makale – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com Bir Mustafa Kemal Atatürk sitesi Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.9.11 http://ataturkicimizde.com/wp-content/uploads/2018/09/cropped-512512-1-32x32.png makale – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com 32 32 Atatürk’e saldıranlara cevaptır http://ataturkicimizde.com/ataturke-saldiranlara-cevaptir/ http://ataturkicimizde.com/ataturke-saldiranlara-cevaptir/#respond Tue, 04 Dec 2018 10:10:57 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=5849 Atatürk’e saldıranlara cevaptır Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tarihte sadece ülkesi için değil tüm dünya için de hiçbir lidere nasip olmayacak emsalsiz ve faydalı işler yaptığı...

Bu yazı Atatürk’e saldıranlara cevaptır ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’e saldıranlara cevaptır

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tarihte sadece ülkesi için değil tüm dünya için de hiçbir lidere nasip olmayacak emsalsiz ve faydalı işler yaptığı halde, haksız bir vaziyette en ağır ithamlara, mesnetsiz yalanlara, hatta kötü sözlere maruz kalmıştır. Yetmemiş aradan yüzyıl geçtiği halde heykellerine dahi saldırılmış, resimleri gözlerden, ismi kulaklardan silinmek istenmiş, O’na hakaret modalaşmış, eserleri yerle bir edilmek istenmiştir. Ve tüm bunlar O’nun nasıl ve neden dünyanın en büyük lideri olduğuna da delildir.

O’na saldıranların sayısız ama mesnetsiz iddiası vardır ki tarihi hiçbir gerçeğe dayanmayan bu ithamlar birer yalan olmaktan başka bir şey değildir. Maddeler halinde listelenirse de tüm bunların öncelikle din kisvesi altında tezgâhlandığı ve tamamen dış kaynak odaklı olarak hayat bulduğu aşikârdır.

Bu dipsiz saldırıların tamamına burada belgeleriyle cevap vermek elbette zordur bu yüzden başlıklar halinde değinecek ve hakikati zamanın adil mahkemesine bırakacağız.

Başlamadan evvel dipnot olarak şunu hatırlatmak gerekir ki maalesef O’nu savunanlar ve saldıranların neredeyse hiçbiri O’nu tanımamaktadır ve tartışma bu yüzden sürüp gitmektedir.

Saldırı ve iftiralar incelendiğinde karşımıza şunlar çıkmaktadır;

  1. Dine mesafeli hatta düşman olduğu,
  2. Masonlukla alakalı, sabetay hatta mason olduğu
  3. Eşcinsel olduğu
  4. Saltanata ihanet ettiği, milli mücadeleyi saltanatın verdiği parayla sürdürdüğü
  5. Ana dile zorlamakla, camilere saygısız davranmakla İslam’a aykırı davrandığı
  6. Sarhoşluğu sevdiği, haramdan çekinmediği
  7. Hayvanları sevmediği
  8. Pek çok şeyi sanki tek başına başarmış izlenimi verdiği
  9. Diktatör olduğu
  10. Arkadaşlarını ezdiği
  11. Zamparalık ettiği
  12. Devlet malına tamah ettiği, zimmetine para geçirdiği
  13. Dersim olaylarında suçlu olduğu
  14. (Komik ama gerçek) İngiliz casusu olduğu
  15. Aile kökeninin Ermenistan’a filan dayandığı
  16. Çocuğu olduğu

Bu örnekleri uzatmak ve yenilerini eklemek mümkündür. Bunları anlamak için ekranlarda boy gösteren cibiliyeti belli olmayan azılı Atatürk düşmanlarının programlarını yarım saat izlemek yeterlidir.

Bu arada elbette merhum İsmet İnönü’de nasibini bolca almakta, hatta Atatürk’e uzanamayan bazı kalleş diller, üstü kapalı Atatürk’ü ima ederek İnönü’ye saldırmaktadır. Doğrudur, ismet İnönü özellikle Atatürk’ün vefatından sonra bazı stratejik hatalar yapmıştır lakin bunlar O’nun Atatürk gibi deha olmadığından ve zamanın gereklerinden, abartı ve anlam bozmalardan ibarettir ve tamamının kasıtsız olduğuna inanmak lazım gelir.

Öte yandan şunu çok iyi bilmek lazım gelir ki Atatürk’ten sonraki liderlerin neredeyse tamamı dış güçlere gerekli dik duruşu sergileyememiş, önüne konan anlaşmaları imzalamak zorunda kalmıştır. Bu durum o kişilerin itibarsızlığından ziyade, ülkenin milli gücünün zayıf olması ile de alakalıdır. Yani bazı şeyler ihanet değil mecburiyettir.

Atatürk’e saldıranlar işte bu mecburiyetleri veya gizli manalara uzak olduğundan ve resmi tam göremediklerinden saldırmaya devam etmekte ve kimlere hizmet etmekte olduğunu da asla düşünmemektedir.

Tüm dünya Atatürk’ü örnek alırken onların bu hali gafletten öte birşeydir.

Oysa Atatürk, bambaşka biridir. Komutandır, liderdir, önderdir, gazidir, vekildir, meclis başkanıdır, Cumhurbaşkanıdır, baş öğretmendir, devlet adamıdır, aydındır, alimdir, iman sahibidir, Peygamberimizi herkesten iyi tanıyan birisidir, dehadır.

Yukarıdaki maddelerin özünü teşkile den din meselesi saldırıların odak noktasıdır ve dinde bir kişiyi din dışı ilan etmenin günahı büyük iken bu cahiller gerçeği bilmeden iftira atmakla hem fâsık hem de iftiracı durumuna düşerler. hatta O’nun heykellerine konan çiçekleri kurban yerine sayan ve çiçek koyanları da putperest ilan eden bu zihniyet dini tanımadığını da, Kur’an okumadığını da hareketleriyle belli eder.

Çünkü; Atatürk İslam’ın yaban otlarını temizleyerek gerçek mahiyetine kavuşturmuş, köhne tekkeleri kapatarak camilerin selametini sağlamış, ezan sesinin baki kalması için ülkeyi bağımsızlığına kavuşturmuş, zulüm ve tecavüzleri sonlandırarak halkına ibadet özgürlüğü sağlamış, kadınlara haklar tanıyarak onları davarlıktan kurtarmış, cehalet ve zulme savaş açarak aydınlanma ve Kur’an’a dönüş sağlamış, düşmanlara karşı şehadeti göze alarak vuruşmuş yani cihat etmiş, sayısız cephede görev yaparak hicret vazifesini yerine getirmiş, Peygamberin hayatını ve savaşlarını ezberleyerek O’nun insanüstü olduğunu ifade etmiş, hutbelerinde, konuşmalarında dine, Kur’an’a ve Peygambere methiyeler düzmüş, bedelini cebinden ödediği ve öncülük ettiği meal ve tefsir ile Kur’an’ı anlaşılır kılmış, kanunlarla suçların önüne engel koymuş, eşitliği sağlamış, hukukta adaleti temin etmiş, azınlıkların ve diğer dinlerin ibadet özgürlüğünü de temin etmiş, masonluk ve misyonerlikle sonuna kadar mücadele etmiş, yeşili ve çevreyi korumuş, diyanet işleri başkanlığını kurdurarak din işlerini bilimle kardeş kılmış, sünni mezhebine uygun davranmış, yurt içi ve dışında sayısız cami onarttırarak ve hatta yaptırarak, yurt dışında yapılan camilere maddi destek sağlayarak ve bu yardımları maaşından ödeyerek zekatını da ödemiş, yalan ve yanlış konuşmamış, doğru sözlü, namuslu ve dürüst olmuş, şeffaflık ve namusu ön planda tutmuş, iç ve dış siyasette devletin haysiyet ve şerefini korumuş, ölmeyi göze almış, kültür ve tarih araştırmalarıyla ilime değer vermiş, toplumun huzuruna katkı sağlamıştır. Annesine mevlitler okutmuş, dualar etmiş, göğsünden minik Kur’an’ı ve bir zaman muskayı çıkarmamış, mektuplarına Allah ismiyle başlamış veya bitirmiş, konuşmalarında KUR’AN İLE HATIRLATMAK İSTERİM Kİ şeklinde sayısız demeç vermiştir.

Ve tüm bunlar hem Türklük’le hem İslam’la tamamen uygun şeylerdir. Yani Atatürk hepimizden çok daha Türk ve Müslümandır.

Din meselesinde aykırı tek bir durum vardır ve o da alkol meselesidir. Burada da içkinin haramlık sınırını bilmeyenler öne çıktığı için hatırlatmakta yarar vardır ki dinen haram olan şarap ve diğer tüm içkilerin sarhoşluk miktarının üstüdür. Oysa Atatürk’ün tek bir sarhoş resmi yoktur, kustuğu görülmemiştir, önemli günler arifesinde ve dini günlerde ağzına koymamıştır. Kurban kesilmesine bakamadığı halde vecibelerini yerine getirmiş, sadakalar vermiş, yakınlarının çocuklarına burslar ve nafakalar sağlamış, vasiyetinde dahi bazı ihtiyaç sahiplerini varis kılmıştır.

Şimdi ortada bu gerçekler varken iki tane Kur’an bilmezin iddialarına göre toplumu aleyhte kandırmaya çalışmak dine uygun ama yukarıda dinen uygun halleri fazlasıyla yerine getiren Atatürk dine aykırı öyle mi? Sırf iki kadeh içti diye hem de!

Bu düpedüz haksızlık ve insafsızlıktır ki bunların neden böyle davrandığını anlamak zor değildir.

Din namazdan ve anlamını bilmeden Kur’an okumaktan, sakal bırakmaktan çok daha farklı birşeydir ve bunu anlamak için Peygamberin hayatına bakmak lazım gelir.

Dine bu kadar saygılı ve yakın Atatürk’ün savaşlarda kendisinin ve askerlerinin imanına güvenerek öne atılması ise imanına delildir. Çanakkale ruhunu bu iman gücü olarak tanımlayan Atatürk, Kurtuluş savaşında askerlerimizin kahramanlıklarına da aynı ruhu temel göstermektedir ve bu ruh en fazla da kendisinde vardır.

Sonuçta bugün namaz kılınabiliyorsa, işgal ve tecavüzler bittiyse, diyanet işleri başkanlığı varsa ve çalışabiliyorsa, Türk ve Müslüman adı saygıyla anılıyorsa, ezanlar susmuyorsa bunların hepsi Atatürk sayesindedir.

Bu insanın bu nedenle mason veya sabetay olması da mümkün değildir. Üstelik onüç yıl aralıksız mason localarını kapatan bırakın ülkede, dünyada başka bir lider yoktur. Onlara hitaben kullandığı kelimeler ise gerçek hislerine şahittir.

Bugün Atatürk’ün mozelesine çiçek koyanları putperestlikle suçlayanlar ise dinen cehaletin en koyu karanlıklarında dolaşan zavallılardır ki bir şeyin ilah olması için halkın (tebanın) o kimseden ilahlık beklemesi ve o kişiye ilah gibi davranması lazım gelir. Bu da o kişiye kurbanlar kesmek, tütsüler yakmak, önünde vaya gıyabında ona atfen namaz kılmak, vs. şeklinde olur. Yani bir şeyin ilahlık mertebesine yükseltilmesi tamamen dini maksatlı işlerle, dini maksatlı haller iledir. Atatürk’e ilahlık yakıştırma heveslilerinin evvela dinen şirk ne demek onu bilmesi gerekir.

Atatürk heykellerini put diye kıranlar mesela başka kimselerin heykellerini asla kırmazlar, bu kimseler riya ile Anıtkabir’e de gider timsah gözyaşları da dökerler, bu kimseler her türlü haksızlık ve hırsızlığı yaptıktan sonra namazla veya hac ibadeti ile resetleneceklerini sanırlar ve bunlar Allah’a da değil paraya ve makama taparlar, canlı nüfuslu kişileri ilahlaştırırlar.

Özetle, Atatürk’e çiçek koyan veya törenlerde saygı duruşunda bulunan halkın bu işleri dini maksatlı değil minnet ve şükran maksatlıdır. Kendi şeyhlerinin ayaklarını yıkadığı suyu iştahla içenlerin bu yakıştırmaları bu nedenle dipsiz ve komiktir. Tarikat mantığına ve merdiven altı din eğitimlerine savaş açan Atatürk her alanda olduğu gibi din alanında da aydınlanmayı öngören birisidir ve vicdan hürriyetini tesis ederken, devlet ve toplum işlerini de birbirinden ayırmakla bilime olan saygısını da göstermiştir.

Yani Atatürk hem dindar hem aydındır. Türk ve Müslüman olmak da zaten bundan başka bir şey değildir.

Saltanat sevdalıları ise hain saltanatın itibarını geri kazandırmak umuduyla mesnetsiz yalanlar düzerken, Cumhuriyet’in baş mimarı Atatürk’e de saydırmaktan geri kalmazlar. Bunlara göre saltanat masumdur, yapılan ihanet değildir, İngiliz veya Amerikan mandasını istemek suç değildir, Kuvayi Milliye’nin tamamı dinsizdir, Ulusal mücadeleye katılmak dine savaş açmaktır, milli mücadeleye katılanların tamamının katli vaciptir.

Görüldüğü gibi ihanet çok büyük boyutlardadır.

Atatürk’e eşcinsel, zampara, vefasız gibi yakıştırmalar yapanların, devlet malına tamah ettiğini iddia edenlerin ise hiçbiri O’na yakın dahi değil hatta çoğusu O’nu görmemiştir bile. Karalamaların çoğunun Atatürk’ün vefatından sonra gün ışığına çıkmasının sebebi de budur. Çünkü Atatürk’e cevap hakkı verilmeyecek, delil ve ispat aranmayacak, ama çamur atılabilecektir.

Anılan iddialara esas konulara bizzat şahit olan mesela Latife hanım, İnönü, Nuri Conker, Salih Bozok, Mim Kemal Öke gibi isimler tek kelime etmezken, konuya tamamen yabancı birilerinin karalama çalışmaları elbette doğru ve gerçek değildir. Yurt dışında bazı kalemlerin Atatürk’e sözde yakınmış da yazdıkları gerçekmiş de diye kitaplaştırdığı yalanlar ise Türklerden intikam almaktan ve İslam düşmanlığından başka bir şey değildir.

Maalesef en yakınlarının Cevat Abbas, Makbule Atadan gibi maddi sıkıntılar veya beklentiler nedeniyle sonradan iddia ettikleri bazı şeyleri doğru kabul edip bayraklaştırmak bu işin en acı tarafıdır ki o isimler, Atatürk’ün en yakınında olup O’ndan feyz almış olanlardır. Buna rağmen yalan ve iftiraları, Atatürk düşmanlarına da çanak tutmakta ve Atatürk tartışma konusu edilebilmektedir. O isimler ihanet ve yalanlarının cezasını elbet çekecektir lakin halk yeterince okumadığından dolayı sözlere çokça itibar etmekte, mesnet aramamakta ve yalana kanmaktadır. Böyle olunca da inkılapların geliştirici ve kendisini yenileyen ruhu yeterince canlanamamaktadır.

Cumhuriyetin kuramcısı, kurucusu ve koruyucusu durumundaki Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, mü’min bir anneden dünyaya gelen, sayısız görev ve ülkede bulunan, çokça okuyan, farklı görev ve protokollerde bulunan, beşe yakın dil bilen bir dehadır. Sağlıklıdır, yakışıklıdır, karizma sahibidir.

Bu görevleri esnasında gönül ilişkilerinin olması da bu yüzden normaldir. Ama o asla muta nikahı kıymamış, evlilik vaadiyle aldatmamış, evlilerle ilişkiye girmemiş, harama uçkur çözmemiş, başkasının ailesine veya yakınlarına fena gözle bakmamış birisidir. Bunları sayıyoruz ki zamanımızda bunları eda edenler ile arasındaki fark daha iyi anlaşılabilsin.

Maddiyat konusu ise zavallı iftiracıların asla tutturamayacakları bir yalandır çünkü maaşını eline dahi almadan yaverlerine veren, maaşı yüksek olan, uçarı düşkünlükleri olmayan, devletin konutlarında ikamet eden, makam aracı kullanan, pahalı zevkleri olmayan Atatürk’ün devlet malına tamah etmesi mümkün değildir, yurt dışından Cumhuriyete destek için verilen paraları zimmetine geçirmesi söz konusu değildir. yakınlarına bolca burs veren, maddi yardım yapan, bu arada onların haysiyetlerini de koruyan, kendisine hediye edilen ev ve arsayı devlete iade eden, servetini halkına ve İş bankasına (TDK ve TTK’nca neması kullanılmak üzere) bırakan, vefatında neredeyse tek kuruşu olmayan Atatürk’e yapılan bu iftiralar çok ağır ve haksızdır.

Milli mücadelenin en kahırlı zamanlarında (Ankara’da) parasızlık derdine annesinin daha İstanbul’dan hareket etmeden verdiği birkaç altın bilezik ile deva bulan birisinin, devletin lüks ve israfını engellemek adına verdiği mücadele takdire şayan iken bu iftiralar maya tutmayan süt gibi kalmaya mahkûmdur.

Kütüğünün sakıncalı, kendisinin Ermeni veya İngiliz olduğu yalanları ise çaresizlik kokan karalama gayretleridir ki şahsiyetine yönelik bu yalanlar hakaretten öte bir şeydir ve cezaya müstehaktır. Fikir beyanından ileri giden bu yalanlara işlem yapmayanlar ise aynı fikriyata sahip görünmektedir.

Atatürk’ü koruma kanunu diye de bilinen bir kanun vardır ama bu kanun nedense işletilmez ve ortalık cahil ama maksatlı sayısız zibidiyle dolar, taşar. Ulu Önder’in şahsiyetini ve hatta heykellerini hedef alan bu sapıklıklara imza atanlar ellerini sallayarak dolaşırlar ve bu yüzden Atatürk’e saldırılar asla bitmez. Çünkü bu saldırgan grup Atatürk’ün inkılaplarından nasiplenememiş cahillerdir ve çoğusu dış kaynaklardan mamalanmaktadır.

Milleti bir ve beraber yapmaya çalışan Atatürk’e rağmen etnik ve dini azınlıklar yaratarak, bu yarayı kaşıyarak mesela Dersim’i saptırırlar ve sözde tarihi belgeler icat ederek mesnet bulmaya çalışırlar. O’nun iç ve dış siyasette kazandırdığı haysiyeti bilmeyen, yabancı liderlerin ayağına geldiği, kıskançlıkla izlediği lider olan deha Atatürk’e saldıranlar daha O’nun okuduğu kitapların yüzde birini okumamış olanlardır. Yani yalan ve iftiranın temelinde de cehalet vardır.

Harf inkılabı, laiklik, halkçılık, barışçı siyaset, bilime değer vermek bu yüzden mühimdir ve Atatürk’ü tanımayan ve anlamayan bir neslin de bu iftiralardan sakınması mümkün değildir. Bu nedenle gençlik Atatürk’ü tanımak ve bilmek zorundadır.

O’nun öngörülerinin hiçbiri boş çıkmamıştır ve maalesef Gençliğe hitabesinde de acı bir öngörüsü vardır. İşte bu öngörü nedeniyle yeni nesiller çok daha Türk ve Müslüman olmalıdır.

Atatürk sadece ülkenin değil tüm insanlığın eşsiz dehasıdır. O’nu tanımamaya direnmek ise sadece gaflet veya delalet değildir.

O’na saldırmak, Atatürkçüleri adeta kurşuna dizmek için fırsat kollamak ise yapılabilecek en büyük hata ve bu millete en büyük kötülüktür.

Çünkü O’nu görmek demek, O’nun bedenini görmek demek değil, fikirlerini anlamak demektir.

Minnet ve şükranla.

Aziz Atatürk.

Ayrıca bakınız;

Atatürk mason muydu?

Atatürk’ün Japonya’da yaptırdığı cami

Atatürk öldürüldü mü?

Atatürk ve din

Atatürk’ün serveti ve vasiyeti

Bu yazı Atatürk’e saldıranlara cevaptır ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturke-saldiranlara-cevaptir/feed/ 0
Atatürk öldürüldü mü http://ataturkicimizde.com/ataturk-olduruldu-mu/ http://ataturkicimizde.com/ataturk-olduruldu-mu/#respond Tue, 06 Nov 2018 06:41:57 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=4516 Atatürk öldürüldü mü Ulu Önder’in siroza bağlı rahatsızlık neticesi öldüğü tüm dünyaya ilan edilir ve akıllarda O’nun alkol müptelası olduğu izlenimi bırakılmaya çalışılır. Bu sayede...

Bu yazı Atatürk öldürüldü mü ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk öldürüldü mü

Ulu Önder’in siroza bağlı rahatsızlık neticesi öldüğü tüm dünyaya ilan edilir ve akıllarda O’nun alkol müptelası olduğu izlenimi bırakılmaya çalışılır. Bu sayede ülkenin ve yakın doğunun feyz aldığı liderin, Ortadoğu’ya da ışık olması engellenirken diğer yandan Atatürk düşmanlığı beslenerek Türk – Müslüman ayrımı yaratılmaya çalışılır. Bunlar yapılırken de mesela hiç alkol almamış Mehmet Akif Ersoy’un mikrop kaparak siroz olduğu ve iki sene tedavi gördüğü herkesten saklanır.

Dahası Atatürk’ün gerçek ölüm sebebi ve hatta katli sır perdesi gibi saklanır ve varsa yapılan otopsi sonuçları kamuoyundan gizlenir.

İnceleme ve araştırmalar ise Atatürk’ün doğal yoldan ölmediğine ve hele sirozla alakalı ölmediğine kesin işaret ederken, muhtemelen öldürülerek şehit edildiğine ve bunu yapanlarında 13 yıl boyunca adım atması dahi engellenen mason örgütlerince olduğu sonucun varılır. Varılır ama bu anlamda resmi hiçbir işlem nedense kasıtlı olarak hiçbir zaman yapılmaz.

Bazen de konu en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’ye denk getirilir ve suç kasıtlı olarak adeta O’na atfedilir.

Bu tezleri ispat etmek devletin görevidir ve arşivler bunu kolaylıkla temin edecektir. Lakin o ana dek elimizden gelen sadece araştırmacıların bulgularından ve tanıkların ifadelerinden ibarettir. Birkaçına alıntılar göz atacak olursak karşımıza sinsi ve senelere yayılmış organize bir cinayet çıkar.

***

“ABD’nin kara kutusu kabul edilen David Rockefeller, ölmeden önce çok önemli itiraflarda bulunmuştu. “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüz yıl ertelemek zorunda kaldık” demişti. Bu adam önemli bir Yahudi’dir. ABD için, söyledikleri “kanun” hükmündedir. İsrail’in Atatürk’ün ölümünden sonra kurulması ve Türkiye’nin ilk tanıyan ülkelerden olması, hiç sürpriz değil. Hal böyle iken, insanın aklına şu soru geliyor:

ATATÜRK ÖLDÜRÜLMÜŞ OLABİLİR Mİ?

Dünyayı değiştiren bir insan ölüyor, ama otopsisi yapılmıyor. Üstelik bu otopsi çok istenmesine rağmen yapılmıyor. Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda “ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması” olarak gösterilirken, ikinci raporda ise “alkolle ilgili karaciğer iltihabı” neden olarak gösterilmektedir.

Ortada hem bir çelişki, hem de büyük bir yalan vardı. Bu yalan raporu, o dönem mecliste etkisi çok olan masonlar çıkarttırıyor. Masonlar ne alaka, demeyin! Atatürk’ün şehadetinde ve sonrasında, hep başroldeler.

Atatürk, mason localarına karşı büyük bir savaş veriyor. Yıl 1935. Türkiye’deki masonlar 25. yıl kuruluş etkinlikleri düzenleyerek, yayılmalarını hızla sürdürüyorlardı. Atatürk, Mahmut Esat Bozkurt’a Masonların taksimat, teşkilat ve ahvalini bildirir bir kitap verir ve der ki;

“Bunu güzelce mütalaa et, bir takrirle Halk Partisi Gurup Başkanlığına ver, gurupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve gurupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.”

Böylece Bozkurt, Paşa’nın istediğini yaptı, “Masonlara ölüm” naraları altında, mecliste locaları kapatma kararı çıktı.

Masonlar, Doktor Mim Kemal’i önlerine katarak Atatürk’ün makamına çıktılar; “Efendim biz zaten maiyet-i devletinizdeyiz, fakat siz meşrik-i azamımız olursanız biz pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız” dediler.

Atatürk de karşılık olarak;

“Peki, bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra… Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbûnuzun ismi nedir?” diye sordu.

“Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Barca Mison Cenaplarıdır.” dediler.

Bunun üzerine Atatürk öfkelenip; “Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi, bir çift Yahudi’ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki bütün localarınızı kapatmadığınız takdirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harbi örfi’ye hepinizi verir ve astırırım! Haydi defolun karşımdan!” diyerek onları kovdu. Anadolu Ajansı 10 Ekim 1935 tarihinde, mason cemiyetlerinin kapandığını ve mallarının Halkevleri’ne bağışlandığını duyurdu.

Mustafa Kemal Atatürk, aynı gün Ankara’da Çankaya köşkünde Doktor Mim Kemal Öke”ye hitaben: “Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz. Ve bir daha diriltmeye teşebbüs etmeyiniz.” demişti.

Yüksek dereceli bir mason olan Avram (İbrahim, Abraham) Benaroyas, Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasındayken öğrendi ve şöyle dedi: “O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!”    (-Laiki Foni “Halkın Sesi” gazetesi, Yunanistan, 1948.)

‘SARI LİDERİ ÖLDÜRME KARARI ALINIYOR

Varnalı Bulgar Yahudisi 33 dereceli Farmason Avram Benaroyas Türkiye Mason Cemiyeti’nin kapandığını Moskova’da bir toplantı sırasında öğrendi. Sinirlerine hakim olamayarak şunları söyledi; “O Sarı Lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır. Mefkuremize imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!…

”Türkiye’nin ikinci Mason lideri Kimyager Mustafa Hakkı Nalçacı, acilen Kremlin’e davet edildi. Nalçacı Moskova’ya korkarak gitti. Başına bir hal gelmesi halinde Kremlin’in Çankaya’ya siyasi baskı yaparak serbest bırakılmasının sağlanmasını istedi. Kremlin, Nalçacı’ya garanti verdi, verdiği teminatlarla onu rahatlattı.

Kremlin’den aldığı taahhütlerle korkusu geçen Nalçacı, işi ileri götürerek Atatürk’ün öldürülmesinden sonra Nazım Hikmet başkanlığında bir hükümet kurulmasını istediyse de, Kremlin “gerici Mareşal Çakmak’ın tabancasına hedef olunacağı” itirazı ile Nalçacı’yı frenledi. Varnalı Bulgar Yahudisi Farmason Avram Banaroyas ve Türkiye’deki masonların ikinci lideri Mustafa Hakkı Nalçacı Kremlin yetkilileri ile toplantıdayken, yapılan konuşmaları Yunanlı gazeteci Apostolos Grasoz, ünlü Sovyet despotu Laurenti Beria ile birlikte yan odada ses alma cihazıyla takip ediyorlardı. Bu konuda Avram Benaroyos, “İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük. Ancak, doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden, Kremlin’in istediği ‘esrarengiz ve kendine göre esrar arz edecek ölüm’ kararına uyduk.

Mason biraderler cemiyetimiz kapatıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi O’nun her hareketini alkışladılar. Zamanla O’nun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; Sarı Lider, kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. 1937 yılı ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk’ün sinir organlarını felce uğrattı. Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar karşısındaki arkadaşı tanımamazlıklar kendini göstermeye başladı.” şeklinde yazdı.

Benaroyos 1 Ağustos 1948 tarihli Yunan Halkın Sesi (-laiki foni) gazetesinde bunları yazarken, Yunanlı Gazeteci Apostolos Grazos da Halk Cephesi (Laiki Metopo) gazetesinde 1-5 Eylül 1949 tarihlerinde yazdığı seri yazıda şu görüşleri dile getirdi; “Filistin Siyon kolonilerini meydana getirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nu parçladık. Bundan sonra yapılması elzem olan üç vazife daha vardı. Bunları seri olarak tatbik etmek icap ediyordu ki; Doktor Abrayava ve Fischenger cidden bu işte fedakarane çalıştılar. Bazı Avrupalı tıp dahileri, siroz mütehassısları, Sari Lider’in hastalığı ile meşgul olmak istediklerini Türk hariciyesine bildirmişlerse de; Türkiye’deki mukaddes üçgenimiz, meydana getirdikleri muhkem mevki ve selahiyetlerini cemiyetimize muhalif olanlara Sarı Lider’in tedavisinde vazife vermemekle bize pekala ispat ettiler.

***

”ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, KONAN TEŞHİS ve UYGULANAN TEDAVİ

Varnalı Yahudi Farmason Acram Benaroyas, Atatürk’e ilk darbeyi 1937 yılı ortalarında indirdiklerini söylerken, bundan birkaç ay sonra Aralık 1937’de Yalova’da Atatürk’ü resmen muayene eden Prof. Dr. Nihat Reşat Belger ilk teşhisi “karaciğer üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmiştir” diyerek koydu. Oysa, Benaroyas’ın söylediği aylarda Atatürk kaşıntıdan muzdaripti. Çankaya’da bir akşam doktorun biri kaşıntıların karınca ısırması sonucu olduğunu söyledi. Atatürk, “Ben geceleri kaşınıyorum, karınca yatak odama kadar girer mi?” diye sorunca, aynı doktor “evet” cevabını verdi. Köşkte et yiyen cinsten küçük kırmızı karıncaların varlığı söylentisi yayıldı. Hatta böyle karıncalardan bulunduğu tesbit edildi. Atatürk’ün İstanbul ve Yalova’da olduğu bir sırada Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar’a telefon ederek “Köşkü karıncalar bastı, Atatürk kaşıntıdan şikayetçi, bir çare bulun.” dedi.

Doktor ve diğer sıhhi personelden oluşan 8 kişilik karınca arama ekibinin çalışmalarını Dr. Nuri Refet Korur “evet kırmızı renkte küçük karıncalar gördük” diye açıklamıştı. İlgili mütehassıslar da; bu tip karıncaların Çin’den Avrupa’ya geldiğini ve etle beslendiklerini söylemişlerdi. Karınca hikayesini bilen Atatürk, Dr. Velger’in karaciğerle ilgili teşhisini ve kaşıntının sebebinin bu olduğunu duyunca şaşırmış, ama belli etmemişti. Atatürk’ü yavaş yavaş öldürme planı hızla işliyor, Atatürk’ün hastalığının teşhisi ile ilgili farklılıklar Atatürk’ün ölüm raporlarına bile yansıyordu. Atatürk’ün fenni rapora geçen hastalığı “Alkole bağlı siroz” olarak tanımlandı. Oysa aynı rapora imza atan doktorlardan Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, daha sonra “ bunu kat’i olarak kestirmek mümkün değil” diyerek “hipertrofik siroz” tanısına yöneliyordu.

Yani alkole dayanmayan (sıtma) siroz,. 30 Temmuz 1938 Cumartesi günü Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ün kalbinin kuvvetli olduğunu düşünürken, 4 gün sonra kalbi kuvvetlendirici iğne yapılmasına karar veriyordu. Dr. Asım Arar ise, Dünya Gazetesi’ndeki mülakatında Atatürk’ün hastalığı ile ilgili olarak “karaciğer kifayetsizliği’nden şüphelendiğini bu şüphesini “söylenmesi icap eden” kişilere söylediğini, bu kişilerinse, böyle bir ihtimalin mevcut olmadığını söylediklerini bunun üzerine ise kendisinin daha ileri gidemediğini söylüyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da, Dr. Arar’ın söylediği türden birinin Atatürk’ün çevresinde bulunabileceğine inanmanın kendisi için güç olduğunu söylüyordu.

31 Temmuz 1938 günü Viyana’dan gelen Prof. Dr. Eppinger Atatürk’e çiğyemiş kürü uygulayarak bol bol kavun karpuz yedirmiş, ertesi gün Almanya’dan getirilen Prof. Dr. Bergman’da Atatürk’e rendelenmiş elma yedirtmiştir. Daha sonra da bu iki doktor bir araya gelerek damar tıkanıklığını düşünerek Atatürk’e Salygran şırıngası uygulamaya karar vermişlerdir. Aynı gün yapılan konsültasyonda bu Alman ve Paris’ten getirilen Prof. Dr. Fissinger ise yukarıdaki doktorlardan farklı olarak afyon mürekkepleri ile şibih kalevilerin (alkoloid) verilmesini uygun görüyordu. Zehirlendiğini anlamıştı Atatürk, Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir.. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”

KİMLER MASONDU?

Atatürk’ü tedavi eden doktorlar arasında Mim Kemal Öke, …., Prof. Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı masonluğu alenen bilinenler arasındadır. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da masondu. Devrin mason yöneticilerinden (Türkiye Locası) Dr. İsmail Hurşit, Muhittin Osman Omay kapatma kararı tebliğ edilenler arasındadır.

TEDAVİ EDEN DOKTORLAR

Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp ve Prof.Dr. Nihad Reşad Belger Atatürk’ü tedavi eden müdavi (sürekli) doktorlardı. Prof.Dr. Akil Muhtar Özden, Prof.Dr. Süreyya Hidayet Sertel, Prof.Dr. Mim Kemal Öke (adı sürekli tedavi edenler arasında da geçmektedir), Prof.Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, Dr. Mehmet Kamil Berk, Prof. Dr. Mustafa Hayrullah Diker ise gerektiğinde sürekli doktorların danıştıkları danışman hekim olarak görev yapmışlardır. Sağlık Bakanı Dr. İ.Refik Saydam idi. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Asım Arar idi. Bunların dışında, Paris’ten Prof.Dr. N. Fissinger (3 defa), Berlin’den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana’dan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk’ün tedavisinde görev almışlardır.

Atatürk öldükten sonra, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığı sırasında, “kanun-u mahsusla localar kapanmadı! Tekrar açmaya hakkımız var!” diyen Masonların müracaatı üzerine, tekrar localar açılıp faaliyete başladılar…

“Atatürkçü” bilinen Celal Bayar ise 1952’de, Ahmet Gürkan’ın teklif ettiği ve Masonların localarını kapatmak istediği kanun teklifini ret ederek bu suretle localarını kanunla pekiştirdi. Celal Bayar, kendisi de bir masondu.

Ceyhan Mumcu’nun 16.10.2005 tarihinde Mahiye Morgül’e anlatımından bir alıntı yapalım:

“Bir deniz tabip albayının Atatürk’ün ölümü hakkında yapmış olduğu bir doktora tezi var. Orada Atatürk’e yanlış tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi.

Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmış, aşırı “Kinin” yüklenmiş ve karaciğeri bu yüzden iflas etmiş, siroza dönüşmüştü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından Doktor Mim Kemal Öke’dir.

Durumu iyice fenalaştıktan sonra yine bir mason olan Celal Bayar, yurtdışından bir doktor getirtir. Yanlış tedavi yapıldığını, karaciğerin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur. İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleşmiş, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüştür.”

1962 yılında dönemin içişler bakanı Bekarta’nın talebi üzerine bir araştırma yapan Doktor Lebit Yurdoğlu şöyle diyor: “Sn. Hıfzı Oğuz Bekata. Bu konuyu derinlemesine araştırdığımda sorunun sadece geç teşhis olmadığını teşhisle uyumlu ilaçlar kullanılmadığını tespit ettim.

Atatürk’ün ilaçlarının alındığı eczanenin kayıtlarına baktığımda, o dönemlerde sıtma tedavisi için kullanılan Kinin ilacının 43 şişe kullanıldığını gördüm. Bu kadar Kinin kullanıldığında karaciğerinde onarılmaz yaralar açacağını her hekimin bilmesi gerektiği ama bunun sanki bilinçli kullanılmış olduğu izlenimi edindim.

Atatürk’ün tedavi amaçlı verildiği diğer ilaç ‘piremidon’dur. İnsanlar üzerinde toksin ‘zehirli’ etkisi olduğu kesinlik kazanmıştır. ‘Civalı diuretik’ olan ‘salyrgan’ isimli ilacın ise 3 Ağustos 1938 tarihinde yapılan konsültasyondan önce kullanımının tehlikeli olacağı bilindiği halde bu ilacın kullanılmasına devam edilmiştir. Eppinger, Bergman, Dr. Fissinger, hekimlik görevlerini bilinçli bir şeklide eksik yaptıkları kanısı bende hâkim olmuştur.”

İşin özü, Atatürk, zehirlendiğini anlamıştı artık. Afet İnan’a yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu; “Afet, vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir. Hükümet benim reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissinger’i getirtti.”

İçişler Bakanı Kaya, İnönü’ye yazdığı yazıda şunları söylüyor: “Tahsis ettiğimiz doktorun görevini layıkı ile yaptığı kanısındayım. Her şey yolunda ve mecrasında seyir etmektedir. Sizleri Cumhurreisi olarak görmek arzusu hepimizde hâsıl olmuştur. Hürmetle ellerinizden öperim efendim.”

Ata’nın ölümünden sonra, Anadolu’da insanlar ağlamaktan adeta gözleri kör olurken, İsmet Paşa cenazeye katılmıyor. İşbaşına gelir gelmez, mason locaları açılıyor.

Atatürk’ün kovduğu ve “ben hayatta olduğum sürece Türkiye’ye gelemezler” dediği Rotheschild ve Rockefeller aileleri Türkiye’ye çörekleniyorlar. Sonra, İsrail kuruluyor. Atatürk düşmanlarıyla İsrail, ne kadar gurur duysa az!

“Atatürk, içkiden öldü!” yalan ve iftirasını yayanlar, bunun hesabını asla veremezler. Peygamberimizin zehirlenerek şehit edildiğini dahi bilmeyenler, Atatürk’ün zehirlenerek şehit edildiğini, nereden bilsinler!

MUSTAFA KEMAL’İN SAĞLIĞI

Mustafa Kemal, klasik çocukluk hastalıklarının dışında 20 yaşına kadar ciddi bir hastalığa yakalanmadı. 20 yaşında geçici bir süre yakalandığı sıtma hastalığının atlatılmasından sonra yine aynı yılda bel soğukluğu hastalığı takip etti. O yıllarda yaygın olan bu hastalık O’na ilerideki yıllarda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde üroloji kliniğini kurdurttu. İdrar yollarındaki bu müzmin hastalığa ilaveten, Anafartalar Savaşı sonlarında, 1916 yılında akciğer iltihabı dolayısıyla ateşi yükselerek yatağa düştü.

2 yıl sonra Yıldırım Orduları Komutanı iken böbrek ağrıları başladı. Karlsbad Kaplıcaları’nda tedavi gördü. 1919 yılında Şişli’deki evinde bir süre kulağından rahatsızlık geçiren Mustafa Kemal, aynı yıl 19 Mayıs’ta çıktığı Samsun’da tekrar nükseden Böbrek ağrılarından dolayı 19 gün Havza Kaplıcalarında kaldı. Samsun’da iken tekrar sıtmaya yakalandı. Aynı yılın son günlerinde, 27 Aralık’ta böbrek ağrıları tekrar başladı. 1921 yılı Nisan’ında sol yanağından çıban çıktı, daha sonra attan düşerek 3 kaburgası kırıldı. Bu hali ile cepheye gitti. 1923 yılında ise ufak tefek kalp rahatsızlıkları geçirdi. 1927 yılı Mayıs ayında göğüs ağrıları çekti.

Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye klinik direktörleri Prof. Dr.Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg hükümet tarafından Türkiye’ye getirtilerek Atatürk’e konsultasyon uygulattırıldı. 1936 yılı Kasım ayında üşütme sonucu ateşi yükseldi, ama kısa sürede iyileşti. 1936 yılı sonuna kadar bunların dışında Atatürk’ün başkaca ciddi bir sağlık sorunu olmadı.

ÖLÜM SEBEBİ ALKOL DEĞİL!

Atatürk’ün ölümünden sonra düzenlenen birinci raporda ölüm sebebi karın içinde sıvı, asit toplanması olarak gösterilirken, ikinci raporda ise alkolle ilgili karaciğer iltihabı neden olarak gösterilmiştir. Bu çelişkiye rağmen Atatürk’e biopsi de otopsi de yapılmamıştır. Alkole bağlı siroz olabilmesi için en az 15 yıl süre ile günde en az 3 kadeh alkol alınması gerektiği bilinirken, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında hiç içki içmediği, daha sonraki yıllarda da aşırı içki içmediği, karşısındakilere içirdiği söylenmektedir.

Salyrgan (civalı ilaç)’ın Atatürk’ün tedavisinde “ajan tedavi ilacı” olarak kullanıldığı, aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ilaçla ağır ağır zehirlenerek öldürüldüğü ortaya çıkmıştır. Öte yandan Atatürk’ün daha evvel sıtma geçirdiği bilinmesine rağmen karaciğer ve dalağı yıpratan Kinin ve Atebrin gibi ilaçlar bol miktarda kullanılarak ölüm çabuklaştırılmıştır. Sadece 1937 yılında İstanbul Eczanesi’nden Atatürk için 43 kutu kinin ilacının alınmış olması buna iyi bir örnektir.

19 SORU?

*Atatürk’ün tedavisi için doktor seçimini kim yapmıştır?

*Purinol adlı ilaç Atatürk’ün tedavisinde ne kadar kullanılmıştır?

*Bu ilacı imal eden Hakkı Bey, (Ruhsat tarihinde soyadı kanunu daha çıkmamıştı.) Mustafa Hakkı Nalçacı denen kimse midir?

*Burun kanamalarından dolayı Atatürk’ü tedavi eden Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmesine neden ihtiyaç duyulmuştur?

*1938 Şubat ayında doktorların gelmesini uygun bulmayan Atatürk’e rağmen Prof.Dr, Frank, Prof.Dr.Epinger hangi gerekçe ve kimlerin tavsiyesi ile niçin getirilerek destursuz Atatürk’ün vücudu onlara emanet edilmiştir?

*Müsteşar Dr. Arar’ın yaptığı ilk teşhisi bildirdiği ve kale almayan yetkililer kimlerdi?

*Atatürk’e kaşıntıların sebebini karınca ısırığı olarak teşhis eden ve Çankaya Köşkü’ne ziyaretçi olarak 1937 sonlarında gelen doktor kimdi?

*Ölüm anında Atatürk’ün ağzına su verdiği ölüm raporunda belirtilen Dr.Kamil Berk ölüm raporunu niçin imzalamamıştır?

*Atatürk, Dr. Nihat Reşed Belger’e daha önce kendisini muayene eden Prof. Neşet Ömer İrdelp’in koyduğu teşhisi kontrol ettirme ihtiyacı hissetmiştir?

*Dr. Fissenger’in yazdığı reçeteleri hangi eczacı yapmıştır? Bu eczacı Mustafa Hakkı Nalçacı mıydı?

*Bahsi geçen yabancı doktorlar getirilmeseydi Salyrgan şırıngasını Türk doktorlar uygularlar mıydı?

*Sürekli doktorların bilgisi dışında Paris’ten getirilen ilaçların sorumluluğu kime aittir? (Paris’ten gelen ilacı bünye kabul etmemiş, hasta daha da fenalaşmıştır. 24 Ağustos 1938’deki bu tedavi işin dönüm noktasıdır. Atatürk, o tedaviden sonra “tamamiyle başka şahsiyet olmuştum. Çok tuhaf” diye Prof.Dr. İrdelp’e anlatıyor)

*Paris’te ilaç alınan 54 Reu Faubourrg Sainet Honere adresindeki firmanın Dr.Fissenger ile olan bağlantıları nedir?

*Özel Kalem Müdürü göreviyle Atatürk’e Köşk’ü karıncaların bastığına inandırmaya çalışan Süreyya Anderiman kimdir?

*Atatürk’ün ölümün üzerine düzenlenen iki rapordan; ilkinde teşhis karında toplanan sıvı, asit olarak belirtilirken, ikinci raporda alkolle ilişkili karaciğer iltihabı denmesinin sebebi nedir?

*Atatürk’ün tedavisi ile ilgili notları olduğunu söyleyerek, bir gün hatıra yazacağını söyleyen Dr. Ömer İrdelp, bahsettiği hatırayı niçin yazmamıştır?

*Atatürk’e biopsi ve otopsi yaptırmama kararını İçişleri Bakanı mason Şükrü Kay mı vermiştir?

*Atatürk’ün sıhhı hayatına ilişkin bilgiler Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nda nasıl kayıp olmuştur? (Bakanlık 1976 yılında bilgi isteyen bir profesöre “tüm aramalara karşın bulunamamıştır” cevabını vermişti)

*1948 ve 1949 yılında Bulgar yahudisi Framason Avam Benaroyas ve Yunan gazeteci Apostolos Grazos’un Yunan gazetelerinde yer alan iddiaları üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti herhangi bir araştırma ve girişimde bulunmuş mudur? Yoksa, haberi dahi olmamış mıdır?

***

33 dereceli Mason’un itirafı: “Atatürk’ü silâhla ortadan kaldırmayı düşündük!”

Yıl 1948, Ağustos 1’i. Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti (ELD)’nin “Laiki foni” yani “Halkın sesi” isimli gazetenin 685’inci nüshasında, Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli farmason Avram Benaroysan şunları yazar:

“Mefkûremizi imha edici darbe vuranların akıbeti, feci şartlar altında ölümdür!..”

33 dereceli komünist mason hangi darbeden bahsetmektedir ve “akıbeti feci şartlar altında ölüm” olan kimdir?

Bırakalım onu da kendi söylesin:

“(..) Mustafa Kemal Atatürk, 10.10.1935 tarihinde Ankara Çankaya köşkünde doktor Mim Kemal Öke’ye hitaben, ‘Mason cemiyetinin faaliyetini inkılaplarımıza muarız gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm. Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliriz. Ve bir daha diriltmeğe teşebbüs etmeyiniz’ demişti…

(…)

O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak olacaktır.

Fakat asla!

Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetinin durdurulduğunu Moskova’da tarihî bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işittiğim zaman, beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Heyecandan şaşırmış bir hâlde, oradakilere şaşkınlık içinde haykırdım:

-‘O sarı lider ortadan suret-i katiyetle kaldırılacaktır!’

İşte böyle… 1948 yılı Ağustos ayının 1’inde Yunan Komünist Halk Cumhuriyeti örgütünün yayın organı “Laiki Foni”nin 685 sayılı nüshasında Ege ve Balkanların kıdemli komünistlerinden 33 derece mason Bulgar Yahudi Avram Benaroyas’ın itirafları.

Bu itiraflar General Cevat Rifat Atilhan tarafından çevrilmiş, “Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi” alt başlığı ile gazeteci Ogün Deli tarafından kaleme alınan “Agoni” isimli derlemeye de alınmıştır.

Biz oradan aktarıyoruz.

Evet, Atatürk Türkiye’deki mason derneklerini, “Kökü dışarıda yahudi uşakları” diyerek kapatıyor ve dünya masonları bunun üzerine Moskova’da gerçekleştirdikleri bir toplantıda, “O sarı lider suret-i katiyetle ortadan kaldırılacaktır!” kararı alıyorlar.

Sonrasını zamanın kıdemli komünistlerinden 33 dereceli mason Avram Benaroysan’ın kaleminden okumaya devam edelim:

“-Atatürk’ün âni bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevk etmişti. İlk anlarda Kemal Atatürk’ü silâhla ortadan kaldırmayı düşündük. Çünkü o, felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkânlarını ortadan kaldırmıştı. Bu sebeple kendisinin de ortadan kaldırılması son derece elzemdi.”

Localarını kapattığı için Atatürk’ü “ortadan kaldırma” kararı alan mason-komünist ittifakı silâhla öldürme riskini başarı şansı yüzde 10’larda olduğu için tercih etmez. O zaman şu kararı alırlar:

“-Onun ölümü esrarengiz olacaktır!”

Balkanların kıdemli komünisti, 33 derece mason Avram Benaroysan’ın 1948’de kaleme aldığı itiraflarında Atatürk’ü esrarengiz ölüme götüren yol haritası şöyle anlatılıyor:

“-Mason cemiyeti Atatürk tarafından kapatıldıktan sonra; mason biraderler, cemiyet sanki kapatılmamış ve Atatürk’le aralarında hiçbir ihtilaf yokmuş gibi vaziyet aldılar. İmkân buldukça onun her hareketini alkışladılar ve zamanla onun etrafında bir çember vücuda getirdiler ki; sarı lider kendiliğinden bu çemberin içine girip hayatını bize teslim etti…”

Ve devam ediyor üstat mason Benaroysan:

“-Doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden; 1937 ortalarında, ismini açıklayamayacağım bir doktor, bazı şöhretlere dayanarak Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını za’fa düşürmek suretiyle indirdi…”

İşin özü bu…

Detayları lazer Yayınları arasında çıkan “Agoni”den öğrenebilirsiniz. Yunanistan’da yayınlanan 1 Ağustos 1948 tarih ve 685 sayılı “Laiki Foni” gazetesine ve zamanın kıdemli komünisti 33 dere mason Benaroysan’ın hayatına ulaşmak Atatürkçü bir Genelkurmay için, TBMM için, Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan emekli generaller, meselâ Çevik Bir için de zor olmasa gerek…

Adamlar, mason derneklerini kapattığı için Atatürk’ü biz öldürdük. Önce vurmayı düşündük, sonra başaramamaktan korktuk, onun çevresini kuşattık, güvenini sağladık, sonra da hedefimize ulaştık diyor, Atatürkçüler susuyor, pısıyor… Kur’an kurslarına, başörtüsüne aslan kesilenler masonlarla kadeh tokuşturuyor…

Anlatılanlar hakikat ise, yedi düveli yenen Atatürk, üç buçuk masonun elinde can çekişe çekişe can vermiş ve onun canını alanlardan hesap sorulmamış, bu ayıp bu millete yeter de artar bile…

Ya sonra?

Mason dernekleri 1948 yılında “İnönü’nün emri ve Celal Bayar’ın desteği ile” tekrar faaliyete geçtiler. Halkevlerine devredilen mallarını da geri aldılar…

Peki, burada bitti mi?..

Hayır, bitmedi, bitmeyecek gibi de görünmüyor…

Atatürk’ün bedenini ortadan kaldıranlar oklarını onun ilkeleri ve felsefesine, onun çok sevdiği milletine ve milletinin değerlerine tevcih ettiler…

Üzülerek ifade edelim ki bu bahiste de başarılı oldular…

Lütfen, “Atatürk’ten, millî devletten, Lozan’dan vazgeçin” diyen ve “Şehitlik ve gazilik kavramları kaldırılsın” diyenlerle, “Türkiye moziktir, millet değil, halklardır” diyenlere dikkatle bakınız…

Pek çoğunun yüksek dereceli masonlar olduğunu göreceksiniz…

Ben daha ne diyeyim!..

“Efendiler, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki aslî cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin”

***

Ankaralı işadamı Muhammed Yüksel, Beyaz TV’de, Latif Şimşek’in sunduğu “Dinamit” programında, “Bu fotoğraflar elime açıklayamayacağım bir yerden geldi ve bu fotoğraflar Genelkurmay arşivlerinde bile yok” diyerek, Atatürk’ün ölüm sonrası yapılan otopsi raporlarını yayınladı.

“Arşivci” kimliği ile tanınan Yüksel’in iddiası şu: “Atatürk zehirlenerek öldürüldü.”

İddiasını destekleyen görüşü ise gayet mantıklı:

“Otopsi raporu niye yayınlanmadı?”

Fotoğraflar otopsiye katılan doktorlardan biri tarafından çekilmiş. O doktor, Osmanlıca beyanlarda da bulunmuş.

“Biz bu beyanları çözdük ve biz bu görüntüleri o doktorun arşivinden aldık” diyor işadamı Muhammed Yüksel. İki gündür hemen bütün gazetelerde yer alan ve internet ortamında en çok tıklanan bu iddia ve görüntüler üzerine artık bir şeyler söyleyebiliriz.

Önce otopsiye katılan doktorlara bakalım:

Dr. Akil Muhtar, Dr. Mehmet Kamil, Dr. Süreyya Hidayet, Dr. Abra Vaya.

Bu isimlerden, Dr. Abra Vaya, yahut otopsiye katılanların tamamı, Atatürk’ün Brutus’u gibi sanki. Önce Abra Vaya’ya dikkat çekelim. Çünkü, ilk üçü ile ilgili meselâ internet ortamında çok geniş bilgiler bulabiliyorsunuz amma Dr. Abra Vaya hakkında, Atatürk tarafından CHP azınlık kontenjanından milletvekili yapılmış, kurucu meclis üyeliğine getirilmiş, senatör olmuş olmasına rağmen, meclis zabıtlarındaki isminden başka hiçbir bilgiye ulaşamıyorsunuz.

Bu gizlilik niye ve kimin başarısı?

Herhalde bu gizlilik, Dr. Abra Vaya’nın kimliğinden kaynaklanıyor. Çünkü Dr. Abra Vaya, Yahudi kökenli. İzmirli bir Rum’la evlenmiş. Atatürk de onu özel doktoru yapmış. Lâkin adı bir hayalet gibi dolaşıyor ama ete kemiğe büründürmek pek mümkün olmuyor. Otopsiye katılan diğer isimler de Atatürk’ün Brutus’u olabilir.

Türk toplumunun “dönme” olarak bildiği Sebatay Cemaati mensuplarından Ilgaz Zorlu, 2000 yılı Şubat ayında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın organize ettiği Diyalog Platformu’nda, “Sabatay Sevi, kendi cemaatine ‘benzet; ama asla benzeme’ doktrinini benimsettiğini” açıkça itiraf etmiş, belki ne dediğimi anlamayanlar yahut tevil edenler bulunur diye de sözlerine şu açıklığı getirmiştir:

“-Kendini Müslümanlara benzet; ama asla onlar gibi olma. Sabateistler bulundukları ülkenin kurallarına kesin olarak uyarlar. Örneğin biz her dini toplantımızda Cumhurbaşkanı Demirel’e ismen dua ederiz.”

Bilemiyoruz…

1938 yılında bütün dünyada otopsi yapılıyor, ölüm raporu yayınlanıyor, Atatürk gibi bütün dünyanın dikkatlerini üzerinde toplayan bir şahsiyetin otopsisi yapılıyor ama ölüm raporu yayınlanmıyor, üstüne üstlük ölüm sebebi, “Siroza bağlı kalp durması” olarak açıklanıyor. Yani bu milletin çocuklarına, sizin Atanız boğazına, zevkine hâkim olamadı, içe içe gitti mesajı veriliyor. Böyle bir açıklamanın yapılması bile tıp etiğine uymuyor, uymuyor amma oluyor. Oysa Atatürk, iradesi güçlü bir kişi idi. Meselâ cephede ağzına damla içki koymazdı.

Benzer iddialar Fatih’in ölümü için de varittir, biliyorsunuz. Yani Atatürk ne ilktir, ne de sondur.

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu 75 milyonun gözleri önünde şüpheli bir ölümün kurbanı olmadı mı? ASELSAN’da stratejik araştırmalar yapan Türk mühendislerin “intihar” süsü verilerek katledilmeleri kayda değer değil mi? Bugün Ecevit’in ölüm sebebi niçin araştırılıyor? Özal’a yapılan suikastın örtbas edilmesinin arkasındaki sır ne? Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin 8. Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümü, Atatürk’ün ölümü, yahut öldürülmesine ne kadar da benziyor? Normal ölüm de olsa devlet başkanına otopsi yapılması gerekiyor amma Özal’a yapılmıyor. Niye? Alınan kan örneğinin bulunduğu kap kırılıyor. Niye? Her ihtimale karşı araştırmalar yapılsın diye saç, tırnak yahut benzeri doneler alınması gerekiyorken bunların hiç biri yapılmıyor, “Kap krizi” denilerek mesele kapatılıyor. Niye?

Bugün bu iletişim çağında bunlar oluyorsa o gün kim bilir neler olmuştur, öyle değil mi?

Ve insan ister istemez “Atatürk’ün gizli vasiyeti” iddialarını hatırlıyor.

Hani, Atatürk’ün sırdaşı, istihbarat subayı Mehmet Rifat Efendi’nin oğlu Selahaddin Bey, oğlu Alaaddin Bey ve torunu Meriç Tümlüer’in var olduğunu iddia ettikleri ve “Ölümümden 100 yıl sonra açılsın” diyerek kaleme aldırdığı, bir güç tarafından ısrarla gizlenen, Türk milletinden saklanan vasiyetini…

Bu konuda daha geniş ayrıntı ve bilgiye ulaşmak isteyenler; “Yusuf Ziya Koca-Atatürk Öldü mü, Öldürüldü mü?” Adlı kitabı okuyabilirler.

Bu yazı Atatürk öldürüldü mü ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturk-olduruldu-mu/feed/ 0
ATATÜRK’E LAYIK OLMAK http://ataturkicimizde.com/ataturke-layik-olmak/ http://ataturkicimizde.com/ataturke-layik-olmak/#respond Thu, 18 Oct 2018 04:24:56 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=3109 ATATÜRK’E LAYIK OLMAK İnsanlar her zaman büyük adamlara lâyık olmamışlardır. Gelmiş geçmiş dehaların, büyük fikir, sanat adamlarının çoğu hakettikleri saygıyı, anlayışı görmediler. Peygamberlerin, velilerin, şairlerin,...

Bu yazı ATATÜRK’E LAYIK OLMAK ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
ATATÜRK’E LAYIK OLMAK

İnsanlar her zaman büyük adamlara lâyık olmamışlardır. Gelmiş geçmiş dehaların, büyük fikir, sanat adamlarının çoğu hakettikleri saygıyı, anlayışı görmediler. Peygamberlerin, velilerin, şairlerin, bilginlerin, hatta milli kahramanların tarihin her devrinde uğradıkları ağır hakaretleri düşünürsek, insanların büyük yaratıcılara karşı her zaman aksi davrandıklarını anlarız.

Kur’an, başından sonuna anlayışsızlıkla, ahlaksızlıkla, vicdansızlıkla savaşır. İsa çarmıha gerilmiştir. Eckhardt ölmeseydi ateşte yakılacaktı. Mevlâna ise en ağır kasıtlara uğramış, ömrünce yaralı yaşamıştır. Büyük bestecilerin başına gelenleri ise hepimiz biliriz. Schubert elinde besteleri kapı kapı dilenmez miydi? Kapılardan koğulmaz mı idi? İçlerinden kaçı anlaşılmış, takdir görmüş, rahat bir nefes alabilmiştir? Milletlerine memleketlerine büyük hizmetler etmiş nice kahramanların sonu bahtsızlık, yoksulluk olmadı mı?

İnsanlar kendilerine yeni düşünceler, yeni değerler, eşsiz büyük heyecanlar getiren nadir yaradılışları horlamış büyük değerlere layık olmadıklarını her yerde göstermişlerdir. Hatta devrin aydınları kuvvet, kudret, itibar sahipleri bile bilgisizin, karacahilin ardından yürümüş, insanlık her çağda yetiştirdiği büyük adamların gerisinde kalmış, bağrından fışkıran dehalara hor bakmış, hakaret etmiş, çoğunun kadrini bilmemiştir.

Atatürk bir fikir, bir sanat adamı değil, sadece bir büyük kişi değil; hayatı ile, kişiliğile tanıdığımız insandan çok fazla canlı bir düşüncedir; bir semboldür. Bu millet Atatürk’ü bir milli kahraman, bir kurtarıcı olarak bağrına basmasını bildi. Onu başı üstünde taşıdı. Sevdi, saydı. En güzel duygularile ağırladı. Ama getirdiği yeni düşüncelerin bir davranışın, anlayışın sembolü olarak en esaslı devrimlerimizin kaynağı, bayrağı olarak Atatürk’e layık olmak bugün yarın her zaman fikir – Atatürk’ü, sembol – Mustafa Kemal’i layık olduğu izzette tutmak, yetişen bütün nesillerin ödevi olacaktır.

Biz insan olarak Atatürk’ü severiz de kurtarıcı fikir olarak, yere batırabiliriz. Bir milli kahraman ve vatan kuran bir yiğit olarak kalblerimizde ağırlarız da, sembol – Mustafa Kemal’i hor görürüz, heykellerini kırmağa kalkışabiliriz. Bir vatan çocuğudur, devrinde büyük işler başarmıştır; hatta yurdu tutsaklıktan, yoksulluktan kurtarmıştır da getirdiği fikre, işaret ettiği yollara yine de yabancı kalabiliriz. Hatta bir büyük insan olarak tanıdığımız kahramanı yarattığı düşünceye kurban eder, onun da yararlıklarını, kahramanlıklarını unutur, unutturmaya çalışabiliriz.

O zaman topluluğumuz tarih önünde Atatürk’e layık olmadığını ispat eder. Bir peygamberi çarmıha gerenlere döner, azizleri, velileri ateşte yakanlarla bir olur. Onların zulmüne, anlayışsızlığına iner. Atatürk’ü bir insan, bir kahraman olarak ağırlamasını bilen Türk Milletinin ona bir fikir olarak da gereken saygıyı gösterebilmesi gerektir.

Atatürk bizi ileri götürecek ana düşüncelerin en esaslı davranış zihniyet devrimlerimizin yarınımızı kuracak temel prensiplerin sembolüdür. Türk topluluğunun bu fikirlere layık olduğunu, layık kalacağını her zaman ispat etmesi gerektir. Türk topluluğunun bu fikirleri her gün biraz daha gerçekleştirmesi kendi yararınadır. Bunları gerçekleştirerek, onlara layık olduğunu belirtecek; Türk topluluğunun Atatürk’e layık olduğunu davranışlarile gösterecektir.

Dün değil, yarın değil, yüzyıl, beşyüz yıl sonra değil, bugün bile bir an için Atatürk’süz olduğumuzu düşünelim: Onsuz bu topraklar vatan olur muydu? Bir ümmettik, millet olabilir miydik? Bu okullar, bu kültür yuvaları, bu üniversiteler olur muydu? Bu limanlar, bu fabrikalar, bu tarım hamleleri olur muydu? Bugünkü itibarlı insan; sayılan, ağırlanan millet olabilir mi idik?

Ama Türk vatanı, olduğundan çok, olacağı için daha değerli; Türk topluluğu başardıkları kadar başaracakları için daha büyük, Türk Milleti bir gerçek olduğundan çok fazla ileri bir ülkü, yarının dünya toplulukları arasına yaratacağı kültür değerleriyle katılacak, büyük şereflerle, gururlarla ağırlanacak bir topluluk değil mi? Ama bu yarın dediğimiz bilinmezin de bir gerçek, özü, içi dolu bir gerçek olabilmesi gerektir.

Atatürk’ün getirdiği düşünceler yemiş vermeden bu en büyük ülkülerin gerçek olması mümkün müdür? Biz, ancak onun yolunda yürürsek ileri bir topluluk olabiliriz. Çünkü Atatürk ilim zihniyetinin, çağdaş düşüncenin sembolüdür. Biz ancak onun çalıştığı gibi çalışırsak başarabiliriz; yaratabiliriz; çünkü Atatürk hamleciliğin, dinamizmin kendisidir.

Mustafa Kemal doğulu düşünceyi, atıllığı, hareketsizliği kendine düşman saydı. Bin yıllardır değişmiyen, kımıldamıyan, yaratamıyan Asyalı topluluklara canlılığın, hamleciliğin, cesaretin yollarını gösterdi. Bir varlık sayılmazdık. İnsan diye anılmazdık. Batıya insanın her yerde aynı olduğunu ispat etti. Doğunun da kurtulabileceğini Doğulunun da kalkınabileceğini gösterdi.

Onun getirdiği fikirlerde bizim bugünüınüz kadar yarınımız gizlenmiştir. Topluluğumuz ancak çağdaş uygarlıklara kendi çağdaşlığını katabildiği kadar yaşayabilir, varolabilir. İleriliği, yaratıcılığı kadar kendi olur, milli renklerini, özelliklerini koruyabilir. Türk Milleti bir yeni uygarlık, kendi uygarlığını yaratabilmeli. Ancak o zaman bir bütün olarak, bir varlık olarak ayakta kalabilecektir. Fikir-Atatürk’e, sembol-Mustafa Kemal’e layık olmağa çalışalım.

SELÂHATTİN BATU
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Kasım 1954, S: 38, S. 58-60

Bu yazı ATATÜRK’E LAYIK OLMAK ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturke-layik-olmak/feed/ 0
ATATÜRK’ÜN İLKELERİ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-ilkeleri/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-ilkeleri/#respond Wed, 17 Oct 2018 04:21:58 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=3106 ATATÜRK’ÜN İLKELERİ Şu ilke deyiminde, kavramında birleşelim bir. Kavramları gürültüye getirmiyelim. İlkeyi lâtincenin principium karşılığı kullanıyoruz. Principium’un karşılığı şu: Başlangıç, ilk neden, temel, kaynak. Şimdi...

Bu yazı ATATÜRK’ÜN İLKELERİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
ATATÜRK’ÜN İLKELERİ

Şu ilke deyiminde, kavramında birleşelim bir. Kavramları gürültüye getirmiyelim. İlkeyi lâtincenin principium karşılığı kullanıyoruz. Principium’un karşılığı şu: Başlangıç, ilk neden, temel, kaynak. Şimdi açık açık konuşalım: Atatürk’ün baş langıcı, ilk nedeni, temeli, kaynağı nedir? Böyle araştırdık mı, Atatürk’ün ilkeleri de gürültüye gitmez, Atatürk’ün başlangıcı ”bir ulusun bağımsızlık isteğidir”. Atatürk ilkeleri’nin ilki de budur: B a ğ ı m s ı z l ı k ilkesidir. Anadolu’da yer yer, bölgesel Savunma odakları kurulmuş. Kimi Rum’lara, kimi Ermeni’lere, kimi Yunan’lara karşı. Atatürk bu bölgesel bağımsızlık hareketlerini birleştirir, bölgelerin değil, bir vatanın bağımsızlığını tutar, Misâk-ı Millî budur: Tam bir bağımsızlık.

Deyiş güzeldir: Edirne’den Ardahan’a, Ardahan’dan Edirne’ye kadar, katıksız, açık vermiyen bir bağımsızlık, Türk yurdunun tam bağımsızlığı. Atatürk’ün ilke lerinin tek kaynağı budur ve denebilir ki, Atatürk ilkeleri değil, bir tek Atatürk ilkesi vardır, bu da b a ğ ı m s ı z l ı k tır. Atatürk’ün ilkeleri dediğimiz temel’ler, bu ilkeden doğarlar, bu ilkeyi beslemek, güçlendirmek, bu ilkeye anlamını ve yaşama gücünü vermek için varolurlar. Bağımsızlık için gereklidirler.

“Tam bağımsızlık” ilkesi, Atatürk’ün kişiliğini, savaşını, felsefesini deyimler. Tam bağımsızlık ne demektir? Bir ulus’un yönetimde, ekonomik alanda, toplumsal alanda, çağın akışı içinde, kendi varlığı içinde ve akıl alanında tam bağımsız olması demektir. Atatürk’ün ilkeleri, “tam bağımsızlık” koşullarının çocuklarıdırlar.

Yönetimde bağımsızlık, halk egemenliğine dayalı, halk tarafından, halk adına, halk için kurulmuş yönetim demektir. Bu, Atatürk’ün C u m h u r i y e t ç i l i k ilkesidir. Kendini yönetmiyen, halkın yönetime katılmadığı, yönetime damgasını vurmadığı uluslar, bağımsız sayılamazlar, bağlıdırlar. Atatürk bu ilkesiyle, ulusun yönetime olan bağlarını koparır, açıkça ve kesin olarak halk yönetimini ilân eder.

Ekonomik alanda bağımsızlık demek, bir ulusun, kendi üretimini kendi koşulları içinde yaratması, ne iç sömürgenlere, ne dış sömürgenlere boyun eğmemesi demektir. Üretim bağıntılarını, bağımsızlık temeli üzerine kurması demektir. Atatürk’ün bu ilkesi d e v l e t ç i l i k tir.

Halk devleti, üretim sorununu, bağımsız bir Türkiye’nin yaratılması yolunda çözecek demektir. Toplumsal alanda bağımsızlık ilkesi, bir ulusu ören ana yapının halkın özgür ve bağımsız olması demektir. Toplumun özgür ve bağımsız olması. Türlü koşullarla bağlı bir halk, bağımsız bir devlet kuramaz. Bağımsız devlet demek, halkın kendi sesinin duyulduğu, yasalara, kurumlara halkın egemen olduğu devlet demektir.

Böyle bir devlet halktan yana, halkın yanlısı bir devlettir. Atatürk’ün h a l k ç ı l ı k ilkesi budur,

Bir ulus çağın akışı içinde nasıl bağımsız olur? Çağın gerçeklerine varamamış, kendisini çağının gereklerine uyduramamış bir ulus bağımsız sayılamaz, O, gelenek lerle, geçmişlere bağlıdır. Yeni bir dünyanın içinde, sesi, yankısı yoktur böyle bir ulusun. Çağa yetişmek, çağa ulaşmak gereklidir. Türk ulusu kurumlarını, töresini, yasalarını ve hayat anlayışını yenileştirmelidir. Çağının bağımsız bir üyesi olmalıdır. Kendi hayatını durmadan değiştirmelidir: İşte, Atatürk’ün d e v r i m c i l i k ilkesi de budur.

Bir de kendi varlığı içinde bağımsız olmak var. Bir ulus ki, dünya içinde kendi bilincine varamamıştır, kendi tarihinden gelen bildiriyi bilemiyor, o ulus bağımsız olamaz. Türk ulusu, kendi tarihinin derinliklerinden gelen sesi, bildiriyi duymalıdır ve çağdaş dünya üzerindeki yerini almalıdır. Türk ulusu, geriliklerin, yoksullukların, karanlıkların utancıyla yaşıyamaz, onun insanlık tarihinden gelen uygarca bir yeri vardır, Türk ulusu bu yeri almalıdır, insanlığa uygarlığın bahçesinden seslenmelidir, işte, Atatürk’ün m i l l i y e t ç i l i k ilkesi budur.

Ve tam bağımsızlık, akıl alanında bağımsız olmakla tamamlanır. Birtakım boş inançlarla, dinsel baskılarla, aklın dogmatik zincirleriyle bir ulus bağımsızlığa kavuşamaz. Aklın özgürlüğü, aklın bağımsızlığı, aklın kurtulması, bağımsızlığın temel koşuludur. Tanrı sorunu kişisel bir sorundur, aklı baskılar altında tutmaya yarayan bir sorun değildir, inanç ve akıl ayrılmalıdır, dua ve bilim ayrı koşullara bağlıdır, inançların yönettiği bir bilim bağımsız değildir, Tanrıya dua insanın vicdan yönüdür; o, aklın yasalarıyla sınırlanamaz, ve aklın yasaları da Tanrı inancı ile baskı altında tutulamaz, devlete, yani, halk devletine, yani, dünya ortasında Türk ulusunun tam bağımsız yaşamasını sağlıyacak Türkiye Cumhuriyetine, Tanrı adına, yol göstermek, öncülük etmek, aklı inancın baskısında tutmak demektir. Yeni Türk devleti, Tanrıyı insana bırakmış bir devlettir. İnsanın inancına saygı gösterir, ve aklını bağlardan, boş inançlardan, baskılardan kurtarır. Atatürk’ün l â i k l i k ilkesi de budur.

Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesini besliyen, ona anlamını veren ilkelerden biri de şudur: Yeni bir uygarlık yaratmak. Çağın, çağımızın akışı içinde, bağımsız olacağız, çağımıza ulaşacağız, çağımızın gereklerine uyacağız, ama, bağımsızlığımız için, bu yetmez, Bir ulus ki, uygarlıkta çağının üzerine çıkar, çağını aşar, o ulus tam bağımsız olur. Bir ulus etkilenmekten kurtulup, etkiler hale, etkileyici hale gelirse, dünya ortasında tam bağımsızlaşır. Atatürk’ün bu ilkesi, tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı ve bu ilkenin anlamını, koşulunu veren bir ilkedir, bir özgürlük ve kişilik ilkesidir.

Tam özgür insan, tam bağımsız insan ne demektir? Kendine yeten ve kendi değerleriyle başkalarını ışıtan insandır. İnsan, kendi kişiliğini bularak, kendi kişiliğini belirterek özgürleşebilir. Atatürk, demek istiyor ki – ve en anlamlı ilkelerinden biri de bu – Türk ulusu, yeni bir uygarlık yaratarak, ancak, kendi kişiliğini bulabilir. Dünyaya bir şey söyliyebilir, dünyamıza öncü olabilir. Bu inancını Kurtuluş Savaşımızdan alıyor Atatürk. Türk ulusunun, tarihsel bir bildiri ile, insan uygarlığına seslenmesini, bir devrimci atılışla, çağdaş uygarlığı aşmasını istiyor. Atatürk, ilkeleriyle, Türk ulusunun gizli kalmış bildirisini uluslara ulaştırmak istiyen insandır. Barışın ve insanlığın ilkesidir Atatürk.

CEYHUN ATUF KANSU
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Kasım 1962, S: 134, S. 88-89

Bu yazı ATATÜRK’ÜN İLKELERİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-ilkeleri/feed/ 0
BİR HALK ÖNDERİNİN PORTRESİ http://ataturkicimizde.com/bir-halk-onderinin-portresi/ http://ataturkicimizde.com/bir-halk-onderinin-portresi/#respond Tue, 16 Oct 2018 04:17:13 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=3103 BİR HALK ÖNDERİNİN PORTRESİ Devrimci, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşantısını incelerken, onun portresine vuran halk ışığını gözden kaçırmamalıdır. Anca bu ışıklarladır ki onun yaşantısının, savaşlarının, devrimlerinin,...

Bu yazı BİR HALK ÖNDERİNİN PORTRESİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
BİR HALK ÖNDERİNİN PORTRESİ

Devrimci, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşantısını incelerken, onun portresine vuran halk ışığını gözden kaçırmamalıdır. Anca bu ışıklarladır ki onun yaşantısının, savaşlarının, devrimlerinin, ilkelerinin ve felsefesinin köklerine ve anlamına varılabilir. Bu ışık içinde ona verilecek en güzel ve anlamlı ad halk önderi oluyor.

Selanik’te ateşli ve devrimci bir kurmay, Çanakkale’de Anafartalar kahramanı bir kumandan, bir asker ve birdenbire, Samsun’da ordu müfettişi iken, Anadolu yollarına düşünce ulusun bir bireyi, halktan biri oluyor. Erzurum kongeresinden sonra onu sıcak ve çekici halk giysileri içinde görüyoruz, generallik giysisini, bir halk savaşı içinde ve ardında bir başkomutan olarak giyiyor. Bu giysi içinde bile halkça güçlü olan bir yanı vardır, biçimci ve gelenekçi bir devletin başkomutanı değildir, halk içinden yaratılmış bir devletin başkomutanı değildir, halk içinden yaratılmış bir ulusal savaş ordusunun komutanıdır. Bir savaş önderi, bir savaş ustasıdır ve bu savaşın ülküsü halkı tam bir kurtuluşa, tam bir bağımsızlığa kavuşturmaktır.

“Milli Mücadele”nin yıldızları ve defneleri parlayan mareşal yakasıyla o, Gazi Mustafa Kemal Paşa, bir kurtuluş savaşına atılmış Türk halkının önderi, alan savaşlarının halk önderidir. Mustafa Kemal doğrudan doğruya halk kaynağından gelmektedir, ana ve babası halktan insanlardır. Kaynağından başlayan bu halk çizgisi onu bütün yaşantısı boyunca izlemektedir. Bu çizgi onun yaşantısında, davranışlarında, devrimlerinde ve ilkelerinde belirmektedir.

Onu l919 Haziranı’nda Amasya’da karşılayalım. Havza yollarından gelmektedir. Bir genel müfettiş midir? Düşüncelerini ve gücünü biçimci bir devletin otorite kaynaklarına dayayan yüksek bir askeri memur mudur? Amasya’ya halktan bir adam gibi girer. Amasya’ya kurtuluş ordusunun generali gibi girer. Osmanlı devletinin bütün geleneklerini bırakmıştır, halkın yanını seçmiştir.

Durmadan telgraflar, mektuplar yazıyor; bu telgrafları ve mektupları inceleyelim. bu telgrafların. mektupların havasında bir üçüncü ordu müfettişinin edası, kokusu yoktur, halka dayanmış bir insanın sesi, inancı, sertliği ve kesinliği vardır. Erzurum Kongresi’nden sonra Üçüncü Ordu Müfettişi bile değildir, bir Osmanlı generali değildir, Anadolu halkının Mustafa Kemal Paşasıdır. Erzurum ile Sıvas arasındaki yolu otomobille geçerken, çoktan halkın içine girmiş halkın önderi olmuştur.

Sivas Kongresi’nden sonra telgrafların, mektupların altında şu kısa, ama anlamlı imza görünür: Hey ‘eti Temsiliye adına Mustafa Kemal. Hangi Hey’eti Temsiliye? Bir avuç ülkücünün kurduğu kurtuluş cuntasının başındadır, ama o, bu kurulu, Sivas Kongresi’nde halka dayamayı bilmiştir. Kendi kendisini seçmemiştir, kendisini seçmişlerdir. Hey’eti Temsiliye Başkanlığı’na Sivas Kongresi’nce, yani Anadolu halkınca seçilmiştir. Gücü ve açıklığı buradadır. Halkın ortasında ve arasında açık ve aydınlık bir savaş vermektedir.

Bu Hey’eti Temsiliye neyi temsil etmektedir! Bütün bir ulusu, kurtulmaya karar vermiş bir halkı. Kimi dolaklı avcı ceketli, kimi belden kemerli paltosuyla o şimdi Ankara halkı arasında ulusal savaşın önderidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanı’dır. Ulusal savaş ordularının komutanlık kalpağını, giysilerini ve çizmelerini Sakarya savaşlarında giyer.

Ulusal savaş resimlerinden en güzeli onu Sakarya savaşlarının sonunda Duatepe’de gösterir. Bu bir bozkır sabahıdır. Toprak güz yağmurlarıyla ıslak ve hava serindir. l0-l2 Eylül günlerinden biri. Toprağın üzerine bir keçe sermişlerdir. Sırtında eski, kaba bir asker pelerini vardır. Halkın pelerini. Onu giymemiş, omuzlarına atmış. Bağdaş kurmuştur. Bacakları ve ayakları kutsal ana topraktadır. Başında Kuvayı MilIiye kalpağı vardır. Dürbünü gözlerine tutmuştur. “Sakarya melhamei kûbrası” dediği, Sakarya savaşlarının son anlarını izlemektedir. l3 Eylül’de Sakarya doğusunda düşman kalmayacak ve düşman çekilip kaçacaktır.

Bu resimde, çok dikkatle gözlenince görülen küçük, çok küçük bir şey var. Mustafa Kemal’in görünen çizmesinin tabanında, burunda ufak bir delik vardır. Halk o kadar verebilmiştir ve o, başkomutan o kadarını giyebilmiştir. Biraz sonra, ana vatan toprağı üzerinde doğrulacak ve çizmesinin altından vatan toprağının ıslak sıcaklığını duyacaktır, ürperecek ve titreyecektir. Toprağının ve halkın yoksulluğunu, bir zafer sabahında ta iliklerinde duymuştur. Bu duyguyu ilkelerinde ve devrimlerinde işleyecektir. Hep halk önderi kalacaktır.

O, odaların, sarayların, törenlerin başkomutanı değildir, kutsal vatan toprağının, çıplak ve gerçek toprağın askeridir, oradan zaferle birlikte gerçek kurtuluşun sesini de getirecektir. Savaşlarının üzerine bir uygarlık, bir devrim düzeni kurmasının anlamı budur. Ayaklarından yüreğine değin ana toprağın ve halkın sızısını, acısını, çıplaklığını, yoksulluğunu duyuyor.

Cumhurbaşkanı olarak görevi nedir! Havza’dan yola, halktan biri, Mustafa Kemal olarak çıkarken görevi ne idiyse odur. Erzurum ve Sivas kongrelerinde halktan biri olarak içtiği gizli andı unutmamıştır: Kurtuluşun. uyanışın önderi olacaktır. Halkın derin kaynaklarını sezecektir. Ve bu kaynaklardan devrimlerinin ilkelerini örecektir. Yoksulluğa. geriliğe ve karanlığa savaş. Törensel bir cumhurbaşkanı olmamıştır. Halk önderi bir Cumhurbaşkanıdır.

Büyük ekonomik gelişmeler arasında ortaçağ düzeninden çıkış yolları aramaktadır, halkın kan ve emeğinden doğan devleti halka yöneltmektedir, bir devletçilik önderidir. Yenileşme yolunda ortaya halktan biri olarak çıkar. Kastamonu’da hasır şapkası ile halkı selamlar. Ve Sivas dolaylarında. karatahta başındadır. Uygarlık savaşının öğretmenidir. Bizler, devrimciler onun bu halkçı çizgilerini iyi izlemek zorundayız.

Onun halk önderi portresi kurtuluş ve uyanış savaşımızı ışıklarla doldurmaktadır. Halka ihanet etmemiş bir insandır o. Çıktığı kaynağı yaşantısı ile izlemiş, halka dayanmış, halk için savaşmış ve yeniden o kaynağa, bütün devrim güçlerini bağrında saklayan halka dönmüştür.

Bu yüzden, Mustafa Kemal Atatürk oradadır, halkın içindedir, halktan yana, halk için ve halk uğruna Türk ulusunun devrimci çabalarını yönetmekte, gene de, kuşakların halk önderi olarak kalmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’ün portresi bu açıdan incelenince, halkın ışığı içinde o, her zaman ve her zaman Türkiye sorunlarının çözümleyicisi olarak kalmaktadır. Neden ki, o halk olmanın, halka önder olmanın sorunlarını çözmüştür.

(I0 Kasım l938)

CEYHUN ATUF KANSU
Devrimcinin Takvimi, 1962, S. 67 – 72

 

Bu yazı BİR HALK ÖNDERİNİN PORTRESİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/bir-halk-onderinin-portresi/feed/ 0
İstiklal Mahkemeleri – Uğur Mumcu http://ataturkicimizde.com/istiklal-mahkemeleri-ugur-mumcu/ http://ataturkicimizde.com/istiklal-mahkemeleri-ugur-mumcu/#respond Mon, 15 Oct 2018 17:10:50 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=3200 İstiklal Mahkemeleri – Uğur Mumcu Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan “İstiklal Mahkemeleri”nde kaç kişi hakkında idam kararı verildi? Son yıllarda bazı yazarlar “30 bin kişinin idam...

Bu yazı İstiklal Mahkemeleri – Uğur Mumcu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
İstiklal Mahkemeleri – Uğur Mumcu

Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan “İstiklal Mahkemeleri”nde kaç kişi hakkında idam kararı verildi?

Son yıllarda bazı yazarlar “30 bin kişinin idam edildiğini” yazıp çizerken hangi belgeye ve hangi araştırmaya dayanıyorlar? Hemen yanıtlayalım: Hiçbir araştırmaya dayanmıyorlar. Bu konudaki yazıların hiçbir kanıt ve belgesi yok.

“İstiklal Mahkemeleri” konusunda bugüne dek yayımlanan en kapsamlı ve doyurucu araştırma İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ergün Aybars tarafından yapılmıştır. Aybars’ın Ankara DTCF’de doktora tezi olarak hazırladığı “İstiklal Mahkemeleri” adlı kitabında bu konuda TBMM arşivlerine dayalı sayılar verilmektedir.

Aybars’ın belgelere dayanarak verdiği listeye göre 1920 – 1922 yılları arasında 59 bin 164 sanık birinci dönem İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmış, bu 59 bin 164 sanıktan 11 bin 744 sanık aklanmış, 41 bin 768 sanık çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştır. 1920 yılı Ocak ayından 1922 yılı Temmuz ayına kadar geçen sürede, çeşitli İstiklal Mehkemeleri’nce verilen idam kararları 1054’tür.

Çeşitli İstiklal Mahkemeleri’nce verilen ve uygulanmayan idam cezası sayısı da 2.827’dir. Bu cezalar genellikle asker kaçakları için verilen ve uygulanmayan kararlardır. İstiklal Mahkemeleri tarafından görülen davalar arasında “casusluk, asker kaçakçılığı, vatana ihanet, komünistlik, düşmanla işbirliği, ayaklanma” gibi suçlar da bulunmaktadır.

Ankara İstikla Mahkemesi tarafından haklarında ölüm cezası verilenlerin 28’i Rum ve Ermeni asıllıdır. Konya İstiklal Mahkemesi, dört eşkıya, beş asker kaçağı, iki casus olmak üzere 12 kişinin idamına karar verdi.

Konya İstiklal Mahkemesi, ayaklanmaya karıştıkları gerekçesi ile 33 kişi hakkında idam kararı verdi. Samsun İstiklal Mahkemesi Rum-Pontus ayaklanması nedeniyle 485 kişiyi ölüm cezası ile cezalandırdı. Yozgat İstiklal Mahkemesi 56 kişi hakkında ölüm cezası verdi. Birinci dönem İstiklal Mahkemeleri – Ankara İstiklal Mahkemesi dışındakiler – 1921 yılı Şubat ayında kaldırıldı. İkinci dönem İstiklal Mahkemeleri, asker kaçaklarının çoğalması ve kaçak sayısının 39 bin 809’a ulaşması üzerine yeniden kurulup 1921 yılı Ağustos ayında göreve başladılar.

1925 yılındaki “Şeyh Sait Ayaklanması” sanıklarını yargılayan “Şark İstiklal Mahkemesi” 48 kişi hakkında idam cezası verdi. Bu cezalardan 47’si infaz edildi. Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra süren ayaklanmalar nedeniyle, aynı mahkeme, 207 kişi hakkında daha idam kararı verdi. Bu kararlar infaz edildi. Mahkeme 213 işi hakkında da “gıyabi idam” kararı verdi, 2 bin 779 kişi de aklandı.

Atatürk’e karşı düzenlenmek istenen “İzmir suikastı” nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesi, İzmir’de 13, Ankara’da da “İttihatçılar Davası” sonunda 4 kişiyi ölüm cezasına çarptırdı. Ankara İstiklal Mahkemesi, soygunculuk, cinayet, ayaklanmaya katılma gibi suç gerekçeleri ile 76 idam kararı verdi.

İstiklal Mahkemeleri “mahkeme” sayılmazlar. Bunlar, savaş ve ihtilal dönemlerinde rastlanan anti-demokratşk “infaz kurulları”dır.

Örneğin Fransa’da 1793 – 1794 arası “Tribunal Revolutionaire” adı verilen İstiklal Mahkemesi, yalnız Paris’te 2774 kişiyi idam cezasına çarptırdı; aynı yıl içinde Fransa’da 17 bin kişi hakkında ölüm cezası verildi, sokak ortasında öldürülenlerle birlikte bu sayı 400 bine ulaştı.

Aynı acımasız çark 2. Dünya Savaşı’nda da döndü. Alman işbirlikçisi “Vichy Hükümeti” Devlet Başkanı Mareşal Philippe Petain ve Başbakan Pierre Laval, General De Gaulle’ün kurduğu “yüce divan” tarafından ölüm cezasına çarptırıldılar. Petain’in cezası, yaşam boyu hapis cezasına dönüştürüldü, Laval idam edildi. Binlerce kişi “işbirlikçilik” suçuyla yargılandı, binlerce kişi sokak ortalarında infaz mangaları tarafından öldürüldü.

Bunlar, demokrasinin ve hukukun anayurdu Fransa’da, hem de 1940’lı yıllarda yaşanan acı olaylardır. Atatürk dönemini bir de Fransa’da yaşanan bu olaylarla karşılaştırmak gerekir.

Kurtuluş Savaşı sırasında işbirlikçilik yapanların bir kısmı 1924 yılında çıkarılan bir yasa ile bağışlanmış, bir kısmı da “150’likler” listesine alınarak sınır dışı edilmişlerdir. Sınır dışı edilen “150’likler”i bağışlamak için de 1938 yılında 3527 sayılı yasa çıkarılmıştır.

“İstiklal Mahkemeleri 30 bin kişiyi ipe çekti” gibi dayanaksız suçlamalar ve yalanlarla da bu dönem ile ilgili yorum yapılamaz. Atatürk dönemini öteki ülkelerde yaşanan olaylarla karşılaştırmak gerekir. Hem bunu yapmak gerekir hem de çok partili düzende neler yapıldığını anımsamak gerekir.

Uğur MUMCU – Cumhuriyet, 11 Kasım 1992

Bu yazı İstiklal Mahkemeleri – Uğur Mumcu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/istiklal-mahkemeleri-ugur-mumcu/feed/ 0
Kuvvayı Milliye nedir, Uğur Mumcu http://ataturkicimizde.com/kuvvayi-milliye-nedir-ugur-mumcu/ http://ataturkicimizde.com/kuvvayi-milliye-nedir-ugur-mumcu/#respond Mon, 15 Oct 2018 04:12:08 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=3100 Kuvvayı Milliye nedir, Uğur Mumcu Kuvvayı Milliye nedir? Bugün ne anlama gelmektedir? “Kuvvayı Milliye”, ilk kez, Kurtuluş Savaşı’nda görev alan milis güçleri anlamında kullanılmıştır. “Kuvva”...

Bu yazı Kuvvayı Milliye nedir, Uğur Mumcu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Kuvvayı Milliye nedir, Uğur Mumcu

Kuvvayı Milliye nedir? Bugün ne anlama gelmektedir?

“Kuvvayı Milliye”, ilk kez, Kurtuluş Savaşı’nda görev alan milis güçleri anlamında kullanılmıştır. “Kuvva” Arap dilinde “güç” demektir. “Kuvvayı Milliye” de ulusal güçler anlamına gelmektedir.

“Kuvvayı Milliye”, işgal altındaki bir ülkede halk tarafından oluşturulmuş direniş örgütleridir; bu özellikleri ile bir sivil örgütlenme modelidir. “Kuvvayı Milliye”, sonradan ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılan herkesi kapsayan bir kavram olarak kullanılmıştır.

Bugün “Kuvvayı Milliye” denilince akla askerler, ordu, ihtilaller ve cuntacılık gibi kavramlar geliyor. Ne kadar yanlış! Kuvvayı Milliye, o tarihte, işgalci emperyalist ordularına karşı savaşan, Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Arabı ile bütün etnik grupları kapsıyordu.

Örneğin doğu ve güneydoğuda Cibranlı Halit Bey, Hesananlı Halit Bey, Mutki Aşireti Reisi Musa gibi Kürt liderleri, Hormek ve Lolan Aşiretleri gibi Alevi aşiretleri; batıda Yörük Ali Efe, Demirci Mehmet Efe gibi Türkler; Çerkez Etem, ağabeyleri Reşit ve Tevfik Beyler de Kuvvayı milliye olarak savaşa katılıyorlardı.

“Kuvvayı Milliye Ruhu” da işte bu demekti. 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, bütün bu grupları ve örgütleri aynı amaç çevresinde birleştirmişti.

“Kemalist” kavramı da tam bu sırada ortaya atıldı. “Kemalist” o günlerde, İngiliz istihbarat örgütü gizli yazışmalarıyla Amerikan basınında milliyetçi, Bolşevik ve isyancı anlamlarında kullanılıyordu. Bu açıdan, emperyalist ordularına karşı anayurtlarını koruyan herkes, Türk, Kürt, Çerkez, Arap, hepsi de “Kemalist” sayılıyordu.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının amaçları bağımsız bir cumhuriyet kurmaktı. Bağımsızlık iki bakımdan önemliydi. Emperyalist batılı ordulara karşı verilen savaş sonrasında kurulacak devlet, batı dünyasına karşı bağımsız olacaktı. Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’e ve Ankara hükümetine her türlü yardım ve desteği sağlayan Sovyetler Birliği’ne karşı da bağımsız bir siyaset izlenecekti. Bu bağımsızlık da onurlu ve ulusal bir devlet olmanın koşuluydu.

Bugün, kendilerini “ırkçı ve Turancı” sayan birçok insan ünlü Enver Paşayı bu ülkünün lideri olarak selamlar. Enver Paşa, bir serüven adamıdır. Birinci Dünya Savaşında siyasal yazgısını, Talat ve Cemal Paşalar ile birlikte Alman işbirlikçiliğine bağlayan Enver Paşa, 1920 yılı Ağustos ayında Sovyet lideri Lenin’in isteği doğrultusunda Bakü’de toplanan kongreye katılır. Eylül ayında da komünist eğilimli “Halk Şûralar Fırkası”nı kurarak şansını bu kez de “Sovyet İşbirlikçiliği”nde dener. Mustafa Kemal, Sakarya Savaşında yenilse, Enver Paşa, Lenin’in sağlayacağı destekle Müslüman askerlerden oluşan bir Kızılordunun başına geçerek Anadolu’ya geçecektir.

Böyle olsaydı Türkiye, bugün bağımsızlığına kavuşan eski Sovyet cumhuriyetlerinden biri olacaktı! Ya da Türkiye bugün Yunan işgalinde kalacak, Mustafa Kemal’e karşı çıkan dinsel çevreler -tıpkı Batı Trakya’daki Türkler gibi- cuma namazlarını Yunan ordusunun kuşattığı camilerde kılmak zorunda kalacaklardı!

Bugün dünyada yaşanan dinsel ve etnik kökenli kargaşalar, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ne kadar haklı olduklarını ortaya koyuyor.

Bugün “Kuvvayı Milliyeci” olmak; halkı sivil örgütler ve partiler eliyle örgütlemek ve bütün etnik gruplar arasında ayrım gözetmeksizin aynı yurdun insanları olduğumuz bilincini yerleştirmek ve bu ortak bilinç ile çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak demektir.

19 Mayıs, ulusal kurtuluşçuluğun, bağımsızlığın, devrimciliğin ve çağdaşlığın ilk adımlarının atıldığı bir “Kuvvayı Milliye günü”dür. Hepimize kutlu olsun!

UĞUR MUMCU
Cumhuriyet Gazetesi, 19 Mayıs 1992

Bu yazı Kuvvayı Milliye nedir, Uğur Mumcu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/kuvvayi-milliye-nedir-ugur-mumcu/feed/ 0
Kemalizm, Falih Rıfkı Atay http://ataturkicimizde.com/kemalizm-falih-rifki-atay/ http://ataturkicimizde.com/kemalizm-falih-rifki-atay/#respond Thu, 11 Oct 2018 12:54:29 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=1937 Kemalizm, Falih Rıfkı Atay Bir anımla başlamak isterim yazıma, Ben Atatürk’ü ilk defa istila ordularını denize dök­tükten bir hafta sonra İzmir’de gördüm, «Gazi» ve «Müşir»...

Bu yazı Kemalizm, Falih Rıfkı Atay ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Kemalizm, Falih Rıfkı Atay

Bir anımla başlamak isterim yazıma, Ben Atatürk’ü ilk defa istila ordularını denize dök­tükten bir hafta sonra İzmir’de gördüm, «Gazi» ve «Müşir» idi. Herkes her şeyin bitmiş olduğu sevinci ile çırpınıyordu. Bir gün öğle yemeği yer­ken bana ve arkadaşıma dönerek; ‘Hiçbir şey bitmiş değildir. Asıl düşman (Anadolu tarafını göstererek) arkadadır. Erzu­rum’dan İzmir’e vatanı bir düşmanın istilasın­dan kurtarmak İçin geldik. Böyle düşmanlar çok defa mağlup edilmişlerdir. Şimdi İzmir’den Er­zurum’a asıl düşmanı kovmak için gideceğiz,’ de­mişti.

Sözünü ettiği düşman, gerici ve şeriatçı kuv­vetler, batı uygarlığı düşmanlığı idi.

Şimdi burada Kurtuluş Savaşı’na kadar ge­çen olayları tekrarlamak istemiyorum. Bu olay­lar herkesin az çok malumudur. Fakat Kemalizm’i tanımlarken, anlatırken bu olayları, daha doğrusu tarihi hatırlamak gerekir.

Kemalizm 1839 Tanzimat hareketinden beri devam eden ikizliği tasfiye etmek, devletin teokratik karak­terini tamamıyla gidermek, kanunlar koyarken ve kurumlar kurarken dinin ne diyeceğini sor­mamak, aramamak, tam laik bir devlet kurmak demektir. Bu Memun’un dokuzuncu asırda kur­mak istediği, reform yolu ile varmak istediği he­defi, artık milletleri dinler idare etmediği için ve böylece idareleri düzeltmek için dinde re­formun gerektiği devirler geçmiş olduğundan, Mustafa Kemal onbir asır sonra devrimler yoluy­la elde etmek istemiştir. Bu bakımdan Kemalizm, Müslümanlar bakımından milletler arası büyük bir değer taşır.

Kemalizmin gerçekleşme dönemi şöyle sıra­lanabilir:

Padişahlığın kaldırılması, Cumhuriye­tin ilanı, din okullarının kaldırılması, şapka gi­yilmesi, tekkelerin, türbelerin ve zaviyelerin ka­patılması, Batı takvim ve saatinin kabul edilme­si, İsviçre Medeni Kanununun kabulü, devlete laik bir karakter verilmesi, milletler arası ra­kam şekillerinin kabul edilmesi, Latin harfleri­nin kabul edilmesi, Türk kadınlarına mebus seçmek ve seçilmek hakkının tanınması.

Bütün bu devrimlerin yapılışı sırasındaki Türkiye havasını vermek için size bir fıkra an­latayım:

1925 yılında Bolu’da dolaşıyordum. Akşam eşrafla birlikte oturmuş, sohbet ediyorduk. Bir ara, ‘Galiba yakında şapka giyilmek ihtimali var,’ dedim. Gerçekten de iki gün evvel Musta­fa Kemal ile beraberdik.

– Ne demektir bu. Din nasıl olur da bir ser­puş meselesi olur? Bir kafanın içi bu darlıkta olursa, o kafaya düşünce özgürlüğü nasıl girer, dedi birisi. Herkes bir şey söylüyordu; isteyen şapka giy­meli, eğer müdahale eden olursa polis onu yasaklamalıydı. Daha sonra subaylar ve memurlar şapka giyerler, birkaç yıl içinde halk buna alı­şır, mesele hallolup giderdi. Vali ve komutanlar:

– Yooo… İşte bu olmaz! diye yerlerinden sıçradılar. Halbuki Mustafa Kemal o gece bu­lunduğu İnebolu’da hem kendisi şapka giymiş, hem kadınları çarşaftan çıkarmıştı. Sabahleyin bu haberi aldık. Aynı vali ve komutanlar:

«Madem ki, Mustafa Kemal yapmıştır, karşı koyanı karşımızda görelim» dediler.

Bu inanışlarında, bağlanışlarında ve cesa­retlerinde samimiydiler. İnanılan bir milli kah­ramanın ne büyük bir kuvvet olduğunu o zaman anlamıştım. İlk rastlayışımda Atatürk’e sordum:

– Niye şapkayı İstanbul veya İzmir gibi uya­nık merkezlerden birinde değil de, İnebolu’da giydiniz?

– İstanbul ve İzmir beni çok görmüştür. Bu taraf halkı hiç görmemişti. Başımda ne ile gö­rürlerse beni öyle kabul edeceklerdi, diye cevap vermişti.

Osmanlı’dan kalan bir kadın meselesi vardır. Kadının hiçbir hak ve hukuku yoktur. Kadın meslek sahibi olamaz. Kadın erkekten ayrıla­maz. Kadın peçesiz dolaşamaz. 1934 yılındayız. Kadın asker havacı vardır. Kadın milletvekilidir. Kadın hekimdir, avukat­tır, yargıçtır, iş kadınıdır, erkek ne ise odur. Her şeyde onunla eşittir. Milli ölçüde Kemalizmin önemi budur. Milletler arası ölçüde ise, eğer bugün bir İran imparatoriçesi şapkalı olarak ko­cası ile beraber dolaşabiliyorsa, bu Mustafa Ke­mal sayesindedir. Bütün Müslüman memleketler­ de aynı hareket alıp yürümüştür.

Fakat bunlar olup biterken reaksiyoner güç­lerin tepkilerini pek abartmamak gerekir. Bu­nunla beraber reaksiyoner güçlerle devrim hare­ketlerinin çatışmalarını da hesaba katmak ge­rekir. İşte bu çatışma bir gecikmeye sebep ol­muştur. Eğer 1946 demokrasisinden sonra siyasi partileri idare eden politikacılar, ki pek çoğu Atatürk devrinin aydınlarıdırlar, cehalet ve tu­tuculuk istismarcılığına kapılmamış olsalardı, Türkiye bugünkünden çok değişmiş olurdu. Eğer bir gün demokrasi rejimi tatile uğrarsa sırf bu yünden uğrar.

«Arabınkini Araba, Aceminkini Aceme geri verirsek, bize uzun kollu bir Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.» Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde sayılı bir kaç ülkücünün dilimizde denemek istedikleri «Tasfiye» işini Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür. Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda idi.

Türk’ün anayurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir hırkaya benzetenlerin bu mantık zavallılığına Atatürk acırdı. O, Türk’ün her şeyine inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir inanç beslerdi. «Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık ocakları kurmuş bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi?» diye soruyor ve sözünü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu:

«Araplarla tanışıncaya dek Türk’ün devlet, hükümet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara, şeref, namus, insan, vicdan gibi yüksek duygulara birer acı vermemiş olması düşünülebilir mi? Belli ki, her ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihte gaflet anları olmuş, bir çok varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.»

Atatürk, bir ulusun, dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:

«Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş, yıkanmış.. Kurulanmış.. Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki, silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap sormaya.. Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan, çırpılan bir şey olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silahlığını çıplak beline geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: «Görenler Allah için söylesin, ben buraya bu kılıkta gelebilir mi idim?»

Ata öyküsüne şunu da katardı:

«Ağanın hamama çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama Türk’ün yurdundan dilsiz çıkmadığına hâlâ akıl erdiremeyen gafiller vardır».

Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet Gazetesi, 1974, Özel Atatürk Eki

Bu yazı Kemalizm, Falih Rıfkı Atay ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/kemalizm-falih-rifki-atay/feed/ 0
CUMHURİYET DEVRİ TÜRK ŞİİRİ http://ataturkicimizde.com/cumhuriyet-devri-turk-siiri/ http://ataturkicimizde.com/cumhuriyet-devri-turk-siiri/#respond Thu, 11 Oct 2018 10:48:08 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=2160 CUMHURİYET DEVRİ TÜRK ŞİİRİ Türk Milletinin hayatında Osmanlı devleti devrinden sonra yeni bir süreci ifade eden Cumhuriyet devri 1923’ten günümüze kadar olan bir süreyi ifade...

Bu yazı CUMHURİYET DEVRİ TÜRK ŞİİRİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
CUMHURİYET DEVRİ TÜRK ŞİİRİ

Türk Milletinin hayatında Osmanlı devleti devrinden sonra yeni bir süreci ifade eden Cumhuriyet devri 1923’ten günümüze kadar olan bir süreyi ifade eder. Elbette bu devrin kendine özgü bir şiiri olduğunu söylemeliyiz. Fakat bu noktada bilinmesi gereken ilk şey bu dönem şiirinde adı geçecek olan pek çok şair, Cumhuriyet öncesi dönemde eserler vermeye başlamış ve bu yeni dönemde de aynı şekilde eserler vermeye devam etmiş olan isimlerdir.

Bu yüzden onların şiirlerinde ağırlıklı olarak Milli Edebiyat devri ve Beş Hececiler topluğunun şiir anlayışının özellikleri görülür. Bunlar kadar olmasa bile Fecr-i Âti çizgisini sürdüren, saf şiir peşinde olanlar da vardır. Bütün bunlar bir yana elbette bu yeni dönemde oluşan şiir toplulukları da söz konusudur. Dolayısıyla Cumhuriyet devri Türk şiirini onlarla başlatmak yanlış olmayacaktır. Bu topluluklar şunlardır:

1.Yedi Meşaleciler:

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte Mütareke devrinde her alanda olduğu gibi şiir alanında da görülen dağınıklık ortadan kalktı. Yedi Meşale adını taşıyan topluluk Cumhuriyet’in kuruluşundan beş yıl sonra yani 1928’de yayımladıkları ortak bir kitapla adlarını duyurdular. Yeni bir edebiyat kurmak, Batı edebiyatını takip etmek, özgün şiir oluşturmak adına ortaya çıkarlar.

Bu topluluğu oluşturanlar, Cumhuriyet öncesinde Servet-i Fünun dergisinde şiirler yayımlayan şairlerdi. Bu dergi etrafında buluşan şairler, o yıllarda oldukça genç isimlerdir. Sürekli birlikte olurlar ve yeni bir şiir oluşumunu kendilerince zaruri görürler.

Sonuçta şiirlerini tek bir kitapta toplayarak Türk şiirinde yeni bir akımı başlatırlar. Yedi kişiden oluştukları için bu harekete “Yedi Meşale” adını verirler. Bu isimler Sabri Esat Siyavuşgil, Vasfi Mahir Kocatürk, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret, Kenan Hulusi, Muammer Lütfi, Ziya Osman Saba’dan oluşur. Bunların Kenan Hulusi dışında hepsi şairdir ama zaman içinde en çok öne çıkan isim Ziya Osman Saba olur.

Topluluk mensupları ilk iş olarak şiir anlayışlarını ortaya koyan bir beyanname yayımlarlar. Bu beyanname bu hareketin nasıl doğduğunu ve ne tür bir şiiri benimsediklerini açıkça ortaya koyan bir metindir. Bu metinden hareketle bu akımın ilkeleri şöyle sıralanabilir:

a-Sanat, sanat için olmalıdır.
b-Edebiyatta taklitten kaçınılmalı, daima yenilik, içtenlik, canlılık aranmalıdır.
c-Batılı ilkelerle sanat yapılmalı, geleneksel temalar yerine yeni temalar bulunmalıdır.
d-Şiirde konu zenginliği sağlamak için hayalden yararlanılmalıdır.
e-Şiirde hece ölçüsünü kullanmışlardır.
f-Çarpıcı imge ve benzetmelerle zenginleştirdikleri şiirleri, ustalıkla yapılmış birer tablo değeri taşır.
g-Fransız sembolistlerin etkisinde kalmışlardır.

Topluluk bu anlayışlarıyla edebiyatımızda kısa süreli de olsa bir yankı uyandırır fakat; hedeflerini tam olarak gerçekleştiremeden dağılmışlardır.

2. Garipçiler:

1940–41 yılında ise yeni bir şiir topluluğu ile karşılaşırız. Türk şiirinde Garip hareketi, önceki akımların aksine Türk şiirini gelenekten kopararak yepyeni bir vadiye sokar. Konuda, biçimde, söyleyişte çok önemli değişiklikler ve yenilikler görülür. Bu akımın üç önemli ismi vardır. Bunlar Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’dır. Adlarını ortaklaşa yayımladıkları Garip adlı kitaptan alan bu şairler, şiirde yeni arayışlara girerler. Garip akımının şiir ve sanat anlayışı da şöyle özetlenebilir:

a- Şiirde tamamen serbest bir tutum izlenmelidir.
b-Şiirde her türlü kural ve belirli kalıplar ortadan kalkmalıdır.
c-Şiirde ölçü, kafiye ve dörtlüğe gerek yoktur.
d-Şiirde şairanelik, mecazlı söyleyiş ve edebi sanatlardan vazgeçilmelidir.
e-Şiirin dili süslü ve sanatlı olmamalıdır.
f-Şiirin konuları zenginleştirilmelidir.
g-Şiire günlük konuşma dili hakim olmalıdır.
h-Şiirde halk deyişlerinden yararlanılmalıdır.
i-Şiirde anlam, şiirin en önemli niteliği olmalıdır.
j-Şiirde edebi sanatlardan vazgeçilmelidir.
k-Şiir halka seslenmeli, sokağı ve günlük yaşamdaki her şeyi anlatmalıdır.

Edebiyat eleştirmenlerinin değişik yorumlarına uğrayan Garip akımını Nurullah Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu desteklemiş, Ahmet Hamdi Tanpınar ise bu akımı şiirden uzaklaşma saymıştır.

3-İkinci Yeniciler:

Garip şiirinin başlangıçta bir hayli destekçisi olduysa da bir süre sonra şiirde şiirsellik, duyarlılık, duygu ve imge yeniden aranmaya başlandı. Batı’da geliştirilen “soyut”, “imgesel” benzeri niteliklerle yazmak gibi yeni arayışlara gidildi. İşte bu durum, İkinci Yeni adıyla yeni bir şiir akımı ortaya çıkardı.

Bu akımın ortaya çıkmasında Türkiye’nin ve Dünya’nın o yıllarda yaşadığı savaşlar, ekonomik sıkıntılar gibi olaylar da etkili oldu. Bu yüzden İkinci Yeni şiirinde boşluk duygusu, sıkıntı, yalnızlık, yabancılık, yenilmişlik, içe kapanma, bunalım, bezginlik, şüphe, gibi temalar ortaya çıktı. Şiirde soyut kavramların ağırlık kazanması ise İkinci Yeni şiirini kapalı, sezdirmeli bir hale getirdi.

İkinci Yeni şairleri kendi içlerine kapanarak bir dil dünyası kurdular. Bu durum, şiiri yeniden kültürlü, donanımlı okurların okuyup anlayabileceği bir hale getirdi.

Bu akımın genel özellikleri şöyle özetlenebilir:

a-Günlük konuşma dili dışlanarak kurulu dilin yapısı bilinçli olarak bozulmuştur.
b-Şiir, diğer sanatlarla yakın ilişki içerisindedir.
c-Bilinçaltına yönelim vardır.
d-Dadaizm ve Sürrealizm akımları İkinci Yeni şiirine kaynaklık eder.
e-Bireyci bir şiir anlayışı hakimdir.
f-Daha çok betimleme yöntemi kullanılır.
g-Nükte, şaşırtmaca ve tekerlemelerden uzaklaşılmıştır.

Garipçilerin şiirsel düzeyi oldukça düşürmelerine de bir tepki olan bu hareket kimi olumsuzluklara rağmen Türk şiir dilinin anlatım imkânlarının çoğalması gibi önemli bir sonuç da sağladı. Turgut Uyar, İlhan Berk, Edip Cansever gibi güçlü şairler yetiştirdi. Cemal Süreya, Ece Ayhan, Ülkü Tamer ve Tevfik
Akdağ da bu tarzın önemli şairleridir.

4-Hisarcılar:

Sosyal hayatın etki-tepki kuralı şiirimizde de her zaman kendini göstermiştir. 1. Yeni nasıl 2. Yeni’yi doğurmuşsa 2. yeni de Hisarcılar olarak adlandırılan yeni bir topluluğu ortaya çıkardı. Bir grup şair, 1949 yılı sonlarında, “eski şiirimizden, millî kültür ve edebiyatımızdan kopmadan yeni ve güzel bir şiir sergilemek, o yıllarda şiirimizi çıkmaza sokanlara ve yozlaştıranlara karşı çıkmak ve tavır almak’” parolasıyla Hisar dergisini çıkardılar. İlk sayısını 16 Mart 1950’de yayımlanan bu dergide kendi anlayışlarına uygun şiirlerle Türk şiirine geleneğin sesini yeniden getirdiler. Munis Faik Ozansoy, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Mustafa Necati Karaer, Gültekin Sâmanoğlu ve Nevzat Yalçın gibi isimlerin başını çektiği bu topluluk ilkelerini şöyle açıklamaktadırlar.

1. Sanatçının dili yaşayan dil olmalıdır. Aksi takdirde, ister eski, ister yeni olsun, ölü kelimelerden doğan her eser yeni nesilleri birbirinden ayırır. Türk sanatına ve kültürüne olumlu katkıda bulunamaz.
2. Sanatçı bağımsız olmalıdır. Zira, onun eseri, siyasî sistemlerin de, ekonomik doktrinlerin de propaganda aracı değildir.
3.Sanat millî olmalıdır. Çünkü kendi milletinden kopmuş bir sanatın milletlerarası bir değer kazanması beklenemez.
4. Sanatta yenilik asıldır. Ne var ki, bu yenilik arayışı eskinin ret ve inkârı şeklinde yorumlanmamalıdır. Dünden kuvvet alarak yarın da kolay kolay eskimeyecek bir yenilik anlayışı ilke edinilmiş; mutlaka serbest şekilli şiir yazmak, şiiri nesre ve hikâyeye yaklaştırmak, heceyi ve aruzu ölü vezinler olarak görmek gibi ısrarcı yaklaşımların doğru olmadığı savunulmuştur.

5-Maviciler:

Türk şiir aynı yıllarda Maviciler diye anılan bir şiir hareketiyle de karşılaşır. Bu hareketin mensubu şairler de 1 Kasım 1952’de Ankara’da yayımlanmaya başlanan “Mavi” adlı derginin etrafında bir araya gelirler. Topluluğun başındaki isim ise Attilâ İlhan’dır. Ferit Edgü, Orhan Duru, Özdemir Nutku, Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay gibi sanatçıların oluşturduğu bu edebi topluluk da tıpkı Hisarcılar gibi Garip Akımı’na ve Orhan Veli’nin şiir anlayışına karşı çıkmışlar, şairane bir sanat anlayışını benimsemişlerdir.

Mavicilerin şiir tutumları şöyle özetlenebilir:

a-Şiir basit bir anlatım demek değildir.
b-Şiirde zengin benzetmelerle bir derinlik sağlanmalıdır.
c-Şiir açık bir anlatım da değildir. Anlam kapalılığı nazmı nesirden ayıran en temel özelliktir.
d-Şiirde bireyselliğin de yansıtılması gerekir.

6-Sosyal Gerçekçiler:

Toplumsal gerçekçilik 20. yüzyılda, gerçekçiliğin Marksist yorumuyla geliştirilen bir sanat kuramıdır. Toplumsal gerçekçilik 1930’lu yıllarda ortaya çıkmış ve ana ilkeleri 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi’nde saptanmıştır.

Bu anlayış çok geçmeden Türkiye’de de yankısını bulmuş ve bu anlayışı benimseyen bir şair kuşağı ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışı, Türk Marksist kuramcıların yayın organı olarak kabul edilen “Aydınlık” dergisinde yayımlanan felsefi, sosyal, ekonomik ve tarihi yazılarla sanat ve fikir dünyasında varlığını göstermeye başlamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışının Türkiye’deki en güçlü sesi olan Nazım Hikmet’le beraber, Dr. Şefik Hüsnü, Sadrettin Celal, Nizamettin Ali gibi isimler de bu dergide Türkiye’nin toplumsal yapısını, edebiyat ve sanat sorunlarını sosyalist bir anlayışla ele alırlar.

Bu akımın şiir anlayışı da özetle şöyledir:

a-Toplumcu gerçekçi şiir, serbest nazım özellikleri taşır.
b-Toplumcu gerçekçi şiir, ideolojik içerikli bir şiirdir.
c-Toplumcu gerçekçi şiir, o güne kadar görülmemiş, denenmemiş bir görsellik, karmaşık biçimli teknikler barındıran bir şiirdir.
d-Politik bir içerik taşıması şiirin etkileme ve belirleme gücünü yükseltmiştir.
e- Materyalist ve Marksist bir dünya görüşü üzerinde temellendirilmiştir.
f-Toplumcu gerçekçi edebiyat, halkçılık, köycülük kavramları ile hümanist bir düşünce etrafında şekillenen bir edebiyattır.
g-Toplumcu gerçekçi anlayışın ekseninde insan, toplum ve üretim ilişkileri vardır.
h-Toplum için sanat anlayışı vardır.
h-Toplumcu gerçekçi şiir, programa dayalı ve tezi olan bir şiirdir.

Türkiye’de bu anlayışın en önemli şairi Nazım Hikmet’tir. Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Mehmet Kemal, Arif Damar, Ahmet Arif, Attila İlhan, Ataol Behramoğlu ise akımın diğer önemli şairleridir.

7-Yeni İslamcılar:

Edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı, Cumhuriyet devrinin bu şiir topluklarına bir grup daha ekler. Köklerini Namık Kemal, Muallim Naci, Mehmet Akif ’e, Meşrutiyet yıllarındaki İslamcılık akımına kadar uzattığı bu şiir akımını “Yeni İslamcı şiir” olarak adlandırır. Bu akımın yakın dönemdeki en önemli temsilcileri ise hecenin Cumhuriyet devrindeki en önemli şairi olan Necip Fazıl Kısakürek ve şiiri 2. Yeni kuşağı içinde de değerlendirilen Sezai Karakoç’tur.

İşte bu iki önemli şairin açtığı bu yolda Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Ebubekir Eroğlu, Arif Ay, Vahap Akbaş, Mustafa Özçelik, Mustafa Miyasoğlu, M. Atilla Maraş, Turan Koç, Cumali Ünaldı gibi yeni isimler yetişerek son dönem Türk şiirinde yeni bir şiir anlayışı ve tarzı ortaya konulur.

Bu akıma mensup şairler, şiirde dil, biçim olarak yeni şiir tarzını benimsemiş olmakla beraber konu ve temalarda tamamen yerli, İslami bir tavır içinde olurlar. Sanatta yabancılaşmaya karşı çıkarak “yerli düşünce”yi savunurlar. Bu anlayış ifadesini Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera gibi dergilerde bulur.

Kaynak: Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı.

Bu yazı CUMHURİYET DEVRİ TÜRK ŞİİRİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/cumhuriyet-devri-turk-siiri/feed/ 0
Atatürk ve milli kültür, Doç. Dr. Ömer Turan http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-milli-kultur-doc-dr-omer-turan/ http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-milli-kultur-doc-dr-omer-turan/#respond Tue, 09 Oct 2018 13:11:04 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=1372 Atatürk ve milli kültür, Doç. Dr. Ömer Turan* 1789 yılında Fransa’da gerçekleşen büyük ihtilalin meyvelerinden biri olan milliyetçilik fikri, kısa bir süre içerisinde dalga dalga...

Bu yazı Atatürk ve milli kültür, Doç. Dr. Ömer Turan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk ve milli kültür, Doç. Dr. Ömer Turan*

1789 yılında Fransa’da gerçekleşen büyük ihtilalin meyvelerinden biri olan milliyetçilik fikri, kısa bir süre içerisinde dalga dalga bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Milliyetçilik fikri XIX. yüzyılda coşkun bir sel gibi Rusya, Avusturya gibi imparatorlukların sonunu hazırlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu da bu dalgadan etkilenmiştir. Balkanlar’daki topraklarında başlayan milliyetçilik hareketleri diğer pek çok sebeple birlikte Osmanlının sonunu getirmiştir. Bu yıllarda birtakım aydınlar ısrarla Türklüğü geri plana atmak pahasına Osmanlılık ve Osmanlıcılık tezini işleyerek imparatorluğun varlığını sürdürebileceklerini düşünmüşlerdir. Mustafa Kemal ATATÜRK, o dönemin havasını şöyle anlatmaktadır: “Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve tesirleri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara… özel bir değer veriliyor… memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.”

ATATÜRK, 1923 yılındaki bir konuşmasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan çeşitli milletlerin milliyetçilik fikrini benimsemeleri ve Türklere karşı tavır alışlarının sonucunda Türklerin de uyandıklarını, milliyet ülküsünde önemli bir gücün yer aldığını, milliyetini unutmanın bir millet için büyük bir suç olduğunu şu cümlelerle anlatır: “Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekasül göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, millet mefkuresini inhilale sai olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyeti tatbikiyesi bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.

Bahusus bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelerine sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlil ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün efal ve harekâtımızla gösterelim: Bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır.”

XIX. asrın bu son yıllarında milliyetçilik ve ayrılıkçılık hareketlerinin en yoğun yaşandığı Manastır’da Askerî Liseyi okumakta olan Mustafa Kemal, Türklük kavramı ile tanışmasını da şöyle anlatır: “Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk defa Manastır Askerî İdadisinde öğrenci iken okuduğum ‘Ben Bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur.’ mısrası ile başlayan manzumesinde, bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç kaynağım oldu… Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği, başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım. Türk aydınları kendi kendini bilmeli, başka uluslarda üstünlük var sayarak kendini aşağı görüp nefsine olan güvenini yitirmemelidir. Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak gerekir. O andan beri inandığım bu gerçeği bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.”

ATATÜRK’ün yukarıda gösterdiğimiz 1923 yılındaki konuşmasında da anlattığı gibi, insanlık ailesi milletlerden oluşur. İnsanlık tarihi boyunca bazı milletlerin kimliklerine sahip çıkmadıkları için yok oldukları görülmüştür; ama milletlerin tamamen yok oldukları görülmemiştir. Adına ister rekabet ister mücadele diyelim milletler bir yarış içindedirler. ATATÜRK, farklı milletlerin doğuştan gelen veya sonradan kazanılmış farklı özelliklere sahip olmaları keyfiyetini “milliyetler prensibi” olarak adlandırmıştır ve şöyle tanımlamıştır: “Bir milletin diğer milletlere nispetle tabii veya müktesep hususi karakterler sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, ekseriya onlardan ayrı olarak, onlara muvazi inkişafa sai bulunması keyfiyetine milliyet prensibi denir.”

Burada millet kavramı üzerinde de durmak gerekir. Milliyetler prensibinin olmazsa olmaz unsuru millettir. Milletleri ve millî kimlikleri şekillendiren unsurlar milletten millete değişir, en azından ağırlıkları değişir. Almanlarda ırk, Fransızlarda dil ve ülke, Balkanlar’da din, İsviçrelilerde birlikte yaşama arzusu milliyetin birinci unsurudur. Büyük bir kısmını ATATÜRK’ün bizzat yazdığı, kalan kısımlarını da kendisinin dikte ettirerek Afet İnan’a yazdırdığı, her halükarda ATATÜRK’ün görüş ve düşüncelerinin bir ürünü olan ve Afet İnan’ın ismiyle yayımlanan Medeni Bilgiler isimli kitapta, ATATÜRK’ün milliyet anlayışının ırk esasına değil, ortak geçmiş, tarih, ahlak ve hukuka dayandığı görülür. ATATÜRK, en genel anlamda milleti tarif ederken tarih, kader ve ülkü birliği yani birlikte yaşama arzusu üzerinde durmaktadır: “a) Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, b) Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan, c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete ‘millet’ namı verilir.”

Türk vatandaşlarını din ve etnik kökenlerine göre ayırmayan ATATÜRK, Türk milletini “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk milleti denir.” şeklinde tanımlar. Bu görüşlerin bir yansıması olan 1924 Anayasası’nın 88. maddesi, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur.” şeklindedir. Görüldüğü gibi ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışı tarih ve kültür esasına dayalıdır. Mensubiyet şuuru birinci plandadır. Diğer milliyetleri yok saymak veya yok etmeye çalışmak yoktur. İnsanidir, ahlakidir. ATATÜRK bir başka konuşmasında “Vakıa bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle milliyetperveranızdır ki bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhâlde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir.” cümleleriyle milliyetçiliği bir böbürlenme ve diğer milliyetlere üstünlük taslama olarak anlamadığını belirtmiştir.

ATATÜRK’ün milliyetçilik anlayışında saldırganlık yoktur. Diğer milletlere gösterilen ilgi kadar kendi milletine mensup başka ülkelerde yaşayan insanlara da ilgi gösterilecektir. Bu ilgi siyasi olmaktan ziyade kültüreldir. 1930 yılındaki bir konuşmasında, dış Türklere gösterilecek ilginin nasıl insani ve kültürel olması gerektiğini ortaya koymuştur: “Türk milleti İstiklal Savaşı’ndan beri, hatta bu savaşa atılırken bile mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müspet ilme, ilmî usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir.

O hâlde propagandalarla müspet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”

Cumhuriyet’in ilanının onuncu yıl dönümü kutlamaları esnasında genç bir doktor, saltanatın ve hilafetin kaldırıldığını, Cumhuriyet’in kurulduğunu ve devrimlerin gerçekleştirildiklerini, dolayısıyla bunların artık ideal olmaktan çıktıklarını, hâlbuki milletlerin babadan oğula geçen ideallerinin olması gerektiğini söyleyerek ATATÜRK’e Türk milletinin idealini sorar. ATATÜRK, kalabalığın içerisinde gence hitaben “Bu nokta önemlidir. Fakat bunlar konuşulmaz, yaşanır.” dedikten sonra kendisiyle özel olarak görüşür. Sovyetler Birliği’nin bir gün dağılabileceğini, idaresi altında soydaşlarımızın olduğunu, onlara sahip çıkmaya hazır olmamız gerektiğini, hazır olmanın o anı susup beklemek olmadığını; dil, tarih, inanç ve folklor bağlarının kurularak hazırlanılabileceği, bunun için çalıştıklarını, bunların açıktan yapılamayacağını söyler. Burada idealizm, gerçekçilik, uzak görüşlülük ve uzun vadeli hazırlıklar yapmak iç içedir.

ATATÜRK “Bir harstan olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir.” diyerek, milleti tek bir unsura dayandırmaktadır, o da kültürdür. Kültür kelimesinin ilk anlamı ekip biçmedir. Daha sonraki yıllarda ilk anlamı unutulmuş, yaşama tarzı anlamında kullanılmıştır. Emre Kongar, bir milletin doğaya ek olarak ürettiği bütün maddi ve manevi değerleri millî kültür olarak adlandırmaktadır. Herhâlde millî kültürü tanımlarken onu diğer kültürlerden ayırt eden özellikler üzerinde durmak gerekir. Bu bakımdan, millî kültürü, bir milleti diğerlerinden ayırt eden, kendine mahsus kurumlar ve değerler olarak da tanımlayabiliriz. Tarih, dil, müzik, folklor, sanatlar, gelenekler ve değerler, millî kültürün önemli unsurlarıdır. Bu unsurların her birini incelemek, işlemek ve geliştirmek, millî kültüre büyük bir hizmettir. Milletinin yaşama tarzının kalitesini yükseltmek de böyledir. Millîlik ısrarla yerel kalmak, evrenselden kaçınmak demek değildir. Kendine mahsus yerel unsurları almak, işlemek ve evrensele hitap edebilecek formda ve kalitede geliştirmek ve insanlığa katkıda bulunmak demektir. ATATÜRK bağımsızlığı kazandıktan sonra vefatına kadar bunun için çalışmıştır.

ATATÜRK Millî Mücadele’yi kazanıp vatanın bağımsızlığını elde ettikten sonra Türk milletini muasır medeniyet seviyesine ulaştırmayı hedefleyen bir dizi devrim gerçekleştirdi. Saltanatın ve halifeliğin kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, laikliğin benimsenmesi, Latin alfabesinin ve İsviçre Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi, yeni devletin yörüngesini ve bu yörüngeye uygun bir şekilde temel kurumları ortaya koymuştur. Hedef Türk milletini muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmaktır. Bunun yolu da batılılaşmadan geçmektedir. Bunun için yukarıda işaret edilen batılı kurumlar benimsenmiştir. Ancak batılı kurumların ve hayata tarzının benimsenmesi demek millî kimliğin ve millî kültürün ihmal edilmesini gerektirmemektedir.

1930’lu yılların başlarında ATATÜRK’ün bilhassa kültürel konularla ilgilendiğini görüyoruz. ATATÜRK, Cumhuriyet’in 10. Yıl Nutku’nda, Türk kültürünü Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olarak nitelemektedir: “Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir.” ATATÜRK, Türk milletinin yüksek bir kültüre sahip olduğuna inanıyordu. Bilinebilen tarihi boyunca Türk milletinin hür ve bağımsız yaşamasını, yüksek bir kültüre sahip olmasının bir sonucu olarak görüyordu.

ATATÜRK, 1930’lu yıllarda Türk kültürünün her anlamda incelenmesi ve işlenerek geliştirilmesi için çok önemli çalışmalar başlatmıştır. Tarih ve dil millî kültürün en önemli iki unsurudur. ATATÜRK, bu iki temel hususa işaret ederek “Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini, doğru temeller üstüne kurmak; öz Türk diline değeri olan genişliği vermek için candan çalışmakta olduğumu söylemeliyim.” demiştir. Türk Tarih Kurumunun ve Türk Dil Kurumunun bu yıllarda açılması tesadüf değildir.

ATATÜRK, 1 Kasım 1932 tarihinde TBMM’nin dördüncü dönemi ikinci toplanma yılını açarken yapmış olduğu konuşmada “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel dileği olarak temin edeceğiz.”, ertesi yıl vermiş olduğu Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Nutku’nda “Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkaracağız.” derken bu şuurlu tercihe işarette bulunmaktadır.

ATATÜRK’ün gerçekleştirdiği devrimlerde Ziya Gökalp ve Abdullah Cevdet’in etkisi belirgindir. ATATÜRK’ün millet ve milliyetçilik konularındaki görüşleri Ziya Gökalp’in görüşleri ile aynı olduğu hâlde kültür ve medeniyet kavramları ve bu kavramlar arasındaki ilişkilere dair değerlendirmeleri farklıdır. Bilindiği gibi Ziya Gökalp kültür ve medeniyeti birbirinden ayırır. ATATÜRK ise bu hususta şunları söyler: “Medeniyeti harstan ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur… Bazı milletler yüksek ve şamil harsa medeniyet diyorlar. Avrupa medeniyeti, asr-ı hazır medeniyeti gibi.” Bunu millî kültürün belli bir seviyede işlenmesi sonucunda medeniyete ulaşılabilir şeklinde anlamak da mümkündür.

ATATÜRK milletine bağlıdır, milletine güvenir ve kendisini bu milletin bir çocuğu olarak görür. Bu milletin nice ATATÜRK’ler çıkaracağını, Türk analarının nice Mustafa Kemaller doğuracaklarını belirtir. “Benim yaratılışımda fevkalade olan bir şey varsa, o da Türk olarak dünyaya gelişimdir.” diyen ATATÜRK, eski Türk büyüklerinin isimlerinin çocuklara konulmasını ister. Yakın silah arkadaşı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Orgeneral Kazım Özalp’ın oğlu İlter’in ismini değiştirmek maksadıyla 16 Nisan 1931 günü akşamı evine ziyarete gider. Burada Türk milletinin kökenlerini ve tarihini belirten bir konuşma yapar.

İlkokul birinci sınıf öğrencisi İlter’i karşısına alan ATATÜRK, Asya Türk Hun İmparatorluğu’nun kuruluşunu, Teoman’ın Milattan önce III. asrın başında yaşamış büyük bir kahraman olduğunu, Teoman’ın büyük Türk kahramanlarının neslinden geldiğini, Teoman’ın oğlu Mete’nin meşhur olduğunu, Mete’nin Kadırga dağlarından Hazer denizine, Sibirya’dan Himalaya eteklerine kadar geniş bir imparatorluk teşkil ettiğini, Mete’nin Çin ordularını yendiğini, Çin İmparatoru’nu sığındığı kalede kıstırdığını, ancak karısının şefaatiyle vergi vermesi ve tabiiyetini kabul etmesi şartıyla salıverdiğini yazdırdıktan sonra küçük İlter’in Teoman ya da Mete isimlerinden birini seçmesini ister.

Mete’nin, bütün Türk tarihinde Oğuz efsanesinin atıf ve isnad olunabileceği çok büyük bir adam olduğunu, fakat Teoman’ın ondan daha büyük olduğunu çünkü her şeyi onun hazırladığını belirtir, aynı şekilde Filip’in İskender’e, Nurettin’in Selahaddin Eyyubi’ye zemin hazırladığını belirttikten sonra metni “Şimdi çocuğum sen bu babalarla oğullarını mukayese et de, kendin için, sevebileceğin bir ismi ayırt et. Ondan sonra kendi hüviyetinin maddi ve manevi şahsiyetini ifade edecek olan bu unvan içerisinde yüksekliğini, senden daima daha yüksek olan ve onun yüksekliği içinde kendini daima hiç sayacağın milletine göster.” cümleleriyle bitirir ve imzalar. Kazım Özalp’ın oğlu kendisine teklif edilen iki isim arasından Teoman’ı seçtiğini söyleyince de, ATATÜRK “O zaman ilerde oğlun olursa ona Mete ismini koyarsın.” der

Millî Kütüphane Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ATATÜRK’ün Özel Kütüphanesinin Kataloğu 4289 bibliyografik künyede 10.000 cilde yakın eseri içerir. Bunların içerisinde tarih, askerlik ve hukukla ilgili kitaplar -ki sayıları 885’tir- birinci sırayı oluştururlar. İkinci sırada dil ve dinle ilgili kitaplar yer alır. Diğerleri, çeşitli dillerde ansiklopediler, sözlükler, eğitim, edebiyat ve felsefe ile ilgili kitaplardır. Kütüphanesindeki kitaplara ilaveten diğer kütüphanelerden de kitapları ödünç aldırmış, okumuş, incelemiş ve iade ettirmiştir. İstanbul’da bulunduğu yıllarda İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nden ödünç aldırttığı kitapların önemli bir kısmı da tarih alanındadır .

ATATÜRK’ün tarih alanındaki okumaları sadece bilgi sahibi olmaya yönelik değildir. Edinilen bilgilerden dersler çıkarılır. ATATÜRK’ün konuşmalarında İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası, XIX. yüzyıl vs… Türk tarihinin çeşitli dönemlerinden bol bol örnekler, değerlendirmeler vardır. ATATÜRK devrimlerini bütün Türk tarihine dayar, yaslar; oradan ilham ve kuvvet alır. 1937 yılındaki bir konuşmasında “Şuna emin olabilirsiniz ki dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında ruhen demokrat doğan yegâne millet Türklerdir.” diyerek demokrasinin Türk milletinin özünde yer aldığına işaret eder. Bilindiği gibi, Türkler, tarih boyunca sınıfsız bir toplum yapısına sahip olan nadir milletlerdendir.

ATATÜRK’e göre, Timur dünyanın en büyük askeridir. Timur hakkında kendi el yazısıyla yazdığı ve Afet İnan’a söyleyerek yazdırdığı metinler, döneminin lise tarih kitaplarında yer almıştır. Bu metinler ATATÜRK’ün konuyu oldukça ayrıntılı olarak bildiğini ortaya koymaktadır. ATATÜRK, kendisini Fatih Sultan Mehmet ile karşılaştırır. Fatih’i büyük adam olarak niteler. Fatih’in karşısında kaldığı problemlerde kendisinin de aynı şekilde hareket edebileceğini düşündüğünü, fakat kendisinin karşı karşıya kaldığı problemlerde Fatih’in nasıl hareket edeceğini bilemediğini söyler. ATATÜRK, Napolyon’u taç ve macera peşinde koşan, Bismark’ı ise tacidara hizmet eden bir insan olarak niteler.

Gerek XIX. yüzyıl boyunca gerekse Birinci Dünya Savaşı yıllarında, batıda, Türklerin Müslüman olmayan toplulukları kötü yönettikleri işlenmiştir. Hristiyan teba lehine ıslahat istemek Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine karışmanın vasıtası olmuştur. Rusya, “masum Bulgarları zalim Türklerin elinden kurtarmak” için Osmanlı İmparatorluğu’na karşı 1877-1878 Savaşı’nı başlattığını ilan etmiştir. İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri’ni Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kendi yanında Birinci Dünya Savaşı’na sokabilmek için Ermenilere soy kırım yapıldığı propagandasını yapmıştır. Emperyalist devletler, Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslar tamamen Türk hâkimiyetinden çıktıktan sonra, Anadolu’yu işgal ederek Türkleri Anadolu’dan da atabilmek için Türklerin yönetme kabiliyetinden mahrum ve barbar bir millet olduklarını, değil Müslüman olmayan toplulukları, kendi kendilerini bile yönetemediklerini ve yönetemeyeceklerini iddia etmişlerdir. Bu şartlarda her türlü imkânsızlığa rağmen yedi düvele karşı savaşılarak düşmanlar yurttan atılmış ve Türk vatanının bağımsızlığı korunmuştur.

ATATÜRK, 1931 yılında Türk Tarih Kurumunu kurdurur. Ertesi yıl Ankara’da Birinci Türk Tarih Kongresi yapılır. ATATÜRK’ün yakından takip ettiği ve yönlendirdiği bu kongrede, Türkleri ilkel ve sarı ırka mensup bir millet olarak göstermeye çalışan batılı bilim çevrelerinin iddialarını çürütmek amaçlanmıştır. ATATÜRK’ün Türk tarihine bakışında öncekilere nazaran zaman ve mekân anlayışında önemli bir genişleme dikkati çeker. Türk tarihi bir bütündür. Türk milletinin tarihi Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden önceki dönemleri de kapsar. İslami dönemdeki coğrafya Çin Seddi’nden Avrupa ortalarına kadar genişler. Bu bütünlüğü ATATÜRK şöyle ifade eder: “Bizim milletimiz derin bir geçmişe maliktir.

Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüzyıllık Osmanlı Türklüğünden Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu dönemlerin her birine eşit olan büyük Türk devletlerine kavuşturur.” Türk tarih tezi, Türklerin, tarihin en eski ve en medeni milletlerinden biri olduğu ve gittiği her yere medeniyet götürdüğü esasına dayanır. Modern Türk tarihçiliğinin kurucusu Fuad Köprülü’dür. Köprülü’nün ve öğrencilerinin yapmış olduğu çalışmalar sonucunda Türk tarihinin M.Ö. II. yüzyıla kadar olan kısmı, yani 2200 yıllık bir kesimi kesintisiz bir bütün olarak ortaya konabilmiştir. Türk tarihinin daha önceki dönemlerine ait çalışmalar geliştirilmeyi beklemektedir.

ATATÜRK Türk tarih bilgisinin ve şuurunun Türk gençlerine kazandırılması konusunda çok hassastır. Galatasaray Lisesinin orta kısmının son sınıf bitirme imtihanlarına ATATÜRK de gelir. Bir öğrencinin, annesi Türk olduğundan dolayı Abbasi Halifesi Mutasım’ın Türkler için Samarra şehrini kurdurduğunu söylemesine bilhassa memnun olur. Tarih I-IV ATATÜRK döneminin tarih anlayışının bir yansımasıdır. Dört ciltlik kitabın II. cildinde, Tarık Bin Ziyad, Türk asıllı olarak gösterilmektedir. III. cildi Osmanlı ve Yeni Çağ Avrupa tarihine aittir. Türkiye Cumhuriyeti tarihine ayrılan IV. ciltte Millî Mücadele’ye çok az yer verilmiştir; Türkiye’nin batı medeniyetine geçiş hamleleri kitabın büyük bir kısmını oluşturur.

Millî kültürün tarihten sonra gelen ikinci unsuru dildir. Türkçenin yerini ve değerini ATATÜRK şu sözlerle anlatmıştır: “Türk milletinin dili, Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz badireler içinde, ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, elhasıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir; zihnidir.” “Millî şuurun ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.” diyen ATATÜRK, Tarih Kurumundan bir yıl sonra, 1932 yılında, Türk Dil Kurumunu kurdurur, aynı yılın Eylül ayında da ilk Türk Dil Kurultayı yapılır. Millî tarih ve millî dil çalışmaları bir vücudu taşıyan birbirinden ayrılamaz iki ayak gibidir. Bunların birindeki aksama bütün vücudun dengesini bozar. Afet İnan’ın ifadesine göre, ATATÜRK’ün Türk Dil Kurumu için hedefi iki cephelidir: “Türk dilinin sadeleştirilmesi, halkın konuşma dili ile yazı dili arasında bir birlik ve ahenk kurulması. Konuşma, edebiyat ve ilim dilimizin kesin kurallarla tespit edilerek tarihî metinlerden ve yaşayan halk lehçelerinden taramalar, derlemeler yaparak bir kelime ve terim hazinesi vücuda getirilmesi … Tarihî araştırmalarda belge değeri olan ölü ve eski dillerin metotlu bir şekilde incelenmesi ve mukayeseler yapılması.”

Dilde sadeleştirme çalışmaları çerçevesinde 1930’lu yılların ilk yarısında Öztürkçecilik çalışmaları başlatılmışsa da bu çalışmaların, yeni bir aydın dili yaratmaya ve halktan kopmaya doğru gittiğinin görülmesi üzerine, daha sonraki yıllarda Güneş Dil Teorisi benimsenmiş ve yaşayan Türkçeye dönülmüştür. Viyanalı Dr. Herman F. Kıvergiç’in görüşlerinden ilham alınarak geliştirilen Güneş Dil Teorisi, Türkçenin en eski bir dil olduğunu, dolayısıyla tarih boyunca başka dillere kelimeler vermiş olabileceğini araştırarak, Türkçeden o dillere giden kelimelerin daha sonraki dönemlerde yeniden Türkçeye dönmeleri hâlinde kullanılmalarında bir mahzur olmadığı sonucuna çıkar. Böylece Türkçede bulunan yabancı kökenli kelimeler muhafaza edileceklerdir.

Güzel sanatlar millî kültürün önemli bir dalıdır. Güzel sanatlar ihmal edilerek millî kültür geliştirilemez. Bundan dolayıdır ki ATATÜRK, Türk milletinin olumlu vasıflarını sıralarken güzel sanatlara da değinir: “Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü tetkiklerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür.”

Güzel sanatlar, resimden tiyatroya, mimariden heykeltıraşlığa sanatın pek çok dalını içine alır. Bunların içerisinde müziğin yeri ayrıdır. Yeni millî kültür politikasının ilk uygulamaları müzik alanında yapılacaktır. ATATÜRK 1934 yılı TBMM açılış konuşmasında bu hususa işaret ederek şunları söyler: “Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak, bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmekteyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak, bu düzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.”

ATATÜRK gerek batı gerekse geleneksel Türk müziğinin bütün imkânlarının kullanılarak Türk müziğinin geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi için önemli çalışmalar başlatmıştır. Bu çerçevede klasik Türk müziğinin önemli eserlerinin bilimsel esaslarla tespit ve tasnifinin yapılarak yayımlanması için Alaturka Musiki Tasnif ve Tespit Heyeti kurulmuştur. Rauf Yekta Bey’in başkanlığına yaptığı heyet, yüzlerce eseri tespit ve tasnif ederek Türk müziği repertuarının kaybolmasını önlemiştir. Tamamen sözlü kültüre dayalı olarak ortaya çıkan ve gelişen Türk halk müziğinin ve folklorunun zengin ürünlerinin bilinmesi ve işlenmesi için Darül-Elhan yani İstanbul Konservatuarı ve Millî Eğitim Bakanlığı bütün Anadolu sathında tarama çalışmaları yaptırmıştır. Seyfettin Asal ve Mehmet Sezai kardeşler 1925 yılında Batı Anadolu’da derlemeler yapmışlardır. Yusuf Ziya Demircioğlu, Rauf Yekta, Ekrem Besim ve Dürri Turan, Adana, Gaziantep, Urfa, Niğde, Kayseri ve Sivas’ta 250 civarında türkü derlemişlerdir. Yusuf Ziya, Ekrem Besim, Ferruh Arsunar ve Muhittin Sadak’tan oluşan bir ekip 1927 yılında Konya, Karaman, Ereğli, Manisa, Alaşehir, Aydın ve Ödemiş’te 250 civarında türkü derlemişlerdir. Aynı ekip ertesi yıl Bursa, Eskişehir, Kütahya, Çankırı, Kastamonu ve İnebolu’da 200 civarında türkü derlemişlerdir. Yusuf Ziya, Mahmut Ragıp Gazimihal, Ferruh Arsunar, Abdülkadir İnan ve Remzi Bey’den oluşan bir ekip 1929 yılında Erzurum, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Rize, Trabzon, Sinop ve Giresun’da 300 civarında türkü derlemişlerdir. Yusuf Ziya, Hikmet Turan Dağlıoğlu ve Mehmet Halit Bayrı’dan oluşan bir ekip 1932 yılında Balıkesir’de derlemeler yapmıştır .

Tamamen batı müziği eğitimi vermek üzere 1924 yılında Ankara’da Musiki Muallim Mektebi kurulmuştur. Söz konusu okul 1936 yılında Devlet Konservatuarı hâline getirilmiştir. Devlet Konservatuarı ve Millî Eğitim Bakanlığı Anadolu’da yeni bir derleme çalışması başlatmıştır. Ferit Alnar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Halil Bedii Yönetken, Muzaffer Sarısözen ve Arif Etikan, 1937 yılında Sivas, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gümüşhane, Trabzon ve Rize’den 588 ezgi derlemiştir. Ferit Alnar, Cevat Menduh Altar, Halil Bedii Yönetken ve Tahsin Banguoğlu, Kütahya, Afyon, Denizli, Aydın, İzmir, Manisa ve Balıkesir’de 603 türkü; Ulvi Cemal Erkin, Muzaffer Sarısözen, Nurullah Taşkıran ve Arif Etikan, Malatya, Diyarbakır, Urfa, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Adana’da 797 türkü derlemiştir.

Derleme çalışmalarının dışında, ATATÜRK döneminde Türk müziği alanında yapılan kayda değer bir çalışma da Bela Bartok tarafından gerçekleştirilmiştir. Macar Müzikolog Bela Bartok, 1936 yılında konferans vermek üzere Ankara Halkevi tarafından davet edilir. Bartok, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses ve Ahmet Adnan Saygun’dan oluşan bir ekiple Türkmenlerin ve yörüklerin yaşadıkları Adana’da, Ankara ve Çorum’da alan araştırmaları yapar. Bu araştırmaların sonucunda Türk müziğinin ve Macar müziğinin kökenlerinin Türk müziğine dayandığı sonucuna varılır.

ATATÜRK opera gibi batı toplumlarında doğmuş ve gelişmiş kültürel ürünleri Türk toplumuna mal etmeye çalışırken de millî bir çizgi takip etmiştir. Millî tarih ve efsanelerden konusunu alan yerli bir opera geleneği kurmak istemiştir. İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti için konusunu Şehname’den alan Türklerin ve İranlıların tarihî dostluğunu konu alan bir opera yapılmasını ister. Münir Hayri Egeli librettoyu yazar, Ahmet Adnan Saygun besteyi yapar. Bütün eser bir ay gibi kısa bir sürede hazırlanır ve başarıyla sahnelenir. ATATÜRK döneminde hazırlanmış Necil Kazım’ın Bayönder, Adnan Saygun’un Taşbebek, Ulvi Cemal Erkin’in Ülkü Yolu gibi operaların hepsinde konular yerlidir. Daha sonraki yıllarda bu yerli ve millî çizginin sürdürülemediği görülmektedir.

ATATÜRK çağdaşlaşma ve medenileşmeyi basit bir batı hayranlığı ve taklitçilik olarak da anlamamaktadır. Her şey millet içindir. Yeni nesillerin millî değerlere bağlı, tarihini bilen, kültürüne sahip çıkan bir anlayışla yetiştirilmesi ATATÜRK’ün üzerinde çok durduğu bir husustur. Bu konularda çalışmalar yapılması maksadıyla 1935 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulur.

Türk milletinin insanlık ailesi içerisinde layık olduğu en şerefli yere oturmasının yolu eğitimdir. Bundan dolayıdır ki ATATÜRK kendisine sorulan “Cumhurbaşkanı olmasaydınız ne olmak isterdiniz?” sorusuna “Maarif Vekili olarak millî kültürü yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir.” cevabını vererek eğitime ve millî kültüre ne kadar önem verdiğini ortaya koymuştur. Eğitimin seviyesi ne olursa olsun, öğrencilere devletin bağımsızlığı, millî benlik ve millî gelenekler öğretilecektir: “Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, ananat-ı milliyesine düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyet-i cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasır-ı ruhiye ile mücehhez olmıyan fertlere ve bu mahiyette fertlerden mürekkep cemiyetlere hayat ve istiklal yoktur.”

ATATÜRK’ün bağımsızlık anlayışının içerisinde kültürel bağımsızlık da vardır. ATATÜRK bunun için Tevhidi Tedrisat Kanunu ve diğer kanun, tüzük ve uygulamalar ile yabancı okulların ve misyoner okullarının Türk çocuklarını gayri millî fikirlerle eğitmelerine mani olmuştur.

Millî kültürün kaynağı halktır, onu geliştirecek olanlarsa aydınlardır. Aydınların kendi öz kültürüne yabancı olması bir milletin yaşayabileceği en büyük talihsizliklerden biridir. ATATÜRK, 20. 03. 1923 tarihinde Konya gençlerine yaptığı konuşmasında milletinden kopuk, onun değerlerinden ve hassasiyetlerinden habersiz aydınları tenkit eder. “Münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibarıyla şu hatamız da vardır ki tetkikat ve tetebbuatımıza zemin olarak alelekser kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, diğer bütün milletleri tanır; lakin kendimizi bilmeyiz. Münevverlerimiz milletimi en mesut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve şerait birini mesut ettiği hâlde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lakin unutmıyalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.” ATATÜRK’e göre, “Sınıf-ı münevveranın halka telkin edeceği mefkureler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır.” Böyle olursa halk aydınına itibar eder. Sözlerini dinler. Gösterdiği istikamette yürür.

Millî kültürü benimseme ve geliştirme hiçbir zaman içe kapanma ve dışarıdan gelen her şeyi reddetme şeklinde de anlaşılmamalıdır. ATATÜRK döneminde Hitler rejiminin Almanya’dan kaçmak zorunda bıraktığı değerli bilim adamlarına Türkiye’nin kapılarını açması örneği unutulmamalıdır. Söz konusu bilim adamları verdikleri dersler, yetiştirdikleri öğrenciler ve yayımladıkları eserler ile hukuktan mühendisliğe dinler tarihinden mimariye mühendisliğe kadar pek çok alanda Türk kültürünün gelişmesine ve yükselmesine değerli katkılarda bulunmuşlardır.

Millî kültür, evrensel olan düşünce ve kurumlara da kendi tarzını yükleyebilmek demektir. Örneğin evrensel olan demokrasinin işleyiş tarzı ülkeden ülkeye değişiklikler arz eder. Bir Fransız demokrasisi ile İngiliz demokrasisi aynı değildir.

ATATÜRK, 1928 yılında bir gazeteciye beyanatında “Türk demokrasisi Fransa İhtilali’nin açtığı yolu takip etmiş; fakat kendisine has vasf-ı mümeyyizle inkişaf etmiştir. Zira her millet inkılâbını içtimai muhitinin tazyikat ve ihtiyacına tabi olan ve hal ve vaziyetine ve bu ihtilâl ve inkılabın zaman-ı vukuuna göre yapar.” derken bizim demokrasiyi benimseyiş ve geliştiriş tarzımızın kendimize mahsus olduğunu anlatmıştır.

ATATÜRK’ün ölümünden sonra millî kültürü yaşatmaya ve geliştirmeye yönelik çalışmalar kesintiye uğramıştır. Türk hükûmetlerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün gayretlerini iktisadi alanda gelişmeye yöneltmeleri sonucunda millî kültür ihmal edilmiştir. Çok partili hükûmetler döneminde millî kültürün ele alınış ve anlaşılış tarzında da farklılıklar ortaya çıkmıştır. Millî kültürü yaşatmak ve geliştirmek maksadıyla 1970’li yıllarda Kültür Bakanlığı kurulmuştur. İlk Kültür bakanı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nda Dede Efendi Konseri verdirmek istediği için oluşan tepkiden dolayı istifa etmek zorunda kalmış, bir diğer Kültür Bakanı ise Fransız kültürüyle büyüdüğü için övünerek bakanlığı yönetmiştir. Bu iki örnek bile kültür alanında ülkemizin içerisinde bulunduğu durumu göstermeye yeterlidir.

* Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Tarih Bölümü

[1] Müjgan Cunbur; “Atatürk Milliyetçiliği”, Türk Yurdu, c. XX, S. 160, Aralık 2000, s. 124.

[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; (Bundan sonra ASD), c. II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara, 1981, s. 142-143.

[3] Cunbur; s. 124.

[4] A. Afet İnan; Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, (Bundan sonra MB), Türk Tarih Kurumu, II. Baskı, Ankara, 1988, s. 24.

[5] Belli başlı milliyetçilik tanımlamaları ve tasnifleri için bk. Louis L. Snyder, Varieties of Nationalism: A Comparative Study, The Dryedn Press, Hinsdala, Illinois, 1976. Antony D. Smith; Theories of Nationalism, İkinci Baskı, Duckworth, Londra, 1983.

[6] MB; s. 23-24.

[7] Suna Kili – A. Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri, Senedi İttifak’tan Günümüze, Türkiye İş Bankası, Ankara, 1985, s. 128.

[8] Bozkurt Güvenç; Türk Kimliği, İkinci Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995, s. 225.

[9] ASD; c. I, s. 101.

[10] Atatürk’ün bu konulardaki görüşleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Turhan Fevzioğlu; Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1987. Yusuf Sarınay; Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1999. Mustafa Keskin, Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999.

[11] Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999,    s. 152.

[12] İsmet Bozdağ; Atatürk’ün Sofrası, Emre Yayınları, İstanbul, 1995, s. 11-26.

[13] MB; s. 24.

[14] Emre Kongar; Kültür Üzerine, Dördüncü Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1994, s. 18.

[15] ASD; c. II, s. 275.

[16] ASD; c. I, s. 372.

[17] ASD; c. II, s. 275.

[18] İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1969, s. 267.

[19] Kongar; s. 13.

[20] Kazım Özalp – Teoman Özalp; Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası, 1992, Ankara, s. 83-85.

[21] Atatürk’ün okuduğu, altını çizdiği ve yanlarına yorumlar yazdığı kitaplar Anıtkabir Derneğinin bir çalışması sonucunda 24 ciltlik bir koleksiyon şeklinde basılmıştır. Bk. Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar; Altını Çizdiği Satırları, Özel İşaretleri, Uyarıları, Düştüğü Notlar ve Kitap İçerisindeki Özel Yazıları İle, c. I-24, Anıtkabir Derneği, Ankara, 2001.

[22] Ali Güler – Suat Akgül; Atatürk’ün Düşünce Dünyası, Ocak Yayınları, Ankara, 1998, s. 69-70.

[23] İbrahim Kafesoğlu – Mehmet Saray; Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihî Temeller, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1983, s. 26-28.

[24] Atatürk’ün kendi el yazısıyla kaleme aldığı söz konusu metinler için bk. Bilim ve Ütopya; “Atatürk’ün El Yazılarıyla Timur”, S. 131, Mayıs 2005, s. 10-16.

[25] Afet İnan; “Atatürk ve Tarih Tezi”, Belleten, c. III, S. 10, Nisan 1939, s. 243-246. Bekir Sıtkı Baykal; “Atatürk ve Tarih”, Belleten, c. XXXV, S. 140, Ekim 1971, s. 531-540. Utkan Kocatürk; “Atatürk’ün Tarih Tezi: Bir Uygarlık Beşiği Olarak Orta Asya”, Atatürk Araştırmaları Merkezi Dergisi, c. III, S. 9, Temmuz 1987, s. 503-507. Enver Ziya Karal; “Atatürk’ün Türk Tarihi Tezi”, Atatürk ve Devrim, METU Press, Ankara, 1998, s. 85-91.

[26] İlhan Postacıoğlu; Atatürk Önünde Tarih Bakalaryası, Atatürk Devrimleri Araştırma Enstitüsü, İstanbul, 1979, s. 21-33.

[27] MB; s. 19.

[28] Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 111.

[29] İnan; Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s. 208-209.

[30] Falih Rıfkı Atay; Çankaya, Bateş, İstanbul, 1980, s. 477.

[31] Zeynep Korkmaz; Atatürk ve Türk Dili Belgeler, Türk Dil Kurumu, Ankara, 1992, s. 223-240, 369.

[32] Enver Ziya Karal; Atatürk’ten Düşünceler, Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1986, s. 99.

[33] ASD; c. I, s. 378.

[34] Sadi Yaver Ataman; Atatürk ve Türk Musikisi, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1991.

[35] M. Şakir Ülkütaşır; Cumhuriyet’le Birlikte Türkiye’de Folklor ve Etnografya Çalışmaları, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1973, s. 32-33.

[36] Ülkütaşır; s. 33-34. Armağan Elçi; “Atatürk Dönemi Belli Başlı Halk Müziği Araştırmacıları, Sanatçıları ve Kaynak Kişiler”, Uluslararası Atatürk ve Güzel Sanatlar Sempozyumu Bildirileri, 26-27 Ekim 2001, Ankara, Yayına Hazırlayanlar: Nail Tan – Hayrettin İvgin, Cumhuriyet, Kültür ve Tanıtım Vakfı Yayınları, Ankara, 2005, s. 35.

[37] Bela Bartok; Halk Müziği Hakkında Üç Konferans, Receb Ulusoğlu Matbaası, 1937.

[38] ASD; c. I, s. 231.

[39] Ayten Sezer; Atatürk Döneminde Yabancı Okullar (1923-1938), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1999, s. 20-54. Hidayet Vahaboğlu; Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları (Yönetimleri Açısından), Boğaziçi Yayınları, Ankara, 1990, s. 149-170. Ömer Turan; Avrasya’da Misyonerlik, ASAM, Ankara, 2002, s. 29-68.

[40] ASD; c. II, s. 140-141.

[41] ASD; c. III, s. 81

[42] Atatürk’ten günümüze Türkiye’nin kültür politikaları konusunda farklı açılardan yapılan değerlendirmeler için bk. Yeni Türkiye; Cumhuriyet Özel Sayısı, S. 23-24, c. IV, Eylül-Aralık 1998, s. 2417-2529.

Bu yazı Atatürk ve milli kültür, Doç. Dr. Ömer Turan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-milli-kultur-doc-dr-omer-turan/feed/ 0