Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ulu önder Atatürk, muhafazakar bir anneden dünyaya gelmiş, namuslu bir tüccarın oğlu, çocukluk ve gençliği zor şartlar altında ve çokça zulüm çetelerinin baskıları altında ve dahi kaybedilen savaşlarla geçmiş, erken yaşta asker ocağına dahil olmuş, sayısız savaşa katılmış, onlarca cephede çarpışmış, kahramanlığına ve askeri dehasına kimsenin söz edemeyeceği şekilde hiç savaş kaybetmemiş, milletinden aldığı güçle hareket eden, araştırmacı, öngörülü, milletine aşık, sivil hayatta da dehası ve doğru kararları ile başarıya ulaşmış, ilkeleri ve hedefleri ile ölümsüzleşmiş bir kahraman asker, önder, vatansever ve iman adamıdır.
Mektuplarına Allah’ın adını anmadan başlamayan, duaları eksik olmayan, kritik kararlar öncesi Allah’tan yardım dileyen, meclisi dahi mübarek güne denk getirip dualarla ve Kur’an okumalar ile açan Mustafa Kemal Atatürk … çoğumuzdan da çok daha dindar ve mü’mindir.
Öncelikle Allah’a inanan, şirk ve şeytana asla boyun eğmeyen, Hz. Peygamber’e derin saygı duyup O’nun hayatını ve savaşlarını detayına kadar inceleyen, sözleri ve demeçleri ile Hz. Peygamber’i sürekli yücelten, İslam’ı yeniden Kur’an mihverine oturtmaya çalışan, İslam’ı yaban otları dediği hurafe ve arap örflerinden temizlemeye gayret eden, dini tanıtmak-sevdirmek-anlaşılır kılmak için meal ve tefsir hazırlatan, diyanet işleri başkanlığını bizzat kurduran Atatürk, dine verdiği hizmetler ile çok yüce mevkilerdedir.
Her biri cihat sayılacak sayısız sefer ve savaşa katılarak canını vatan ve din uğruna ortaya koyan Atatürk, bu inancıyla da hem rüştünü ispat etmiş ve hem de ulusuna bağımsız ve korkusuz ezan sesleri dinlemeyi nasip etmiş birisidir.
Onarttığı, inşa ettirdiği, yapımına maddi destek sağladığı camilerin sayısı belli bile değildir.
Bizzat hutbe verecek kadar alim, Kur’an okuyuşlarındaki yanlışları tespit edebilecek kadar bilgili olan Atatürk, dinciliğe ve dinden menfaat sağlamaya kalkmayan, ibadet ve amellerini gizlice ve sadece Allah rızası için yerine getiren, noksan olsa da ibadeti inkar etmeyen, akıl ve bilimi rehber gösterse de asla dini ve imanı yok saymayan bir karakter ve ruh haline sahip kurucu liderdir.
İşgal kuvvetlerinin zulüm ve baskılarına, sarayın ve içteki hainlerin işbirlikçi gafletlerine rağmen, hakkında verilen idam kararına dahi aldırmadan vatan ve hürriyet uğruna canını ortaya koyan bu insana yakıştırılan din düşmanı ifadesi elbette boşuna değildir.
Elbette on üç yıl boyunca masonluğun, tüm teşkilleriyle başını kaldıramamasına sebep Atatürk’ten birilerinin rahatsız olması gayet normaldir.
Atatürk’ü din düşmanı gösterme gayretinin temelinde de işte bu yukarıdaki hususlar yatmaktadır. Oysa onlar dahi çok iyi bilmektedir ki Atatürk bir Kur’an mü’minidir, ibadeti noksan veya az olsa da imanı tamdır, Allah sevgisi ve korkusu hepimizden de yücedir.
Kaldı ki muzaffer olan Türk Ordusunun tüm savaşlarında, inkılapların başarılmasında Yüce Allah’ın yardımı vardır ve Allah imanlı kulu Atatürk’e ve dava arkadaşlarına yardım etmiş, muzaffer olmalarını dilemiştir.
Bunun aksi olsaydı, Atatürk din düşmanı bir zalim olsaydı Yüce Allah yardım etmez, Atatürk’le beraber bütün ulusu da işgalci güçlerin eline bırakır ve tecavüzler, işkence ve zulümler bitmez, karanlıklar dağılmaz, Türk milleti aydınlık medeniyet seviyelerini yakalayamazdı.
O’na sırf hilafeti ve saltanatı kaldırdığı için düşman olan sayısız insan vardır. Yine tekke ve zaviyeleri kapattığı, eğitimi millileştirdiği, dini sistemsel vaziyette devlet kontrolüne aldığı için de O’ndan nefret eden pek çok insan vardır. Maalesef bu insanların çoğu … art niyetlidir.(!)
Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın siyasi, askeri, mali, sanatsal, idari vs. hiçbir yolu yoktur. Bu yazı kapsamındaki iftiralar ise kanması nispeten kolay olan cahil halk kitlelerinin, her zamanki gibi dinlerini suistimal ederek ve ayetleri saptırarak, din elden gidiyor naraları ile yapılmış oynamalardır.
Kurduğu mecliste vekillerin neredeyse üçte biri din adamıyken, sayısız din adamını istiklal mahkemelerinin yargılamasından kurtarmışken, Mehmet Akif Ersoy’un dahi takdirini kazanmışken, kanaat önderlerinden tam not almışken, ezan ve mevlütleri, hatta ibadetleri ana dilde yaptırdığında tüm din alimlerinin onayı alınmışken, O’na reva görülen bu sahte düşmanlıklar en büyük haksızlıktır.
İşte Atatürk düşmanlığı yaratmak isteyenlerin maksat ve temennileri …
BÖLÜCÜLÜK VE İHANET
Tamamına yakını Türk ve Müslüman olan bu Ulusu, Atatürk (laiklik) ve din (şeriat) olarak ikiye bölmek arzusu, yobaz zihniyetin damarlarında dolaşan şeytani bir arzudur. Bu kutuplaştırma ve bölme arzusu ise evvela dini bölmek, iman kardeşliğine zarar vermek ve ulusu etnik kökenlere göre ayrıştırıp, bireyleri ve toplumları diğerine düşman etmektir ki kökten yanlıştır.
Kaldı ki liderler ve kahramanlar yaptıkları hizmetler ile anılır ve fakat dini inançları yönünden sorgulanamaz. Çünkü din vicdan meselesidir, kişiseldir, Allah ile kul arasındadır, dinde zorlama yoktur.
Dış güçlerin hayal ve arzuları istikametinde davranan bir kesimin ısrarla ve yalan yanlış beyanlarla bu düşmanlığı körüklemeye çalışmasındaki gaye, sistemle sorunları olan dış güçlerin ülke üzerindeki emellerine hizmet etmekten öte bir şey değildir.
Yurdu savaşlarla ele geçiremeyen düşmanların, işbirlikçilerin ihanetleri ile ele geçirmek istemesi onlar adına doğal karşılanabilirse de, yurduna ve dinine saygılı kimselerin bu ihaneti kabul edilir bir şey değildir.
PARASAL RANT VE SİYASAL KAZANIMLAR
Atatürk düşmanlığı ardındaki en büyük etken şüphesiz O’nun hayata geçirdiği sistemi yıkmak arzusudur ki bu sistem kurumsallaşmış haliyle demokratiktir, laiktir, sosyaldir, hukuka dayalıdır. Ülkenin yönetim şekli Cumhuriyet’tir, vatan sınırları bellidir, bayrak Ay yıldızlı şanlı Türk bayrağıdır, dili Türkçe’dir.
İşte bu değişmez sistemi hayata geçirenlere düşmanlık etmenin ardındaki gerekçe bu yapısal sistemi bozmak, evvela kaos yaratıp halkı bölmek ve acılara sevk etmek, sonra bir umutla maziye dönüşü temin etmektir. Yine siyasi olarak bilhassa sağ kesime ve sözde Türk Milliyetçiliğine sempatik görünmek arzusu da bu yanlışta büyük etkendir. Maalesef bu gayret başarı kaydetmekte ve çokça taraftar toplayabilmektedir. Çünkü maddi çıkar ve mevki elde etmek hırsındaki kesim birilerini din ile sorgularken, dine aykırı davranmayı umursamaz haldedir ve bu cehalet sağ ve sol arasında derin uçurumlar yaratmaktadır.
Oysa Atatürk, savaş sonrası mübadelede Türk kelimesi yerine Müslüman ifadesi kullanacak kadar inançlı birisidir. Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göç etmesine, “Müslüman değiller” diye karşı çıkan O’dur. En önemlisi, Vehhabi Suudi Kralının, Hazreti Muhammed’in mezarını kaldırma kararına, “Peygamberimizin mezarına dokunursan, ordumla beraber aşağı inerim” diyen O’dur ki, bu bilgiyi Türkiye ile paylaşan namazlı-abdestli Prof. Nevzat Yalçıntaş’dır.
Camilerde cuma günleri okusun diye, toplumsal meselelere dini yaklaşımları konu alan pek çok hutbeyi (51 adet) hazırlatan da yıllarca okutan da O’dur.
CEHALET VE KUR’AN’SIZLIK
Atatürk düşmanlığının sisteme ihanet ve maddi beklentili dincilik gayretlerinden de önce en büyük sebebi cehalettir, Kur’an’a yabancı olmaktır. Bu yüzden dinci tayfa Kur’an’ın anlaşılarak okunmasına karşıdır, bu yüzden Atatürk Kur’an’ı meal ve tefsirler halka tanıtıp sevdirmeye çalışmıştır.
Çünkü kitleler ayetlerin hükmünü anlamaya başladığı anda din tacirlerinin ekmek kapısı kapanacak, işbirlikçi hainler ile dış güçlerin hayalleri suya düşecektir.
Kitleler ayetlerde yazılı emir ve yasakları hazmettiği anda adaletsizlik, haksızlık, liyakatsizlik, haram ve günah, şirk ve küfür tanınır olacak, yanlışta ısrarlı kitleler batılı terk edip hak olana yönelecek, aldatılmalar son bulacak ve kan emici dincilerin münafıklık maskeleri düşecektir.
Atatürk’ün halkı bu uyandırma isteğinden ziyadesiyle rahatsız olan dinci tayfanın doğal olarak müracat edeceği yol, O’nu dine düşman göstermeye çalışmaktır ki bu sayede gayretleri toplumda yer bulamasın.
Maalesef yeterli alt yapıya sahip olmayan kitleler, dine hizmet ile dine düşmanlık kutuplarını tam zıt yaşamakta ve kanmaya devam etmektedir. Hilafeti kaldırıp laikliği sistemsel hale getiren Atatürk ve dava arkadaşlarına sanki yanlış yapmış gibi cephe almak, Kur’an’dan habersiz olmanın da ispatıdır.
ATATÜRK’Ü ŞİRK İLE BAĞDAŞTIRMA YANILGISI
Yine cehaletle kol kola bu husus çokça mühimdir ki dinci tayfa, Atatürk’e saygı için sunulan bir çiçeği kurban tanımına sokmaya, O’na gösterilen minneti şefaat ummaya benzetmeye çalışmaktadır. Oysa Atatürk ne evliyadır, ne Peygamber ve ne de İlah. O sıradan bir insandır, beşerdir, O’na duyulan saygı ve minnet dini değil vatani bir meseledir.
O’na saygı ve sevgi beslemek, bağımsızlık ve egemenliği tesis ve idame ettiren bir lidere şükrandır.
O’nun dini bir vasfı olmadığı için de O’ndan kimsenin şefaat, hayır veya dua beklentisi yoktur. Bunun aksini iddia edenlerin işin doğrusunu bildiğine şüphe yoktur ama kandırdıkları halk kitleleri bu yalana kanmakla bir demet çiçeği, ilahlara kurban adamak olarak kabul ettiği müddetçe de gerçeği bulamayacak ve maalesef Atatürk düşmanlığı sonlanmayacaktır.
Atatürk’ün Allah’ın sevdiği bir kul olduğu muhakkak ise de O’na dini bir takım mertebeler yakıştırmak doğru değildir. Bu sebeple O’nu bir kahraman liderden ötelere taşımak ne denli sakıncalı ise, O’nu sözde aydın kesimin ilah gördüğünü iddia etmekte o denli yanlıştır.
Lakin bugün din alimlerinin bir kısmında bile bu yanılgı vardır. Komik olan Atatürk’e sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanmış kurban olarak tanımlayanlar, yaşayan bir takım insanların söz ve düşüncelerini tartışmasız kılarak, o kimseler önünde düğme ilikleyerek ve onların hoşnutluğunu arayarak, onlardan medet umarak, onlardan rızık bekleyerek asıl şirk’e tabi olmaktadır.
Trajikomik bu meselenin doğrusu şudur ki Allah’tan başka ilah yoktur, son Peygamber Hz. Muhammed (sav) dünyaya gelmiş ve ahirete göçmüştür, başkaca Peygamber gelmeyecektir.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE DÜŞMANLIK
Arap örflerine duyulan katıksız ve tartışmasız sevginin temelinde, cahil ve aşiret mantığına dayalı bir kavimsel devlet yaratmak arzusu vardır. Bu arap örfçülüğü o denli güçlüdür ki uydurma hadislerin neredeyse beş milyonu, din diye pazarlanan inançların yarıdan fazlası ‘Arap olmayanların cennetlere giremeyeceği’ tezine dayalı vaziyettedir.
Arapçanın, vahyin üzerine çıkartılmasında da bu mantık vardır ki zaaf akıl ve bilimi inkar edip, teknolojiyi reddedip eski ilkel metodlara dönmek suretiyle Asr-ı Saadet huzurunu yakalamak yanılgısındadır.
Oysa cennetlere sadece iman edenler girecektir, kutsal olan arapça değil vahyin kendisidir, akıl ve bilim Kur’an’ın emridir, Kur’an’ın savaşı zulümledir ki cehalette bir zulümdür.
Atatürk milliyetçiliği işte bu arap örfçülüğüne düşmandır ve Türklüğün kaybedilmiş değerlerini yeniden hatırlatarak dev bir ulusu uyandırmıştır. Bu uyanıştan rahatsız olanların, bu uyanış sürdüğü müddetçe Türk’ün bileğini bükemeyeceklerini anlayanların gayesi milliyetçiliği Türklük yerine Arapçılık mihverine oturmaktır.
Oysa Anadolu İslam’ı ile Ortadoğu İslam’ı arasında devasa bir fark vardır ve bu laiklik anlayışıdır.
Çünkü laiklik dini esas alır ve vicdanlara bağlarken, devleti medeniyet yolcusu ve aklın önderliğinde bir yapıya ulaştırmayı hedef alır. Bu yapılırken de tüm halkın eşit ve aynı haklara sahip olmasını değişmez kural olarak belirler, yasalara herkese eşit uygular, din ve devlet işlerini birbirinden ayırır, azınlıkların inançlarını da garantiye alır, dini suiistimallerin ve yanlış dini bilgilerin önünü tıkar.
Laik olmayan ve arap kültür-örflerine bağlı Ortadoğu İslam’ı ise Türklüğün saygın değerlerinden uzak, Allah sevgisinden ziyade Allah korkusuna dayalı, siyasal ve hatta ılımlılaştırılmış bir dindir, şekilcidir, muhabbet ve samimiyetten uzaktır. Türklerin tasavvuf kültüründen uzak olan bu dini anlayış bu sebeple terör üretmeye de, tarikatlaşmaya da, kişilerin üstünlüğünü kabul etmeye de, mezhep ayrılıkları için devletlerarası savaşlar çıkartmaya da gayet meyillidir.
Bu sebeple Atatürk milliyetçiliğine düşman olmanın ardındaki maksat işte bu arap milliyetçiliğini özendirmek ve dini de sadece Araplara has kılmak ve bu suretle Türklüğü unutturmak arzusudur.
İSRAİLİYAT’TAN HABERSİZLİK
Siyonizm, dişlerini ve tırnaklarını çoktandır ulusların ve bilhassa ulus devletlerin sırtına geçirmiş vaziyettedir ki tezgahladıkları yeni dünya düzeni sistematiğinde ulus devletlere (ve onların liderlerine, fikirlerine) yer yoktur, laik, örnek ve güçlü bir Türk devletine yer yoktur, şeytani fikirlerini din diye sunmak arzusundaki siyonistlerin Kur’an İslam’ına asla tahammülleri yoktur.
Bu sebeple de Türk ve İslam olan bir devlet, Atatürk ilkelerine bağlı çağdaş ve aklı rehber edinen bir ulus, tek vatan ve o vatanın bölünmez bütünlüğüne sadık vatandaşlar, onurla dalgalanan şanlı bayrak siyonist hayalcilerin en son isteyeceği şeydir.
Yazık ki gerek yabancı olan ve gerekse siyonist dolarlarla satın alınan yerli hainler eliyle Cumhuriyet ve İslam delik deşik edilmeye çalışılmakta, masonik görüş maske ile dolaşıp dost görünürken, yandaşları ile birlikte devletin ve inançların altını oymaktadır.
Acı olan ise siyonizmi hala tanımayanların, siyonizme çoktandır esir oluşları ve yahudileştiklerinin farkına dahi varamayışlarıdır.
ÖZET
Atatürk düşmanlığı suni bir projedir, dış kaynaklıdır, batıl ve yanlıştır, gerçeklerle alakası olmayan bir uydurma, maksatlı bir gayedir.
Kullar ve toplum Kur’an’a yakınlaştıkça bu gerçeği daha iyi anlayacağı için de asırlar boyu Arapçaya mahkûm edilmiştir.
Atatürk hepimizden de Müslümandır, güzel bir mü’mindir.
O’nun tüm dünyada dine hizmetlerinin son iki asırdır çeyreğini dahi hayata geçirebilen lider yoktur.
Cehalet, ihanet, menfaat beklentisi, Arapçılık sevdası, hilafet ve saltanat aşıklığı, siyonizm zehirleri, menfaat beklentisi veya başka suretle olsun, Atatürk’ün tüm inanç ve amellerine rağmen düşmanlık yakıştırması yapmak küfre hizmet etmektir, haksızlıktır, Allah’ın yardım ettiği bir kula savaş açmaktır.
Atatürk sevdası demek yurdu, vatanı, bayrağı, Cumhuriyet’i, Türk’ü ve Türklüğü sevmek, Kur’an İslam’ına taraftar olmaktır, iman kardeşliğinden yana olmak, cihat etmek, zulme karşı direnmektir.
Atatürk düşmanlığı yapmak ise oyuna gelmek ve aldanmaktır.
Zaman hakikatleri görmek ve öğrenmek zamanıdır, kanmalardan uyanıp Türk ve İslam olabilmek zamanıdır.
Bunun yolu ise Kur’an’a ve Atatürk’ün devasa Nutku’na müracat etmektir.
O’na sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanan kurban olarak tarif etmek isteyenler evvela kendilerinin kişi ve makamları, servet ve güçleri nasıl ilahlaştırdıklarına bakmalı, tevhid ve şirk konusuna bir kez daha çalışmalıdır.
Laiklik işte bu aydınlanmayı sağlayan, İslam’ı yaban otlarından temizleyen, merdiven altı Siyonist-arapçı İslam’a düşman olan bir Kur’ani iman meselesidir.
Kitleler Atatürk ve laikliğe düşman olanların, Türklüğe de, yurda da düşman olduğunu artık görmek mecburiyetindedir.
Çünkü bu vatan Türk’ün öz vatanı, İslam’ın Mekke’den sonra ikinci beşiğidir.
Düzenle
Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Kişisel Özellikleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>En büyük Türk, asker ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk, gerek askeri başarıları ve gerekse iç ve dış politikada sergilediği şaşmaz politikaları ile deha ve örnek bir önder olmayı başarabilmiş, son yüzyılların en büyük insanıdır. Sadece Türk Ulusu’nun değil, tüm mazlum ulusların örnek alıp kalbine yerleştirdiği Mustafa Kemal Atatürk’ün, bilime verdiği önem, milletine duyduğu sarsılmaz sevgi ve güven, cesaret ve öngörüsü, barışseverlik ve fakat haysiyetli dik duruşu O’nu çağın en büyüğü yapmış, zamanının en başarılı lideri olarak gelecek yüzyıllara da sadece tarihsel bir not değil bir umut ve başarı örneği olmayı başarabilmiş bir sistem adamıdır.
Çünkü O, hayatın tüm alanlarında bilgi sahibidir, akla önem vermektedir, tarih ve kültürden, aziz milletinden ve imanından aldığı güçle esaret kabul etmeyen bir karakterdedir ve bu sayede de iç ve dış düşmanların tamamına meydan okuyabilmiş ve onların oyunlarını bozmuş bir çağ ötesi liderdir.
Vatanseverliği:
Atatürk’ün tüm başarılarının altında öncelikle vatan sevgisi yatar ki saraylarda çok yüksek mertebelere gelebilecek, müstesna servetlere kavuşabilecek birisi olduğu halde o egemenlik ve bağımsızlık uğruna milletine duyduğu sevgi ve güven ile ve yine milletinden ve inancından aldığı kudret ile büyük işler başarabilmiş birisidir. Milli mücadele ve inkılaplar sürecinde maddi ve manevi olarak gösterdiği fedakarlıklar O’nun bu sevgisinin en yüce delilleridir. Cepheden cepheye koşarak destansı zaferlerin kahramanı olmuş eşsiz asker Atatürk, çoğu zaman sağlığına dahi aldırış etmeden vatana hizmeti aziz bilmiş, vatan için sürekli çalışmayı esas almış birisidir. Bir karış vatan toprağının dahi düşmana ilelebet terk edilmesine rıza göstermeyen Atatürk’ün vatan uğruna verdiği mücadele ve sürdürdüğü dava gösterir ki vatan sevgisi O’nun için kutsal bir sevgidir.
Milletine duyduğu güven:
Atatürk’ün gençliğinde tohumlanan, Çanakkale savaşında yeşeren bu güven, omuz omuza çarpıştığı Mehmetçik’ten aldığı güç ve ilham, O’nu destansı İstiklal Harbine adeta mecbur bırakmıştır. Çünkü O, Çanakkale’de Mehmetçiğin azim ve inancına yakından şahit olmuş, unutulan Türklük değerleri yeniden hatırlandıkça ortaya çıkan kahramanlıkları fark etmiş ve bu gücün karşısında kimsenin duramayacağını idrak edebilmiş bir dehadır. O’nun milletinden aldığı bu güven hissidir ki sayısız muharebeye ve demokratik hamleye atılabilmiş ve ardında hep milletin sevgi ve desteğini bulmuştur.
Bağımsızlık ve özgürlük sevdası:
“Ya istiklal ya ölüm” parolası ile yola çıkan, işgal edilen ve tüm varlıklarına el konulan bir ülkeyi düşmanlardan temizleyen, sömürgeciliğe karşı çıkan, “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” sözü ile hürriyet aşkını açığa vuran Atatürk, Türk milletinin esaret altında yaşamasına karşıdır, her alanda tam bağımsızlık yanlısıdır.
Cesareti:
Gerek asker olarak ve gerekse sivil idareci – siyasi olarak O’nun cesareti dudak uçuklatıcı cinstendir. Bir yanda yokluklarla başlanılacak sonu karanlık bir mücadele, bir yandan yurt içi ihanet şebekeleri ve suikastçi çeteler, bir yandan yedi düvel düşman ve bir yanda halkın içinde bulunduğu koyu karanlık cehaletlere rağmen O, cesur duruşu ile düşmandan evvel kabul ve korkuları yenmiş bir liderdir. Kendisinden misliyle fazla olan düşmana, ağır silahlarına rağmen taarruz edecek kadar cesur Atatürk’ün, hatların en önünde düşmanla burun buruna verdiği mücadeleler, sivil atılım ve inkılaplar sürecinde de verdiği korkusuz ve istikrarlı gayretleri cesaretine ispattır.
Bilgiye olan inancı ve hakikati arama gücü:
“Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur.” diyen Atatürk’ün din ile devlet işlerini birbirinden ayrı tutması ve medeniyet ve ilerleme için evvela bilgi ve aklı esas alması, bunu yaparken de gerçeği nerede olursa olsun bulmaya çalışması gösterir ki O bilgiye ve gerçeğe aşık bir liderdir. İlim ve fenni baz alan, medeniyet nurlarını araştırmayı sürekli teşvik eden, okumayı ve öğrenmeyi şart koşan bir zihniyetle O, eskinin köle, karanlık ve benliğini unutmuş halk kitlesine yeniden öğrenme hevesini verendir. Bu sayededir ki Türkçe ile başlayan aydınlanma inkılapları kısa sürede yurdu sarmış ve gerçek arayışındaki Türk Milleti sahip olduğu değer ve kıymetleri yeniden hatırlayarak, karanlıklardan sıyrılabilmiştir.
İdealistliği:
Hayalleri olan ama hayalci olmayan Atatürk, gerçekleri görebilen, faydasız emellerin peşinde koşmayan ancak olması gerekenden de taviz vermeyen dik duruşuyla Ulusu’na da örnek olmuş ve güç katmış birisidir. Olanı değil olması gerekeni savunan, örnek güzel uygulamaları tespit ve tayin ederek uygulamaya koyan, inkılapları aydınlanmanın vazgeçilmezleri olarak gören Atatürk, ideal devlet ve millet yapısına kavuşmak için tüm varlığını ortaya koymuş, Türklüğün unutulan değerlerini yeniden yeşertmek için dünya üzerindeki uygulamaları incelemiş, halka en uygun idare şekillerini tespit edebilmiş ve bunda isabet sağlamış bir önderdir.
Sabırlı oluşu:
Hızlı ancak acele olmayan kararların adamı Atatürk, sabretmesini bilen, en uygun zaman ve ortamı kestirebilen müstesna bir şahsiyettir. Bu nedenledir ki aklında olan fikirleri hayata geçirmek için yan şartların oluşmasını beklemiş ve kararı verdiği anda gördüğü kabul ile de sabretmesinin mükafatını her defasında almış bir liderdir. Gerek askeri sahada, gerek diplomasi alanında, gerek inkılaplar sürecinde planlı ve sabırlı davranan Atatürk, aceleci olmamasının eseri olarak her bir hamlesinde başarı kaydedebilmiş, hasımlarını şaşırtabilmiş, zaferler kazanmış ve kalıcı etkiler yaratabilmiştir. Büyük taarruz öncesi orduyu bekletişi, saltanat ve hilafetin kaldırılması sürecindeki sabrı bu karakterine delil teşkil eden bazı örneklerdir.
Açık sözlülüğü:
“Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim, yanlışım varsa halk beni tekzip eder”, diyen Atatürk her zaman açık sözlü olmayı tercih etmiştir. Gençliğe, milletine, vekil ve komutan arkadaşlarına daima açık sözlülüğü ve doğruluğu telkin eden Atatürk, dolambaçlı yolları sevmeyen, gizli işler çevirmeyen, tuzaklar kurmayan yönetim anlayışıyla daima net olabilmiş bir liderdir.
İleri görüşlülüğü:
Gerek askeri manevralarda, gerek diplomasi ilişkilerinde tarih bilgisi ve gerçeğe olan inancıyla oluşturduğu engin dağarcığı sayesinde Atatürk, önsezi ve öngörülerinde yanılmamış, yıllar sonrasını o günlerden görüp tedbirler oluşturabilmiş bir asker ve devlet adamıdır.
Disiplinli oluşu:
Atatürk, asker olmasının da verdiği alışkanlıkla düzenli ve tertipli, disiplinli ve zamana riayetli tutumuyla mesaisini, kararlarını, çalışmalarını hep disiplin ile yürütür, etrafındakilerin de aynı ciddiyet ve disipline sahip olmasını isterdi. Nitekim bu disiplini sayesindedir ki planlarının tamamına yakını aynen cereyan etmiş, başarılar kendiliğinden gelmiştir.
Askeri başarıları:
Tarihte girdiği savaşlarda yenilmemiş tek komutan olan Atatürk, mevzisel çekilmeleri hayata geçirmiş olsa da asla muharebe veya savaş kaybetmemiş birisidir. Taktik ve stratejik anlamda askeri dehadır, akla gelmeyen ancak tatbik edilebilir planlarıyla hayranlık uyandırıcı bir liderdir. Planlama öncesi Hz. Peygamber’in savaşlarından eski Türk Hanlarının muharebe yerleşim ve saldırı planlarına kadar derin bir araştırma içerisine giren Atatürk, bunları harmanlayarak ve adeta gözünde canlandırarak muharebelere hazır olmuş, komutanlara fikrini aktarabilmiş ve neticede başarılı olmuş bir komutandır.
Dehası:
Atatürk, aklı ve mantığı ile, yorumlama kabiliyeti ve sentezleme kabiliyeti ile, öz eleştirisi ve gerçeği arayıp buluşuyla, zeki oluşu ve keskin bir hafızaya sahip oluşuyla hayatın her alanında etrafındakileri etkileyebilmiş, akılların savaşı durumundaki muharebeleri ve diplomasi ataklarını başarıyla sonuçlandırabilmiştir. çağının, asrının ve yarınların en büyük dehası Atatürk, bu nedenle ölümsüzdür, eşsizdir.
Çok yönlülüğü:
Dünyada çok başarılı komutanlar, çok etkili liderler, eşsiz matematikçiler, kıymetli sanat tutkunları, halkın sevgisini kazanmış nice siyasiler vardır ancak bunların hepsini aynı bedende buluşturabilen tek lider Atatürk’tür. O her alandaki bilgisi ve öz güveniyle inkılap ve muharebelerin her birine tesir etmiş ve başarıyı getiren kahraman olmuştur.
Mantıklı oluşu:
Atatürk, gerek devlet işlerinde ve gerekse özel hayatında aklın kabul etmeyeceği maceracı işlere hiçbir zaman atılmamıştır. “Akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek bizim en belirgin özelliğimizdir” diyerek devlet ve millet menfaatlerini ilgilendiren konularda mantıklı hareket edilmesi gerektiğini belirten Atatürk akla müracat edilmeden hissiyatla veya acele verilecek kararların isabetli olmayacağını öğreterek detaylı planlama ve cesaretle uygulamayı esas almıştır.
Eğitimciliği:
En büyük özelliği başöğretmen olan Atatürk, hayatın her alanında Ulusu’na öğretmen olmuş, öğretmiş, yol gösterebilmiş bir liderdir ki diğer meziyetlerinin yanında bu mizacı O’nun asli karakteridir. Eğitim ve öğretime verdiği önem ve destekle kısa sürede büyük aydınlanma hamlesi gerçekleştirebilen Atatürk’ün başarısındaki asıl sır eğitime verdiği kıymet ve takipçi kontrol alışkanlığıdır. Bu kontrol sadece öğrencileri değil öğretmenleri de kapsamaktadır ve sınav kağıtlarını okumayı isteyebilecek kadar eğitimin içinde olan Atatürk, yazdığı kitaplarla da eğitime katkı sağlamış müstesna kabiliyetlerdendir. “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum olarak yaşatır; ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” diyen Atatürk’e göre yarınların teminatı çağdaş eğitim ve öğretim usulleriyle yetişmiş vatansever Türk gençliğidir.
İkna ediciliği:
Sahip olduğu bilgi, detaylı planlama, cesaretli ve tarafsız idrakiyle Atatürk, fikirlerine taraf olmayanları dahi ikna edebilen, bunu baskıyla değil izah ve hoşgörü ile yapabilen bir liderdir.
İnsan ve millet sevgisi:
İnsanı, insanlığı ve aziz milletini canından çok seven Atatürk, tüm mücadelesini bu değerlerin bekası için ortaya koymuş bir dehadır. Öyle ki tarihten gelen kudret ve kültürüyle Türk kavramını yeniden şahlandıran Atatürk, sevgisi, güveni ve inancıyla halkına ve milletine yakın olabilmiş, mazlum tüm uluslar ile sevgi bağları kurabilmiş bir liderdir.
Yöneticiliği (Liderlik özelliği):
Askerlik yıllarında ki katı ve istikrarlı kararlılık ve cesareti, sivil ve diplomasi alanında da aynen görülen Atatürk’ün yöneticilik kabiliyeti tartışılmaz bir mahiyettedir. O kadar ki O, ne yaptığını bilen, vereceği emirlerin uygulanıp uygulanmadığını sürekli kontrol eden, verdiği kararların uygulanmasını sağlayan, yöneticilik (liderlik) vasıflarının en güzel örneklerini tavır ve konuşmaları ile üzerinde taşıyan bir önderdir. Tavır ve davranışlarıyla örnek olan Atatürk, emir veren veya yaptıran konumunda kalmamış, yapan ve yerinde kontrol eden hüviyeti ile daima en önde ve en kritik yerde olabilmiştir. “Büyük kararlar vermek kâfi değildir. Bu kararları cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır.’” diyen Atatürk’e göre gayeler ancak tatbik edilebilirse hedeftir ve hedefler ancak ele geçirilebiliyorsa makbuldür.
Planlı çalışma alışkanlığı:
Rastgele, düzensiz, acele plan, fikir ve tasarruflardan uzak olan Atatürk, daima mantıklı bir planlama takip etmiş, planların nihayete kadar plana uygun sürmesini dilemiş, aksayan noktalarda tedbir getirebilmiş bir dehadır.
Alçakgönüllülüğü:
Tüm başarı ve zaferlerine rağmen Atatürk, yapılan işleri ve elde edilen başarıları asla kendine mal etmemiş, kendini övmemiş, başarıyı halka ve millete, orduya ve dava arkadaşlarına mal etmiştir. Böbürlenmek, kibirle büyüklenmek huyu olmayan Atatürk tüm dehasına ve galibiyetlerine rağmen tevazuyu terk etmeyen, halktan kopmayan bir şahsiyettir.
Sanatsever kişiliği:
Bilim ve bilgiye olan aşkı kadar sanata da yakın ve aşık olan Mustafa Kemal Atatürk, “Efendiler, milletvekili olabilirsiniz, cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.”, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” diyerek bilim ve sanata verdiği önemi göstermiş, açtığı okul ve müzelerle, sergi ve etkinliklerle, yurt dışına tahsile gönderdiği öğrencilerle Türk Kültür ve sanatına kalıcı tesir edebilmiş müstesna bir kabiliyettir.
Umudunu yitirmemesi:
O tüm inanç, plan ve cesareti ile, en zor anlarda dahi umudunu yitirmeyen, asla teslim olmayı düşünmeyen, vazgeçmeyen, ertelemeyen, üşenmeyen bir yapıdadır. O, Sakarya savaşının en zor günlerinde gerekirse yurt savunmasını tek başıma üstlenirim diyebilecek kadar cesur ve cesaretlendirici, barış görüşmelerinde bağımsızlıktan taviz vermektense uzun savaş yıllarını göze alabilecek kadar kahraman bir dehadır ve milletin layık olduğu seviyeye erişinceye kadar her türlü mücadeleyi, şartlar ne denli zor olursa olsun yapmakta kararlı bir dehadır. En yakınındakilerin manda veya himaye ile kurtulmaktan başka çare olmadığını dillendirdiği anlarda bile O milletine olan inancı ve orduya olan sarsılmaz güveniyle esaret altında yaşamaktansa ölmeyi tercih edecek kadar kahraman ve alsa yeise düşmeyen bir sarsılmaz irade sahibidir.
Şekilci ve aldatıcı olmayan sarsılmaz imanı:
Atatürk düşmanlarının sıkça dillendirdiğinin aksine Atatürk, Allah’a, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e sevgi ve itimat besleyen, yazı, makale, mektup ve demeçlerinde Allah adını ağzından düşürmeyen, sıkça dua eden, hutbeler verebilen, meal ve tefsir hazırlatması ile İslam’ı yaban otlarından temizleyen duru bir Allah inancına sahiptir. Arap örfçülüğüne ve israiliyatın tüm unsurlarına düşman Atatürk’ün tek gayesi İslam’ı yeniden Kur’an dini yapabilmek ve halkı din ile buluşturup, dini, Kur’an’ı anlaşılır hale getirmektir. Keza O’nun İslam’a hizmetleri cami yapım ve onarımlarından, diyanet işleri başkanlığına kadar uzanan geniş bir yelpazededir ve dincilerin asıl nefret duyduğu da bu dinsel aydınlanma sürecidir. Oysa Atatürk, inancını aziz milletinden ve Yüce Rabbinden alan, Hz. Peygamberin insanüstü başarılarından çokça etkilenen birisidir. Riya ve gösteriş ile şekilci İslam’a karşı olan Atatürk, ana dilde ibadeti de teşvik ederek halkın okuduğu Kur’an’ı anlamasını dileyen ve bunu en yüce ibadetlerden sayan bir şahsiyettir.
***
Elbette Atatürk’ün yüce şahsiyetini bu satırlara sığdırmak mümkün değildir. Burada yazılanlar öne çıkanlardır ve Atatürk deha, örnek, cesur, asırlarca bir daha nasip olmayacak bir yüce varlıktır, Türk’ün atasıdır, Türkçülüğün parlayan güneşi, mazlum tüm devletlerin umut ışığıdır.
Gençlere ve gençliğe sonsuz güven besleyen Atatürk eğitim ve öğretim ile çağdaş medeniyet seviyesi yakalanırken kültür ve örflerden taviz vermemek gerektiğini savunan milli ve yerli bir kahramandır, dine ve devlete saygılıdır, asker, siyaset adamı ve önderdir, başöğretmendir.
Bizlere düşen ise bu aziz liderin hatırasına sahip çıkmak ve ilkeleri istikametinde yorulmadan, yorunulsa da durmadan, üşenmeden yürümeye devam etmektir.
Bu yazı Atatürk’ün Kişisel Özellikleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı ONUNCU ADAM ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Onuncu adam kural veya felsefesi, çoğumuza yabancı ve tuhaf gelecek şekilde, 2013 yılında bir filmde (Dünya Savaşı Z) telaffuz edilen bir kural veya uygulamadır ve özü; olup bitenler hakkında herkes tam ikna olmuş vaziyette, aynı fikirde olsa bile içlerinden seçilmiş bir kişinin (onuncu adamın) tam aksi istikamette ispata çalışması ve sakınca-hata-hile araması demektir.
Bu felsefe hayatın özellikle kamuya ait tüm alanlarına uygulanabilir ve bizlerce de faydalıdır. Sonucu değiştirecek güce sahip olsun veya olmasın onuncu adamın tüm gayreti ön kabullerden, ön yargılardan veya sunulandan, tüm algılardan sıyrılıp tarafsız olarak, yeni baştan, hatta art niyetle konuya tersten yaklaşması ve açık araması gayretidir.
Ülke gündeminde, bekaya dair meselelerde, siyasi manevralarda, terör sorunlarında, mali politikalarda, üretim, tarım ve sanayide bu kuralı işletmek olası tehdit ve tehlikeleri de görünür kılacak bir antitez çalışmasıdır.
Bilhassa askeri meselelerde bu onuncu adamın görevi düşman veya düşmanların, silahlı veya silahsız hamlelerini sanılanın ve görülenin aksine tespit edebilmek ve erken teşhis ile sorunları önceden bulup tedbir getirilmesini sağlamaktır.
Bu felsefe çoğu akla ters ve gereksiz gelecek olsa da işin en kötüsünü düşünmek, en masum ve haklı görünen meselede dahi bir bit yeniği aramak görülecektir ki çoğu zaman fayda sağlayacak ve oynanan oyunları ortaya çıkaracaktır.
Algılarla yönetilen dünyada sanal veriler ve sahte demeçlerle kandırılan sayısız insan/toplum vardır ile gerçek çoğu zaman farklıdır. Televizyon ve film sektörünün asli görevi insanları eğlendirmek değil, bu algıları zihinlere yerleştirmek, reklamlar ve dizilerle çocukları dahi kendi sistemlerine hazır birer asker yapmak, tüketim toplumları yaratmak, düşünmeyen, para harcayan, bencil ve sanal-bilgisayara bağlı bir gençlik üreterek yarınlarda kurmayı planladıkları yenidünya düzenine altyapı oluşturmaktır.
Sermaye piyasalarındaki dalgalanmalarda, siyasi demeçlerde, başa gelenlerde çoğunluğa ve genel kabule uymak kişilere mutluluk verir çünkü insanlar haklı olduklarını ve doğru tarafta yer aldıklarını sanırlar. Oysa çoğunluk her zaman asla doğru taraf demek değildir. Doğru taraf haklı ve düzgün olan, adil ve güzel olandır.
Algılarla ilgili insanların çoğu umursamaz halde olsa da, bazı akıl sahiplerinin temel kabulleri yıkmak adına işin perde arkasını görmek arzusu ve kabiliyeti sayesinde, insanlık bugünlere daha emin vaziyette gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bunların belki de en yücesidir.
Tüm halkın, meclisin, saray ve halifenin razı olduğu, başkaca yol bulamadığı, korkuyla titrediği bir anda, zulme başkaldıran ve açıkça görünmeyen kurtuluş ışığını “Ya istiklal ya ölüm” parolasında bulabilen Mustafa Kemal Atatürk, tüm yargı ve kabullerin ötesine geçip umut ışığını yakalayandır.
O, kuvvetli önsezisi ile, söz ve hareketlerdeki derin manayı sezişiyle, manevra ve hamlelerin gerçek maksadını tespit edebilme kabiliyeti ile hayatında büyük çaplı ve kalıcı hata yapmamış tek liderdir.
Aynı mantıkla Türk gençliği bugün tüm meselelerine onuncu adam gözüyle bakabilmeli, gözlük, elek ve kalkan modeliyle yarınlara daha emin uzanabilmelidir.
Gözlük ile kast edilen, satır aralarını okuyabilme, perde arkasını görebilme, olayların birbiri ile bağlantısını sezebilme, gerçek maksadı ortaya çıkarabilme kabiliyetidir ki gazeteleri okurken, televizyon izlerken bu göz hep açık olmalı, bakmamalı, görmelidir.
Elek, yaratılmak istenen algıları tespit eden gözlüğün yardımıyla, zararlı algıları beyne ve kalbe sokmamak için elemeye yarayan araçtır ki faydasız, taraflı, yanlış, zararlı algıları daha en baştan reddetmek ve çuvala doldurmamak lazım gelendir.
Kalkan, tüm çabalara rağmen dinmeyecek algı yağmurlarından korunmak için bizleri koruyacak bilgi ve beceriye sahip olmak yetisidir ki bilgiden, akıldan yoksun insan ve toplumlar kalkansız kalacak, oklar vücutlarına acımasızca saplanacaktır.
İşte Türk gençliği, gözlük, elek ve kalkanıyla, onuncu adam mantığıyla kanmamak, aldanmamak, fark etmek ve tedbir almak mecburiyetindedir.
Çoğunluk ne derse desin, ekranlarda neler anlatılırsa anlatılsın, kitaplarda dahi ne yazarsa yazsın, en güvenilir insanlar neyi işaret ederse etsin gerçek tektir, yanlış çoktur. Bu dinde de böyledir, sosyal hayatta da.
Akıl ve bilgiye dost Türk gençliği önce okuyarak, öğrenerek ve aklına ekleyerek, sonra bunları hayata tatbik ederek, bit yeniği arayarak, aldanmayarak, kanmayarak, delil ve ispat arayarak, söze değil harekete bakarak gerçeği aramak ve çıkar yol bulmak zorundadır.
Siyonizm denen bela, algı yaratmakta, sanal saldırılarda, kendisini komplo teorileri sıralamasında en altta göstermekte, tembelliği özendirmekte, bilgiyi uzaklaştırmakta, hatta sahte bilgi üretmekte, sayısız belalar açarken kendisini masum göstermekte, sözle gönül alırken, amel ve eylemle ihanetlerin en yücelerini işlemekte, maske ile dolaşmakta hünerlidir.
Sömürgeci, yayılmacı, demokrasi karşıtı, terör destekli, din odaklı zararlı tüm faaliyetlerin ortak kaygısı GERÇEĞİ kendi lehlerine değiştirmektir. İşte gençliğin vazifesi bu yalın haldeki, el değmemiş gerçeği bulabilmek, değişmişse ilk halini yakalayabilmektir.
Onuncu adam mantığı ile devletlerin bekası temin edilebileceği gibi, kişilerin de huzur ve mutluluğu teminat altına alınabilir. Çünkü saf ve iknaya hazır vaziyette her görülene aldananların ortak adı “aptal”dır. Akıl sahipleri ise hemen alıp kabul etmeyen, sorgulayan ve delile dayandıranlardır.
Mustafa Kemal Atatürk, neredeyse tüm halkın ve yöneticilerin ikna olduğu bir ortamda, yanlışı gören, isabetli ve cesur öngörü sahibi dünya lideri olabilmişse bu vatan ve dinden aldığı iman kadar aynı zamanda sorgulayan beyne sahip olmasındandır ve O bu yüzden gençliğe okumayı, aklı, bilimi emretmiş, rehber olarak işaret etmiştir.
Bu yüzden O, gençliğe hitabesinde özet olarak yaşanan ve muhtemel yaşanacakları işaret etmiş, yüz yıl öncesinden yarınları görebilmiştir.
Hayatında hiç aldanmamış, kanmamış olması Atatürk’ün dehasına ispat, aynı zamanda Cumhuriyet gençliğine de örnektir.
Bu sayılanlar terk edilirse kişi ve toplumlar çokça mutlu olur ama içinde bulunduğu su yavaş yavaş ısıtılan kurbağa misali farkına varmadan kaynama noktasına gelir ve ölürler. Çünkü su aniden ısıtılırsa fark edilir ve kurbağa kaçar.
Bu yüzden acele etmeden, yüz yıllık ihanet yemini ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuyusunu kazmak isteyenler, yarattıkları algılarla, sıkıştırmalar, tehditler, oynamalar, kandırmacalar ve hileler ile suyu yavaş ısıtmakta, bilinçsiz, tüketime dayalı, sorumsuz, bilgiden uzak, tembel gençlik yaratmak, halkı yemek, yatak, lüks, israf ve eğlence denizine sokup düşünemez hale getirmek suretiyle Cumhuriyeti yavaş yavaş yok etmek istemektedir.
Akılların hemen yok artık dediğini duyar gibiyiz.
Çok basit olarak kırk yıl önceki yaşadığınız ortamı düşünün. Yediğiniz şeylerden, para ile satın aldıklarınızın listesine kadar düşünün. Kedileri öldürmek büyük günah ve köpekler şeytan (avludan içeri sokulmaz) iken bugün sizlere algılarla kabul ettirilenlere bir bakın. Kediler nankör ve köpekler en sadık dost olduysa… bu nasıl oldu? Hz. Peygamber Mekke’de bir tek köpek tutmaz ve dağların ardına sürdürürken, nasıl oldu da Müslüman olan bir toplumun evleri, arabaları köpeklerle doldu?
Halk nasıl oldu da üretimi terk edip tüketime odaklandı?
Nasıl oldu da Ulu önder ATATÜRK, aldanmamış, hata yapmamış, devasa başarılar elde etmiş, bu günleri temin etmiş, dine soluk aldırmış, vatanı selamete çıkarmış iken … sorgulanır oldu?
Türklük nasıl oldu da medeniyet beşiği ve ilim-irfan ordusuyken … barbarlar sürüsü yapılıverdi?
Aile ilişkileri, ana babalar, ana-baba kutsallığı nasıl oldu da 18 yaş ile terk edilmesi gereken geri kafalılar yapılıverdi?
Üç kuruş maaş için çalışanlar nasıl oldu da pahalı arabalar ile borçlanır oldu?
Mahalle kızlarına saldırmayı bırakın, yan bakan yabancılar sopalarla dövülürken nasıl oldu da beş yaşındaki kızlara tacizciler sokaklarda cirit atar hale geldi?
Nasıl oldu da yalancı, aldatıcı, münafıklar toplumda adam yerine konmazken, hırsızlara kiralık ev dahi verilmezken şimdilerde hırsızlar beyefendi oluverdi?
Adalet nasıl oldu da baş tacı iken bir kız isminden ibaret oldu?
Cumhuriyet Türkiyesi’nin en kilit kelimesi “NAMUS” iken nasıl oldu da namus ötelendi, örselendi?
Görüldüğü gibi bunları bir kez düşünürseniz oynanan oyunu da fark edersiniz ki az sayıda aydın bunları izah için kendisini paralarken, maalesef toplumun çoğu hala uyumaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk öylesine huzurlu ve refah bir ortam sağlamıştır ki halk hala uyumaktadır.
Atatürk öylesine güçlü bir üretim modeli yaratmıştır ki ülke serveti tüm müdahalelere rağmen hala bitmemiştir.
Cumhuriyet öylesine güçlüdür ki tüm çabalara rağmen hala ayaktadır.
Lakin…. bu umursamazlık ve sorgulamamak belası devam edecek olursa kaçınılmaz son pek de uzak değildir.
İşte tam da bu yüzden gençlik, yarınların teminatı olarak Atatürk olmak, Atatürk gibi düşünmek zorundadır. Herkes onuncu adam mantığıyla, elekle, kalkanla, gözlükle meselelere yaklaşıp aldanmamak mecburiyetindedir.
Çalışmak, aklı rehber etmek, delil ve ispat aramak, sorunlara algılar istikametinde değil sağduyu ve bilgi ile yaklaşmak doğru olandır.
Ulu Önder Atatürk’ün mirası maddi serveti veya eserleri değil, aslen manevi mirasıdır. Bu manevi miras, O’nun fikirlerini anlamak ve takip – tatbik etmektir.
Yoksa bu gaflet uykusu devam ettiği müddetçe, kişilerin huzur ve mutluluğu da, ülkenin bekası da, İslam’ın geleceği de, Türklüğün değerleri de yakın zaman sonra yitirilmeye mahkûmdur. O zaman hürriyet ve istiklalini kaybetmiş toplumların başına gelenler gibi ülkenin kaderi de esaret ve yokluk olacak, en yüce değerler ayaklar altına alınacaktır.
O halde zaman Atatürk gibi düşünmek, Atatürk olmak, Atatürk’ü sadece izlemek değil, Atatürk ile aynı safta cehalet ve gaflete karşı azimle savaşmak zamanıdır.
Sayısız zararlı ve pis kokulu hamle, oyun, tezgah, hile, saldırı, tuzak arasında en gerçek yol gösterici akıl ve bilim, en yüce örnek Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet, manevi rehber Yüce Kur’an, en gerçek ses kalplerin, vicdanların sesidir.
Bu yazı ONUNCU ADAM ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürkçü düşünce kuruluşlarının, araştırma merkezlerinin ve hatta Atatürkçü yazarların dahi ihmal ettiği bu konu, Atatürk Türkiye’sinde öne çıkan millileştirme ve Türk Kültürü ile yeniden tanıştırma ve bu sayede Ulus’a moral ve manevi güç verme, millet olma bilincine katkı sağlama gayretlerinin en önde gelenlerinden idi. Bir diğer konuda elbette Türk Dil Tezi idi. Yazık ki anılan Türk Tarih Tezi onca gayret ve alınan mesafeye rağmen unutuldu, yerine Türk İslam sentezi egemen oldu ve bugün bu alanda yazılı bir eser dahi bulmak oldukça güç.
Oysa Atatürk’ün kendisi ve ilk kez bir İzmir ziyaretinde Namazgah’taki bir ilkokulda sunum yaparken tanıdığı ve çok etkilendiği Afet İnan aracılığı ile modern Türk tarihçiliğinin oluşumunda önemli etkiler yaratmak için verdiği emek azımsanamayacak kadar çoktur ve bu tarihçi anlayış çok eskilere, Mu kıtasına ve hatta daha da eskilere kadar gider. Sonuçta ana arayış şudur; Türkler zaten Türk nüfusu barındıran Anadolu’ya büyük kafilelerle medeniyetin asıl beşiği Orta Asya’dan gelmiştir, peki, Orta Asya’ya nereden gelmiştir? Arayışlar bunun içindir ve bu sorunun bilimsel cevapları dünya tarihini değiştirecek niteliktedir.
Çünkü detaya inildiğinde görülecektir ki bugün dünyada yer alan pek çok ulus Türk kökenlidir, Türk kavmidir, dinini, dilini, topraklarını değiştirse de Türk’tür.
Afet (İnan) Hanım, gerek yurt dışında tahsil ederken ve gerekse 1927 yılından sonra Ankara’da “Türk Tarih Tezi”nin oluşumunda çok önemli katkılar sunmuştur. Öyle ki; Batı’nın Türkleri aşağılayan ve “ikinci sınıf bir millet” olarak gösteren oryantalist yayılma tezlerine ve Türkleri göçebe, medeniyete hiçbir katkısı olmayan, “yerleşik bir halk” olarak görmeyen “barbarlar” diyerek niteleyen ırkçı ve yayılmacı yakıştırmalarına karşı “Türk Tarih Tezi”ni oluşturmuştur. Ve bunu İsviçre’de doktora tezi hazırlayarak yapmıştır. Ve O bu tez ile emperyalist Batı’ya Türk milli devletinin tarihsel köklerinin ne kadar derin ve zengin olduğunu, Türklerin medeni bir topluluk sayılmaları gerektiğini, tarihsel ve kültürel kanıtlarla belgelemiştir. Türk Tarih tezi diye anılan çalışmaların ana fikri ve gayesi de aslen budur.
Ulu Önder Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı. Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye’de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler.
Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk’e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere “Türk Tarih Heyeti” kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” demiştir.
26.9.1932 tarihinde Ankara’da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.” Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.
Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.
Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi’nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi’ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür:
Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar’dan, daha sonra da Türkiye’den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini, “Türkler’in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır” sözleriyle ortaya koymuştur.
Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamız ve bunları belgelerle, keşiflerle ispat edemeyişimizdir. “Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.”
“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk’ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir.
Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak.
İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak.
Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.
Bu üç hususu ise Atatürk “tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır” şeklinde ifade etmiştir.
Atatürk’ün, Türk Tarih Tezi’nde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz:
Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir. Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi’nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır.”
Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.
Tarih, milli kültürü sadece taşıyan basit bir vasıta değil, aynı zamanda milli bilinci yaratan ve onu daima canlı tutan bir ana kaynaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı tarihçiliği, Tanzimat dönemine kadar aktarmaya dayalı, edebi ve tasviri bir karaktere sahiptir. Bu eski tarihçiliğimizde İslam tarihi ve Osmanlı tarihi dışında, dünya tarihine ilgi duyulmamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar hâkim olan bu tarih anlayışına, “Ümmet Tarihi” anlayışı denir. Bu dönemde Müslüman Türklerin tarihi, İslam tarihi içinde değerlendirilmiştir. Ayrıca, İslam tarihinin ana kaynakları Arapça olduğu ve bunlar da Türkçeye çevrilmedikleri için, diğer bilim alanlarında olduğu gibi tarih alanında da kaynak sıkıntısı çekilmiştir.
Dünya tarihine, ancak Batı dilleri öğrenildikten sonra ilgi duyulmaya başlanmıştır. Tanzimat’tan sonra tarih yazıcılığımızda, Avrupa tarihçilerinin eserleri hiçbir incelemeye tabi tutulmadan ya aynen ya da kısaltılarak alınmıştır. Çoğu zaman genel tarih adıyla kaleme alınan bu tip kitaplar, Batı örneğinde kurulan Osmanlı okullarında da ders kitabı olarak okutulmuşlardır. Tanzimat devrinde Ümmet Tarihi anlayışına paralel olarak gelişen bu tarih anlayışına “Devlet Tarihi” anlayışı denir. Bu anlayış, Müslim ve gayrimüslim halkın kanun önünde eşit sayılmasına yönelik ıslahat hareketlerinin doğal bir sonucudur. Bu tarih anlayışına “Osmanlı Tarihi” anlayışı da denir. Çünkü bu anlayışın amacı, Müslim ve gayrimüslim halkın hepsini “Osmanlılık Siyaseti” altında ve “Osmanlılık İdeali” etrafında birleştirmektir.
Bu anlayışın ürünü olan tarih kitaplarında, Osmanlı Devleti’nin tarihine ve Osmanlı Devleti’yle ilişkileri ölçüsünde Avrupa devletlerinin tarihine yer verilmiştir. Osmanlı tarihi için başlangıç olarak da Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi kabul edilmiştir. Bu tarihten önceki Türk tarihine ilgi gösterilmediği gibi, Türklerin Osmanlı Devleti’nin kurulmasındaki hizmetlerine de yer verilmemiştir. Ayrıca, Tanzimat’tan sonra tarihle ilgilenenlerin çoğu iyi bir medrese öğretimi görmediklerinden, yeteri kadar Arapça ve Farsça da bilmiyorlardı. Bundan dolayı, İslam kaynaklarına inememişler ve Türk tarihi İslam tarihi içinde kalmıştır. Bunlar bildikleri Batı dillerinden yararlanarak, Avrupalı yazarların tarih kitaplarını ya aynen ya da kısaltarak Türkçeye aktarmakla yetinmişlerdir.
Ayrıca, Batılılaşma döneminde genellikle fen bilimleri ve askeri bilgilerin öğretimine ağırlık verilmiş ve sosyal bilimlerin öğretimi ihmal edilmiştir. Sosyal bilimlerin öğretiminin zayıf kalmasında, Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid iktidarının yıkılması endişesinin de etkisi olmuştur. Bu nedenle Abdülhamid’in uzun iktidarı döneminde sosyal bilimlerin programlarına müdahale edilmiştir. Sosyal bilimlerin programdan büyük ölçüde çıkarılmasının nedeni, öğretmenlerin bu derslerde hükümete eleştirici yorumlarda bulunmasıydı. Özellikle Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu yeni fikirler büyük ölçüde kısıtlanmıştır.
Bütün bu kısıtlamalara ve devletin iyi niyetle giriştiği ıslahat hareketlerine rağmen, Osmanlılık siyaseti toplum hayatına hâkim kılınamamış ve İmparatorluğu yıkmaya yönelik ayrılıkçı hareketler önlenememiştir. Daha doğrusu ‘’Osmanlılık’’, bir mefhum olmaktan öteye gidememiştir. Nihayet, Balkan devletlerinin teker teker ayrılarak bağımsızlıklarını elde ettiğini gören bazı Türk aydınları, milli tarih anlayışına sarılmak gerektiğini anlamışlardır.
Türk tarihi üzerindeki çalışmalar, I. Meşrutiyet devrinde başlamış, ancak esas yoğunluğunu II. Meşrutiyet döneminde kazanmıştır. Türk tarihi üzerindeki çalışmaların doğmasında Avrupa’daki Türkoloji araştırmalarının etkisi olmuştur. Ayrıca Orta Asya’nın Ruslar, Hindistan’ın İngilizler tarafından istila edilmesinin, diğer İslam ülkelerinin ise Avrupalıların nüfuz ve istilası altına girmesinin, Osmanlı İmparatorluğu içinde yarattığı manevi çöküntünün de bunda etkisi olmuştur.
Yukarıdaki faktörlerin etkisiyle Türk tarihine ilgi duyan aydınların çoğu, Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkındaki fikir ve kanaatlerini ciddi bir şekilde incelemeden aynen aktarmışlardı. Böylece Türk tarihi hakkında yanlış bilgiler, anlamsız iddialar ve hatta iftiralar da memleketimizde yerleşmeye başlamıştır. Türk tarihi hakkındaki bu yanlış bilgi ve görüşlerin yanında, XVIII. yüzyıldan itibaren Batı medeniyetinin üstünlüğüne duyulan hayranlığın da etkisiyle toplumda bir aşağılık kompleksi de yerleşmiştir.
bahsedilen bu tarih anlayışları, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Oysa Osmanlı Devleti parçalanmış, Saltanat ve Hilafet makamları kaldırılmış, bunların yerine milli egemenliğe dayalı yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Mustafa Kemal, milletin içine düşmüş olduğu felaketten kurtulması için, her alanda milli ve modern bir politika izlenmesi gerektiğini devamlı olarak belirtmiş, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda yeni Türk Devleti’nin yapısına uymayan bu tarih anlayışlarından ayrılmak gerektiğini açıklamıştır.
Türk Devleti yeni olmakla beraber, bu devleti kuran millet uzun ve şerefli bir geçmişe sahipti. Onun için Türk Milleti, bu şerefli geçmişine uygun tarih anlayışına kavuşmalıydı. Daha doğrusu Millet Tarihi anlayışının kabul edilmesi gerekiyordu.
Atatürk’ün Millet Tarihi anlayışını kabul etmesinde yukarıdaki temel nedenlerin dışında, bazı özel sebeplerin de etkisi olmuştur. Bunların başlıcaları: Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, Türklerin medeni kabiliyetten yoksun olduğuna dair bilim ve gerçek dışı iddialar, Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialardır.
Birçok Avrupalı düşünür, Türklerin sarı ırka mensup ve Avrupalılara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduklarını iddia etmiştir. Türklerin sarı ırka mensup gösterilmesinin bir sonucu olarak; medeni kabiliyetten mahrum bulundukları, medeniyet tarihinde hiçbir medeni eser yaratmadıkları, kurmuş oldukları ordularla yerleşik medeniyetler için her zaman bir tehlike kaynağı olan barbar ve göçebe topluluklar oldukları, bundan dolayı Avrupa’dan Asya’ya kovulmaları gerektiği görüşündeydiler.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi üzerine, Türk topraklarının paylaşılması sırasında, asırlarca Türk yurdu olan topraklar üzerinde hak iddia eden devletler ve çevreler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Yunanlılar, Batı Anadolu ve Trakya üzerinde; İtalyanlar ise Güney Anadolu üzerinde tarihi iddialar ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Doğu Anadolu’da Ermeni, Doğu Karadeniz’de Pontus devletleri kurulması için tarihin şahitliğine başvurulmuştur. Sevr Antlaşması da bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine dayandırılarak hazırlanmış ve Osmanlı Hükümeti’ne imzalatılmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine düşman orduları, Türk yurdundan temizlenmiş ve yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı Lozan’da dünyaya kabul ettirilmiş olduğu halde, bazı emperyalist devletler Türk toprakları üzerinde tarihi hakları olduğunu ileri sürerek istilacı bir programı uygulamaya koyacaklarını göstermişlerdir. Bu durum, savaş meydanlarında ve konferans masalarında elde edilen maddi sonuçları, manevi alanda yapılacak çalışmalarla takviye etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur.
Bu nedenle Ulu Önder Atatürk; devamlı olarak aleyhimize kullanılan bu tahrif edilmiş tarih anlayışına karşı milli tarihimizi gerçek yapısıyla gün ışığına çıkarma çalışmalarını başlatmıştır.
Türk tarihi üzerindeki çalışmalarını 1928 yılından itibaren hızlandırmış ve yoğunlaştırmış olsa da aslında Atatürk’ün Türk Tarih Tezi doğrultusundaki çalışmaları Milli Mücadeleyle birlikte başlamıştır. İlk Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur tarafından Bakanlık bünyesinde kurulan birkaç daireden bir tanesi Türk Asar-ı Atikası Dairesi (Türk Eski Eserleri Dairesi)’dir. Bu dairenin görevi; Anadolu’daki Türk eserlerini araştırmak ve ortaya koymak, bunları Türk ve dünya kamuoyuna tanıtmaktır. Anadolu’da başlayan Atatürk hareketine uygun kültür politikası, Hamdullah Suphi Bey’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde (14.12.1920-20.11.1921) uygulanmaya başlamıştır.
Hamdullah Suphi Bey, Osmanlı Devleti’nin İstanbul merkezli politikasına karşılık, bütün Anadolu’yu içine alan yaygın bir kültür politikası izlemek gerektiğini savunmuştur. Hamdullah Suphi Bey, Bakanlık teşkilatını İstanbul’dan gelen memurlarla doldurduğu iddiasıyla hakkında verilen gensoru üzerine 4 Nisan 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle demektedir:
“Arkadaşlar, bir esas fikir vardır. Anadolu’muz İstanbul lehine olmak üzere devamlı soyulmuştur. Bütün büyük medreselerimiz İstanbul’dadır. Bütün yüksekokullarımız İstanbul’dadır. Bütün bilim adamlarımız İstanbul’dadır, sadece az bir kısmı kendi kendini yetiştirmeleri neticesi memleket içinde, Anadolu içerisinde kalmıştır. Biz fikir ve sanat bakımından kıymetli adamlarımızı İstanbul’da toplamışızdır. Eğer gaflette devam etmek istemiyorsak Erzurum gibi, Sivas gibi, Konya gibi, Ankara gibi Anadolu’nun bütün büyük şehirlerini bir fikir merkezi ve bir sanat merkezi haline koymamız gerekir. Biz uğradığımız felaketten bir ders çıkararak, zararımızı yarı yarıya indiririz. İstanbul içerisinde (kendi aleyhimize olarak) hapis kalmış olan bilim ve sanat erbabını Anadolu içerisine yaymamız gerekir. Şimdiye kadar bunu yapmamak gördünüz ki İstanbul ile Anadolu arasında büyük uçurum yaratmıştır. Bundan sonra iyi seçim yapmak şartıyla, kaliteli adamlarımız sayesinde endişelerimize ve gerilemelere son verebiliriz.’’
Hamdullah Suphi Bey’in Anadolu üzerine yoğunlaştırılmış kültür politikasının ana ilkelerinden birincisi, İstanbul’da birikmiş bilim, kültür ve sanat adamlarının Anadolu’ya aktarılması ve bunların Anadolu’nun kalkınmasında görevlendirilmesidir; ikinci ana ilkesi de Anadolu’nun tarih, kültür ve medeniyetinin araştırılması ve incelenmesidir. Bu amaçla Anadolu’nun tarihine, kültürüne ve eğitimine hizmet edenler ve bu alanlarda eser yazanlar ödüllendirilmiş ve desteklenmişlerdir.
Nitekim Antalya bölgesini araştırarak kitap haline getiren Şükrü Efendi’ye, Konya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren Abdülkadir Efendi’ye ve Kütahya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren İsmail Hakkı Bey’e ödül verilmiştir. Bu konular hakkında sorulan sorulara 10 Kasım 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verdiği cevapta bakan Hamdullah Suphi, şunları söylemiştir:
“Anadolu, yabancı bir memleket kadar bizim için yabancı bir yerdir. Ne eski eserlerini inceledik, ne kitabelerini (yazıtlarını) inceledik, ne şarkılarını toplamışızdır. Anadolu bizim için meçhul (bilinmeyen) olan bir memlekettir. Arkadaşlar! Bunları kim incelemiştir bilir misiniz? Ermeniler incelemiştir. Komidos Varteks isminde bir Ermeni, Anadolu’nun bütün şarkılarını toplamış ve bütün bunları Avrupa’da kitap halinde bastırmıştır. Avrupa’da bu şarkılar Ermeni musikisi olarak çalınıyor.
Bir Macar gelip Anadolu’da kelimeleri ve şarkıları toplamıştır. Birtakım yabancılar gelerek memleketimizin çeşitli kısımlarını ve mesela Konya bölgesini incelemiş, gitmiş Sivas’ı incelemiş, fakat biz memleketimizi incelememişizdir. Özel bir maksatla kendi yaşadığı memleketi, kendi milliyetine ait olan tarihi ve oradaki eserleri incelemiş bir kişiye ödül verdiğimizden dolayı takdir mi yoksa tenkit mi edilmeliyim?”
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’nin ön hazırlığı olarak değerlendirilebilecek bir çalışma da Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1922-1926 yılları arasında çoğunluğu Türk tarihi, Anadolu tarihi ve Türk düşünürleri ve yazarları hakkında kitapların yayınlanmasıdır. Yine 1922 yılında Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti (Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü) tarafından yayımlanan Pontus Meselesi isimli kitabın girişinde Anadolu’da büyük bir medeniyet kuran Sümerler ve Etiler’in Turani kavimler olduğu ileri sürülmüştür.
1928 yılında Afet İnan, Atatürk’e Türklerin sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupalılara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek “bu böyle midir?” diye sormuştur. Atatürk, “hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” cevabını vermiş ve bundan sonra tarihle yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır. Atatürk tarih araştırmalarını devletin önemli işleri arasına almış ve belli bir vaktini bu işe ayırmayı kararlaştırmıştır. İlk önce tarih konusunda çıkmış yeni kitaplarla bir kitaplık kurmuştur. Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarihle uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeye koyulmuştur. Bakanlardan, milletvekillerinden, profesör ve öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışma görevi vermiştir.
Bu çerçevede tercüme edilmiş kitapların özeti çıkarılmış, incelenen konular üzerinde raporlar hazırlanmış ve Atatürk’e sunulmuştur. Böylece Türk tarihi üzerinde geniş çaplı bir araştırma başlatılmıştır. Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk Tarihi Tetkik Heyeti’nin kurulması ile uğraşılmıştır. 23 Nisan 1930 tarihinde toplanan Türk Ocakları Kurultayında, Atatürk’ün direktifleriyle “Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu heyetin ilk işi, bir komisyona Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlatmak olmuştur.
Bu komisyonun üyeleri; Tarih ve Medeni Bilgiler Öğretmeni Afet Hanım ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mehmet Tevfik, Çanakkale Milletvekili Samih Rifat, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Akçuraoğlu Yusuf, Aydın Milletvekili Dr. Reşit Galip, Bolu Milletvekili Hasan Cemil, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Sadri Maksudi, Sivas Milletvekili Şemseddin Günaltay, İzmir Milletvekili Vasıf Çınar ve İstanbul Hukuk Fakültesi Profesörü Yusuf Ziya Bey’di. İncelenmek üzere önce 100 adet basılan kitabın önsözünde Türk Tarihi Tetkik Heyeti‘nin kuruluş amacı şöyle açıklanmıştır:
“Bu kitap, belirli bir amaç gözetilerek yazılmıştır. Şimdiye kadar memleketimizde yayınlanan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara kaynak olan Fransızca tarih kitaplarında, Türklerin dünya tarihindeki rolleri bilinçli ve bilinçsiz olarak küçültülmüştür. Türklerin, ataları hakkında böyle yanlış bilgiler edinmesi, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini geliştirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla ulaşılmak istenen asıl amaç, bugün bütün dünyada yayılan ve bu şuurla yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların düzeltilmesidir.
Aynı zamanda bu, son büyük olaylarla ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk Milleti için milli bir tarih yazmak ihtiyacı yolunda atılmış ilk adımdır. Bununla, milletimizin yaratıcı kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak, Türk zekâ ve üstün yaratılışının sırrını meydana çıkarmak, Türkün özelliklerini ve gücünü kendine göstermek ve milli gelişmemizin derin ırki köklere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz. Bu deneme ile muhtaç olduğumuz o büyük milli tarihi yazdığımızı iddia etmiyoruz. Ancak bu konuda çalışacaklara genel bir yön ve hedef gösteriyoruz”.
Bu kitap; İnsanlık Tarihine Giriş, Türk Tarihine Giriş, Çin, Hint, Mezopotamya (Kalde, Elam ve Asur), Mısır, Anadolu, Ege Havzası, Eski İtalya ve Etrüskler, İran, Orta Asya olmak üzere on bir bölümden oluşuyordu. 1931 yılında ise Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” haline dönüştürülmüştür. Atatürk’ün yüksek himayesi altına alınan Cemiyetin amacı, yönetmeliğinde şöyle belirlenmiştir:
Madde 3- Cemiyetin amacı, Türk tarihini incelemek ve elde edilen sonuçları yayımlamak ve duyurmaktır.
Madde 4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, amacına ulaşmak için aşağıdaki vasıtaları kullanır:
a) Toplanıp bilimsel müzakerelerde bulunmak,
b) Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp yayımlamak,
c) Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak bilgi ve belgeyi elde etmek için gerekli yerlere araştırma, kazı ve keşif ekipleri göndermek,
d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti çalışmalarının sonuçlarını her türlü yollarla yayımlamaya çalışmaktır.
Böylece Türk Tarihi üzerindeki araştırmalar, bir ocak ortamından çıkarak kurum statüsüne yükselmiştir. Bu zamana kadar genellikle dokümanter bir nitelik taşıyan Türk tarihi araştırmaları, arkeolojik ve antropolojik araştırmalarla da desteklenerek, teorik görüşleri doğrulama imkânına kavuşmuştur.
Atatürk’ün Tarih merakı
Atatürk tarihe, özellikle Türk tarihine daha okul sıralarındayken ilgi duymaya başlamış ve bu ilgi hayatı boyunca artarak devam etmiştir. Bu ilgisi sonucu hayatının her döneminde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Atatürk’ün tarihe ilgisini özel kütüphanesinde bulunan tarih kitaplarından da anlamak mümkündür. Kütüphanesindeki 4.289 eserden 885 tanesi tarih kitabıdır. Yaklaşık yüz çeşit konu içinde tarih kitaplarının bu sayıda olması, Atatürk’ün tarihe olan ilgisi hakkında açık bir bilgi vermektedir.
Atatürk daha Türk Tarihini Tetkik Heyeti kurulmadan önce (1930), Türk tarihi hakkında geniş ve doğru bir bilgiye sahipti. Atatürk’ün bu kuvvetli tarih bilgisinin Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında olduğu gibi inkılâpların gerçekleştirilmesinde de önemli etkileri olmuştur. O, savaş meydanlarında askerlik sanatı hakkındaki bilgi ve tecrübelerine harp tarihi hakkındaki bilgilerini de katarak tarihi, milli bir heyecan kaynağı şeklinde kullanarak başarıya ulaşmıştır. Yine Atatürk tarihi, gerçekleştirmek istediği inkılâplar için bir dayanak olarak kullanmıştır. Ömrünü tamamlamış olan Osmanlı kurumlarını kaldırırken, onların artık işlevlerinin kalmadığını göstermiştir.
Tarihsel araştırma sonuçları
Atatürk’ün önderliğinde Türk tarihi üzerinde yapılan araştırmaların sonuçları, 1932 yılında I. Türk Tarih Kongresi’nde Türk bilim çevrelerine ve kamuoyuna, 1937 yılında II. Türk Tarih Kongresi’nde de dünya bilim çevreleri ve dünya kamuoyuna sunulmuştur. Arkeolojik, antropolojik ve dilbilim araştırmaları üzerine temellendirilen Türk Tarih Tezi’nin daha iyi anlaşılması için bazı ön bilgiler vermek yararlı olacaktır. Yapılan araştırmalara göre, insanın yeryüzünde ilk çıkışı son jeolojik (Antropozoik) zamanda olmuştur. İnsanın ilk çıkışını açıklayan “monogenizm” ve “poligenizm” adlı iki teori vardır.
Bunlardan monogenizme göre, insan ilkönce bir bölgede meydana gelmiş ve diğer bölgelere buradan dağılmıştır. Poligenizme göre ise, insan aynı anda çok sayıda bölgede birden meydana gelmiştir. Doğal bir varlık olan insanın, belli bir ortamın hazır olmasıyla meydana gelmesi akla daha yakındır. Ancak insanların her yerde aynı tarzda hayat yaşadıklarını iddia etmek oldukça zordur. Bu nedenle insanlığın ilk doğuş yeri tek olarak kabul edilmese de, insanlığın kültür beşiği tek merkez olarak kabul edilebilir. O merkez de Orta Asya’dır. İnsanın meydana geldiği Antropozoik zaman dilimi, kendi içinde Paleolitik (eski taş), Mezolitik (orta taş), neolitik (yeni taş) ve maden devirlerine ayrılır. İnsanlar yazıyı maden devrinde bulmuştur.
İnsanlık tarihi, yazının icadından önceki Prehistorik (tarih öncesi) devir ve yazının icadından sonraki Historik (tarihi) devir olmak üzere ikiye ayrılır. Yalnız, yazının icadı insanların yaşadığı her bölgede aynı zamanda gerçekleştirilmemiştir. Yani insanlık, tarihî devirleri aynı anda yaşamamıştır. Örneğin Orta Asya’da Türkler yontma taş devrini MÖ 12.000 yıllarında yaşarken, Avrupa bunu 5.000 yıl sonra yaşamıştır.
IV. zamanın paleolitik devrinde dünyanın verimli birçok bölgelerinde (Afrika, Avrupa) dolikosefal tipi insanlar vardır. Bu insanlar bir hayli yayılmış olmakla beraber, sadece Orta Asya’da bu tip insanlara rastlanmamıştır. Bu sırada Orta Asya’da neolitik devreye erişmiş bir insan tipi olarak brakisefaller görülmektedir. Böylece bu devirde yeryüzünde dolikosefal ve brakisefal olmak üzere iki ırk vardır. Mezolitik devirde ise Çin, Hint, Hindiçin ve Avrupa’da hem dolikosefal hem brakisefal hem de ikisinin karışımı olan mezosefal tipi insanlar görülmektedir. Bu karışım, brakisefal insanların esas yurtları olan Orta Asya’dan çıkarak dünyanın dört bir yanına dağılmalarıyla olmuştur. Çünkü paleolitik devirde Afrika ve Avrupa’da brakisefal, Orta Asya’da ise dolikosefal insan tipine rastlanmamıştır.
Türklerin atası olan beyaz tenli insanlar, iklimin değişmesi sonucunda yurtlarını terk ederek doğu, batı ve güney yönlerinde göç etmek zorunda kalmışlardır. MÖ 6000–5000 yıllarında başlayan göçler, hep birden değil, art arda dalgalar halinde olmuştur. Türkler, yaratmış oldukları yüksek medeniyeti ve bu medeniyetin unsurlarını gittikleri yerlere beraberlerinde götürmüşlerdir. Tahıl tarımı, evcil hayvanlar, tekerlek, su üzerinde ulaşım, madencilik bu unsurlar arasında en önemlileridir. Bu maddi medeniyet unsurlarıyla birlikte bunların isimleri de daha doğrusu Türk dili de gitmiştir. Böylece dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olan Türklerin göçleri sonucunda, insanlık tarihinde köklü bir sosyal değişim meydana gelmiştir. Türkler bu hareketleriyle dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu kültür ve medeniyeti dünyaya yaymışlardır.
Ancak, Atatürk Türklerin Avrupa’ya, Çin’e ve Hindistan’a giden kollarından çok; batı yönünde ilerleyen, Yakındoğu’ya gelerek buralarda Sümer, Hitit ve diğer Anadolu medeniyetlerini kuran kollarıyla ilgilenmiştir. Buna, bugünkü yurdumuzun tarihini aydınlatması ve Türklerin dünya medeniyeti içindeki yerinin tespit edilmesi bakımından önem vermiştir. Bu konuya ağırlık vermekle birlikte, Türk tarihinin zaman ve mekân içindeki birliğini ve bütünlüğünü hiçbir zaman gözden uzak tutmamıştır.
Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri ve önemi
Bu konuda Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan yayımlar esas alınmıştır. Bu yayınlar; Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan kitaplar, kazı ve inceleme raporları, “Belleten” dergisinde çıkan makaleler, Tarih Kongreleri zabıt tutanaklarıdır. Bu yayınlar üzerinde yapılan incelemelerden şu sonuçlar elde edilmiştir:
Türk tarihi araştırmalarında Göktürk-Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti olarak, coğrafi bakımdan kuzeyde bulunan Türklere ağırlık verilmiştir. Buna karşılık Uygurlar-Karahanlılar-Gazneliler-Tolunlular-İhşidiler gibi güneyde bulunan Türkler hakkında çok az araştırmaya rastlanmaktadır. Bunlar dışında Altınordu, Kırım, Timurlar, Memluklular ve Hindistan Türk İmparatorluğu hakkında kuzey Türklerine göre az, güney Türklerine göre daha çok araştırma yapılmıştır.
1940 yıllarından itibaren Türk tarihinin İslami dönemine ait araştırmaların diğer araştırmalara oranı devamlı olarak artmıştır. Bu artış, Osmanlı ve Selçuklu tarihleri üzerindeki araştırmaların artmasından ileri gelmiştir.
1940 yıllarından itibaren Yunan ve Roma tarihine ait araştırmalar da devamlı artmıştır. Bu artış ise Anadolu’da eski Yunan ve Roma yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların artmasından kaynaklanmıştır.
Eski Anadolu tarihine ait araştırmalar, Anadolu medeniyetlerinden özellikle Hitit tarihi üzerindeki araştırmalar, hiçbir kesintiye uğramadan devam etmiştir. Hitit tarihinin yanında Asur, Fenike, Sümer, Frigya, Lidya, Babil, son zamanlarda da Urartu kavimleri üzerinde araştırmalar da yapılmıştır.
Atatürk ve Cumhuriyet tarihi üzerindeki araştırmalar 1940 yılları hariç, 1950’li yıllardan itibaren devamlı olarak artmıştır.
Yabancı dillerde yayımlanmış Türk tarihinin kaynakları ile Türk tarihine dair araştırmalar, özellikle 1940’lı yıllarda Türkçeye çevrilmiş, ondan sonra da azalarak devam etmiştir.
Türk Tarih Tezi, bazı Avrupalı tarihçilerin araştırmalarına dayanılarak ileri sürülmüş, ancak daha sonra bu tez arkeolojik, antropolojik ve dilbilimsel araştırmalar ve delillerle desteklenmeye ve temellendirilmeye çalışılmıştır.
Özellikle Atatürk döneminde Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar, birbirine bağlı ve birbirini destekleyici bir nitelikte yürütülmüştür. Ancak daha sonra Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar gittikçe birbirlerinden ayrılmıştır. Bu ayrılmada Türk Dil Kurumunun araştırmalarında dilin sosyal, tarihi ve kültürel temellerini incelemekten çok, büyük ölçüde sözlük çalışmalarına ve edebiyat araştırmalarına ağırlık vermesinin rolü olmuştur.
Yukarıdaki tespitlere dayanarak Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri hakkında bir değerlendirme yapıldığında görülebilecek en önemli hususlar şunlardır:
* Türk tarihinde birlik ve bütünlüğün kurulmasının sağlanmasıdır.
* Türk tarihinin İslam tarihi dışında bağımsız olarak araştırılmasıdır.
* Bazı Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkında ileri sürdükleri yanlış bilgilerin, Türk milleti üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesidir.
* Türklerin ikinci anayurdu olan Türkiye’nin tarihinin aydınlatılması yolunda önemli adımların atılmış olmasıdır.
Fakat çağdaş medeniyetin temelinde Türk medeniyetinin bulunduğu yolundaki Türk Tarih Tezi’nin önemli bir iddiasının topluma ve bilim âlemine mal edilmesi hususunda beklenen başarı sağlanamamıştır. Tam tersine, çağdaş medeniyetin temelinde Yunan medeniyetinin bulunduğu şeklinde bir yanlış anlayış zamanla Türkiye’de de yerleşmiştir. Bu anlayışın yerleşmesinde eski Yunan ve Roma medeniyetleri hakkında yapılan incelemelerin ve bu toplumlara ait Anadolu’daki eski yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların etkisi olduğu gibi, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun çalışma ve araştırmalarının birbirinden kopuk olması nedeniyle, Türk Tarih Tezinin lengüistik delillerden mahrum bırakılması da etkili olmuştur. Bunların dışında, bu anlayışın yerleşmesinde, 1940’larda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tercüme ettirilerek yayımlanan ve okul kitaplıklarına konulan Yunan, Roma ve Batı klasiklerinin de etkisi olmuştur.
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu’nun yayımlanmasına kadar dernek statüsünde çalışmışlardır. 1982 Anayasası’nın 134. maddesi uyarınca 2876 sayılı Kanun ile Atatürk’ün manevi himayesinde, Cumhurbaşkanı’nın gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulmuştur. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, bu yüksek kuruma bağlanmışlardır. Ayrıca bu Kanun, Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi adında iki yeni kurumun daha kurulmasını sağlamıştır.
Böylece günümüzde; Atatürk, Türk tarihi, Türk dili ve Türk kültürü konuları bu yüksek kurum tarafından incelenmektedir. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun yanında Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi’nin kurulması olumlu olarak değerlendirilmektedir. Ancak Atatürk’ün arzusu, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun birlikte Türk Bilimler Akademisi haline getirilmesiydi. Bu arzusu tam olarak yerine getirilemediği gibi, “Türk Tarihi” ve “Türk Dili”nin yanında bu değerlerin oluştuğu mekân olan “Türk Coğrafyası” da eksik bırakılmıştır. Böylece, Atatürk’ün Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurmasındaki asıl amaç tam olarak yerine getirilememiştir. Aslında Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi birlikte düşünülmelidir.
“Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.” (Ord. Prof. Dr. Enver Ziya KARAL)
Genel Sebepler:
Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.
Bu iş kolay olmadı. Atatürk milli tarih anlayışını kurmak için ilkin Osmanlı İmparatorluğu devrinde değer kazanmış tarih anlayışını çürütmek zorunda olduğunu anladı. Osmanlı tarih anlayışı üç konaktan geçerek gelişmiş bulunuyordu. İmparatorluğun kuruluşundan Tanzimat’a kadar süren devirde, ümmet tarihi anlayışını görüyoruz.
İslâm uleması, İslâmlık temellerine dayanan İmparatorluğun İslâm halkı arasında ortak bir kültür vasıtası yaratmak için tarihten faydalanmağı düşünmüş ve İslâm tarihini, bu maksatla devlet tarihi olarak kabul etmişlerdi. İslâm tarihinde Türklerin İslâmlıktan Önceki tarihleriyle, İslâmlığın yayılmasında gördükleri büyük hizmetten hiç bahsedilmiyordu, Tanzimat devrinde ümmet tarihine paralel olarak devlet tarihi anlayışı gelişmeğe başladı.
Bu yeni anlayış, İslam ve Hristiyan halkının kanun önünde eşit sayılmağa başlamasının bir neticesi idi. İslam tarihinin medreselerde okutulmasına devam edildi. Fakat medrese dışında açılan okullarda İslâm tarihi yanında Osmanlı tarihi öğretimi başladı.
Yeni tarih anlayışında, Osmanlı devleti için başlangıç olarak, Osmanlı devletinin kuruluş tarihi, kabul ediliyordu. Bu tarihten önceki Türk tarihi ile Osmanlı devletinin kurulmasında Türk Milletinin sarf ettiği gayretler, belirtilmek şöyle dursun, işaret bile edilmemişti. Tanzimat ve birinci Meşrutiyet, Osmanlı halkım ortak değerlere kavuşturmadıktan başka, milliyetçilik cereyanlarını da önleyemedi.
İmparatorluğun türlü taraflarında bağımsız devletler kurulması üzerine Türk münevverlerinden bazıları milli tarih anlayışına, sarılmak gereğini duydular. Bunlar, Türklerin, Osmanlı tarihiyle İslâm tarihinde yaptıkları büyük işin belirtilmesini istedikleri gibi, bu iki tarihin ötesindeki Türk tarihinin kaynaklarına gidilmesi lüzumunu da belirttiler. Bu yeni tarih anlayışı istikametinde başlayan çalışmalar en çok ikinci Meşrutiyet devrinde gelişti.
Devlet bu çalışmalara karışmadı, Aydınlardan tarihe merak sardıranlar, Avrupalı bilginlerin Türk tarihi alanında edinmiş oldukları bilgileri ve kanaatleri, ya hiçbir kritiğe tâbi tutmadan ve yahut gevşek bir kritikten geçirerek derlemeğe ve yaymaya başladılar.
Bu suretle Türk tarihi hakkında, gerçeğe uymayan birçok bilgiler, manasız iddialar ve hatta iftiralar memleketimizde de yerleşmeğe başladı. Osmanlı İmparatorluğunda geliştiklerine kısaca işaret ettiğimiz bu üç tarih anlayışı, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına kadar, yan yana yaşamağa devam ettiler.
Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması ve halifeliğin kaldırılması, ümmet tarihi anlayışını, Osmanlı Devletinin yıkılması da, manasını yalnız Osmanlı tarihinde bulan devlet tarihi anlayışını modası geçmiş tarih anlayışları durumuna düşürmekte idi.
Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkomutan ve Devlet Başkanı olarak söylediği nutuklarda fırsat buldukça bu tarih görüşlerinden ayrılmanın gereğini ve yeni bir tarih görüşüne varmanın önemini belirtti. Lozan Muahedesinin imzalanmasından sonra bu düşünce üzerinde ısrarla durdu. Türk Milleti dünyaca tanınan ve sayılan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurmuştu. Devlet yeni, fakat millet uzun ve şerefli bir geçmişe malikti. Milletin kendi adını taşıyan tarihine kavuşması muhakkak lazımdı. Bunun için de millet tarihi anlayışını kabul etmekten başka çare yoktu.
Özel Sebepler:
Bu genel sebep yanında, Atatürk’ü, millet tarihi anlayışını kabul etmeye zorlayan, aşağıdaki sebepleri görüyoruz:
Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler: Avrupa düşünürlerinden bir kısmı, ya din gayretkeşliği veya sadece siyasi düşüncelerle Türkün sarı ırka mensup, Avrupalılara göre ikinci neviden bir insan tipi olduğu bilgisini yaymışlardı. Bu bilgi okul kitaplarına bile geçmiş bulunuyordu. Türkiye’de tarih araştırmaları gelişmiş bulunmadığı ve tarih yazarlarımızdan büyük bir kısmı Avrupa tarihlerinden tercümeler yaparak, Tarih kitabı yazdıkları için, Türklerin ikinci nevi bir insan tipi olduğu yolundaki yanlış bilgiler memleketimizi de istila etmiş bulunuyordu.
Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum oluşu: Türklerin sarı ırktan gösterilmesinin bir neticesi olarak medeni kabiliyet ve istidattan mahrum bulundukları da kabul edilmekte idi. Yakın çağlarda, Osmanlı İmparatorluğunda yapılan Islahat hareketlerini beğenmeyen, bir çok Avrupa tarihçileri ve siyasileri, Türkleri anlayışsızlık ve kabiliyetsizlikle itham ettikten başka, hiç bir medeni eser yaratmadıklarını, Avrupa’da ordu kurmuş bir insan topluluğu mahiyetinde olduklarını, ileri sürmüşlerdir. Hattâ Türkiye’de ara sıra patlak veren siyasi buhranlar sebebiyle Türklerin Avrupa’dan Asya’ya kovulması icabeden barbarlar olduğu bile söylenmiş ve yazılmıştı.
Türk toprakları üzerinde tarihi iddialar: Osmanlı devletinin birinci cihan harbini kayıp etmesi üzerine, Osmanlı topraklarının taksimi, bir olupbitti gibi kabul edilmişti. Bu toprakların taksimi sırasında Anadolu ve Trakya gibi öz ve öz Türk toprağı olan yerlere hak iddia eden devletler çıktı. Yunanlılar batı Anadolu ile Trakya’ya, İtalyanlar’da güney Anadolu’ya yerleşmek için bu topraklar üzerinde tarihi iddialar ileri sürdüler. Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulması için tarihin şahitliğine başvuruldu. Sevr Muahedesi bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine hazırlanarak, Osmanlı Devletine imzalatıldı.
Kurtuluş savaşımızla, topraklarımızı yabancı ordulardan temizledik ve istiklâlimizi Lozanda dünyaya tanıttık. Fakat Türk milletiyle Türk toprakları hakkında yüzyıllardan beri sakat tarih bilgisiyle beslenmiş olan, dünya umumi efkârını her an düşman olarak karşımızda bulabilirdik.
Nitekim Lozan antlaşmasından sonra bile emperyalist bazı devletlerin, Türk toprakları üzerinde tarihi haklar serdederek istilâcı birer programın tatbikine hazırlanmakta oldukları, söz ve hareketlerinden anlaşıldı.
Bu da gösteriyor ki kurtuluş savaşımızda elde edilmiş olan maddi neticeleri, manevi alanda yapılacak çalışmalarla tamamlamak lazımdı. Bunun için de aleyhimizde kullanılmış olan silahın cinsinden bir silah ile kendimizi müdafaa etmekten başka çare yoktu. Aleyhimize kullanılan silah tahrif edilmiş olan tarihti.
O halde bize düşen görev, tarihimizi gerçek yapısı ile meydana, koymak ve şaşırtılmış bulunan efkârı umumiyeyi, Türk milleti ile Türk toprakları hakkında aydınlatmaktı. Buraya kadar yapılan kısa açıklama Atatürk’ün Türk Tarih tezine vermiş olduğu önemi belirtecek karakterdedir.
Atatürk’te tarih merakı ve sevgisi okul sıralarında başlar. Kurtuluş savaşında türlü vesilelerle söylediği nutuklarında fikirlerini kuvvetlendirmek için, daima tarihten misaller getirdiğini görüyoruz. Tarihle uğraşmak hususundaki düşüncelerine ilk defa olarak, 1923’de kendisine fahri Profesörlük ünvanını vermiş olan, İstanbul Edebiyat Fakültesinin, fahri Profesörlük beratını Ankara’ya getirmiş olan, heyetine söylemiştir. Bu heyette bulunmuş olan Prof. Şemseddin Günaltay, Belleten de yayınladığı bir yazıda Atatürk’ün sözlerini şöyle nakletmektedir:
“Beratı takdim ve lütfen fahri müderrisliği kabul buyurduklarından dolayı müderrisler meclisinin şükranlarını arz ettik. Heyetimize iltifatta bulunan Gazi bir aralık kendisinin mektep sıralarından beri çok sevdiği tarihle daima meşgul olduğunu, bu itibarla fahri müderrisliğinin Edebiyattan ziyade tarihe ait olmasının daha münasip olacağını söylediler“.
Bu sözlere rağmen Atatürk’ün 1923’den 1928 yılına kadar tarihle yakından alakadar olduğunu görmüyoruz. 1928’de Bayan Afet (İnan) kendisine, Türk ırkının Sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci “Secondaire” nev’i bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek: – Bu böylemidir? diye sormuştur.
Atatürk’ün verdiği cevap şudur: “Hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” bundan sonra Atatürk devamlı ve sıkı bir şekilde tarihle uğraşmaya başlamıştır. Onun yıllardan beri aydınlatılmasını gerekli bulduğu belli başlı tarih meseleleri şunlardı:
Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir?
Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir?
Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir?
Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kuruluşu için başka bir izah bulmak lâzımdır.
İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslâm tarihinde rolü ne olmuştur?
Atatürk, bu meseleler üzerinde milletimizi ve dünyayı eski ve hatalı tarih anlayışından, yeni ve doğru bir tarih anlayışına getirmenin kolay olmadığını biliyordu. Bu önemli iş için her şeyden önce, teşkilâta sistemli, devamlı ve sabırlı bir çalışmaya lüzum görüyordu. Atatürk tarih tetkiklerini büyük devlet işleri arasına alınca, belli bir vaktini bu işe hasretmeği kararlaştırdı.
İlkin tarih sahasında çıkmış en yeni kitaplarla bir kitaplık kurdu.
Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeğe koyuldu, Bakanlardan, Milletvekillerinden Profesör ve Öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışmak vazifesi verildi.
Tercüme edilmiş kitapların özü çıkarılmakta, incelenen meseleler üzerinde raporlar hazırlanmakta ve Atatürk’e sunulmakta idi.
Böylece Türk Tarihi üzerinde büyük ölçüde bir anket işi başlamış oldu.
Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk tarihinin incelenmesi ile devamlı olarak çalışmak üzere Türk Tarihi Tetkik Heyetinin, kurulması ile uğraşıldı.
Tarih çalışmalarının ilk mahsulü 1930’da yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları’’ isimli kitap oldu. Atatürk bu kitabın birçok yerlerini beğenmedi. Bu kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra da Türk Tarihi Tetkik Heyeti resmen kurulmuş oldu. Heyetin kurulmasıyla çalışmalar hızlandı.
O kadar hızlandı ki, Türk Tarihi Tetkik Heyeti bir aralık gezici bir hal aldı. Çankaya’da, Yalova’da, Dolmabahçe’de, vapurda, trende, sözün kısası Atatürk’ün çalışmak için vakit bulduğu yerlerde toplantılar yapıldı. Toplantı saatlerinin yalnız başlangıcı belli idi. Bazen 24 saat fasılasız çalışıldığı da olurdu.
Çalışmalar çok kere münakaşalı geçerdi. Atatürk’ün münakaşalarda haklıyı ayırt etmek için kullandığı usul hakkında bir fikir edinmek için Prof. Muzaffer Göker’in Belletende yayınladığı “Atatürk’ün huzurunda” başlıklı yazısında şu satırları alıyoruz:
“Bir gün Ankara Halkevindeki Tarih Kurumu Dairesinde müsveddeleri okumak için toplanmıştık. Müzakereler hararetli oldu. Bilhassa iki arkadaş arasında müzakere, münakaşa şeklini aldı, O akşam Atatürk lütfen cemiyet azalarını sofralarına davet buyurdular. Günlük mesai hakkında malumat aldıktan ve her zaman olduğu gibi çalışmaları iltifatları ile teşvik ettikten sonra söz sırası günün münakaşa mevzuu olan meseleye geldi.
Münakaşadan son derece zevk alan Atatürk gayet neşeli bir halde günün hadisesini hülâsa ettikten sonra münakaşanın huzurlarında devamını kendilerine has nezaketiyle rica ettiler. Arkadaşlar mevzuu anlatmağa başladılar: Onları dinledikten sonra kâğıt ve kalem getirilmesini emrettiler. Zaten kâğıt ve kalem yemek odasının demirbaş eşyası sırasına girmişti. Salonun bir ucunda kara tahta, kenarda etajerlerin üzerinde lügatler, ansiklopediler yemek odasına bir mektep manzarası hali vermişti. Ve orası hakikatte bir mektepti. İstenilen şeyler geldikten sonra Atatürk her iki arkadaştan iddialarını yazı ile tespit etmelerini istedi.
Münakaşalarda başlangıçtaki iddiaların unutulması sık sık görülen birşey olduğu için buna lüzum görüldüğünü ilave etti. Sonra arkadaşlardan sözlerini teyit için ne gibi ilmi vesikalara ve mehazlara müracaat edeceklerini sordu. Bunlar da kâğıda yazıldı. Kütüphaneden istenilen kitaplar geldikten sonra okuma ve tercüme başladı. Neticede bir taraf hak kazandı. O zaman Atatürk kaybeden arkadaşımıza dönerek bu neticenin kendisinin yüksek kıymetini küçültecek bir hadise olmadığını ilâve ederek gönlünü aldı.
Yalnız dedi ki:
“Size her zaman söylerim. Yalnız kendi başınıza ve kendiniz için çalıştığınız zaman herkes gibi böyle bir netice ile karşılaşmanız mümkündür. Hatta sık sık olabilir. Cemiyeti ben bunun İçin kurdum. Buradaki üyeler yurt içinde ve dışında tarihe ait yapılan çalışmalarda ve kendi tetkikleri neticelerinden birbirlerini haberdar ederek birbirlerini tamamlayarak çalışırlarsa netice daha müsbet olur. Bunu yaparken şahsınıza ait bir buluşun başkaları tarafından kullanılmasından ve mesut neticelerin isminize değil, mensup olduğunuz cemiyete ve millete mal edilmesinden endişeniz olmasın. Millet bunun kadrini bilir. Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanan hepsi milletin eseridir dedim. Aranacak olursa doğmanda budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımıza ileri süremeyiz. Bu güne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük İşlerimiz vardır, kimi araştırmalar da bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem budur: Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliği ile çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur.”
Atatürk, Türk Tarihi Tetkik Heyetinden, çok istifadeli çalışmalar bekliyordu. Fakat heyette bazen her şey beklediği gibi gitmiyordu. Ara sıra heyet üyelerini irşad edecek yolda direktifler vermek mecburiyetinde kalıyordu. Tarih çalışmalarının ayarlanmasında ve istenilen istikamette yönetilmesinde tesir yapan bu direktiflerin önemlilerinden bazıları şunlardır.
“Büyük Devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetikik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha, büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır,”
“Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nadim olmaktansa hiç bir eser vücuda getirmemek, aczini itiraf etmek evlâdır.”
“Biz tarih yazarken aport değil bizzat fiiller ve hadiseler arayan adamlarız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmiyelim.”
“Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız, Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikatta her şeyden ve herkesten evvel, kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu nokta-i nazarlardan kıskanç olmak İsal edebilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatan ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının… baziçesfi kalırsınız.”
“Tarih hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmağa çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmeden çekinmeyelim.”
“Biz daima hakikat arayan ve buldukça, bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlarız.”
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.”
Bu direktiflere göre yürütülen tarih çalışmaları neticesinde 1931 yılları sonlarında okullar için dört ciltlik bir umumi tarih serisi ortaya kondu.
Ağırlık noktasını Türk Tarihi teşkil eden bu serinin müsveddelerini Atatürk baştan aşağı okudu ve tashih etti.
Yeni Türk Tarih Tezi yazılımı
Yeni tarih kitaplarımız Milli Tarih Tezimizi de ihtiva etmekte idi. 1932’de Ankara’da Tarih Profesör ve Öğretmenlerinin iştiraki ile ilk defa olarak toplanan Türk Tarih Kongresinde Türk Tarih Tezi geniş ölçüde açıklamalar ve tartışmalarla millete mal edildi. Kültür alanımızda bir inkılâp ifade eden bu tezin esası şudur:
“Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.”
“Türk ırkı, çok kere öne sürüldüğü gibi sarı değildir. Türkler beyaz insanlardır ve brakisefaldir. Bu günkü yurdumuzun sahipleri, en eski kültür kurucularıyla aynı vasıfları taşıyan çocuktandır,”
“Türkler yayıldıkları yerlere medeniyetlerini de götürmüşlerdir. Irak, Anadolu, Mısır, Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalılardır. Biz bugünkü Türkler de Orta Asyalıların çocuklarıyız.”
Türk Tarih Tezi, Tarih alanında yapılan en yeni çalışmalarla Arkeolojik, Antropolojik araştırmalar neticesinde elde edilmiş olan vesikalara dayanmaktadır.
1937’de toplanan ikinci Türk Tarih Kongresinde Tarih tezimiz yabancı ilim adamlarının da tetkikine arz edildi. Kongrenin komisyonlarında ve genel toplantılarında yapılan açıklamalara göre Türk Tarih Tezi âlemşümul bir tarih gerçeği olarak kabul edildi. Türk Tarih Tezinin kabul edilmesi ile milli tarihimiz gerçek karakterini millet ve dünya nazarında kazanmış oldu. Türkleri medeni milletler birliğinden ayırmak ve onları insan yapısıyla medeni vasıfları bakımından ikinci neviden saymak gibi yalnız kin ve garaz mahsulü olan bir edebiyat da gene tarih tezimizle çürütülmüş oldu.
Türk Tarih Tezinin, cihan tarihi anlayışında da ileri bir adım olduğunu kabul etmek lazımdır. Tezimiz beşer kültürüne Orta Asya’yı beşik göstermekle bütün dünya milletlerinin hasretini asırlardan beri çektikleri ortak bir kültür temeli de yaratmaktadır. İlk anlarda, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi istikametinde yönetilmiş çalışmalarında ırkçı ve emperyalist düşüncelerin izlerini arayanlar oldu. Fakat onun bütün hayatı, bütün düşünce ve çalışmaları milliyet ile insanlığın uzlaşacağı yolunda bir inanın örnekleri ile süslenmişti. Bu örneklerden birini Balkan milletlerinin üyelerine bir antanta varmak için Türkiye’de çalıştıkları sıralarda söylediği şu sözlerde görüyoruz.
“Balkan Milletleri İçtimai ve siyasi ne çehre arz ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş yakın soylardan, müşterek cetleri olduğunu unutmamak lâzımdır.”
“Karadeniz’in Şimal ve Cenup yolları ile binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlarda yerleşmiş olan insan kütleleri, başka başka adlar taşımış olmalarına rağmen, hakikatte bir tek beşikten çıkmış kardeş kavimlerden başka bir şey değildirler.”
Atatürk, Türk Tarih Teziyle insanların aralarında anlaşmak ve müşterek saadetleri yolunda çalışmak için muhtaç oldukları kültür ortaklığının kuvvetli bir adımını da atmış oluyor.
O, “İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırmak, birbirlerini sevdirmek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir.” sözü ile de, Türk milletinin saadetine verdiği değeri diğer milletler içinde tanımış olmuyor mu?
Ölümünde Türk milleti kadar bütün dünyanın da onun için göz yaşı dökmesi, belki de milliyet manasını ve insanlık idealini en güzel anlatmış olmasından ve bu uğurda açık gönül ile çalışmasından ileri gelmiştir.
Türk Tarih Tezi’nin iki temel amacı
Türk ulusunu odak alarak tarihi yeniden yazarak bir Türk ulusal kimliğinin yaratılmasına katkıda bulunmak, bu şekilde Cumhuriyet’in temel amacı olan ulus-devlet yaratma sürecine tarihsel bir referans oluşturmak.
Türklerin dünya uygarlıklarının gelişiminde önemli bir yere sahip olduğu tezini kanıtlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetinin tarihsel olgularca doğrulandığını göstermek.
Temel kabuller
Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre çeşitli göç dalgaları halinde Orta Asya’dan dünyaya yayılan Türkler dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur. Türk Tarih Tezi’nin temel kabulleri şu şekilde özetlenebilir:
*Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır,
*Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır,
*Göçler sonucu Türkler birçok yere yayılmış ve uygarlaşmayı tetiklemiştir,
*Anadolu’nun ilk yerli halkları Türklerdir; Hititler vs. halklar dahil,
*Kürtler dağ Türk’üdür. Bu yüzden 80 yıl önce Kürtlere dağ Türkü denilmişti,
*İtalya’da yaşamış Etrüskler Türk’tür,
*Irak’ın güneyindeki Sümer uygarlığını Türkler kurmuştur,
*Mısır medeniyetinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal Türklerdir,
*Maya, Aztek ve İnka Amerika uygarlıklarını Türkler kurmuştur,
*70 bin yıl önce Asya ve Amerika kıtası arasından batmış Mu kıtasında konuşulmuş olan Mu dili Türkçedir,
*Peygamber Hz. Nuh Türktür. (Hz. İbrahim’in ve hatta Hz. Muhammed (sav)’in Türk’lüğü kuvvetle muhtemeldir.
Görüldüğü gibi, Türk Tarih Tezine göre Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir: Hitit, Sümer, Etrüsk, Rum, Yunan, Kürt, Macar vs. halklar Türk sayılmaktadır. Başka bir deyişle, bu teze göre Avrupa’dan Çin’e kadar uzanan coğrafyadakilerin çoğu Türktür.
Atatürk’e göre Türk tarihi
“Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir” sözü de Anadolu’da Türklerin varlığının Malazgirt Savaşı’ndan çok öncelere dayandığı anlamını taşımaktadır; Anadolu’nun en eski halkları Atatürk’e göre Türk’tür.
Bu gerçekliği Atatürkün kendi yazdığı şiirdede görebiliriz: “Gafil, hangi üç asır, hangi on asır / Tuna ezelden Türk diyarıdır. / Bilinen tarihler söylememiş bunu / Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, / Dinleyin sesini doğan tarihin, / Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak / Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. / Asya’nın ortasında Oğuz oğulları, / Avrupa’nın Alpleri’nde Oğuz torunları / Doğudan çıkan biz / Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz / Türk sadece bir milletin adı değil, / Türk bütün adamların birliğidir. / Ey birbirine diş bileyen yığınlar, / Ey yığın yığın insan gafletleri / Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, / Hakikat nerede?”
Bu şiirden anlaşıldığı kadarıyla Atatürk’e göre Alp Dağları’na kadar uzanan yerdekiler Türk’tür. Tuna nehrinin “ezelden beri Türk diyarı” olduğunu belirterek de Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna gibi Tuna havzası ülkelerinin üzerinde yaşamış olan halkların Türk olduğu tezini ortaya koymaktadır.
Atatürk, Türk Tarih Tezi’nde dile getirilen göç hareketleri ve “Kayıp Kıta Mu” efsanesi arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüş ve bu konuda araştırma yapmak için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bu efsaneye göre Pasifik Okyanusu’nda, Asya ve Amerika kıtaları arasında bulunan ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde olan Mu Kıtası 70 bin yıl önce batmıştı. Atatürk, Türk halkının Mu kıtasından dünyaya yayılmış olabileceğini düşünerek bir araştırma başlattı; Meksika’ya elçi olarak atanan Tahsin Mayatepek’i, Türkçe ile Maya dili benzerliğin araştırılmasıyla görevlendirdi.
SONUÇ
Mustafa Kemal Atatürk’ün esaretten kurtulma, var olma ve en az medeni dünya seviyesinde kültür ve bilim üretme heves ve arzusu, tarihten gelen benlik ve kudrete bağlıydı. Delile muhtaç bu iddiaların en yücelerinden birisi de Tarih Tezi’ydi. Gerek yurt dışındaki kaynakları okuyarak, gerekse yurt içindeki arkeolojik kazı ve incelemelere ön ayak ve destek olarak Mustafa Kemal Atatürk, mevcut tarihin aksayan yönlerini tespitte, yanlışları ortaya çıkarmakta bir tarihçi titizliği ile de öncüydü.
Dahası o bilgi birikimi ile ve yönlendirmeleri ile Milli şuuru, millet olma ve medeniyetin beşiği olma idrakini toplumuna izaha çalışırken, bir yandan da ilim dünyasına bu tezini ispata çalışıyordu.
Mertliği tarihe armağan etmiş Türk’lerin ezeli ve ebedi medeniyet nurlarını ispat için ömrünün son zamanlarını bu inanca ayıran Atatürk, kurduğu Türk Tarih Kurumu ile de bunu sistematikleştirmiş, bilimsel hüviyete sokmuş ve kurumsallaştırmıştır. Mu kıtasından itibaren Türk’lerin anayurdu arayışlarını ispata çalışan Atatürk, Türklerin sanılanın aksine sarı ırktan olmadığını, barbarlıkla alakası olmadığını, pek çok ulus ve devletin Türk kökenli olduğunu tespit ve ispat etmiştir.
Lakin batının yerleşik tarihi ve o tarihi yazanlar güçlüdür, yerleştirdikleri Türk düşmanlığını silmeye razı değillerdir ve bunun yerine Türklüğü, İslamcılıkla yer değiştirmek hevesindedirler. halen de bu misyon devam etmektedir. Çünkü zayıf bir Türkiye ve tarihinden habersiz bir millet bu kahpe senaryoya çok daha uygundur.
İşte Ulu Önder’in gaye ve davası da bu oyunu bozmaktır ve kısmen başarılı da olmuştur. hatta bu uğurda Afet İnan’a Ertuğrul gemisini tahsis etmiş, adalardaki kazılara maddi destek sağlamış, kurul ve toplantılara muhakkak katılmıştır. Çıkarılan dergi ve gazetelerin, toplantı tutanaklarının tanzim ve yayımı, müzelerin kurulması ve ziyarete açılması hep bu maksat iledir.
Maalesef Atatürk’ün vefatı ile bu tez önce zayıflamış ve sonra terk edilmeye mahkûm bırakılmıştır. Bu sayede de Türk’lük mazisini ve kudretini bilmez halde, “Araplaştırma” kastı ile, kopya ve sahte batılı tarihlere maruz bırakılmıştır. Bu ise bugün dahi yaşanan sorunların temelidir.
Cumhuriyetçi aydın yazarlara, araştırmacılara ve özellikle Türk Tarih Kurumu’na düşen görev, bu tezi doğruluğunu ispat edemese ve ikna edemese bile takip etmek, aksi ispatlanana kadar pes etmemek, halkı da bu tez istikametinde aydınlatmaktır.
Çünkü tarih, dünya ve medeniyet Türk’tür. Bu elbet anlaşılacaktır. Lakin bu anlayışta en büyük sorumluluk ve görev bizlere düşmektedir. Oysa bizler hala Atatürk’ün sağladığı huzur ve güven ortamında mışıl mışıl uyumakta olduğumuzdan, hala batının yazdığı empoze tarihe tutsağız.
Uyanmak ve tarihimize sahip çıkmak umuduyla …
Kaynaklar;
https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1582
https://www.cukurovader.org.tr/wp-content/cache/all/ataturkun-turk-tarihi-tezi/index.html
https://www.turkcebilgi.com/t%C3%BCrk_tarih_tezi
Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün bütünleyici ilkeleri İngilizce ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk’s Supplementary (Complementary) Principles
Although Atatürk’s principles are classified under 6, all of them are parts must be considered as a whole and all the volunteers of Atatürk must know and believe, live and support all of them. Not to believe even one of them is not to believe all. And then one cannot be regarded as volunteer of Atatürk.
Her ne kadar Atatürk ilkeleri altı başlık altında sınıflandırılsa da, o ilkelerin hepsi bir bütün olarak düşünülmeli ve tüm Atatürk sevdalıları bunların tamamını bilmeli ve inanmalı, yaşamalı ve desteklemelidir. Bunlardan birine bile inanmamak hepsine inanmamak demektir. Ve o zaman kişi Atatürkçü sayılamaz.
The supplementary principles of Atatürk are binding and complementary issues which are not written and produced but borned from the apllications of the main principles.
Atatürk’ün tamamlayıcı, bütünleyici ilkeleri, yazılı olmayan veya üretilmemiş ancak ana ilkelerin uygulanmasından doğmuş bağlayıcı, bütünleyici ilkelerdir.
All these certain supplementary issues are related with being independence, sovereign, native, national, and all these principles are, again, parts of democracy, secularism, rationalism, civilization and Turkishness. And while carriying out all these, principles are related with loving mankind and whole Nation and high tolerance.
Tüm bu ilkeler bağımsızlıkla, egemenlikle, yerli ve milli olmakla alakalıdır ve tüm bu ilkeler yine demokrasi, laiklik, akılcılık, çağdaşlaşma ve Türklüğün parçalarıdır. Tüm bunlara ek olarak bu ilkeler insanlığı ve bütün ulusu sevmekle ve yüce hoşgörü ile alakalıdır.
As seen these supplementary principles are both helper of main ones and also these are parts of the common humanity values. That’s why, these must be accepted just like the main ones.
Görüldüğü gibi bu tamamlayıcı ilkeler hem ana ilkelerin yardımcısı hem de yüksek insanlık değerlerinin parçalarıdır. Bu nedenle ana ilkeler gibi bu tamamlayıcı ilkeler de kabul edilip benimsenmelidir.
Below, supplementary principles are faithfully listed as regarded to the common acceptance.
Aşağıda, genel kabule göre tanzim edilmiş tamamlayıcı ilkelerin tam listesi mevcuttur.
This principle is the main, target and indispensable of all. It supports especially Republicanism. National sovereignty principle means nation to chose her managers and appoint her future herself freely. The source of sovereignty based on national willpower. If there is no national willpower, that means all other supplementary and main principles are futile, short-lived and fake.
Bu ilke tüm ilkelerin esası, hedefi, vazgeçilmezidir. Bu ilke Cumhuriyetçilik ilkesini destekler. Milli egemenlik ilkesi milletin kendi yöneticilerini kendisinin ve hür olarak seçmesi ve geleceğine yön vermesi demektir. Egemenliğin kaynağı milli iradedir. Milli irade yoksa tüm tamamlayıcı ve ana ilkeler beyhude, kısa ömürlü ve sahte demektir.
This principle is related with nations survivability and means being free, independence and self-contained in every kind of issues of the nation. This concept includes economy, politics, art, Agriculture, industry, sports, education etc. It also needs to refuse all pressures and constricts. At the same time this principle requires to be brave enough to appoint her future herself. It is unacceptable to leave this rule even temporary or partly and therefore this is one of the vital principles. Essentially this principle is related with Nationalism and can be summarized with sayings of Atatürk “either independence or death”.
Bu ilke ulusun bekasıyla alakalıdır ve ulusu ilgilendiren tüm alanlarda hür ve bağımsız olmak ve kendi kendisine yetmek demektir. Bu prensip ekonomiyi, siyaseti, sanat, tarım, endüstri, spor, eğitim gibi tüm alanları kapsar. Bu ilke aynı zamanda tüm baskı ve sınırlamaları da reddetmeyi gerektirir. Aynı zamanda bu ilke, milletin geleceğini kendisi tayin edecek kadar cesur olmasını gerektirir. Bu ilkenin geçici veya kısmen terki kabul edilemez ve bu yüzden bu ilke hayati ilkelerden birisidir. Esasen bu ilke Milliyetçilik ilkesiyle alakalıdır ve Atatürk’ün “Ya istiklal ya ölüm” özdeyişiyle özetlenebilir.
All of the principles’ aim is being one and powerful, developing and progressing, sharing the same future, living the happiness and griefs all together. This principle, while related with Nationalism, requires and realizes, living together in free motherland, collaborating, keeping common ideals, loving each other and keeping integrity of homeland.
Tüm ilkeler, bir ve güçlü olmayı, ilerleme ve gelişmeyi, bir bütün olarak aynı geleceği, mutluluk ve kederleri paylaşmayı amaçlar. Bu ilke, Milliyetçilikle alakalıyken, vatan topraklarında birlikte yaşamayı, işbirliğini, ortak hedeflerin muhafaza edilmesini, birbirini sevmeyi ve vatanın bütünlüğünü muhafaza etmeyi ister ve gerçekleştirir.
This principle means to prefer, support and follow peace but this doesn’t mean despite everything. The main issue is being independent and sovereign and if the peace can guarantee this, only then all the peace efforts can be supported. And this independent must be not only in military issues but also in every issues of the nation like art, sport, industry etc. This principle requires to be ready, powerful, informed and volunteer to defense the country and at the same time requires to be prepared against not only in motherland but also abroad. The final aim of this principle is the peace to be applicable all around the World.
Bu ilke barışı tercih etmek, desteklemek ve takip etmek demektir ama bu her şeye rağmen değildir. Esas unsur bağımsız ve egemen olmaktır ve barış bunu garantilerse ancak o zaman barış çabaları desteklenebilir. Ve bu bağımsızlık sadece askeri alanda değil aynı zamanda sanat, spor, sanayi gibi milleti ilgilendiren tüm alanlardadır. Bu ilke ülke savunmasında hazır, güçlü, bilgili ve istekli olmayı gerektirir ve aynı zamanda sadece yurt içine değil yurt dışına da karşı hazır olmayı gerektirir. Bu ilkenin nihai amacı barışın dünyanın her yerinde uygulanabilir olmasıdır.
Leaving ruthless beliefs, superstitions, blinded habits and negative approaches to the mind, instead accepting modern and scientific works based on the law (nature) of life and the legitimacy based on the power are the basics of this principle. It also means accepting objectively mind and knowledge as guides to life. It is especially related with Secularism because the huge obstacles in front of the brains are religious ones. Truths emerge from the rationalism, modern sciences helps dominance of scientific ideas. Revolutions were performed by rationalism and scientific. All of the law, education, economic and social life were organized by under the leadership of mind and science.
Köhne inanış, batıl inanç, körelmiş alışkanlıklar ve akla ters yaklaşımları terk, bunun yerine hayatın doğasından kaynaklanan modern ve bilimsel çalışmalar ile güce dayalı meşruluğu kabul bu ilkenin temelleridir. Bu aynı zamanda objektif akıl ve bilimi hayata rehber edinmeyi kabul etmek demektir. İlke özellikle laiklikle alakalıdır çünkü akılların önündeki en büyük engeller dini olanlardır. Gerçekler akılcılıkla ortaya çıkar, Modern bilimler bilimsel fikirlerin egemen olmasına yardım eder. İnkılaplar akılcılık ve bilimsellikle yapılmıştır. Tüm Yasalar, eğitim, ekonomik ve sosyal hayat akıl ve bilimin önderliğinde teşkil edilmiştir.
This principle means, by keeping national culture, individuality, spirit and history, struggle to be modern and civilized. The critical issue under this subject is this modernization must be native, harmless, friendly. Otherwise losing native individuality but gaining technology and foreign copy cultures can’t be accepted. This principle is especially related with Reformism. Reformism requires both personal and national reforms. Hence, all institutions, state bodies and citizens must be volunteer to advance on the road of civilization just to be protected against being slave or prisoner to other nations and cultures.
Bu ilke milli kültür, benlik, ruh ve tarihi muhafaza ederken, modern ve medeni olmaya çalışmayı ifade eder. Bu başlık altındaki en kritik konu medenileşmenin yerli, zararsız, dostane olmasıdır. Aksi takdirde milli benliği kaybetmek ama teknolojiye ve yabancı kopya kültürlere sahip olmak kabul edilemez. Bu ilke aslen inkılapçılık ilkesiyle bağlantılıdır. İnkılapçılık hem ferdi hem devlet çapında reformları gerektirir. Yani, tüm kurumlar, devlet organları ve vatandaşlar diğer devlet ve kültürlere köle veya esir olmamak için medeniyet yolunda ilerlemeye gönüllü olmalıdır.
Tolerance means complaisance, humility and sobriety. These are also the main orders of all religions. To forgive small faults, always be calm, respect other ideas, solve problems by talking are the basics of this principle. This rule is also necessary between single person and the people or government. This principle doesn’t mean forgive endlessly. Unlikely, punishing crimes is vital, but on the other hand pity is the supreme morality. Loving human and humanity based on the fondness. And this is the fundamental of society. The Turkish revolution is hümanist and it adopts loving humanity as a basic rule. Therefore, revolutions are long lasting and comprehensive. And that’s why, revolutions are adopted in a very short time by all the nation.
Tolerans, hoşgörü, tevazu ve itidal demektir. Bunlar aynı zamanda tüm dinlerin de temel emirleridir. Küçük hataları affetmek, daima sakin olmak, diğer fikirlere saygı göstermek, meseleleri konuşarak çözmek bu ilkenin temelleridir. Bu kaide aynı zamanda tek fert ve toplum veya devlet arasında da gereklidir. Bu ilke sınırsız affetmek değildir. Aksine suçları cezalandırmak hayatidir, fakat diğer taraftan merhamet yüce ahlaktır. İnsanı ve insanlığı sevmek şefkat tabanlıdır. Ve bu toplumun temelidir. Türk inkılabı uzun ömürlü ve kapsamlıdır. Ve bu nedenle devrimler kısa zamanda tüm ulusça kabullenilmiştir.
Bakınız; Atatürk İlkeleri İngilizce
Bu yazı Atatürk’ün bütünleyici ilkeleri İngilizce ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürkçülük önce çocuklar içindir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Her ana baba, evladına önce Türk ve İslam olmanın gerek ve şartlarını öğretmeli, sonra medeni ve bilimsel yaklaşımı, çalışmanın önemini, doğruluğun kıymetini, karşılıklı hak, görev ve sorumlulukları kapsayacak vatandaş devlet ilişkisini içeren bir eğitim ve terbiye yolu izlemelidir.
Bu mesuliyet adına ister terbiye ister eğitim denilsin şart olandır ve medeniyet yolunda karanlıklardan çıkış ve aydınlık toplumlarla aynı seviyede oluş ancak bu sayededir. Yani eğitim bunlardan birisi değil tamamıdır, eğitim okula dek geciktirilecek, okulla birlikte mesuliyeti öğretmenlere atacak bir mazeret asla değildir.
Eğitim toplumsal bir mesuliyettir, bütündür, devam eden bir süreçtir.
Konuya Atatürkçülük penceresinden bakarsak anne ve baba evvela kendisi dünyaya getirdikleri evlatlarına Atatürk ve davasını anlatabilmeli, bunun için de önce kendileri öğrenmelidir ki anne baba bilmiyorsa veya bildiği halde anlatmıyorsa, o evladın yıllar sonra Atatürk düşmanı olduğunda mesuliyetten kurtulamazlar.
Okulda verilen dersler her ne kadar cılız olsa da anne baba, okul yıllarında dahi evde bu noksanı tamamlamak mecburiyetindedir ve çocuk ısrarcı bir eğitimden sonradır ki idrake ulaşır. Yani tüm disiplin ve eğitim metotlarında olduğu gibi sistem önce zorla da olsa tesis edilir ve sonra sevgi ile yüceltilir.
Anne babanın ve okulun verdiği eğitim bu anlamda başlarda zorlama ile olmalı, gerekirse ödül – ceza uygulanmalı, sonrasında sevgi ve minnet ile yüceltilmeye çalışılmalı ve ana baba eğitimi ömür boyu devam etmelidir.
Bu eğitim sadece öğretmekle sınırlı kalmamalı, aynı zamanda test etmeyi, gözlemlemeyi ve varsa yanlışları düzeltmeyi de içermelidir ki maalesef medeniyet, çağdaşlık, batılılaşma gibi kavramlar sebebiyle, ekranlarda oluşturulan algılarla, demode veya önemsiz gösterilmeye çalışılan Türklük ve Atatürk bilincini kovalamayan aileler sebebiyledir ki evlatlar karanlıklarda, dehlizlerde, yobaz zihniyetler elinde kaybolmaktadır.
Bu ruh ve idrak olmayınca da milli ve medeni olunamamakta, kopya teknoloji ve kültürlerle gençler arabizim veya ateizm çukurlarına inanç olarak ve kolaycılık, kopyacılık karakterine de maddeten yuvarlanmaktadır.
Oysa Atatürkçülük önce çocukların içindir. Çünkü yaşanan zaman diliminde bizlerin erişkinler olarak başarabildiklerimiz ortadadır ve onlar bizi beka anlamında geçmek zorundadır. Bizlerin belki var olmayacağı o yakın geleceklerde çocuklar olmaya devam edecektir ve o zaman onlara öğreten, düzelten de olmayacaktır. Yani çocuklar ve gençler bir an önce öğrenmek ve aile veya okul eğitimi olmadan da Atatürkçülüğü yaşayabilmelidir.
Gelecek, Atatürk ve davası ile güzeldir. Atatürkçülük yoksa, geleceğin tasavvuru; karanlık, pis kokulu cehalet, yobazlık tutkunu merdiven altı öğretiler, medeni aleme muhtaç üretemeyen bir toplum, diplomalı ama kültür ve benliğinden uzak gençler şeklinde olmaya mahkumdur.
Bu sebepledir ki Atatürk ilkeleri vardır ve kanunlarla sabitlenmiştir. Bu nedenledir ki inkılaplar yaşayan birer organizma olarak tesis edilmiştir. Bu sebepledir ki Atatürkçülük ruhu sözde değil özdedir ve hayatın her alanındadır.
Geleceğin güçlü ve aydınlık Türkiye’sinde var olacaklar gençlerdir. O an geldiğinde huzur ve güvenlik, refah ve mutluluk aranacaksa ki bu her toplumun bekasıyla doğrudan ilgilidir, yarınların şimdiden oynanan oyunlarla kirletilmemesi, Atatürk’ün davasını savunan aydın ve bilimsel gençlerce yarınların doğru istikamette tesis edilmesi lazım gelir.
Bu ise önce öğrenmek ve sonra öğretmek iledir.
Yarın, karanlık, yobaz, kopya, benliksiz ve haysiyetsiz bir yaşama mahkum olmamak için şimdiden tedbir almak ise kaçınılmaz bir gerektir, şart olandır.
23 Nisanlarda, 19 Mayıslarda milli bayramların ilk mesajı da bu olmak zorundadır.
Geleceğin güçlü Türkiye’si teknolojik, aydınlık, bilimsel, doğru ve güzel, insan haklarına saygılı, tam bağımsız ve tam egemen olacaksa ki bunlar Atatürkçülüğün temel hedefleridir, bizlerin ve bugünün gençlerinin gayesi buna yönelik olmalı, SONDAN BAŞA GELİNEREK ihtiyaçlar belirlenmeli ve yanlış yapılmamalıdır.
beşeri yaşamın hiçbir saltanatı, para, mevkiler, lüks ve israflar bu yoldan caydırmamalı, maddi imkansızlıklar engel olmamalı, yaşanan tüm kısıtlama ve eziyetler birer aksi motivasyona dönüşerek itici güç olmalı ve her genç kendisinde bilme ve anlatma gücünü, bu gücü faydalı yarınlar için kullanma kabiliyetini bulabilmelidir.
Çalışmak, güzel yarınların en büyük gereklerindendir ki bu yolda yorulmak var ama yorulduğu için durmak yoktur.
Boş kafalar elbette dolar ve dolacaktır. Şayet bu beyinlere Atatürk sokulabiliyorsa, zararlı yobazlıklar giremeyecektir. Yok, Atatürk davası bu beyinlere sokulmaya çalışılmıyorsa da bu kez yobazlar ellerini sallayarak, her türlü rüşveti kullanarak o beyinlere girecek ve o akıllara hükmedecektir. Bu ele geçen geri kafaların ise yöneteceği ve şekillendireceği yarınlar mutlu ve parlak olmayacaktır.
Demek ki bilmek yetmez anlatmak ve öğretmek gerekir. Demek ki öğretmek yetmez hissetmek ve sevmek gerekir. Demek ki öğretmek, sevdirmek ve takip ederek sevgiyle yüceltmek bir sebat işidir.
Öte yandan Atatürk davasına hizmet sadece olumlu yönde öğretmek ve sevdirmekle de sınırlı kalamaz ki onlarca yıldır yapılan bu yanlış sebebiyle hasım kitlenin inanç duvarları aşılamamıştır.
Olması gereken sevdirmekle aynı zamanda sevmeyenlerin sebep ve mazeretlerini öğrenmek ve bunları çürütmektir. Çünkü temelsiz ve mesnetsiz fikirler yok olmaya mahkumdur ve Atatürkçülüğü tanımayanları, sevmeyenleri, reddedenleri ikna etmenin öncelikli şartı onların sevmeyiş sebeplerinin yanlışlığını bulmak ve gösterebilmektir.
Bu aşırı güç ve emek isteyen bir iştir lakin bir ve beraber olmak için, yarınların Türkiye’sini birlikte inşa edebilmek için şarttır.
Yani matematiksel olarak;
Atatürkçülük eğitim ve idraki = (öğrenmek ve uygulamak + öğretmek ve sevdirmek) + (reddeden veya tanımayanların ele geçirilmiş beyinlerindeki sahte inanç, bilgi ve mazeretleri yok etmeye çalışmak)’tır.
Yarınlarda kardeşçe, el ele, mutlu ve güvenli şekilde geleceğe uzanacak tüm gençlerin başka vatanı ve bayrağı yoktur. Her ne yaşanacaksa bu ülkede yaşanacaktır. O halde o anda, bu ülkede güzel şeyler olması için akıllar ve kalpler ortak paydada buluşmalı, Türklük ve İslam kol kola girebilmeli, kardeşlikler arası husumet yaratmak için Türklüğü ve İslam’ı birbirine düşman göstermeye çalışanlarla kıyasıya mücadele edilmelidir.
Yarınları temelsiz arap zihniyetlerine, kopya ve kişiliksiz batı kültürlerine esir edip, Türklüğün ve Müslüman olmanın haklı gururunu unutturmaya çalışanlar daima vardır ve var olacaktır. Çare; bunların oyunlarını anlamak ve tuzağa düşmemek, rüşvetlere teslim olmamaktır.
Tüm dünya Anadolu’ya ve Türk kültürüne hayran iken, laik ve hukuk devleti Türkiye tüm cihana örnek iken, gençlik dünya liginde bayraktarlığı kimselere bırakmaz iken yakın zamanda Türk gençleri sadece ülkeyi refah seviyesine çıkarmakla kalmayacak aynı zamanda başta Avrupa ve sonra tüm dünyayı doğru ve gerekli ilkelerle yönetir hale gelecektir.
Bu sebeple gençliğin mesuliyeti sadece ülke sınırlarıyla sınırlı değildir.
Her alanda doğruyu arayan akılların yolu Atatürk’e çıkıyorsa bunun sebebi inkılapların bilimsel tabanlı oluşudur. Öyle ki Yüce Atatürk birgün sözleri ve bilim çatıştığında bilimin emrini dinlemeyi ilkeleştirerek zaten muazzam bir hakikati de ortaya koymuştur.
O yüce insanı anlamak ve yaşamaya çalışmak O’nun fiziğini anlamak veya O’nu şekliyle görmek asla değildir. O’nun manevi evlatları, O’nun idrak ve davasının yolunda yürüyen, çalışkan, kültürlü, Türklüğün aziz şahsiyetine saygılı olanlardır.
Bu ruhtur ki pek çok güçlüğe karşı kuvvet verir. Bu idraktir ki aşılmaz denizler aştırır. Bu anlayıştır ki yedi düvele karşı vatandan ve Yüce Allah’tan alınan iman gücüyle ülkeye bağımsızlık ve egemenlik sağlar. Bu sevgidir ki inkılaplar çok kısa zamanda topluma egemen olur ve kabul görür.
Yani inkılaplar ile akıl kol koladır, Atatürkçülük bilimseldir, evrenseldir.
Yobaz ruh ile tanımlanan karanlık ve cehalet sevgisi ise eskiye özlemin, kirli şehvetlerle, benliksiz ferdiyetlerle, Kur’an’sız İslam’la, aklı işletememekle bezenmiş halidir ve saltanata, hilafete duyulan bu özlemin modern dünyada yeri yoktur. Zorla tesis edilecek bir sistem ise mutluluk getirmeyecektir ve bilimsel olmaktan da ötedir.
Lakin bu yobaz zihniyetin teslim olacağı anlamında da değildir. Aksine doğruluk yüceldikçe yobazlık hırslanacak ve kini artacaktır. İşte bu durumda dahi Atatürk gençlerine düşen görev korkmamak, yılmamak, tembellik etmemek ve doğru yoldan ayrılmadan, Atalarından gördüklerini tekrar etmektir ki Atatürk hitabesinde bunu çok güzel özetlemiştir.
Evlatlarını yarınlara hazırlamakla mükellef anne ve babaların bu sebeple ilk okuması ve okutması gereken kaynak Nutuk’tur ki geniş özet durumundaki nutuk, delilli ve eş zamanlı olarak ak ve karanlıkları ayırt eden tarihi bir süzgeçtir.
Tamamen gerçeklere ve belgelere dayandığı için aksi savunulamayan nutuk, her Türk gencinin okuması, bilmesi ve kalbine yerleştirmesi gereken bir başucu eseridir.
Atatürkçülük reddolunsa dahi, bu topraklarda nefes alan her Türk genci Nutuk’u okumak zorundadır. Anlayarak okunan nutuk her şeye rağmen insana doğruyu gösteremiyorsa ve kişi inanmakta zorluk hala yaşıyorsa zamanla eğitilebilir ancak okumayı baştan reddetmek Atalara vefasızlık, tarihi inkar ve hadsizliktir.
İşte yarınların sahibi olacak gençler ve onların küçük ortağı çocuklar için yarınların şekillenmesi bu şartlar altında gerçekleşecektir ki çocukların yarın önce genç ve sonra anne baba, gençlerin yakın zamanda anne baba olacağı unutulmamalıdır. Bu sirkülasyon hızla cereyan edecek bugünün gençleri yarının öğreten anne ve babaları olacaktır.
Takip edeni, savunanı olmayan davalar ise önce terk edilmeye ve sonra unutulmaya mahkumdur.
Karanlık odakların Atatürk adını silme gayretleri de bunun içindir ki Atatürk kelimesinin geniş parantezinde A’dan Z’ye tüm Türklük, akıl, bilim, vatan, bayrak, Ulus bilinçleri topluca yer almaktadır. Yani Atatürk’ün unutulması demek yok olmak, esir olmak, köle olmak demektir.
Atatürk gençliğinin ilk vazifesi bu unutturma girişimlerinin tam aksine unutmamak, unutturmamaktır.
Çünkü doğru tarafta olanlar, Atatürk evlatlarıdır. Doğruyu inkar edenler ise savundukları temeller ister dini, ister başkaca şeyler olsun yanlış yoldadır.
Atatürkçülük bu sebeple anneden çocuklara, sonra çocuklardan onların çocuklarına doğru ve tam anlatılması gereken bir varoluş ve beka meselesidir.
Yapabilenler aziz şehitlerimizin yüce hatıralarına layık olanlar, yapmamakta direnen inkarcılar ise şehitlerimizin aziz hatırasını sızlatanlardır.
Bu yazı Atatürkçülük önce çocuklar içindir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk Cumhuriyeti neden gençliğe emanet etmiştir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Gençliğe hitabe, dünya siyasi tarihinde ve edebiyatında eşine rast gelinmeyen bir sanat, bildiri, özet, liderlik şaheseridir. Ulu Önder’in bu kısacık metinle anlattıkları ciltler dolusu ansiklopediye sığamayacak kadar çoktur ve adeta İstiklal harbi ile inkılapların ve Cumhuriyet tarihinin özeti durumundadır. Keza Nutuk’un kısa özetidir.
Bu hitabe ile Mustafa Kemal Atatürk, İstiklal ve Cumhuriyeti koruma ve muhafaza etme görevini hem de sonsuza dek, gençliğe birinci vazife olarak verirken, milletin ve geleceğin bekasını Cumhuriyeti temin ve idameye bağlı bir şart olarak ifade etmiştir.
Gençliğe verilen bu kutsal görevde yine hitabeden anlaşıldığı üzere gelecekte de İstiklal harbi öncesi vahim duruma benzer şartların yaşanmaması için dikkatli, kararlı, çalışkan ve inançlı olmak gereği, bu kötü senaryo en vahim halde gerçekleşse dahi gençliğe düşen görevin yeni bir İstiklal harbine başlamak olduğu hatırlatılmaktadır.
Tüm bu koruma ve kollama görevi ise gençliğe emanet edilmiştir ki yarının gençleri çocuklar da bu muhafız gruba dahildir.
Atatürk, dava ve silah arkadaşları ile birlikte, en çetin şartlardan pırıl pırıl bir esenlik ve Cumhuriyet çıkarabilmiş, Allah’ın izni ve inancın gücüyle, vatan aşkından kaynaklanan azim ve irade ile, medeni ve güçlü bir Cumhuriyet Türkiye’si yaratabilmiştir.
Lakin yapılanlar, yapılacakların yarısı dahi değildir. Üstelik medeniyet yolunda durmak, yeterli bulmak hataların en büyüğüdür, kazanılanların da yitirilmesine sebeptir. Değişen dünya, farklılaşan dengeler, varılan bilim seviyesine ayak uyduramayan toplumlar yerinde sayıyorlarsa geçilmeye ve bir müddet sonra da köleleşmeye mahkûmdur. Üretemeyen toplumlar acizliğe, bağımsız olamayan milletler yok olmaya mahkûmdur. Tüm bunlar dikkate alınınca da anlaşılır ki gençlik atik, canlı, bilgili ve kararlı olmalıdır ki inancıyla, çalışmasıyla Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkabilsin ve medeniyet yarışından kopmasın.
Elbette bunları yaparken kültür ve kimliği kaybetmemek de mühimdir ki kopya bilimler arasına karışan kopya kültürlerin acısını bu millet onlarca yıldır çekmektedir. Çoğu empoze bu kültür deformasyonundan korunmak ve kurtulmak için de gençliğe vazifeler vardır ve ülke üstünde oynanan oyunlar sinsi bir istikrar ile önce milli benliği ve sonra ülkeyi yok etmeye yöneliktir.
Bu noktada Atatürk’ün gençliğe hitabesinin önem ve değeri daha iyi anlaşılmaktadır ki iç ve dış tehditlere aralıksız maruz kalan Türkiye Cumhuriyeti’nin var ve bağımsız olabilmesi gençliğin kalite, azim ve çalışmasına bağlıdır.
Bu yolda vazgeçmek, üşenmek, ertelemek yoktur.
Gençlik akıl ve bilimi rehber edinerek ama manevi mukaddesatına da sahip çıkarak, Türk ve İslam olduğunu bir an unutmayarak, oyuna gelmeyerek, ayrışmayarak, Cumhuriyet ilkelerinden vazgeçmeyerek … çalışmak ve çok çalışmak mecburiyetindedir.
Böl, parçala, yönet mantığıyla milliyetleri sindirmeye çalışan yeni dünya düzeni safsatacıları için dünya medeniyetinin son kalesi Türkiye’dir.
Bir yanda emperyalizme karşı alınmış en büyük zaferin sahibi, bir yanda Müslüman dünyasının laik lideri, bir yanda Türki Cumhuriyetlerin ağabeyi, bir yanda dünyanın merkezinde harika bir coğrafyaya sahip toprakları ile Türkiye Cumhuriyeti tarihten gelen kültür ve şerefiyle dünya milletleri arasında emsalsiz bir değer ve kıymettedir.
Gençliğin sahip çıkarak yücelteceği bu devlet var oldukça, yeryüzündeki asayiş ve huzur temin edilecek, bu kale yıkılırsa mazlum devletleri, İslam’ı ve Türklüğü kurtaracak da kalmayacaktır.
Bu kutsal görev, KADERİN TÜRK MİLLETİNE VERDİĞİ KAÇINILMAZ MESULİYETTİR.
Türkiye Cumhuriyeti var olmalıdır, var olacaktır. Bunu temin ise gençliğin vazifesidir.
O halde gençlik, çalışmak, araştırmak, objektif ve bilgili olmak, yargısından meclisine, üniversitesinden camisine, sanattan ekonomiye her alanda üretmek, milli, doğru, güzel, örnek, bağımsız, korkusuz ve çağdaş olmalıdır.
Gelecek Türk’lerindir. Laik ve demokrat Türkiye, gençlik aksini dilemedikçe, vazgeçmedikçe, yanılıp kanmadıkça yıkılmayacaktır. Çünkü Atatürk’ün manevi evlatları, Çanakkale’nin ve İstiklal harbinin maneviyatıyla, inkılapların ruhuyla, Cumhuriyet ışığıyla yürümeye devam edecek ve ülke aşkıyla hem yurdun dört yanını aydınlatacak hem de cihana örnek olacaktır.
Anadolu toprakları çağdaş, adil, bilimsel, insani değerlerin el üstünde tutulduğu bir cihan devletidir, esaret bilmeyen Türk’ün köklerinden doğan fidandır. Tam bağımsızlık ve milli egemenlik tohumları yurdun dört yanından fışkırdıkça Türk’e esaret olmayacaktır.
Bu uğurda görevin yücesi gençliğe düşmektedir.
Gençleri yetiştirmekle mükellef olanlar ise hem anne ve babalar, hem öğretmenler, hem tüm ulustur. kendisini genç hisseden herkes gençtir. Çocuklar yarının gençleridir. Dolayısıyla tüm Ulus tüm farklılık ve husumetleri bir yana bırakıp birlik olmak, ortak gayede buluşmak zorundadır.
Çünkü adaletten, hukuktan, sağduyudan uzaklaşan bir Türkiye, birliği sağlamaktan uzak, bekadan uzak, yarınlara güvenle bakmaktan uzaktır.
Bu gençliğe bir başka görev verir ki bu da; mevcudiyetine ve istikbaline düşman olan unsurları tanıma ve etkisiz hale getirme görevidir. Gençlik, benliğine düşman unsurları tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendisini daha emin hissedecek, atalarını tanıdıkça ilerlemek için daha güçlü ve kararlı olacaktır.
Damarlarında dolaşan asil Türk kanıyla her genç, önce Allah’a ve sonra vatana karşı vazifelerinde istekli ve kararlı oldukça da düşmanları ondan korkacaktır.
Güçlü Türkiye; kardeş olabilmiş, farklılıkları hoşgörü ile aşabilmiş, demokrasi, hukuk ve laiklik tabanında buluşabilmiş, her alanda tam bağımsız ve milletin egemen olduğu yönetim derecesinde demir atmış, özgürlüklerin yaşandığı, yüzlerin güldüğü, cüzdanların dolduğu, terörün dize getirildiği, sanal düşman yaratanların etkisizleştirildiği, dini bölenlerin susturulduğu, halkı kutuplaştırmaya çalışanların yönetimlerden uzaklaştırıldığı, beyinlerin durmaksızın ürettiği, eğitimin doğru ve milli olarak verildiği, vicdanların hür olduğu, Cumhuriyetin temel ilke kabul edildiği … Atatürk Türkiye’si ruhuna sıkı sıkı sarılmış bir Türkiye’dir.
Bu gaye milli hedeftir. Bu milli hedefin temini ise gençliğe görevdir.
Milli gücün unsurlarının her birinde güçlü olmak beka şartıdır. Mili menfaatler uğruna ter dökmek her gencin vazifesidir. Genç olmak, Atatürk genci olmak … mesuliyettir!
Bu yazı Atatürk Cumhuriyeti neden gençliğe emanet etmiştir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Tam yüz yıl önce 16 Mayıs günü hava nasıldı, rüzgârlı mıydı veya bulutlar ne renkti bilemiyoruz. 1919’un o işgal kokan karanlık günlerinde güneş utancından bulutların ardına saklanıyordu herhalde, rüzgâr ise muhtemelen o puslu havayı dağıtamamak korkusuyla esmiyordu.
…
Oysa o gün bir Mustafa Kemal vardı, güneşten, rüzgardan, bulutlardan da cesur, bir Mustafa Kemal vardı güneşli günleri yakın gören. ‘Geldikleri gibi giderler’ diyen Mustafa Kemal.
Bir bandırma vapuru vardı, kırık dökük. Anasıyla, bacısıyla helalleşmiş, anasının kefen parasını millet uğruna harcamaktan çekinmeyen Mustafa’yı, dava ve silah arkadaşlarını yaşlı bedeni, bozuk pusulası ile umut seferine çıkaracak.
Karadeniz vardı sevinçle, dalgalarıyla bandırmayı okşayan. Adeta yol açar gibiydi umuda.
Samsun, bekliyordu. Umudu, güneşi, Anadolu’ya ışık olma şerefini taşıyacak olmanın haklı gururuyla.
Sabırsızdı kaptan, tam yol gidiyordu Bandırma, gerilmiş ok gibi hazırdı Milli Heyet sahile adım atmaya, bekliyordu Samsun o ilk adımı, heyecanla, umutla bekliyordu Anadolu İstanbul’dan yola çıkan, karanlık bulutları dağıtacak özgürlük yellerini.
Sahildeydi halk, bayraklarla, davullarla, yaşlısından gencine, çoluğundan çocuğuna.
Nihayet vardı Bandırma sahile. Bismillah demir attı yorgun bedeniyle. Umut yolcularının devasa ağırlığıyla bitkindi ama mutluydu kutsal vazifesini yerine getirmenin şanlı onuruyla.
Mustafa vardı gemide, daha inmeden sahile baktı o Karadeniz dağlarına, gördü dağların ardındaki özlemleri. Denize baktı sonra şükranla. Aklından neler neler geçiyordu kim bilir? Korku yoktu, üşenmek, vazgeçmek yoktu aklında ama kolay da değildi.
O ilk adımı atmak için gelmişti ama o ilk adımı atmalı mıydı?
Filistin’de gördüğü kahramanlıklara, İstanbul’da demirden dev gövdeleriyle sükse yapan düşman zırhlılarının heybetine, Çanakkale’de şahit olduğu maneviyata, yol arkadaşlarının gözlerindeki suallere, sahilde bekleyenlerin akıllarındaki sorulara, kalplerdeki endişelere rağmen o ilk adımı atmalı mıydı?
Dökülecek binlerce gencin kanına, uzun savaş yıllarına, açlık ve yorgunluğa değer miydi o ilk adım?
Değerdi!
Baktı arkadaşlarının gözlerine sevinçle parlıyordu her biri. Baktı sahildekilerin alkışlardan kabarmış ellerine gözleri yeşermişti. Baktı bandırma Kaptanına haydi diyordu gururla, inin sahile. Baktı bulutlara dağılmaktaydılar.
O ilk adımı attı.
Çınladı tüm İstanbul, sarsıldı Anadolu toprakları, tüm Anadolu’da yüreklere inanç yelleri değdi.
O ilk adımla yeniden yazıldı Türk’ün tarihi.
O ilk adımla değişti Türk’ün makûs mukadderatı.
O ilk adımla yeniden Türk vatanı olabildi Anadolu.
O ilk adımla bir kez daha şahlandı Allah’ın orduları.
O ilk adımla ağlamayı kesti bebekler.
O ilk adımla parladı süngü uçları.
O ilk adımla yarınların kaderi çizildi.
O ilk adımla gönlüne su serpildi anaların.
O ilk adımla toprağına buğday tohumu atan çiftçi amcanın gözbebeklerinde bir umut yeşerdi.
O ilk adımla karanlıklara mahkûm kız çocukları yeniden doğdu.
O ilk adımla karınları deşilen namuslu Türk kadınlarının kanı yerde kalmadı.
O ilk adımla yanan yakılan evlerden yeniden umut dumanları yükseldi.
O ilk adımla beyinlere, kalplere, ayaklara vurulan prangalar sökülüp atıldı.
O ilk adımla İslam’a vurulan batıl darbeler silinip atıldı.
O ilk adımla bilime düşman edilmiş akıllar bilimle kucaklaştı.
O ilk adımla korku bulutları dağıldı, utanç kaleleri yıkıldı.
O ilk adımla üzerlerdeki ölü toprakları silkelendi.
O ilk adımla esaretten hürriyete yürüyüş başladı.
O ilk adımla “Dev” uyandı.
…
O ilk adımla yüzyıl kaybetti sömürgeci, işgalci karanlık zihniyetler.
O ilk adımla sarayın ihanet kokulu gafletleri suya gömüldü.
O ilk adımla can suları kesildi kara cehaletlerin.
O ilk adımla menfaat odaklarının çıkarlarına tökezler konuldu.
O ilk adımla işbirlikçi hainlerin gırtlakları düğümlendi korkudan.
O ilk adımla korktu işgal güçlerinin kumandanları.
O ilk adımla bir telaş kapladı yandaş basını.
O ilk adımla imparatorluğu çöktü yobaz zihniyetin.
O ilk adımla sömürünün, yayılmanın meyvelerinden mahrum kaldı işgalci şeytanlar.
O ilk adımla … Türk’ü yok etmeye yeminlilerin planları bozuldu.
O ilk adımla yeniden başladı cihan harbi.
O ilk adımla geri dönmeye mecbur bırakılan işgalcilerin valizleri toplanmaya başladı.
…
O ilk adım korkusuz, kahraman, vatansever, deha, lider, önder, komutan, devlet adamı, başöğretmen Mustafa kemal Atatürk’ün öngörülü, milletine ve Allah’a güvenen, kararlı fikriyatının, özgürlük emelinin, vatan sevgisinin, esaret bilmeyişinin, güneş gibi doğuşunun ilk adımıydı.
O gün, orada, o anda başlayan Türk destanı sayesinde şahlandı Anadolu, o sayede yeşerdi umutlar, o sayede vatan kurtuldu, o sayede Cumhuriyet meşalesi yurdu baştan sona dolaşabildi.
O ilk adımla değişen dünya tarihine Türklük bir kez daha altın harflerle yazıldı.
O ilk adımla atıldı yüz yıl sonra yaşanacak kutlamaların tören programları.
…
Vatanın kurtuluş ve yüceltilmesinde, esaretlerin bitirilip hürriyetlerle kucaklaşmada, vatanın selameti ve esenliğinde, namus ve şereflerin kurtarılmasında, zulümlerin bitirilip sevginin kazanmasında, haklının galip getirilip haksızlığın yenilmesinde, aydınlıkların yaşanmasında, sevinç çığlıklarında, var olmanın temininde, hür ve bağımsız yaşamın elde edilmesinde, çağdaş ve modern yaşama hakkında, geleceğe güvenle bakmakta o ilk adım ilk kurşundu.
O gün o ilk adımı atan başta Mustafa Kemal Atatürk’e ve dava arkadaşlarına, İstiklal ve Cumhuriyet uğruna can ve mallarıyla, yıllar boyu yokluklar içinde fedakârca mücadele eden kahraman Türk Milletine, asil Türk ordusuna, inançlı halka, işgale ve zulme sessiz kalmayanlara, ya istiklal ya ölüm diyebilenlere … bu millet ebediyyen minnet borçludur.
O ilk adımla başlayan Türk destanını yazanlara selam olsun.
O ilk adımla Türklüğü yeniden hatırlatanlara şükranlar olsun.
O ilk adımla bizlere bugünleri armağan edenlerden Allah razı olsun.
O ilk adımı atan Mustafa Kemal Atatürk’e bu vatanın tüm hakları “HELAL” olsun.
Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Dillere dolanmış, sloganlaştırılmış bu üç kelime basitçe modern demokratik cumhuriyet rejimlerinin hukuk devleti olmasının ve vatandaş hak ve hürriyetlerine saygılı olunmanın ve özellikle adaleti tesis ve idame ettirme kararlılığının adıdır ki, bunun açılımı; kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı ve devlet-vatandaş ilişkilerinde partizanlıktan uzak, bilimsel yaklaşım ile laikliğin esas alınması, karşılıklı hak, görev, yetki ve sorumlulukların yerine getirilmesi, yerine getirmeyenlerden hesap sorulmasıdır.
Daha basit ve kısa söylersek bu üç kelime ile kast edilen; hakların korunması, görev ve yetkilerin anayasa ile belirlenmesi, adaletin kesinlikle sağlanması ve aksamaya sebep unsurların düzeltilmesi ve aksatan kişilerin cezalandırılması suretiyle devletin beka ve idamesinin çağdaş olarak sağlanmasıdır.
Detaya inildiğinde ise HAK kelimesinden; kişi ve toplumun, fert ve kamunun karşılıklı olarak sahip olduğu kabiliyet, hürriyet ve irade serbestliği anlaşılır ki herkesin hakkı bir diğer hakkın başladığı yere kadardır. Kamunun hakları ise fert haklarının genel toplamı olmak yanında bir de statü gereği sahip olduğu kurumsal haklardır. Hak, haklı olmak, hakkaniyet anlamlarında kullanılan bu kelime, en temel ve insani değerler olan yaşamak ve ifade hürriyetinden başlamak üzere, sağlık hizmeti alma, eğitim görme, ticarete atılabilme gibi sayısız hakkı içerir. Hatta bu hak kelimesi kişinin istediği dine mensup olma hatta dini toptan inkâr yetisini dahi ifade eder. Burada tek nüans hakların kullanımında başkaca haklara tecavüz etmemek ve yasalara karşı gelmemektir.
Yasalar denilince de karşımıza hukuk çıkar ki hukuk yasaların toplamı ile tesis edilen yasalaştırma, yasaları uygulama ve yargılama sisteminin genel adıdır. Hukuk çatısı altında yazılı ve sözlü hukuk kuralları olduğu gibi bu işi hukuk adına yapanların da tamamı yer alır. Hukuk, öz itibarıyla mevcut ve kabul edilmiş haklara saygılı ve uygun olmak mecburiyetindedir, hakkı sahiplerine iade ettirmeyi hedeflemelidir, haksızlıklara mani olmalıdır ve hakkaniyeti kesin kez sağlamalıdır ki bu hakkaniyetin adı adalettir.
Adalet bir kadın ismi değil, hak ve hürriyetlere sadık kalarak tesis edilmiş, kurumsal, modern ve eşitlikçi hukuk sistemi ile adil kanunlaştırma veya yargılama ile temin edilen hakkaniyetin adıdır. Yani haklardan doğan ve hakları gözeten hukuk, modern ve laik yapısıyla öyle adil bir düzen ve sistem yaratmalıdır ve hukuksal sonuçları öylesine kabul edilir ve vicdanları rahatlatır olmalıdır ki sonuçlar berrak, saf ve tartışmasız olsun. İşte adalet çoğunluğun memnuniyetini temin eden, haklar çatıştığında dahi orta yolu bulan, bekayı temin eden hukukun tarafsız meyvesinin adıdır.
Anlaşıldığı üzere hak, hukuk ve adalet üçlemesi modern ve çağdaş devletlerin vazgeçilmezi, aynı zamanda dinlerin tamamının emridir. Bilhassa İslam dininde Yüce Allah haklara koşulsuz riayeti, bağımsız ve tarafsız yargılamayı, kesin kez sağlanması gereken adaleti emretmekle ve hatta Peygamberini mealen adaleti temin etmek ve yerleştirmek için seçtiğini buyurarak konunun önemine vurgu yapmaktadır.
Konu bu kadar hassas ve mühimdir, sistemi tesis ve idameden sorumlu olanların görev ve mesuliyetleri bu denli büyüktür.
Atatürk ilke ve inkılaplarının gayesi; modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuvvetler ayrılığı prensibiyle çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak, bu yapılırken fert ve devlet dengesi kurarak, karşılıklı hak ve hürriyetleri belirlemek, toplumsal huzur ve kardeşliği tesis ederken devletin bekasını gözetmek, yasaları tartışılmaz, sabit, anlaşılır ve eşitlikçi hale getirmek, anlaşmazlıkları yine sulh yoluyla çözmek ilkesine sadık kalmaktır.
Hakları elinden alınmış, hukuk diye dini hurafelere mahkûm edilmiş, adaletten uzak köhne saltanat ve hilafet sisteminin kadı sistemi ile bu refahın yakalanamayacağını bilen kurucularca, yeni Türkiye Cumhuriyeti çağdaş yasalara ve bilimsel kabullere dayalı tesis edilmiş, sayısız ülkenin yasaları ve medeni kanunları incelenerek ortaya milli bir yasal irade çıkartılmıştır.
Zamanın darlığına, teknolojisine, siyasi gelişmelerine, ekonomik imkânlarına, yaşanan savaş yıllarına ve isyan ve ayaklanmaların huzuru zorlayan şartlarına rağmen Atatürk ve dava arkadaşları yapılabilecek en uygun ve milli anayasayı hazırlayarak milletin irade ve onayına sunmuştur.
Öyle ki aslen bu ilk anayasa tüm zorluk ve aksamalara rağmen bazı değişikliklere uğradıysa da bu zamana kadar gelebilmiş yani yüz yıl kadar ömürlü olmuştur. İnşallah ilelebet de daim olacaktır.
Lakin değiştirilen, sözde modernleştirilen, insan haklarına daha uygun hale getirilen, siyasi ve diplomatik gereklerle çerçevesi değiştirilen mevcut anayasal sistemde ve uygulanırlığında, kuruluş yıllarındaki tarafsız ve adil azimden uzaklaşıldığını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Sözde esnekleştirilen hukuk sistemi, tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetmekle kalmamış, uygulama olarak da eşitlikten her geçen gün daha da uzaklaşmış, keyfiyet kazanmıştır.
Bu sistemin meyvesi durumundaki adalet dinin en temel öğelerindendir ve konuyu dini pencereden incelemek isteyen okurlar buradan bilgi edinebilirler.
Toplumsal huzur ve barışı teminde etkin rol oynayan adaletin tesis edilememesi veya tam olmaması, ülkelerin ekonomiden sanata, tarımdan sanayiye, spordan dış politikasına kadar her alanda menfi etki yaratacak ve vatandaş kardeşliğini bozacak kadar vahim bir noksanlıktır ki ülkemizde ve tüm İslam âleminde halen yaşananlar buna delildir.
Disiplinler zorla tesis edilse de yüceltilmeleri sevgiyledir. Şayet diretme ve dayatmalar hukukun her anına ve alanına yayılıyorsa, bazı kesimler kayrılıyor, adaletten sapılıyorsa, keyfilik hâkimse, eşitlik ve tarafsızlık temin edilemiyorsa, maksatlı olarak imtiyazlar bazı kesimler lehine kullanılıyor ve takdir hakları hep aynı kesim lehine kullanılıyorsa o ülke veya coğrafyada adaletten söz edilemez, hukuk ve haktan bahsolunamaz.
Adalet ve hukuka güven sarsılınca da motivasyon düşer, ilişkiler şüphe gölgesi altında kalır, kardeşlik duyguları zayıflar, bir kesimin diğerine hırsı artar, husumetler yükselir ve Allah korusun herkes kendi adaletini sağlama cihetine gider.
Suçların cezasız kaldığı, suçluların ortalıkta serbestçe dolaştığı, kamu ve kişilere musallat olan tacizcilerin cezalandırılamadığı, yasaların adalete değil bazı kesimlerin menfaati istikametinde çıkarıldığı bir ortamda ise adaletsizlik, toplumu saran bir mikrop gibi tüm işlevsel fonksiyonları hasta eder, kanser eder.
Atatürk Türkiyesi’nin en mühim kelimelerinden olan “namus”, adaletin tesis etmekle mükellef olduğu hür ve adil düzenin, şerefli ve haysiyetli vatandaşlarının adıdır. Bu kelime, kişisel ve toplumsal ahlakın tek kelimelik halidir ve adaletin sağlamayı hedef aldığı örnek insan tipini işaret eder. Yani adaletsizlik aynı zamanda namussuzluktur.
İtirazlar, karşı çıkmalar olsa da tüm bunlar adil ve herkesçe aynı şekilde uygulanabilir olduğu müddetçe sıkıntı yoktur, olsa da kısa sürede toplumsal uzlaşma ile çözülebilir. Lakin yasalar herkese aynı uygulanmıyorsa adalet olmadığı gibi toplumsal uzlaşma da mümkün değildir. Bu uzlaşma olmadan da refah ve huzur arayışları çözümsüz kalmaya mecburdur.
Zorla tesis edilen haklar yasalaştırılabilir ve hatta meşruluk kazandırılabilir ama bu meşruluk tartışılırdır ve dinen caiz olması da şüphelidir. Yine meşruluk ve caizlik mukayesesine dini pencereden bakmak isteyen okurlar buraya göz atabilir.
Hak ve hürriyet arayışları en temel haklardandır. Lakin herkese aynı ölçüde kullandırıldığı ve sonuçlarının da aynı istikamette sonuçlandırıldığı takdirde. Yol veya şekil itibarıyla farklı olan uygulamalar, kelime oyunlarıyla süslense de kamu vicdanı, gerçeği ve tam adaleti görmek ister ki tüm adalet aynı zamanda mutlak adalete hizmet etmekle mükelleftir. Mutlak adalet ise hakların sahiplerine iade edildiği, dinen de makul olan adalettir. Yani kişisel yorumlardan uzak, tarafsız ve objektif adalet, mevcut yasalar yürürlükte olduğu sürece her zaman ve herkese eşit uygulanandır.
Yasaların yorumları hukuk içinde kaldığı müddetçe ve müteakip kararlarda bunlara sadık kalınıp aynı tepkiler verildikçe muteberdir. Sonuçta adalet haklıların gücüdür, güçlülerin hakkı değildir. Bu anlamda, lehte veya aleyhte olsun hukuki meselelerde varsa yasalara yoksa içtihatlara müracatlar hep aynı esas ve çerçevede yapılmalı ve aynı sonuçlar alınmalıdır ki halkın hukuka güveni temin edilebilsin.
Yöneticilerin en büyük veballerinden olan bu hususta Cumhuriyet kurucuları yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini birbirinden ayırarak kayırma ve eşitsizlik tehlikelerinin en baştan önünü kesmiş ve alınabilecek tedbirleri en baştan almıştır. Lakin zaman içinde bu güven sarsılmış ve yakın zaman uygulamaları ile güven sarsılmıştır.
Devletler gibi tüm kurumlar ve kişilerde hak, hukuk ve adalet anlamında aynı kaidelere uygun davranmak zorundadır ki herkes bir şekilde bir sistem veya kümenin yöneticisi durumundadır. Mahiyetlerin veya akraba yahut ailenin içinde adalet tesis edilemiyorsa o aile, akrabalık veya şirket batmaya mahkûmdur, dağılmak zorunda kalacaktır. Hak geçirmemek, hakkaniyetli olmak diye adı konan haklara riayet konusu bu nedenle adaletin tesisinde büyük rol oynar ve bu adaleti sağlayabilen yönetici kadro daha uzun ömürlü olur. Aksi halde ise adaletsizliğe tahammülsüzlük o toplumu o denli rahatsız eder ki bir zaman sonra en fanatikler dahi bundan rahatsız olur.
Adalet herkese ve her zaman lazımdır. Bugün yaptığı haksızlıktan menfaat elde edenler bir zaman sonra o haksızlığa kendisi uğrayacak, adaletsizlik yapanlar bir zaman sonra adalet arayışına girecektir. Oysa olması gereken adil bir sistem tesis ederek, bunu haklara saygı çerçevesinde işletmek ve refaha hizmet eder hale getirmektir.
Herkesi memnun etmek veya her hakkı müdafa etmek her zaman mümkün değildir, hatta bazı hakların tesisi için bazı hakların gaspı bile söz konusudur. Buna örnek kamu hakları ile kişi haklarının çatıştığı durumdur ki kamu hakları her daim önde olmalıdır. Yine iki kişi arasında doğan hak çatışmasında arayı adil olarak bulmak ve hak kaybına uğrayanı küstürmeyecek tedbirler almak adalet dağıtıcıların bir diğer görevi olmalıdır.
Oldubitti ile tesis ve idame edilemeyecek büyük bir kıymet olan adalet, terk olunur veya terazisi bozulursa hakkaniyet zarar görür ve unutulmamalıdır ki adaletin simgesi tanrıçanın elinde terazi varken gözleri bağlıdır. Bu kimseden korkmadan ve baskı altında kalmadan adil karar verileceğine olan yemindir. Bu adalet dağıtıcıların unutmaması gereken bir husustur, gözler önündedir. Korku ve baskı ile adalete zarar verenlerin ise hukuk ile zaten alakaları yoktur, olamaz da.
Hukuk, şerefle ve onurla korunması gereken bir manevi değerdir, mesuliyettir. Hukukun üstünlüğü temel ilkedir ve bu husus sosyal hayattan, demokrasiye kadar pek çok alanda itibar sebebidir, çağdaşlaşma ölçüsüdür.
İşi siyaset olanların yasa üretme sürecinde adaleti baz ve vazgeçilmez kabul ederek, sistemi ve devlet düzenini koruyucu tedbirler alması başlıca vazifesidir. Yoksa yasama görevi belli kesimlerin meşru olmayan hallerinin meşru hale getirilmesi gayreti demek değildir.
Adaletin savunulması dinen Allah adınadır ve adaletin dimdik ayakta tutulması farzdır. Ana baba, kardeşler hatta kendi aleyhimize dahi olsa Yüce Allah’ın emri adaleti dimdik ayakta tutmaktır. Bunun ötesinde adaleti temin ve yasaları egemen kılmak anayasal bir görevdir. Yani adaletsizliğe sebep olanlar hem dini hem de ceza hukuku açısından suçludur.
Tüm kurum ve kuruluşlar, tüm organ ve kuvvetler anaysa ile çerçevesi çizilmiş hukuka uymak mecburiyetindedir. Bunun istisnası yoktur ve uymayanlara öngörülen cezaların tatbiki de yine yargılama mensuplarına görev olarak verilmiştir.
Hukuk kavramsal olarak, iş hukuku, borçlar hukuku, İslam hukuku, medeni hukuk, devletler hukuku gibi bölümlere ayrılmışsa da ana esasları aynıdır ve hedefi adaleti temindir. Adaleti temin edemeyen hukuk yasal ve meşru değildir, tanzime muhtaçtır.
Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen, sorgulayan, takip edip hesap soran hukuk sistemi, görev ve sorumlulukları da belirlemek suretiyle bir ceza ve ödül sistemini de tesis etmiştir. Bu şu demektir ki hukuka uygun iş üretenler mükâfatlandırılacak, hukuka aykırı davrananlar cezalandırılacaktır. Adalet tüm bu ceza ve mükâfat bahislerinde de vazgeçilmez olarak aranması gereken ana unsurdur.
Sonuç olarak
Hak, hukuk ve adalet bir slogandan çok öte, devlet olmanın, kardeş olmanın, huzur ve refahın ortak adı ve idealidir. Tesis edilebildiği takdirde barış ve huzuru getiren adalet, hak ve hürriyetlerin özgürce kullanılabildiği, hukukun herkes için eşit uygulandığı ortamdan doğan uygun ve herkesçe kabul edilen tatlı meyvelerin adıdır.
Adaleti tesis ve temin edemeyen tüm hukuk, hak ve hürriyetler meşruluktan uzaktır, vicdanlara hitap edemez ve tanzime muhtaçtır. Çünkü adaletin varlığı, sadece yasalarla belirlenmiş mevzuat miktarınca değil, aynı zamanda vicdanlarda aldığı kabul oylarının nispetincedir.
Adalet tesis ve dağıtmakla mükellef olanlar önce Allah’a ve sonra devlete karşı yükümlüdür, adil olmak zorundadır, tarafsız ve korkusuz olmalıdır. Olamıyorsa o iş zaten ona göre değildir, o kişi o işe ehil ve layık değildir, ettiği yemine aykırı davranıyordur. Halbuki işin ehil ve liyakatli olana verilmesi de Allah emridir.
Adalet zulüm değil barış üretmeli, karmaşa değil huzur ve refah doğurmalıdır. Kabulü imkansız olan çözümleri dayatmakla, taraflı yorumlar ile gerçekleri saptırmakla tesis edilemeyecek adalet, faydadan çok zarar verir ve devletin temellerini dipten sarsar. Kamunun göreceği bu zarar ise fertlerin hayatına dek tesir ederek kardeşlik hislerini, mukaddesatı bozar ve kutuplaştırır. bu da yine Allah’In kardeş olun emirlerine aykırı bir durum teşkil eder ki adaletsizlikler her bakımdan dine de, modern yaşama da, akla da aykırı durumlar oluşturur.
İtibarsızlaştırılan tüm geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin ana sorunu hukuk sitemlerindeki yanlışlardır. Bunun telafisi ise toplumsal uzlaşma ve hürriyet alanlarının dokunulmazlığının sağlanması ile mümkündür.
Güçlüden ve zenginden yana olan bir hukuk sistemi yerine makul ve doğru olan tarafsız ve bağımsız bir sistemdir. Hatırlanmalıdır ki at semeri çalan sahabenin yargılanmasında Hz. Peygamber, dava edilen ve haksız yere suçlanan masum yahudiden yana olmuş ve ayetle övülmüştür. Nitekim daha sonra o sahabe münafıklaşmış, küfre dalmış bir başka hırsızlık yaparken gebermiştir. Tume bin Ubeyrık kıssasına buradan bakabilirsiniz.
Netice olarak diyoruz ki adalet herkese ve her zaman lazımdır, adaletsizliklerle kazanılanlar kaybedilmeye mahkûmdur, haksızlıklar elbet hesaba çekilir. Tüm hukuksal sistem ve kimseler adalet duygusu ile yaşamalı ve ölmelidir ki ADALET sadece bir anayasal bir mecburiyet değil aynı zamanda ve daha çok Allah EMRİDİR.
Adaletsizlik durumunda mazlumların ahı yerde kalmaz ve hesap bir gün mutlaka sorulur.
Adaletli olunması durumunda ise fertler mutlu ve huzurlu, devlet daim ve güçlü olur.
Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk ilkelerinin toplumsal yansımaları ve gafletler ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürkçülük ilkeleri; Cumhuriyetçilik, laiklik, halkçılık, devletçilik, milliyetçilik, inkılapçılık diye bilinen ana prensip ve yollardır. Ayrıca bu altı ana ilkeden başka tamamlayıcı ilkeler adıyla da anılan yedi ilke daha vardır ki bunlar; tam bağımsızlık, milli egemenlik, bilimsellik, barışçılık, milli birlik, çağdaşlaşma, insan sevgisi (anti bağnazlık – taassupsuzluk) ilkeleridir.
Bu ilkelerin ana olanları anayasa ile teminat altına alınmış, tamamlayıcı olarak anılanlar ise ana ilkelerin uygulanmasından ortaya konmuş ve yardımcı ilkeler olarak da anılan prensipler olarak yaygınlaşmıştır.
Toplumda genişçe yer bulan ve yasalarla da korunan bu ilkelerin bazı kesimlerce reddedilmek istenmesi ise Atatürkçülük dava ve ilkelerini savunma azmindeki bizleri üzmektedir. Çünkü yaşamsal öneme sahip bu ilkelerin ne denli önemli ve beka ve çağdaşlaşma için ne denli hayati olduğu malumdur.
Toplumun bazı kesimlerince anlaşılmayan, sevilmeyen veya reddedilen bu ilke ve anlayışın tüm kesimlerce kabullenmesine engel olarak ise maalesef cehalet, menfaat beklentisi, siyasi fanatizm ve gaflet ön sıradadır.
Bu kesimlerin akılcı ve başarısını ispat etmiş Atatürkçülük ilkelerine husumeti toplumsal birliği bozan ve ilerlemeyi engelleyen en mühim meseledir ve maalesef bu nedenledir ki milli birlik de anlaşılmaz vaziyette sağlanamamaktadır.
Bu ilkeleri reddedenlerin sesine kulak verildiğinde ise karşımıza başlıca birkaç itiraz konusu çıkar ki bunlar Atatürkçülüğü bizlerin anlatamamasından ve onların fanatizm ile anlamaktan kaçışından kaynaklanmaktadır.
İlkelere karşı çıkanların durumu
Öncelikle bu ilkelerin hayata egemen olmasına karşı çıkanlara bakacak olursak, bu kesimin Nutuk ve Milli Mücadele ile İnkılap yıllarına ait diğer yazılı kaynakları okumaktan özellikle uzak kaldığını, bırakıldığını görürüz ki bu davayı anlamamanın en temel sebebidir. Yani sistemin ne denli uygun ve başarılı, nasıl temiz ve milli, ne kadar uygulanabilir, sürekli, değişmez ve organik olduğunu inatla öğrenmek istemeyen kitlelerin direnişleri bu sayede sürmektedir.
En büyük oyun ise maalesef din konusunda yaşanmaktadır ki Türkçe ibadeti dahi dine ihanet olarak tanımlayan bir grup yobazın güdümündeki kitleler, Atatürkçülük ilkelerini dine karşı görmekte, okumadıkları, dinledikleri için yobaz tayfa tarafından sunulan yalan haber ve belgeleri gerçek sanmakta, Atatürk davasının milliliğinden, akılcılığından, sağladıklarından ve haklılığından habersiz kaldıkları için Atatürk gibi bir ulusal kahramana bile karşı durmaktadırlar.
Dini anlaşılabilir, öğrenilebilir ve yaşanabilir duruma getirerek meal ve tefsirler hazırlatan Atatürk ve arkadaşlarının, İslam’a ne denli büyük hizmet yaptıkları ortadayken, din düşmanlarınca dinin ve Kur’an’ın değil Arapçanın kutsal hale getirilmesi tamamen Siyonist bir hamledir ve fakat kitleler bu oyuna sıkça ve kolayca geldiği için hem de dini savunmak adına en kutsal İstiklal harbine dahi karşı gelebilmektedir.
Bir diğer kritik başlık ise sistemden değil kişilerden kaynaklanan sorunların ilkelere mal edilmesidir ki yanlış anlaşılan, farklı yorumlanan veya bizzat yanlış yapılan şeyler sisteme bilinçli olarak mal edilerek Atatürk ilkelerine olan husumet maksatlı olarak körüklenmektedir.
Nihayet ihanet meselesi can alıcı bir diğer konudur ki gerek manda ve himaye dileyenlerin, gerekse yurt içindeki saltanat ve hilafet tutkunlarının, kaybettikleri iltimas ve menfaatlerin hıncıyla Atatürk ve ilkelerine saldırması, bunu sistemli bir şekilde siyaset haline getirmeleri ve kaybettikleri menfaatleri geri kazanma arzuları neticesinde cahil halk kitleleri kandırılmakta, milli egemenlik ve tam bağımsızlık uğruna canlarını ortaya koyan vatan evlatları düşman gösterilmektedir.
Son olarak akla ve bilime karşı duranlar ve eskinin karanlık, merdiven altı, batıl ve demode yaşam tarzı tutkusuyla yanıp tutuşanlarca hilafete ve saltanata dayalı, sözde şaşalı Osmanlı yaşam tarzı savunulmakta ancak duraklama ve çökme zamanlarındaki Osmanlının geldiği durum göz ardı edilerek, kıtalara yayılan bezdirici, korkutucu etki ve gövde gösterisi aranırken, misakı milli ile belirlenen milli sınırlar bu hayallerine engel gösterilmektedir.
Keza dini ve Türklüğü yaymak özlemiyle yanlış yere Osmanlı’yı örnek alan kitlelerce, Osmanlı’nın aslında bu gayretler yerine devşirme hatunlar getirmeyi ve vergi adı altında ganimet almayı tercih ettiği göz ardı edilmektedir. Yani dinen cihat değil bir işgal olan bu savaşların dine hizmeti de Türklüğe hizmeti de yoktur ki İslam ve Türk düşmanlığı o zamanlardan kalmadır.
Türkçe ve milli tarih konusunda da Orta Asya’dan itibaren filizlenen Türk kültürüne dönüş ancak Atatürk ilkeleri ile mümkün olabilmiştir ki halen bu çalışmalar tamamlanmış bile değildir. Turanizm yani Türki devletleri aynı bayrak altında toplamak özlemi bir ortak arzu olmakla beraber Atatürk ilkelerinde temel gaye olarak yer almıyorsa bunun sebebi, ilkeleştirildiği takdirde pek çok tehlikeye gebe bu hayalin hayata geçirilmesinin de zor olduğu içindir.
Aynı şekilde Türkçe’nin çok eski ve kadim bir dil olduğunu, tüm Latin dillerine esas teşkil ettiğini anlamaktan aciz çevrelerin, Türkçe’nin akıl ve bilimle yakın ilişkisini anlamakta yetersiz kalmaları da normaldir. Çünkü din dahil tüm meselelerde öğrenmenin ilk şartı anlamak ve anlamanın ilk şartı da bu işin bilinen dille yapılmasıdır. Maalesef bu alanda en büyük zafiyet din alanında yaşanmaktadır ki Arapçaya mahkûm bir din yaşamak arzusundakiler Kur’an’dan habersiz değişik bir din yaşamakta ve yobazlıktan kurtulamamaktadır.
Kadınların mal olarak anıldığı, mirastan mahrum bırakıldığı, nüfus sayımında yok sayıldığı, kara çarşaf ve peçelere mahkûm edildiği, iş hayatına sokulmadığı, tek başına sokağa çıkamadığı, on üç yaşında yaşlı dedelere karı yapıldığı, okuma hakkının elinden alındığı bir düzen arzusuyla yanıp tutuşanlarca kadınlara Cumhuriyet’in verdiği haklar hala hazmedilememiştir ve bu Atatürk ilkelerine ayrı bir itiraz konusu yapılmaktadır. Oysa dinen de, yasal olarak da kadın ve erkek adalet önünde eşittir, haklar eşittir, gasp olunamaz.
Çare
Aydınların mesuliyeti
Bu anlaşılmaz itiraz ve gereksiz muhalefetlerin önüne geçilmesi elbette kolay değildir ve yoğun arabizm ve israiliyat (küresellik ve siyonizm) altında inleyen ülkemizde bunları düzeltmek için uzun zamana ve kuvvetli bir istikrarlı yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu azim ve kararlılık gösterilebilirse bu takdirde de görev hem cahil halka ve hem de aydın Atatürk dostlarına düşmektedir.
Bunun için aydınlarca yapılması gereken en mühim şey en başta kendi bilgilerini tazelemek, şekilcilikten uzak Atatürkçülük ruhunu anlayarak kitlelere anlatabilmektir. Rozet Atatürkçülüğü, Atatürkçülüğün en büyük düşmanıdır. Dindeki karşılığı münafıklık olan bu durum öyle görünüp ama öyle olmamakla kardeştir ve maalesef bu zihniyet Atatürkçülüğü tören geçişleri, resim sergileri, rakı balık sofraları, dekolteler, estetik ameliyatlar, burslar ve yurt imkânları ile eşitleniş vaziyettedir.
Tarihi gerçekleri saptırmadan anlatabilmenin yolu ise evvela araştırmak ve öğrenmektir ki maalesef daha Türk Tarih Tezi ve Türk Dil Tezi üzerine araştırmalar yok denecek kadar azdır. Ulu Önderin ömrünün neredeyse son sekiz senesini ayırdığı bu meseleler üzerine kafa patlatmak yerine kopya makaleleri Türkçeleştirerek prim yapan sözde aydınların Atatürkçülük davasına da katkıları elbette olmayacaktır. Hatta zarar vereceklerdir.
Başta barbar anılan Türklerin medeniyetin anası olduğuna kendileri inanmak zorunda olan aydınlar bunu ispatla uğraşmalıdır. Türk dilinin tüm dillerin anası olduğunu araştırıp ispat etmek mecburiyetindeki sözde aydınlar halen Türkçe’yi yabancı diller boyunduruğuna sokmakla, türedi kelimeler üretmekle ve entelektüel olma edasıyla ekranlarda boy göstermekle meşguldür.
Milli Tarih ve milli-asli dil olan Türkçe bu denli savunmasız bırakılınca da arapça ve İngilizce başta olmak üzere yabancı diller milli kültürü delik deşik etmekte, milli tarihimiz başkalarınca kaleme alınırken sayısız hata ve hakaret serbestçe yapılmakta, aydınlar da buna çanak tutmaktadır.
Atatürkçülüğe karşı duranların saflara çekilmesi için evvela milli olma şuuru, milli tarih, milli kültür, milli dil öne çıkmalı ve halka da anlatılmalıdır. Bu yapılmadığı içindir ki kendisiyle övünmeye bir vesile bulamayan halk kopya şahsiyetlerle başkaca maceralara taraftar olmakta, Türk olmakla adeta utanmaktadır. Bu da Türklükle neredeyse eş anlamlı olan Atatürkçülüğü savunmasız hale getirmektedir.
Atatürkçülüğün gerçek manasını anlatan araştırmacı yazılı kaynaklar da bir hayli azdır ve hatta bu gayeye yönelik hazırlanan film ve yayınlar sponsor bulmakta dahi zor durumdadır. Öte yandan abuk subuk film ve kitaplar için tüm servet sahipleri sıraya geçmiş vaziyettedir. Aydınlara düşen ne pahasına olursa olsun milli davada gerekirse tüm servetini feda ederek bu kutsal davada hiç değilse birkaç kimseyi ikna edebilmek için para harcamaktan çekinmemektir.
Atatürkçülüğe yapılan sözlü ve yazılı saldırılara, Atatürk heykellerine veya Türk bayrağına yapılan tacizlere sessiz kalan devasa bir Atatürkçü kitle vardır. Oysa sarı öküz hikâyesinde olduğu gibi küçük tavizler büyük tavizleri doğurur ve ağız birliğiyle tüm aydınlar bu hakaret ve saldırılara en şiddetli şekilde karşılık vermelidir ki müteakip saldırı ve tacizler engellenebilsin.
Nihayet aydın kesim, İstiklal harbinin ve inkılapların ruhunu anlamak ve anlatmakla mükelleftir. Sözde değil özde Atatürkçülük de bunu gerektirir.
Atatürkçülüğe karşı duranların vebali
Akıl insana bahşedilen en büyük nimetlerden ve bilim insanlık medeniyetinin vardığı noktadır. Her insan fikirleri ne olursa olsun akıl ve bilime değer vermek zorundadır ve yukarıda da belirtildiği gibi Atatürkçülük konusunda da herkes ikna olmasa ve istemese dahi hiç olmazsa bir kez yaşananları anlamaya çalışmalıdır. Çünkü düşman diye tanımlananın tanınmıyor olması akla karşıdır ve haksızdır ve zaten güdüktür. Bu sebeple yakın tarihi her akıl sahibi okumak ve anlamakla mükelleftir.
Bu dahi yapılmıyorsa durum zaten vahimdir ve batıl bir körlükle yanan beyinler zaten akılla değil güdülerle hareket ediyordur ki onların ıslahı zaten olası değildir.
Akıl sahipleri Atatürkçülüğü anlamaya çalışmak ve aynı zamanda savundukları dincilik veya Osmanlıcılık akımlarını da tanımaya çalışmak mecburiyetindedir. Eminiz ki Atatürkçülüğü karşı çıkan her yüz kişiden en az doksan beşi Kur’an’dan da, Osmanlı tarihinden de, genel insanlık tarihinden de habersizdir. Oysa en savundukları tezleri dahi ezbere yaşamak akıl sahibi insana hiç yakışmayandır.
Bu savunulan veya düşman kesilinen akımlar araştırıldığında doğru ve yanlışlar ortaya çıkacak ve Atatürkçülük ile yapılmaya çalışılanların hakiki bir kurtuluş hikâyesi olduğu görülecektir. Yine görülecektir ki Atatürkçülük ne ecdada ve ne de dine düşmanlıktır. Aksine çok eski çağlardan beri süregelen Türk milliyetçiliğini ayağa kaldıran, Türklüğün unutulmuş meziyetlerini gün ışığına çıkaran Atatürkçülüktür. Aksine dini yobazlıktan kurtaran anlaşılır kılan Atatürkçülüktür. Ancak bu sezi kabiliyetine varmanın şartı araştırmak ve öğrenmektir.
Din Kur’an’dan öğrenilirse, anlaşılırsa, bilinir hale gelirse en dinci tayfa dahi Atatürkçü olmak zorundadır çünkü Atatürk tezleri dine tamamen uygundur, din ile istenen ahlak, ferdi hürriyet, eşitlik, adalet gibi tüm temel kavramlar Atatürkçülüğün korumaya aldığı temel değerlerdir.
Osmanlı tarihi incelenirse, Atatürkçülüğün duraklama ve çökme döneminden önceki dirilişe sadık ve fakat sonraki zamanlarda huy haline getirilen bilim düşmanlığına da karşı olduğu görülecektir. Evlatlarını tahtlarını korumak adına katleden padişahlar hem de bunu din adına yaparken biri çıkıp dine göre bunun cinayet olduğunu söyleyemiyorsa, devşirme hatunlardan olan çocuklar Türk İmparatorluğuna Sultan diye dayatılıyor ve kimse karşı duramıyorsa son zamanlarındaki Osmanlı tanınmıyor demektir. Savaşlarda ganimet ve hatun sevdasıyla toprak işgal edenler servetler içinde yaşarken, Türkler üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görüyor ise Türkçülük sevdasındakiler Osmanlı’ya karşı koymalıdır.
Padişahı aynı zamanda halife kılan, halifeyi haşa Allah’ın gölgesi diye tanıtan, halkı kul olarak gören bir anlayış din adına pazarlanıyorsa evvela buna din adamları karşı çıkmalıdır.
Cumhuriyet ile laiklik ilkesi kabul edilmiş, vicdanlar hür bırakılmış, devlet işleri dini buyruklar yerine akıl ve bilime yaslandırılmıştır. Küresel dünya, çağdaş medeniyet ve refah için şart olan bu durum Atatürk ilkelerinin de savunduğu en temel ilkelerdendir.
Atatürk ilkelerinin önemi en çok şöyle anlaşılır;
Bir an için düşünelim; Atatürk ve dava arkadaşları olmasaydı, kurtuluş savaşı hiç yaşanmasaydı ve inkılaplar hiç yapılmasaydı bugün geldiğimiz noktada durumumuz ne olurdu? Din nerelerdeydi, hangi dine mensuptuk, camiler ayakta kalır mıydı, memleketin köylerinde ezan ve cami olur muydu? Kadınlar ne durumdaydı, ekonomi nasıldı? Ordumuz olur muydu? Ramazan ayında ülkede oruç tutmak serbest olur muydu? Kurban kesilebilir, hacca gidilebilir miydi? İstanbul’da, Sivas’ta hangi ülkelerin bayrakları dalgalanırdı? Sokaklarda hangi dil konuşulur, vatandaşlar hangi işlerde kaç para maaş ile çalışırdı? Yeraltı kaynaklarından halka düşen hisse olur muydu? Taciz ve tecavüzler, çocuk istismarları engellenebilir miydi? Kızlarımız serbestçe okula gidebilir, erkeklerimiz istediği alanlarda tahsil görebilir miydi? Irzına geçilen kızlarımızın hesabı sorulabilir miydi?
Bu örnekler çoğaltılabilir. Görülür ki şayet Çanakkale harbiyle başlayan Atatürk destanı olmasaydı ortada ne memleket kalırdı ve ne de din ve vatan. Ne hürriyet kalırdı ve ne de istiklal. Ezan olmaz, bayrak olmaz, huzur ve refah hiç olmazdı. Tacizler, zulümler, tecavüzler sokakları sarar, korku evlere egemen olurdu.
Sonuç
O halde Atatürkçülük davası tamamen milli ve şart bir hamledir.
O halde herkes davayı önce öğrenmek ve sonra inanmak ve mevcudiyetini borçlu olduğu bu sisteme ve bu sistemin dava insanlarına minnet duymak zorundadır.
O halde herkes oynanan oyunun farkına varmalı, arabizm ve israiliyat altında sahnelenen zararlı akımlardan uyanmalı ve gerçeğe dönmelidir.
Cehalet ve gaflet mazeret değildir, olamaz. Kandırılmak ve aldatılmakta. Para ile satın alınmakta, mevkiler ile taraf değiştirmeye zorlanmakta.
Türk kelimesi Türk ve Müslüman anlamındadır. Bu ikisini ayırmaya ve birbirine düşman etmeye çalışan herkes istisnasız düşmandır, birlik ve beraberliğimize engel olmaya çalışandır.
Atatürkçülüğü dine, vatana, Osmanlı’ya düşman göstermek isteyenler maksatlı çevrelerdir ve dini hissiyatları zedeleyen, din ile aldatanlardır. İnkılapların baş düşmanı cehalet ve yobazlık maalesef hala yaşamaktadır ve yenilmesi de ancak aydınlanma iledir. Bu aydınlanma ise ancak akıl ve bilimle olur ki Atatürkçülükte en gerçek yol gösterici bu ikisidir.
O kadar ki ulu önder mealen “bir zaman sözlerin bilim ve akıl ile çelişiyorsa, dediklerimi unutun, bilimin dediğini yapın” diyecek kadar yüce bir önderdir, akla değer verendir.
Dine hizmetleri çoğu sahabeden dahi fazla olan Atatürk’ü dine düşman göstermek, modern ve çağdaş Türkiye’ye karşı olmak, ülkeyi Araplaştırmak gayesidir.
Aydınlar Atatürk’ün davasını tam anlamak ve halka anlatmak, yaşayarak göstermek, halk bu ilkeleri tanıyarak desteklemek zorundadır.
Her türlü yolsuzluğa, haksızlığa, adaletsizliğe karşı olan, devleti yücelten, fert hürriyetlerini esas alan, toplumsal topyekûn kalkınmayı esas alan, kadın erkek eşitliğini öngören, aydınlanmayı hedef edinen, tam bağımsızlık ve milli egemenliği şart koşan Atatürkçülüğü farklı göstermeye çalışmak seksen iki milyona yapılmış haksızlık ve saldırıdır.
Bugün bayrak hür dalgalanabiliyor, ezan hür okunabiliyorsa bu Atatürk ve dava arkadaşları sayesindedir ki vatan toprağı binlerce şehit kanıyla kutsanmış mübarek yurdumuzdur. Nasıl ki Çanakkale’de, İstiklal harbinde bu ulus sırt sırta kardeşçe savaşmış ve şehadet şerbetini koyun koyuna içmişse bugün de kardeş ve birlik olma zamanıdır, Atatürk ve davası etrafında toplanma ve toparlanma zamanıdır.
Oyun büyük ve tehlikelidir, sonuçları vahimdir. Oyunları boşa çıkarmanın yolu ise rehber Atatürk’tür, rozetçi değil gerçek Atatürkçü olabilmektir.
Sevgiyle kalın, Atatürk’le kalın.
Bu yazı Atatürk ilkelerinin toplumsal yansımaları ve gafletler ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>