yer almalarına önem vermiştir.
Aslında, Batı Tiyatrosu Türkiye için yeni bir sanat dalı sayılırdı. Gerçi Anadolu‟da öteden beri köy oyunları, halk tiyatrosu diyebileceğimiz kukla, karagöz, ortaoyunu gibi etkinlikler vardı. Metine dayalı Batı Tiyatrosu ancak XIX. yüzyıl ortalarında Türkiye‟de boy gösterdi. Abdülmecit‟den başlayarak padişahlar tiyatroya ilgi duymuşlar, saraylara birer tiyatro yaptırmışlardı.
Meşrutiyet döneminde Devlet tiyatrosu niteliğinde Comédie Française‟den esinlerek tiyatro ve müzik bölümlerinden oluşan Darülbedayi kuruldu. Darülbedayi 1934‟e kadar Türk tiyatrosunun kalbi olarak faaliyetini devam etti. 1934‟de yeniden düzenlenerek İstanbul ġehir Tiyatrosu adını aldı. Sahne sanatları ve müzik dallarında öğretmen ve öğrenci yetiştirmek maksadıyla 1934‟de Ankara‟da Millî Musiki ve Temsil Akademisi kuruldu. Kurumun adı 1936‟da Ankara Konservatuarı, 1940‟da da Devlet Konservatuarı olarak değiştirildi.
Sahne sanatlarının en zoru olan Opera konusunda öncülük eden, Türk sanatçılarını arkalayan da Atatürk‟tür. İran ġahı‟nın Türkiye‟yi ziyaretinde oynanmak üzere bir eser hazırlatmıştır. Eser iki devlet başkanının hazır bulundukları Ankara Halkevinde sahneye konulmuştu. Konservatuar kurma hazırlıkları başlayınca, “temsil şubesini” oluşturmak ders plânlarını yapmak üzere Prof. Carl Ebert çağrıldı. Prof. Ebert Tiyatro Bölümünün ve Opera Bölümünün ders programlarını hazırladı. Ayrıca Operaya bağlı Bale sınıfları kurmak yolunda çok gayret sarfetti. Ancak konservatuar, Atatürk‟ün ölümünden sonra 1940‟da gerçekleşti.
Gençlerin müzik eğitimi görebilecekleri bir okul Darülbedayi adıyla 1913‟de öğretime başlamış ve 1917‟de Darülelhan adıyla öğretime devam etmiştir. Cumhuriyet dönemine geçildiğinde, yeni düzenlemeler yapılırken müzik öğretmenleri yetiştirmek maksadıyla Musiki Muallim Mektebi açıldı. Daha sonra Darülelhan (güzel ezgilerevi), İstanbul Belediye Konservatuarına dönüştürüldü.
Alafranga müzik, saraya bağlı olarak faaliyet gösteren, Mızıka-ı Hümayûn çevresinde, şekillenmişti. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra, o zamana kadar askerî müziği temsil eden mehterhane kapatılmış ve II. Mahmut‟un emriyle, Mızıka-i Hümayûn adıyla, Donizetti tarafından bir bando takımı kurulmuştu. Bu kuruluş Batı müziğinin Osmanlıya açılan penceresi olmuştu. Cumhuriyetin başlangıcında İstanbul‟da faaliyette bulunan bu kuruluş, 1924‟de Ankara‟ya getirildi. Riyaseticumhur Musiki Heyeti adıyla, Cumhurbaşkanlığı makamına bağlandı ve bir süre sonra adı Riyaseticumhur Filarmonik Orkestrası olarak değiştirildi.
Çağdaş müzik çalışmaları, cumhuriyetin açtığı müzik okullarında gelişti. Ankara Musiki Muallim Mektebi bu okulların öncüsü oldu. Okulun temel amacı ortaöğretim kurumlarına müzik öğretmenleri yetiştirmekti. Okul müzik öğretmeninin yanı sıra orkestra elemanı da yetiştirmekteydi. Okula nitelikli öğretim kadrosu oluşturmak için Avrupa‟ya seçkin öğrenciler gönderildi. Öğrenimlerini bitiren genç hocalar, okulda ders verdikleri gibi, çağdaş besteleriyle, Çağdaş Türk Müziğinin öncüsü oldular.
Bu arada İstanbul‟da Darülelhan‟ın”Şark Musikisi Şubesi” kapatılmış, sadece araştırma yapılmasına izin verilmiş, kurumda yeni bir düzenleme yapılarak adı İstanbul Konservatuarı olarak değiştirilmiştir. Konservatuar bundan sonraki çalışmalarını Anadolu‟dan müzik derlemelerine kaydırdı. Bunun amacı Türk bestecilerine, Türk müziğinin öz kaynağı olan halk ezgilerini sunmak ve bunların çağdaş Batı müziği tekniği ile işlemek, milli müziği yaşatmaktır.
Konservatuarların yanı sıra 1932‟den itibaren faaliyete geçen Halkevleri de bu yolda çalışmalar yaptılar. Açtıkları, mandolin, keman, piyano kursları çeşitli konserlerle atılımı desteklediler.
1934‟e gelindiğinde Atatürk durumdan henüz memnun değildir. 1 Kasım 1934‟de TBMM‟nin Dördüncü Toplanma yılını açarken müzik çalışmaları ile ilgili görüşünü şöyle ifade eder: “…Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal; ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu yüzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir. Kültür İşleri Bakanlığının buna değerince özen vermesini, kamununda bunda ona yardımı olmasını dilerim.”
Bu sözlerden anlaşılacağı gibi, Ulu Önder, Türk musikisinin, halk kaynağından esinlenen milli duygu ve düşünceleri, Batı Müzik tekniği ile işlenerek yükselmesini ve evrensel müzik âleminde yer almasını arzu etmektedir.
Atatürk‟ün müzik konusundaki uyarısı üzerine, Kasım 1934‟de Ankara da bir müzik kongresi toplandı. Kongrede “memleketin her türlü musiki ihtiyacını temin edecek, bütün musiki ihtisas şubelerini kapsayacak bir kuruma ihtiyaç olduğu” belirtilerek Devlet Musiki Konservatuarı ya da Devlet Musiki ve Tiyatro Akademisi ismiyle bir kurum oluşturulması öneriliyordu. Ayrıca güzel sanatlarla ilgilenmek üzere, Kültür Bakanlığı bünyesinde bir “Ar Genel Müdürlüğü” kurulması öneriliyordu. Adı geçen Genel Müdürlük 1935‟te çıkarılan yasa ile hayata geçti.
“Bir musiki konservatuarı oluşturmak ve Türkiye‟de musiki kültürünün organizasyonu” işlerinde Bakanlığa danışmanlık yapmak ve çalışmalar hakkında tafsilatlı rapor vermek şartıyla, Alman Profesör Paul Hindemith ile anlaşma yapıldı. Hindemith, 1935‟ten 1938‟e kadar aralıklı olarak Türkiye hesabına çalıştı. “Türk Musiki Hayatını kurmak için teklifler” başlıklı geniş kapsamlı bir rapor sundu. Rapor konservatuarın amacını, yönetimi ve öğretim ilkelerini, ders programlarını sınav yönetmeliğini kapsamaktaydı. Hindemith Musiki Muallum Mektebi içinde önerilerde bulundu ve yeni öğretim elemanları sağladı. Gazi Terbiye Enstitüsü‟nde açılacak müzik bölümünün kuruluş çalışmalarına katıldı. Çağdaş Türk Müziğinin oluşmasına olumlu katkılarda bulundu.
Atatürk döneminde, çağdaş Türk müzisyenlerini etkileyen yabancı uzmanlardan biri de Macar Béla Bartok‟tur. Béla Bartok Kasım 1936‟da Ankara‟ya geldi. Konferans ve konserleri ile büyük ilgi topladı. Özellikle halk müziğinden derlemeler yapılması üzerinde durdu. Bir Halk Musikisi Arşivi oluşturulmasında ısrar etti. Ona göre, bu arşiv Türk bestecilerine zengin malzeme sağlayacak ve onlar için esin kaynağı olacaktı. Hindemith‟de aynı kanıyı paylaşmaktaydı. 1937‟den 1952‟ye kadar Anadolu‟da derleme gezileri yapılarak zengin malzeme toplanıldı.
Bütün gayretlere rağmen Konservatuar, aziz Atatürk‟ün gözlerini dünyaya kapatmasından sonra, 1940‟da açıldı.
Sonuç olarak şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: Atatürk, diğer alanlarda olduğu gibi, güzel sanatlar alanında da çağdaşlık yolunu açan ve bu yönüyle Türkiye‟de güzel Sanatlar alanında da Türk Rönesansını başlatan bir liderdir.
Sayfayı yazdırın