Bu yazı Atatürk’ün bütünleyici ilkeleri İngilizce ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk’s Supplementary (Complementary) Principles
Although Atatürk’s principles are classified under 6, all of them are parts must be considered as a whole and all the volunteers of Atatürk must know and believe, live and support all of them. Not to believe even one of them is not to believe all. And then one cannot be regarded as volunteer of Atatürk.
Her ne kadar Atatürk ilkeleri altı başlık altında sınıflandırılsa da, o ilkelerin hepsi bir bütün olarak düşünülmeli ve tüm Atatürk sevdalıları bunların tamamını bilmeli ve inanmalı, yaşamalı ve desteklemelidir. Bunlardan birine bile inanmamak hepsine inanmamak demektir. Ve o zaman kişi Atatürkçü sayılamaz.
The supplementary principles of Atatürk are binding and complementary issues which are not written and produced but borned from the apllications of the main principles.
Atatürk’ün tamamlayıcı, bütünleyici ilkeleri, yazılı olmayan veya üretilmemiş ancak ana ilkelerin uygulanmasından doğmuş bağlayıcı, bütünleyici ilkelerdir.
All these certain supplementary issues are related with being independence, sovereign, native, national, and all these principles are, again, parts of democracy, secularism, rationalism, civilization and Turkishness. And while carriying out all these, principles are related with loving mankind and whole Nation and high tolerance.
Tüm bu ilkeler bağımsızlıkla, egemenlikle, yerli ve milli olmakla alakalıdır ve tüm bu ilkeler yine demokrasi, laiklik, akılcılık, çağdaşlaşma ve Türklüğün parçalarıdır. Tüm bunlara ek olarak bu ilkeler insanlığı ve bütün ulusu sevmekle ve yüce hoşgörü ile alakalıdır.
As seen these supplementary principles are both helper of main ones and also these are parts of the common humanity values. That’s why, these must be accepted just like the main ones.
Görüldüğü gibi bu tamamlayıcı ilkeler hem ana ilkelerin yardımcısı hem de yüksek insanlık değerlerinin parçalarıdır. Bu nedenle ana ilkeler gibi bu tamamlayıcı ilkeler de kabul edilip benimsenmelidir.
Below, supplementary principles are faithfully listed as regarded to the common acceptance.
Aşağıda, genel kabule göre tanzim edilmiş tamamlayıcı ilkelerin tam listesi mevcuttur.
This principle is the main, target and indispensable of all. It supports especially Republicanism. National sovereignty principle means nation to chose her managers and appoint her future herself freely. The source of sovereignty based on national willpower. If there is no national willpower, that means all other supplementary and main principles are futile, short-lived and fake.
Bu ilke tüm ilkelerin esası, hedefi, vazgeçilmezidir. Bu ilke Cumhuriyetçilik ilkesini destekler. Milli egemenlik ilkesi milletin kendi yöneticilerini kendisinin ve hür olarak seçmesi ve geleceğine yön vermesi demektir. Egemenliğin kaynağı milli iradedir. Milli irade yoksa tüm tamamlayıcı ve ana ilkeler beyhude, kısa ömürlü ve sahte demektir.
This principle is related with nations survivability and means being free, independence and self-contained in every kind of issues of the nation. This concept includes economy, politics, art, Agriculture, industry, sports, education etc. It also needs to refuse all pressures and constricts. At the same time this principle requires to be brave enough to appoint her future herself. It is unacceptable to leave this rule even temporary or partly and therefore this is one of the vital principles. Essentially this principle is related with Nationalism and can be summarized with sayings of Atatürk “either independence or death”.
Bu ilke ulusun bekasıyla alakalıdır ve ulusu ilgilendiren tüm alanlarda hür ve bağımsız olmak ve kendi kendisine yetmek demektir. Bu prensip ekonomiyi, siyaseti, sanat, tarım, endüstri, spor, eğitim gibi tüm alanları kapsar. Bu ilke aynı zamanda tüm baskı ve sınırlamaları da reddetmeyi gerektirir. Aynı zamanda bu ilke, milletin geleceğini kendisi tayin edecek kadar cesur olmasını gerektirir. Bu ilkenin geçici veya kısmen terki kabul edilemez ve bu yüzden bu ilke hayati ilkelerden birisidir. Esasen bu ilke Milliyetçilik ilkesiyle alakalıdır ve Atatürk’ün “Ya istiklal ya ölüm” özdeyişiyle özetlenebilir.
All of the principles’ aim is being one and powerful, developing and progressing, sharing the same future, living the happiness and griefs all together. This principle, while related with Nationalism, requires and realizes, living together in free motherland, collaborating, keeping common ideals, loving each other and keeping integrity of homeland.
Tüm ilkeler, bir ve güçlü olmayı, ilerleme ve gelişmeyi, bir bütün olarak aynı geleceği, mutluluk ve kederleri paylaşmayı amaçlar. Bu ilke, Milliyetçilikle alakalıyken, vatan topraklarında birlikte yaşamayı, işbirliğini, ortak hedeflerin muhafaza edilmesini, birbirini sevmeyi ve vatanın bütünlüğünü muhafaza etmeyi ister ve gerçekleştirir.
This principle means to prefer, support and follow peace but this doesn’t mean despite everything. The main issue is being independent and sovereign and if the peace can guarantee this, only then all the peace efforts can be supported. And this independent must be not only in military issues but also in every issues of the nation like art, sport, industry etc. This principle requires to be ready, powerful, informed and volunteer to defense the country and at the same time requires to be prepared against not only in motherland but also abroad. The final aim of this principle is the peace to be applicable all around the World.
Bu ilke barışı tercih etmek, desteklemek ve takip etmek demektir ama bu her şeye rağmen değildir. Esas unsur bağımsız ve egemen olmaktır ve barış bunu garantilerse ancak o zaman barış çabaları desteklenebilir. Ve bu bağımsızlık sadece askeri alanda değil aynı zamanda sanat, spor, sanayi gibi milleti ilgilendiren tüm alanlardadır. Bu ilke ülke savunmasında hazır, güçlü, bilgili ve istekli olmayı gerektirir ve aynı zamanda sadece yurt içine değil yurt dışına da karşı hazır olmayı gerektirir. Bu ilkenin nihai amacı barışın dünyanın her yerinde uygulanabilir olmasıdır.
Leaving ruthless beliefs, superstitions, blinded habits and negative approaches to the mind, instead accepting modern and scientific works based on the law (nature) of life and the legitimacy based on the power are the basics of this principle. It also means accepting objectively mind and knowledge as guides to life. It is especially related with Secularism because the huge obstacles in front of the brains are religious ones. Truths emerge from the rationalism, modern sciences helps dominance of scientific ideas. Revolutions were performed by rationalism and scientific. All of the law, education, economic and social life were organized by under the leadership of mind and science.
Köhne inanış, batıl inanç, körelmiş alışkanlıklar ve akla ters yaklaşımları terk, bunun yerine hayatın doğasından kaynaklanan modern ve bilimsel çalışmalar ile güce dayalı meşruluğu kabul bu ilkenin temelleridir. Bu aynı zamanda objektif akıl ve bilimi hayata rehber edinmeyi kabul etmek demektir. İlke özellikle laiklikle alakalıdır çünkü akılların önündeki en büyük engeller dini olanlardır. Gerçekler akılcılıkla ortaya çıkar, Modern bilimler bilimsel fikirlerin egemen olmasına yardım eder. İnkılaplar akılcılık ve bilimsellikle yapılmıştır. Tüm Yasalar, eğitim, ekonomik ve sosyal hayat akıl ve bilimin önderliğinde teşkil edilmiştir.
This principle means, by keeping national culture, individuality, spirit and history, struggle to be modern and civilized. The critical issue under this subject is this modernization must be native, harmless, friendly. Otherwise losing native individuality but gaining technology and foreign copy cultures can’t be accepted. This principle is especially related with Reformism. Reformism requires both personal and national reforms. Hence, all institutions, state bodies and citizens must be volunteer to advance on the road of civilization just to be protected against being slave or prisoner to other nations and cultures.
Bu ilke milli kültür, benlik, ruh ve tarihi muhafaza ederken, modern ve medeni olmaya çalışmayı ifade eder. Bu başlık altındaki en kritik konu medenileşmenin yerli, zararsız, dostane olmasıdır. Aksi takdirde milli benliği kaybetmek ama teknolojiye ve yabancı kopya kültürlere sahip olmak kabul edilemez. Bu ilke aslen inkılapçılık ilkesiyle bağlantılıdır. İnkılapçılık hem ferdi hem devlet çapında reformları gerektirir. Yani, tüm kurumlar, devlet organları ve vatandaşlar diğer devlet ve kültürlere köle veya esir olmamak için medeniyet yolunda ilerlemeye gönüllü olmalıdır.
Tolerance means complaisance, humility and sobriety. These are also the main orders of all religions. To forgive small faults, always be calm, respect other ideas, solve problems by talking are the basics of this principle. This rule is also necessary between single person and the people or government. This principle doesn’t mean forgive endlessly. Unlikely, punishing crimes is vital, but on the other hand pity is the supreme morality. Loving human and humanity based on the fondness. And this is the fundamental of society. The Turkish revolution is hümanist and it adopts loving humanity as a basic rule. Therefore, revolutions are long lasting and comprehensive. And that’s why, revolutions are adopted in a very short time by all the nation.
Tolerans, hoşgörü, tevazu ve itidal demektir. Bunlar aynı zamanda tüm dinlerin de temel emirleridir. Küçük hataları affetmek, daima sakin olmak, diğer fikirlere saygı göstermek, meseleleri konuşarak çözmek bu ilkenin temelleridir. Bu kaide aynı zamanda tek fert ve toplum veya devlet arasında da gereklidir. Bu ilke sınırsız affetmek değildir. Aksine suçları cezalandırmak hayatidir, fakat diğer taraftan merhamet yüce ahlaktır. İnsanı ve insanlığı sevmek şefkat tabanlıdır. Ve bu toplumun temelidir. Türk inkılabı uzun ömürlü ve kapsamlıdır. Ve bu nedenle devrimler kısa zamanda tüm ulusça kabullenilmiştir.
Bakınız; Atatürk İlkeleri İngilizce
Bu yazı Atatürk’ün bütünleyici ilkeleri İngilizce ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Laikliğin istismarı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>“Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür.” Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1930 (Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 56)
Bu satırları lütfen tüm kesimler, tüm inanç odakları dikkatle okusun!
Son zamanlarda gerici – karanlık zihniyetin erkek ve kız çocuklarına, kadınlara taciz ve tecavüzleri nedeniyle popüler hale gelen yobazlık, toplumun inanç ve değerlerini de temelden sarsan bir hal aldı. Sapıklıkla içiçe bir halde sergilenen bu ahlaksız ve erdemsiz hallerin elbette sadece yobazlara mal edilmesi de mümkün değil. Çünkü yaşanan maalesef son örnekler bunların dinle yakından alakası olmayan adilerce hatta yabancı uyruklularca yapıldığını gösterdi.
Bu nedenle de bir kez daha ilan etmek gerekir ki terörün milliyeti ve dini olmaz, sapıklığın da dini, yaşı, milliyeti olmaz. Terörist teröristtir, sapık sapık!
Ancak kamuoyunda daha önceki tecavüz ve cinsel istismar hadiselerini anımsatan bu son olaylar, haklı olarak yobazlığı ve dolaylı yoldan da din istismarını hedef alır hale geldi. Öyle ya Kur’an kurslarında, yurtlarda yaşanan bu vahim hadiseler yurttaşlarda derin bir teessür yaratırken öte yandan yobazlığa duyulan kini de bir kez daha su üstüne çıkardı. Bu ise laikliğin anlam ve önemini hatırlatırken, eğitim ve bilginin, akıl ve medeniyetin ne kadar vazgeçilmez olduğunu bir kez daha gösterdi. Yine bu yaşananlar gösterdi ki laiklik İslam’ın teminatıdır ve yobazlıkların önüne ancak laik anlayışla ve eğitimle geçilebilir.
Şimdi sırasıyla bakalım.
Atatürk ilkelerinin belkemiği durumundaki laiklik kelime olarak ayrıştıran, karıştırmayan manasına olup siyasi ve dini literatürde bu kelime; vicdan hürriyetini, devlet ve din işlerinin ayrılmasını, dine giriş ve çıkışta zorlama yapılamayacağını ve inançlara saygı duymayı, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade eder.
Yobazlık ise dini kendi menfaatleri uğruna kullanan, cahil, Kur’an ve din dışı, örflerle beslenen, alternatifsiz, hoşgörüsüz, şiddeti dahi kullanabilen, kendi kurallarını yazmaya hevesli, şekli İslam’a önem ve değer verirken, yeniliğe ve laikliğe özetle dinin en temel değerlerine düşman gerici bir zihniyet olarak tanımlanır.
Yobazlık toplumun tüm kesimlerinde, bilhassa dindarlara arsında ve sıradan toplum kesimleri arasında bile lanetlenen, istenmeyen bir gaflettir. Mevcut yasalara göre de suçtur ve cezası vardır. Yazık ki yobaz zihniyet, modern Türkiye Cumhuriyeti’nde hem de bu asırda hala var ve muktedirdir. Çünkü birilerince sürekli desteklenir ve tarikat mantığına paralel olarak fanatik militan zihniyetiyle daima canlı tutulur. Bu haliyle daha ziyade inanç dünyasına hücum eden yobazlık, bazen haddini de aşarak kurumlara, kişilere, yasalara kadar uzanır, hatta manevi liderlere, kanaat önderlerine, ülke kahramanlarına çamur atacak kadar alçalır ki gayesi yobazlığın din olduğu gerici ve karanlık bir toplum yaratmak, bu sayede şeytanlarca tezgâhlanan “Türk ve İslam düşmanlarına” zafer kazandırmaktır.
Yobazlık dinin suistimal, istismar edilmiş, tahrif edilmiş halidir. Yobaz ise Kur’an’ı tersten okuyan, dine düşman olandır. yani yobazlık dinin tahrif edilmiş gerici halidir.
Peki, toplumdaki tüm sonuçlar sadece bu sebebe bağlanabilir mi? Eğitim ile gelinen acizlik noktasında her şey tamam da bir tek din mi geriliğe mahkûm edilmiştir? Elbette hayır!
Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse yılan veya deve misali neremiz doğru ki diyesimiz gelse de hala devlet ve sistemin çoğu kurumu ayaktadır ancak yobazlık konusunun öteki kutbunda da yani modern dindarlık veya laiklik cephesinde de durum çok farklı değildir.
Yasalaştığı zamanlardan bu yana “laiklik” mantık olarak hep dini frenleme mekanizması olarak kullanılmış, yaban otlarını dinden temizlemek adına bazen katı tedbirler dahi uygulanmış, neticede toplum istemeden de olsa dine mesafeli kalmak zorunda bırakılmıştır. Bu ise diyanetin de pasifliği ile kaçınılmaz olarak merdiven altı İslam’ına yol açmış, yasalarla korunan laikliğe düşman yobazlık fikir hürriyetlerinde mesafe kat edilemediği için çaresiz olarak yasa dışı yollara müracat etmiştir.
Dahası dinciliğe düşman laiklik suistimal ile dine düşman gösterilerek hedef yapılmış ve Atatürk ilkelerinin temeli laiklik ilkesi tam on ikiye oturtulmuştur. Laik olduğu iddiasındaki kesim ise dine mesafeli olduğu için bu yanlışı düzeltememiş ve toplumda genel kabul maalesef laikliğin dindarlara düşmanlığı şeklinde neticelenmiştir.
Halen de dinle yakından alakalı olanların aydınlarında dahi genel izlenim, laikliğin dinin erdiriciliğine engel olduğu şeklindedir. Bu yanlıştır lakin yerleşik bir yanılgıdır ve düzeltilebilmesi için eğitimin hem dindar ve hem de laik kesime eşit olarak uygulanmasını gerekli kılar. Ayrıca bu konudaki mesuliyet gerçek dindarlarda olduğu kadar, Atatürk ilkelerine sadık kaldığını iddia eden aydınlardadır da.
Yobazlıkla olması gereken mücadele
Şöyle ki; dindar kesim yobaz zihniyeti Kur’an ile eğitmek ve düzeltmek mecburiyetindedir ki bunun baş mimarı diyanet olmalıdır. Tarikatlaşan, hiziplere ve mezheplere bölünen günümüz İslam’ında kirli oyunlarla çevrelenen bu yuvaların temizlenmesi ve manevi mikroplardan arındırılması zor olsa da yapılması gereken; öncelikle şeyhlerin, mürşitlerin (yani lider kadronun) şirk belasından uzaklaştırılarak din rayına sokulması, denetim mekanizmalarının sisteme sokulması, gerekli cezaların çekinmeden tatbik edilmesi, din eğitiminin tamamen devlet eliyle ve diyanet kontrolünde yapılmasıdır.
Buralara mensup müridlerin (üyelerin) ise yapması gereken tıpkı mürşitleri gibi Kur’an’a dönmek ve devletin bu müritlere karşı görevi eğitmek, aydınlatmak ve kendi kurumlarına çekmek, birileri (şeyhleri) istedi diye şiddet üreten üyelere acımasızca ceza vermektir.
Tarikatlar arası çekişmeler malumdur ve her tarikatın anayasası para kasasıdır. Bu cihetle itibar ve para kaybetmemek sevdasındaki şeyhlerin aklı ve bilimi reddederek, siyasi otoriteden yana bir tutumla, kendi meşruluklarını yaratması devlet düzeninde kabul edilir bir şey değildir. Bunlara gösterilecek toleransların her biri tavizdir ve taviz taviz doğurur. Neticede frenlenemez hale gelen bu yıkıcı affedicilik ise pek çok canı yakar, dini tanınmaz hale getirir ve emin olunsun ki otoriteden yana olan o tarikatlar gün gelir otoriteye de şahsi menfaatleri için karşı çıkar hale gelir.
O halde yobazlık bizzat dinin içinden ve dinin boşluklarından doğan bir gericilik mekanizmasıdır ve tedbir de evvela dini olarak alınmalıdır. Din işlerinden sorumlu diyanetin hem din ve hem de şeriat alanındaki sorumluluğu yobazlığı evvela kendisi için bir tehdit görmesidir. Çünkü diyanetin var ediliş amacı dini Kur’an rayına oturtmak, dindeki hurafe, örf, yanlış ve hataları engellemek, din eğitimi vermek, toplumu din etrafında sevgiyle birleştirmektir. Zaten tüm yobazlıkların asıl sorumlusu görevini yapmakta acizlik gösteren diyanettir.
Arapçaya ve israiliyata mahkum dini din diye yaşayanlar, diyanetin ve Kur’an’ın aydınlatıcı erdiriciliğinden de mahrum olduğu için zaten yobazlığa teslim olmaya mahkumdur. Çünkü onlar doğrudan habersizdir ve doğruyu öğretmekle görevli diyanet ve tüm din adamları görevini yapmamakta, yapamamaktadır. Bunun elbette vebali büyüktür ama beşeri olarak bu ihmal devletin damarlarını tıkamakta, kardeşlik duygularını parçalamaktadır.
Laiklik istismarında gelinen nokta
Din konusundaki en büyük yanlış; “dinsizliğin laiklik ve laikliğin dinsizlik olarak” görülmesidir.
Bu satır bir kez daha okunmalı ve düşünülmelidir. Çünkü laik olanları din dışı kabul eden yobaz zihniyet, laikliğin İslam’ın teminatı ve bekası olduğunu idrakten uzaklaştırılarak akıl, devlet ve medeniyet düşmanı haline getirilmiş, laik kesim ise dindarları dahi reddeder, tüm dindarları cehaletle yobaz kabul eder hale mecbur bırakılmıştır.
Oysa ne laiklik dinsizliktir, ne de dinsizlik laiklik!
Laiklik dine uygun ve hür ortam sağlayan, bilgi (Kur’an) tabanlı, vicdanları serbest kılan, devletin manevi değerlerden güç alarak ancak medeniyet yolunda yürümesini mümkün kılan, vatan kardeşliği yanına bir de iman kardeşliğini koyan ve bunu yasalarla teminat altına alan bir İslam’ı temizleme ve esasına döndürme gayretinin adıdır.
Laiklik kelimesi de dini manada olduğu ve laiklik olma hali aslen dini bir mesele olduğu için genç Türkiye Cumhuriyeti’nde bu ilkeyi yasalaştıranların hepsi din adamlarıdır ve onların dine tamamen uygun gördükleri bu husus bugün maalesef dine aykırı kabul edilir haldedir. Yani din değişmediğine göre değişen karanlıklaşan, örümcekleşen zihinlerdir.
Diyanet işleri başkanlığını kuranlar da, Kur’an’ın meal ve tefsirini yazdıranlar da hep din adamlarıdır. Emir ve ilk adım Ulu Önder Atatürk’ten gelse de bu işlere can verenler ve dine uygun kurumsallaştıranlar hep din adamlarıdır. Yani yobaz zihniyetin hedefi yanlıştır ve geçersizdir, kendi için de tezata mahkûmdur. Çünkü onların zannınca laikliği sistemleştiren, meal ve tefsiri yazdıran hatta yazan Atatürk ve komutanlardır ki bu tamamen yanlıştır.
Tekrar edersek laiklik ve diyanet teşkili, meal ve tefsir çalışmaları zamanın din adamlarının muhteşem eserleridir ve dünyaya da İslam âlemine de halen örnek teşkil etmektedir.
Nitekim karanlık saltanat ve hilafet dönemlerinden Cumhuriyet güneşiyle sıyrılan Türkiye Cumhuriyeti bu aydınlanma sayesinde kısa sürede hem ekonomik atılımları yapabilmiş, hem kardeş olabilmiş ve hem de tarih ve kültürü yanı sıra dinini de tanır hale gelmiş, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla din merdiven altlarından kurtarılmış ve bir kez daha Kur’an mihverine sokulmuştur.
1920’li yıllara bakıldığında kıyafetten ibadete, din derslerinden anlayışlara kadar her alanda laikliğin doping etkisi yaratan faydalarını görmek mümkündür. Bu etki sayesinde de medeniyet sıçraması çabuk ve kolay olmuş, hilafetin kaldırılmasına itiraz dahi etmeyen halk, hilafetin dine ne kadar aykırı olduğunu da bu sayede göstermiştir.
Dindeki asırların birikimi gafletlerin laiklik ile ortadan kaldırılmasıyla da bireyler kuldan insana dönmüş, din anlaşılmaz ve birkaç kişinin hükmünde olma halinden sıyrılarak gönülleri fetheder hale gelmiştir. Ancak bu elbette dinden beslenen leş kargalarının işine gelmemiştir ve Türk’e ve İslam’a düşman olanlarla işbirliği içinde bu çevreler o aydınlanma ile birlikte Cumhuriyet’e ve laikliğe düşman kesilmişlerdir.
Yobaz zihniyetin en büyük direniş noktası ise ana dilde ibadet meselesidir ki yaklaşık on bir yıl boyunca vatanın Müslüman evlatları genel kabulle namaza davetten öte gitmeyen ezanları ana dilinde dinlemiş, dileyen ibadetini ana dilinde yaparken, dileyen istediği dili kullanmakta serbest bırakılmıştır. Yani ana dilde ibadet bir kolaylık olarak sunulmuş ve zorlama ve mecburiyet yaşanmamıştır. Dolayısıyla bu gönül isteklerine sanki zorlama varmış gibi itiraz etmek yobaz zihniyetin başlıca yanılgılarındandır ve maalesef bunun sonucunda cami yıkılması, ahır yapılması yalanları gibi pek çok türedi ihanet dosyasıyla laiklik ve yobazlık birbirine düşman olarak bu topraklarda yaşamaya başlamıştır.
Dikkat edilirse laikliğin düşmanı asla dindar kesim veya diyanet işleri başkanlığı değildir, yobaz tayfadır. Bu konu çok mühimdir. Çünkü dindar kesim dinin cennetlere götüren ve Allah rızasına erdiren halini yakalamanın huzuru içinde laikliği doyasıya yaşamayı seçmiş, yobaz zihniyet ise kaybettiği menfaat ve paraların telaşına düşmüş, vermek istediği manevi zarar engellenince hırslanmıştır.
Uzatmayalım, sonuçta yobaz zihniyet laikliği din düşmanlığı gibi göstermekte, laik kesim dine mesafeli duruşuyla kendisini savunamamaktadır.
Peki, o halde çare nedir?
Çareyi bulmanın ilk adımı laiklik içindeki istenmeyen gafletleri gün yüzüne çıkarmak yani yobazlara iğne batırmadan evvel çuvaldızı kendimize batırmaktır.
Şöyle ki dinci yobaz tayfa laikliği dinsizlik olarak gösterirken laik aydınlar yeterince çalışmadığı ve korktuğu için laikliği savunamamış ve halka doğruyu gösterememiştir. Demek ki halkta uyanan laik düzen düşmanlığının bir suçlusu da laikliği anlatamayan Cumhuriyet aydınlarıdır, diyanettir.
Laikliği hür ve serbest olarak medeni vaziyette yaşayanların da yobazlıktan kaçınmak adına dinsiz ve batı kopyacısı medeniyetlere haddinden fazla yakınlaşması bir diğer sorundur, gaflettir. Çünkü Atatürk ilkelerinde yer alan medeniyetleşme özlemi, tam bağımsızlık ve egemenlik ile birlikte örf ve kültüre yabancılaşmamak, tarih ve toplumsal kabulleri reddetmemek, milli ahlakı zedelememek şartına bağlıdır.
Oysa son yüzyılda ve özellikle son elli yılda gelinen nokta, batının ahlaksız kabullerinin teknoloji paketleri içinde tümden kopyalanması durumudur. Yani bilim alanında kaydedilen gelişmeler ithal edilirken maalesef ahlaki değerler de ithal edilmiş, siyonizm ve arabizm etkisiyle toplumun bir kesimi serbestliğe özendirilirken diğer kesimi arap milliyetçiliğine kaydırılmıştır.
Bunun kaçınılmaz sonucu ise laik medeni kesimde evlilik dışı ilişkiler, zina ve fuhuşlar, uyuşturucu ve kumarlar, estetik ameliyat ve lüks düşkünlükleri, pahalı ev hayvanları beslemeler, bolca turistik geziler, acayip gıdalar, ilaçlara ve diyete dayalı yaşam modelleri, eşcinsellikler, din dışı inanç hobileri, garip ezoterik taraftarlıkları yaşanır olmuş, etekler kısalırken, kız erkek ilişkileri haddi aşarken, yabancılarla evlilikler öne çıkarken, dinen en haram bilinen domuz eti örneği dahi reddedilir hale gelmiştir. (Bu örnekler çoğaltılabilirse de burada kesiyoruz. Çünkü sokaklar, gazeteler, ekranlar bu densizliklerle yeterince doludur.)
Öyle ya çuvaldızı kendimize batırıyoruz.
Soru şudur?
Atatürk kurucu ve dava arkadaşlarının laiklik ile kast ettiği medeniyet seviyesinin gayesi bugün yaşanan ve dini adeta reddeden durum mudur? Atatürk laikliği sokaklarda serbestçe icra edilebilen misyonerliklere, fikir hürriyeti adına sergilenen din düşmanlıklarına rıza göstermek midir? Siyonizm ve arabizm taraftarlığı ile Türk’lüğü yere serme girişimi midir?
Değildir. Öyleyse aydınlar ve toplum bir kez daha şapkayı önüne koymalı ve düşünmelidir.
Yobazlık ne denli şeytani ve zararlı bir gaflet ise laikliği dinsizlik olarak tercüme etmek ve dini yok saymak da o denli şeytanidir, ahlaksızlıktır.
Bu gaflet hem yobazlığı azdırmakta, hem Atatürk ve dava arkadaşlarının kemiklerini sızlatmaktadır.
Ulu önderin laiklik ile kastı İslam’ı hür ve doğru yaşanır hale getirmektir, gönüllerden silmek değildir. Dolayısıyla Atatürkçü geçinenler vicdanlarında dindar olmak mecburiyetindedir. Dindar olmak sürekli ibadet etmek değil, Kur’an’ı bilmek ve emirlerine uymaktır. Bu mükellefiyet laik olsun olmasın tüm insanlık için farzdır. İbadet ise ayrı bir meseledir. Dileyen din içinde dilediği miktarca ve dilediği şekilde ibadet eder veya etmez. Ama inanç bağlamında laik olduğu iddiasındakiler dahil herkes dini Kur’an’dan öğrenmek ve o dine saygı duymak zorundadır.
O halde laikliğin zarar görmesine bir sebep yobaz zihniyet ise daha büyük zararı veren bizzat din tanımaz laiklerin kendisidir. Bu gaflet aynı zamanda yobazların elini güçlendiren, onlara malzeme ve dayanak sağlayan bir cehalettir. Kimse belli bir dine tabi olmak zorunda değildir ancak herkes vicdan hürriyetlerine saygılı olmaya mecburdur.
Kendisi dine taraftar olmayanların da etraftaki maneviyata saygı duyması zorunludur ve neredeyse tamamı Müslüman olan bu ülkede İslami değerlere aykırı tutumları alenen sergilemek medeniyet değil kışkırtmadır.
Laik kesimin yanlışları elbette yobazlar için haklı bir gerekçe olamaz ve günahlarını azaltmak ama burada kast edilen her kesimin yanlışlarını görmesi ve kendisine çeki düzen vermesidir.
Laikliği istismar edenler (tabir Sinan Meydan’ındır) öncelikle laik kesim ve aydınları ise bundan çıkarılacak ders, Atatürk’ün gaye ve muradını anlamaya çalışmak, laikliği tesis eden din adamlarının maksadından uzaklaşmamaya gayret etmektir.
Elbette dine mesafeli oluşun kaçınılmaz bir sonucu da Siyonist zehirlere mecbur kalmaktır ki entelektüel geçinen kimselerin milliyet ve dini aşağılaması, yaşamlarına yanlış ve milli olmayan sevdaları sokması bu planlı saldırılar iledir. Yani kendisine din oyunu oynananlar dini yeterince tanımadığı içindir ki siyonizm sokaklarda cirit atmakta, pek çok aydını tıpkı yobazlar gibi kandırmakta ve diğer kutba düşman etmektedir. Masonların, misyonerlerin sokakları doldurduğu bir toplumda tüm halk özüne dönmek ve uyanmak zorundadır. Bunun ilk adımı ise öz eleştiridir ki bu yazı gayemiz de budur.
Tekrar edelim dinin gerçeklerinden uzak yaşayan toplumların kaçınılmaz kaderi gereği ateizme yakın laikler ile, dinden ve Kur’an’dan habersiz yobazların ortak kaderi siyonizme tutsak olmak, bu gafletle de kardeşini düşman bilmektir.
Bu yazı çokça tepki çekecektir lakin hakikat budur.
Türk toplumu, halkı, milleti Türk ve Müslüman olmalıdır. Türk halkı dindar olmalıdır. Laiklik dinsizlik değil, dinsizlik laiklik hiç değildir.
“Bizim dinimiz, en mâkul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da mekteptir.” 1923 İzmir (Atatürk’ün S.D.II, s. 90, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 94)
Sonuç;
Yobazlık ne denli kirli bir tezgâh ise dinden habersiz yaşamak da o denli büyük gaflettir. Türk ve Müslüman olmak bu ulusun kaderidir ve bu meziyetlerden birisi dışlanırsa kardeş ve birlik olunmaz. Fikirlere hoşgörü yasalar ve Kur’an çerçevesinde olmalı, doğru ve güzele kardeşçe uzanılmalı, millet ve din kardeşliği esas olmalı, topluma saygı ve sağduyu egemen olmalı, kirli menfaat odaklarıyla el ele mücadele edilmeli, dini kesim dine, laik kesim medeniyete uzanırken diğer kesimi düşman ilan etmemeli, aydınlanma ve kurtuluşun Siyonist oyunlarına gelinmeden manevi ve maddi değerlerle sağlanabileceği unutulmamalıdır.
Şöyle dersek laik yasa ve devlet düzeni et ve kemikten ibaret beden ise din ruhtur, maneviyattır. İkisi de var olmak zorundadır ve fakat bunlar doğru ve uygun olmalıdır.
Dini suistimal ne denli kötüyse, laik sosyal devleti suistimal de o denli kötüdür.
Bireyler aklı ve bilimi rehber edinmek, vicdanları Kur’an’a yaslamak mecburiyetindedir.
Laiklik dinsizlik, dinsizlik laiklik değildir.
Ve Atatürkçü geçinen, kendisini Türk hisseden, Müslüman olduğunu iddia eden herkes Yasalarla tesis ve idame edilen devlete, Kur’an ile bildirilen dine saygılı olmaya mecburdur. İnançlar hür, fikirler hür ise herkes farklı düşüncelere tolerans göstermeli ancak varlığımıza düşman unsurlarla topyekun mücadele edilmelidir.
Herkes evvela kendisine çeki düzen vermeli, ayıp, noksan ve kusurlarını görerek savunduğu tezlerin adamı olmalıdır. yalan yanlış bilgilerle, kopya medeniyet kırıntılarıyla, arap örflerinden kaynaklanan merdiven altı Kur’an’sız İslam’la vatanın selameti mümkün değildir.
Ve tüm bunlar için çare Atatürk sevgisinde ve Kur’an’dadır, Türk ve Müslüman olmaya çalışmaktadır.
Bu yazı Laikliğin istismarı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı 23 Nisan Yaklaşıyor ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramıdır. Eski adıyla ‘Milli Hâkimiyet’ Bayramı. Bu ismin seçilmesi elbette bir tesadüf değildir ve ilk TBMM’nin açılması, Milli hükümetin işbaşına gelmesi, halkın temsilcilerinin meclis çatısı altında buluşması, tek kişinin yerine halkın iradesinin egemen olması, halkın çoğulcu ve eşitlikçi yönetimlerden yana olması gibi pek çok sebepten ötürüdür.
Tarih itibarıyla henüz saltanat ve halifelik kaldırılmamış, savaşlar neticelenmemiş, inkılaplar hayata geçirilmemiş ve daha pek çok zorluk ile boğuşulur vaziyettedir.
Bir yandan sarayın işgal güçleriyle işbirliği, bir yandan sayısız ayaklanmalar, bir yandan işgalcilerin haksız ve zulme varan ilerleyişleri, bir yandan ekonomik ve askeri yokluklar, bir yandan geri kalmışlık ve en mühimi de beyinlerdeki karanlıkların sürüp giderken Milli Mücadeleye 19 Mayıs 1919’da adım atan heyet-i Temsiliye yani Temsil Heyeti, halkın iradesini savunmaktan ve seslendirmekten yoksun saraya (saltanata ve aynı zamanda halifeye) net bir mesaj vererek hem halkın iradesini ortaya koymuş ve hem de Cumhuriyet’in ayak seslerini duyurmuştur.
O zamanların mesele ve sorunlarını o zamanın içerisinde anlamaya çalışmak lazımdır ki az önce yüzeysel bir izahla durumun vehameti ve şartların çetinliği arz edilmiş olsa da durum aslında çok daha vahimdir. Benzin parası olmayan, otel diye tahta zeminli köhne barakalarda, saman yataklar üzerinde, mum ışığında, çoğu zaman telgraf hakkı engellenerek, modern zamanların pek çok kolaylık ve imkânından yoksun bir ekibin verdiği bu mücadele tüm dünyaya emsal bir başarıdır.
Başarıdır çünkü evvela saltanatın tüm baskısına ve aleyhte kampanyalarına karşın sesini duyurabilmiş, haklı davasını başta yurt içi olmak üzere yurt dışına dahi duyurabilmiş, saray veya hilafet kaynaklı (işbirlikçilerin ve işgalcilerin) yanlış ve moral bozan açıklamalarından hem haberdar olunmuş ve hem de işlerin doğrusu halka ulaştırılabilmiştir.
Düşünülsün ki halifenin ‘Milli mücadeleye katılanları din dışı gösteren’ tebliğleri işgal güçlerinin uçaklarıyla atılmış, telgraf hatları keyfi olarak kesilmiş, birkaç gazete hariç tüm basın saraydan yana tavır takınmıştır.
Halk korku ve endişe içindedir, cehalet, yokluk, açlık ve işgalcilerin zulümlerine içteki çeteler yoğun destek vermektedir, henüz kurumsallaşamamış Milli cephe (Heyet-i Temsiliye) her ne kadar iyi niyetli olsa da istediği başarıyı yakalamaktan uzaktır.
Bu yüzden Anadolu ve özellikle Ege bölgesi köylerinde tam bir işgalci katliamı, özellikle doğu illerinde tam bir ermeni soykırımı yaşanmaktadır.
Mustafa Kemal, işte bu karanlık tablo içinde bir umut olarak, Samsun’dan itibaren bir güneş gibi doğmuştur. Önce bölgesel başlayan Müdafa-i Hukuk teşkilleri yaygınlaşarak nihayet 23 Nisan 1920’de tam anlamıyla Anadolu ve Trakya’ya yayılabilmiş, Anadolu’daki bu Meclis Meclis-i Mebusan yerine halkın sesi olabilmiştir.
Misak-ı Milli’nin kabulüyle birlikte TBMM etrafında kenetlenen Anadolu halkının, inanç ve maneviyatı idarecilerin ve bilhassa Mustafa Kemal’in dik duruşu ve cesur-akıllı-isabetli kararlarıyla, şaşmaz öngörüleriyle, Millete güven veren tebliğleriyle her geçen gün yükselmiş ve bir moral kaynağı olmuştur. O kadar ki bu milli uyanışın simgesi durumundaki “İzmir Marşı” İngilizlerin emriyle yasaklanabilmiştir.
Akıllarda olsa da o tarihlerde henüz bilerek telaffuz edilmeyen Cumhuriyet’in aynı zamanda temeli durumundaki bu ilk meclisin açılışı da elbette kolay olmamıştır. Her vilayetten temsilciler seçilmiş, meclise gönderilmiş, çoğu yol parası için sürülerinden birkaç hayvan satmak zorunda kalmıştır.
Mustafa Kemal’in çalışma odasında dahi, meclis genel salonunda dahi aydınlatmanın mum ve kandillerle, gaz lambaları ile yapıldığı düşünülürse, her akşam değişik yerlerden gelen acı haberlerin yorumlanmasında, tedbir getirilmesinde ve duyurulmasındaki zorluk ta anlaşılacaktır.
Yurdun tüm vilayetlerinden gelen vekillerin oluşturduğu Meclisin vekil tasnifine bakıldığında da her birinin yöresinde söz sahibi ve nispeten tahsilli ama tamamına yakınının fakir olduğu da görülecektir. Az istisna dışında tamamına yakını ise vatanseverdir, namusludur ve davaya inanmış vaziyettedir.
Sonrası gelişmeler ise çok daha çetindir. Evvela yürütme heyetinin teşkili, sonra bu meclisin meşruluğunun kabul ettirilmesi, Milli ordunun bu meclis emrine alınması, vergi ve basının, haberleşme ve ulaşımın TBMM denetimine sokulması elbette kolay olmamıştır.
Aynı zamanda dış basında merak uyandıran bu durum içinde görüşmeye gelen dış basın temsilcilerinin bıyık altından gülmeleri, o tarih itibarıyla bu Meclis teşkilinin hedeflerinin hayalden ibaret olduğuna inanmalarından dolayıdır.
Cumhuriyet’in ilan edildiği, saltanat ve halifeliğin kaldırıldığı zamana kadar yaşananlar ise bu meclisin muhteşem başarısının eseridir. Gelirden yoksun, silahı noksan, kurumsallaşmasını tamamlayamamış, yurt geneline aynı inancı yayamamış, çete ve zulümlerle, ayaklanmalarla mücadelesini tamamlayamamış bir hükümetin aynı zamanda bir karşı taarruza, ulusal seferberliğe hazırlanması da bir başka mucizedir.
Öte yandan Kuvayi Milliye ile düzenli ordu arasındaki anlaşmazlıkların da bir ve beraber olma fikrini geciktirdiği ortadadır. Dahası milletin maneviyatına Kur’an ile nüfus etmek mecburiyetindeki din adamlarının Kur’an dışı ve dinin tam tersine yayınladığı fetvalar İstiklal Harbi’ne hazırlanan bir milletin akılını karıştırmaktadır.
Neyse ki Kur’an ile konuşan din adamları da vardır ve bunlar karşı fetvalarla halka gerçeği anlatmakta başarılı olmuşlardır. Kuvayi Milliye başındaki bazı kimseler ise Meclisin tüm barışçı ve birleştirici yaklaşımlarına rağmen aykırılıklarını kişisel hırslardan dolayı sürdürmüş ve malesef sonuçta işgal güçlerine katılmak zorunda kalmışlardır.
Milli ve tek elden yönetilen mücadelenin ne kadar gerekli ve bu işin ne kadar isabetli olduğu ise gelişmeler tek tek yaşandıkça anlaşılmaya başlanmış ve 1923 senesine gelindiğinde hem kazanılan zaferler, hem de fikirlerdeki ortak paydalar neticesi, Saltanat’ın kaldırılmasına bir tek kişi itiraz dahi edememiştir. Keza sonradan hilafetin kaldırılması dahi bir takım yobazların beklediği karşı çıkmayı hayata geçirmek bir yana tamamen tevazu ve anlayışla karşılanmıştır.
Tüm bu sessiz susuşlar ise hak ve adaletin, akıl ve bilimin, doğru ve güzelin Milli Mücadele ekiplerince yerine getirildiğinin ispatıdır.
Tekrar edersek 23 Nisan 1920 cuma günü, evvela Cuma namazı, sonra mevlit, sonra kurban kesimi ve sonra dualarla açılan İlk Meclis, halkın sevinç gösterileri, kalplerde umut selleriyle hayata geçmiş ve o gün Milletin iradesi, bir tek kişinin hâkimiyeti fikrine galip gelmiştir.
Kaldı ki bu tek kişi halkın iradesine karşı olmakla ve işgalcilerle makamını korumak adına işbirliği yapmakla kalmamış, halife sıfatıyla halka köle, kul yaklaşımı sergilemiş ve daha da ileri giderek İslam’la tamamen ters olarak “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” lakabını çekinmeden kullanabilmiştir. Bu sıfatın baştan sona ve itirazsız bir şirk hususu olduğu ise din âlimlerince malumdur.
Nitekim saltanatın kaldırılmasıyla birlikte Yurtta duramayan Padişah ve sonra hilafetin kaldırılmasıyla halife çareyi yurt dışına kaçmakta bulmuş, halkın iradesine boyun eğmek yerine kişisel egemenliklerini öne çıkarmaktan vazgeçmemiştir.
Bir yandan saray ve İslam’ı savunmak iddiasındayken bir yandan camileri Fransızlara satabilme cesaretini gösteren bu kimselerin Milleti ve Dini idare edemeyeceği de zaten ortadadır. Çünkü gerek İstanbul’da olmaları ve gerekse işgal altında bulunmaları nedeniyle bağımsız karar verme yetisinden de mahrum bu kimselerin – Mebusan Meclisi dahil – istenen direnişi göstermeleri de zaten imkansızdır.
Ankara’nın Cumhuriyet Türkiye’sinin başkenti yapılması ve ilelebet bunun değiştirilemeyecek olmasının yasalaştırılmasının sebeplerinden birisi de budur. Hem Anadolu’nun kalbi durumundaki hem de askeri anlamda işgalden uzak bir şehir olan Ankara’nın düşman çizmeleri ile çiğnenmesi demek zaten tüm yurdun işgal edilmesi anlamına gelir ki bu nedenle stratejik olarak Ankara’nın başkent yapılmasında kesin bir isabet vardır.
Ankara’nın o tarihlerde geri kalmış, basit bir kasaba mahiyetindeki görünümüne rağmen başkent olarak tercih edilmesi aslında büyük bir cesaret örneğidir fakat aynı zamanda Ankara Ahi Cumhuriyeti’nden başlayarak, tren ulaşım hatlarına kadar, pek çok dini tarikatın varlığına kadar karar isabetlidir ve zaman bunu ispat etmiştir.
Nitekim kısa süre içerisinde Ankara kendisinden beklenen hizmeti verebilmiş, güvenliği sağlayabilmiş ve başkent olmanın haklı gururunu yaşamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün sonsuzluğa intikalinden sonra cenazesinin bu topraklara emanet edilmesi de bu haklı gurur neticesidir.
23 Nisan 1920 tarihi sonraki zamanlarda evvela ‘Milli Hâkimiyet’ bayramı olarak kutlanmış, bu kutlamalar esnasında özellikle şehit çocukları ön plana çıkartılmıştır. Sonraları Latife hanımın da çabalarıyla Çocuk Esirgeme Kurumunun bir yardım toplama günü (ve balosu) halini alan bu 23 Nisan kutlamalarında çocuk öğesinin ön plana çıkması sonraki yıllarda Milli Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı adını almasına sebep olmuştur. Nitekim halen bayram hem egemenlik ve hem de çocuk başlıklarında kutlanmaktadır.
Konuya sadece bir çocuk bayramı olarak bakmak bu nedenle yanlıştır. Çünkü ana ve ilk tema çocuktan da evvel ‘HAKİMİYET’ temasıdır ki bu tema millidir. Tam bağımsızlık ve milli egemenlik için yola çıkan Ulusal iradenin kalesi durumundaki Meclisin gayret ve teşebbüsleri hep bu iki dava uğrunadır.
Çocuklarla ilişkilendiren bayram fikrindeki isabet ise çok yönlüdür ve evvela şehit çocuklarına sahip çıkmak parolasıyla başlayan bu bağ sonradan tüm çocukları kapsamış, Cumhuriyet gençliğe emanet edilirken, yarının gençleri durumundaki çocuklar ise unutulmamıştır.
23 Nisan’ın adındaki milli mesaj ise şudur; Türkiye Cumhuriyeti, tüm teşkil ve fertleriyle tüm yasa ve kurumlarıyla milli egemenlik, ulusal tam bağımsızlık ve sadece halkın iradesi temelleri üzerinde yaşamaya devam edecektir. Yarınlar gençliğe ve çocuklara emanettir. Umut ve zafer dolu mazimizin en şanlı günlerinden olan 23 Nisan sadece bir meclis açılışı değil Millet iradesinin hayata geçirilmesidir.
Meclisin ilk zaman duvarlarında yazmakta olan yazı pek çok okuyucu tarafından malum değildir. O duvarlarda Hakimiyet Milletindir ifadesinden de önce yazılı olan şey Hakimiyet ve Hükmün sadece Allah’ta olduğuna dairdir ki iki ifade de aynı manaya çıksa da, önceki ifade laiklik ilkesinden önceki ibaredir.
Laiklik ilkesi anayasamıza bir madde olarak girene dek ülkenin laik yönetiminden söz etmek elbette imkânsızdır. Laiklik ile kast edilenler kısmen ilk meclis tarafından yerine getirilmeye çalışılmışsa da asıl yasalaşma çok sonraları yapılmıştır. Bu yasalaşma ise Meclisin ve Cumhuriyet’in bekası için elzemdir ve bugünlerin refah Türkiye’sinin temeli durumundaki Atatürk ilkelerinin belki de en mühim ilkesi Laiklik kavramıdır.
Şimdilerde laikliği dinsizlik saymakta tereddüt etmeyenler şunu hatırlamalıdır ki ilkenin yasalaştığı zaman diliminde meclisteki din adamlarının sayısı, bu günkü meclis içindeki din kaynaklı veya temelli vekil sayısından çok daha fazladır. Onlarca uygun görülen ve dinsizlik olarak nitelendirilmeyen durumun aradan 100 yıl geçtikten sonra dine aykırı gibi gösterilmek istenmesi zaten komediden ibaret, mesnetsiz bir gayedir.
Mühim olan Meclisin ifade ettiği mana ve maneviyattır.
İlk Meclisin köhne bir binada vekilleri bir araya getirerek Anadolu halkının sesi olmaya gayret etmesi sadece Saltanata bir başkaldırı olmakla tercüme edilemez. Bu başkaldırı aynı zamanda ve aslen halkın sesi olmakla, bağımsızlık ve egemenliği sonuna dek savunmaya hazır ve istekli olunduğunu izahla açıklanmak zorundadır.
Başlangıçta saltanata karşı gösterilen dik duruşun hilafet için gösterilmemiş olmasındaki ana sebep ise an itibarıyla önceliklendirme ve toplumun hazırlanması, başarılacak işlerin tamamlanması sürecine bağlı bir ötelemeden ibarettir. Yoksa Milli Mücadele dava insanlarının hilafet ile ilgili karar ve dilekleri sonradan gerçekleşmiş değildir. Olan sadece hilafetin kaldırılmasını ertelemek ve önce Milli hususlarda başarı kazanmaya odaklanmaktır.
Bu nedenle 23 Nisan’ı “Çocuk bayramı” diye algılamak son derece yanlıştır. Bu bayram aslen “MİLLİ HAKİMİYET” bayramıdır ve öyle de kalacaktır.
Milli egemenlik temasını 23 Nisan’dan silmeye çalışmak ve olayı sadece Çocuk Bayramına çevirmek ilk Meclisin maneviyat ve mevcudiyetine saygısızlıktır.
Bu husus dikkat edilmeli ve kutlamalar bu istikamette yapılmalıdır.
Elbette çocuklarımız her şeyin en güzeline layıktır. Elbette Atatürk çocukları geleceğin teminatıdır. Elbette dünyada kendisine bayram armağan edilen çocuklar sadece bu güzel ülkede yaşamaktadır, elbette çocuklar baş tacımız ve geleceğimizdir. Ama çocuklarımızdan da evvel gözbebeğimiz Milli İrade, tam bağımsızlık ve egemenliktir.
Ekonomiden sanata, siyasetten askerliğe, tarımdan sanayiye her alanda tam bağımsızlık Cumhuriyet’in temel öğelerindendir. Bunu ikinci plana atmak en basit anlamıyla 23 Nisan ruhunu hafife almak ve tarihi sulandırarak saptırmak gayesidir.
Son olarak 23 Nisan 1920 ‘nin neredeyse yüzüncü yılını kutlayacağımız bu senede tüm milletimizin milli irade ve tam bağımsızlık ilkesi etrafında, Atatürk ve dava arkadaşlarının çizgisinde toplanmasının önemini vurgulamak gerekir ki dillendirilen tüm beka ve yaşam şartları zorluklarının cevabı Atatürk ilkelerindedir. Bu ilkeler ilk günkü canlılık ve dinamikleriyle hayata geçirilirse zaten ortada sorun kalmayacaktır. Çünkü genç Türkiye Cumhuriyeti on yıl gibi kısa bir sürede dünyanın gözleri önünde bu mucizeyi hayata geçirmeyi başarmıştır.
Bu canlı ve değişmez örnekle diyoruz ki ;
23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı tüm Milletimize hayırlı, uğurlu ve kutlu olsun.
Bu tarihi yazan, milleti esaretten kurtaran, zaferler yaşatan, inkılaplarla karanlıkları aydınlatan, ezan seslerinin hür ve gür sesle okunmasına imkân sağlayan, İslam’ı yaban otlarından temizleyen Atatürk ve dava arkadaşlarına olan borcumuz ödenmekle bitmeyecek kadar büyüktür.
Tüm şehit ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde saygıyla eğilir, tümüne minnet ve şükranlarımızı sunarız.
Bu bayram içte ve dışta bunca sorunla boğuşan ülkemize umulur ki bazı gerçekleri bir daha hatırlatır.
Daha fazla detay isteyen okurlarımızın Sayın Sinan Meydan’ın “23 Nisan Nasıl Bayram Oldu?” yazısına göz atmasını tavsiye ederiz.
Bu yazı 23 Nisan Yaklaşıyor ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı ATATÜRK HER YERDE ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Mustafa Kemal Atatürk, tarihin yok sayılamayacakları arasında adını altın harflerle liste başına yazdırmış bir asker ve devlet adamıdır ki sadece Türk Milleti için değil tüm cihan için O’nun adı, mertlik, cesaret, öngörü, namus ve inancı ifade eder.
Böyleyken akıl ve bilgi noksanlığında boğulanlar için O’nu tanımamak, eserlerine minnet duymamak ve hatta O’na düşman söylemlerde bulunmak ne dinen ve ne de insanlık gereği caiz ve doğru değildir. Maalesef bu yaşanmakta ve O’nun aydınlattığı karanlıklar göz ardı edilmektedir.
Bu gaflet elbette gerçeği değiştirmemekte, Türk’ün batırıldığı çamurlardan yeşil otlaklara çıkmasına öncülük eden Ulu Önder mazide ve kalplerde altın gibi, güneş gibi parlamaktadır. O gafil ve cahiller görmese, görmek istemese de.
Çünkü Atatürk her yerde, her söz ve oluşta ve her zamandadır.
Hür okunan ezan seslerinin ardında, sokaklarda namus ve erdemiyle gezebilen genç kızların modern kıyafetlerinde, mahkeme salonlarında, kitaplarda, okul sıralarında, içilen suda, hür ve bağımsız olarak medeniyet yolunda koşan tüm bilim yuvalarında, yeşil ormanlarda, sanayi ve tarımda, sporda ve siyasette, milli marşımızda, andımızda, askeri marşlarda, bayram ve törenlerde, sokaklarda, evlerde, tarih kitaplarında, yurt dışı temsilciliklerde, makam odalarında, dev hamlelerde, devasa yatırımlarda, mutlu ve gülen yüzlerde, devletin şefkatli kollarında, güçlü ordumuzun kışlalarında, askere gönderilen vatan evlatlarının uğurlamalarında, açılış törenlerinde, gazetelerde, ekranlarda, kırlarda, köylerde, köy yollarında, uzak diyarlardaki köy okullarında, sulama kanallarında, dev barajlarda, mezralara giden elektrikte, mezun olan üniversite gencinin havaya attığı şapkada hep Atatürk vardır.
Atatürk bir beden veya madde değil maneviyattır, ilkedir, düşünce sistemi ve hayat felsefesidir ki bu anlayış ve idrak yaşamın gelişmesinde, değişerek güzelleşmesinde açtığı çığırla birileri inkar etse de kaçınılmaz olandır.
Çünkü O, güzel, doğru ve isabetli olan her şeyin ilk adı, ilk adımı, ilk fikri ve niyetidir.
Yokluktan varlığa, esaretten hürriyete, karanlıklardan umuda yolculuğun adıdır Mustafa Kemal. Bu nedenle yeni doğan bebeğin kulağına fısıldanan ezan sesinde de, merhumları defnederken okunan ayeti kerimede de O’nun izi ve eseri vardır.
Bugün hür ve bağımsız yaşanabiliyorsa, din ve hayat özgürce yaşanabiliyorsa, izzet ve şeref muhafaza edilebiliyor, güven ve huzurla gece yataklara girilebiliyorsa Atatürk iledir, Atatürk ve dava arkadaşlarının sayesindedir, Atatürk davasına yürekten inanmış Türk milletinin verdiği destek sayesindedir.
Atatürk bir tek bedendir. Atatürk ilke ve inkılapları ise O fikirlere sahip çıkan Anadolu halkının tek yürek olarak geleceğe emin adımlarla yürümesidir. Bu anlamda Mustafa Kemal demek Türk milleti, Türk milleti demek Mustafa Kemal demektir.
Bir önder, lider ve rehber olan Mustafa Kemal, ne ilahtır, ne peygamber, ne akıl hocası, ne de zorba bir yönetici. O, umudu tanıtan, güzel ve doğru olanı anlatan, öğreten, özgürlüğü ulaşılabilir kılan, zorlukları yenmenin yolunu canları feda etmekten geçtiğini ispat edendir.
O, hürriyet ve vatan uğruna sıcak odalarda, süslü makam koltuklarında kağıtlarla, kanunlarla oynayan değil, savaş meydanlarında, halk arasında, bizzat yaşayan, gören, tedbir alan ve güzelleştirendir.
O, köhne ve yanlıştan, yobazlıktan, hurafe ve batıllardan arındıran, cehalete savaş açan, kem gözleri, kötü ve haysiyet yoksunlarını, saltanat tutkunlarını ıslah eden, yedi düveli dize getirendir. O, hak ve hakikati, adalet ve nizamı egemen kılan, egemenliği gerçek sahibi olan halka iade edendir.
O, insanca yaşamayı sağlayan, mal olan kadın ve kızları eşit ve modern görünüme kavuşturan, hukuku adaletle bağdaştıran, kadınlara toplumda ait oldukları yeri kazandıran, ilerleme ve çağdaşlaşmayı mümkün kılandır.
Bu yüzden O, turistik otellerdeki resepsiyonun güler yüzü, üniversite hocalarının baş öğretmeni, oy kullanabilen kadınların anayasal hakkı, 23 Nisanlarda çocukların neşesi, 19 mayıslarda gençlerin “Dağ başını duman almış” türküsüdür.
Atatürk, bu vatanın has ve en değerli evladı, bayrağın, vatanın, hürriyet ve istiklalin temin edicisidir, bu millete Allah’ın bir lütfudur.
O, anlatan öğretmen, dinleyen öğrenci, idare eden müdür, kapıda bekleyen veli, zili çalan görevlidir, eğitimdir, öğretimdir, milli ve güzel olan her şeyin adıdır.
O, kalkınmadır, sağlıklı ve huzurlu yaşamdır, emniyet ve asayiş, mutluluk ve refahtır.
O, önlenen salgın hastalıklar, biten erken ölümler, artık rastlanmayan çocuk ölümleridir.
O, modern sanattır, sinemadır, heykeldir, sinemadır.
O, tramvaylar, uçaklar, havaalanlarıdır.
O, yeşil ormanlar, rüzgar jeneratörleridir.
O, bebek yaşta gelin edilemeyen kızların sevinç gözyaşlarıdır.
O, dedelerin mazisindeki yüce kahraman, torunların dede masallarındaki korkusuz kumandandır.
O, zaferdir, barıştır, diplomasidir, bekadır, güvendir.
O’nun adı, geleceğe güvenle bakmaktır, kulaklarda çınlayan gençliğe hitabedir, onuncu yıl, onbeşinci yıl, ellinci yıl marşlarıdır.
O, “Korkma” diye başlayan milli marşımızın “Korkuları yenen” ulu önderidir, “Hakka tapan milletimin hakkı”, “ne mutlu Türküm diyene” deyişindeki Türklük ruhudur.
O, işe koşturan milyonların sabah güneşi, akşam yorgun eve dönen emekçilerin gönül huzurudur.
O, askerin selamı, vekilin yemini, doktorun hipokratıdır.
O, İstanbul adını Konstaniye’den çevirten, dünyaya Türk’ü tanıtan, dünyada eşi emsali bulunmayan gezici sergi Karadeniz gemisi ile cihana yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtandır.
O, tarım ve sanayi hamleleriyle, inkılaplar ve yatırımlar ile borç içinde yüzen devleti düze çıkaran, eski borçları dahi ödeyen, bu milletin cebindeki servetleri helal ve borçsuz kılandır.
O, tarihtir, dildir, kültürdür.
O, Türklük bilinci ve insanca yaşamdır.
O, laik, Müslüman ve adam olmaktır.
O, Türk ve Müslüman, eğitimli ve çağdaş, modern ve kültürlü, akıllı ve bilime saygılı olmaktır.
Atatürk her yerde, her zaman ışıktır, rehberdir, önderdir.
Çünkü O; “ATA” Türk’tür.
O, sadece duvarları süsleyen bir resim değil, KALPLERİ ISITAN BİR GÜNEŞTİR.
Bu yazı ATATÜRK HER YERDE ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Einstein’ın Atatürk’e mektubu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Almanya’da 1932 sonbaharında yapılan genel seçimleri, Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi, yani Naziler kazandı ve Hitler, 1933’ün 30 Ocak günü başbakanlığa getirildi. Naziler’in hedeflerinden biri, Yahudiler’in, öncelikle de Almanya’daki Yahudiler’in köklerinin kazınmasıydı. O tarihten birkaç sene önce başlamış olan Yahudi karşıtı hareketler Naziler’in iktidarı elde etmelerinden sonra daha da arttı ve çok sayıda Yahudi, Almanya’yı terketti. Ayrılma hazırlığı yapan Yahudiler arasında dünyanın önde gelen bilim adamları da vardı ve Albert Einstein da onlardan biriydi.
1930’lu yıllarda, Berlin Üniversitesi’nde ders veren Einstein, Nazi baskısına daha fazla dayanamayarak Paris’e taşındı ve “College de France”da hocalık etmeye başladı. Tabii Almanya’da (ve hatta Avrupa’da) bulunan diğer Yahudi profesörler de, güvende olmadıkları için, sığınacakları güvenli bir ülke arıyorlardı.
Bu sırada, Nazi tehdidi altında bulunan Museviler’in himayesi maksadıyla Nazi iktidarı sırasında Paris’te kurulmuş, “Yahudi Nüfusu Koruma Grupları Birliği” ismini taşıyan ve kısa adı “OSE” olan bir kurum oluşturulmuştu. Birliğin merkezi Paris’te idi ve şeref başkanlığına da Albert Einstein getirilmişti. Ama hala Almanya’da kalan önemli sayıda Yahudi bilim insanı bulunuyordu. Hepsi de kurtuluş umudu arıyordu.
İşte tam da bu sebepten dolayı, ‘Albert Einstein’ imzasını taşıyan-17 Eylül 1933 tarihli bir mektup, OSE tarafından Atatürk’e teslim edilmek üzere T.C. Başbakanlığı’na gönderildi.
Albert Einstein, mektubu “OSE’nin şeref başkanı” olarak göndermişti. Einstein, “Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Başkanlığı”na, yani Başbakanlığa hitaben son derece nazik bir dille yazdığı mektubunda Almanya’daki bazı kanunlar dolayısıyla çok sayıda Alman bilim adamının mesleklerini icra edemez hále geldiklerini söylüyordu.
Bilim adamlarının çalışabilecekleri bir ülke aradıklarını da anlatan Einstein, 40 kişilik bir uzman listesi hazırladıklarını yazıyor, bu kişilerin hiçbir karşılık beklemediklerini anlatıyor ve Türk Hükümeti’nin söz konusu bilim adamlarını kabul etmesi halinde sadece insani bir faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağını, Türkiye’nin bu kabulden büyük kazanç sağlayacağını da ifade ediyordu.
‘Ekselansları’ şeklinde başlayan mektup, şöyleydi:
“OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesör ve doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler. Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu bilim insanları, bir yıl müddetle, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler. Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etme cüretini buluyorum.”
Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan şeref duyan, Prof. Albert Einstein.
Einstein, şimdi Başbakanlığa bağlı olan “Cumhuriyet Arşivi”nde muhafaza edilen 17 Eylül 1933 tarihli mektubunu yazdığı sırada, başbakanlık makamında İsmet Bey (İnönü) vardı. Belgenin üzerinde yeralan ve İsmet İnönü’nün el yazısıyla olan nottan anlaşıldığına göre, İnönü, 9 Ekim günü mektubu “Maarif Vekáleti’ne”, yani Milli Eğitim Bakanlığı’na havale etti. Milli Eğitim Bakanı, o tarihte Reşid Galip Bey idi. Fakat sonuç olumsuzdu.
Albert Einstein’ın arşivdeki mektubunun alt kısmında ve yan tarafında el yazısıyla üç madde halinde yazılmış bazı notlar bulunuyor. Reşit Galip Bey’e ait olduğunu sanılan ve işlek olması dolayısıyla güçlükle okunabilen bu notlarda geçen “Teklif, mevzuat-ı kanuniyemizle …değildir”, “Bunları bugünkü şeráite (şartlara) göre kabule imkán yoktur” şeklindeki ifadelerden, teklifin bakanlık tarafından ilk aşamada kabul edilmediği anlaşılıyor.
Ve sonra, Albert Einstein’a şu şekilde bir cevap (14 Kasım 1933 tarihli) mektubu gönderildi:
“İktidardaki hükümetin politikası gereği Almanya’da bilimsel ve tıbbi çalışmalarını yerine getiremeyen 40 profesör ve doktorun Türkiye’ye kabulünü dileyen mektubunuzu aldım. Bu beylerin hükümetimiz kuruluşlarında bir yıl ücretsiz çalışmayı kabul ettiklerini gördüm. Teklifiniz çok çekici olmasına rağmen ülkemiz kanun ve nizamları gereği size olumlu cevap verme imkânı göremiyorum. Saygıdeğer profesör, bildiğiniz gibi şu anda 40’tan fazla profesör ve doktor istihdam etmiş durumdayız. Çoğu benzer nitelik ve kapasitede olan bu şahıslar da aynı politik şartlar altındadırlar. Bu profesör ve doktorlar burada geçerli kanun ve şartlar altında çalışmayı kabul etmişlerdir. Şimdiki halde, çeşitli kültür, dil ve kökenlerden gelmiş üyelerle çok hassas bir oluşum geliştirmeye çalışıyoruz. O nedenle içinde bulunduğumuz şartlar gereği daha fazla personel istihdam etmemizin mümkün olmadığını üzülerek bildiririm.”
Saygıdeğer profesör,
Arzunuzu yerine getirememenin üzüntüsünü ifade eder, en iyi duygularıma inanmanızı rica ederim.
Talep reddedilmişti. Ancak buna rağmen; Einstein’ın istediği 40 bilim insanı değil, 190 Alman bilim insanı Türkiye’ye geldi. Bu bilim insanları önce Almanya’dan, 1938’teki Anschluss’tan (Avusturya’nın Nazi Almanyası tarafından işgal edilmesine verilen isim) sonra Avusturya’dan ve 1939’daki Nazi istilasından sonra Prag’dan gelmişlerdi.
Bu dönemde Türkiye’nin katkıları işe yaramış, mesela dokuz ay toplama kampında kaldıktan sonra kurtarılan diş hekimi Alfred Kantorowicz gibi bilim adamları İstanbul’da yeni bir hayat kurma olanağı bulmuşlardı. Başbakanın ve bakanlar kurulunun olumsuz tavrına rağmen, bu Türkiye’ye gelmelerini sağlayan güç neydi?
O dönemde Başbakan ve Bakanlar Kurulunun muhalefetine karşın bu önemli bilim insanlarına kapıyı açan kişi de, tahmin edileceği üzere Mustafa Kemal Atatürk olması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye’nin bu tarihten hemen sonra onlarca Alman bilim adamını davet edip üniversitelerde görevlendirmesi ve Üniversite Reformu’nun da bu sırada yapılması, Milli Eğitim’in karşı çıktığı teklifin kabulünde çok daha yüksek bir makamın, yani bizzat Reisicumhur Mustafa Kemal’in devreye girmesinin etkili olduğunu düşündürüyor.
İlk bilim insanı grubu geldiği zaman onları Dolmabahçe Sarayı’nda konuk İran Şahı şerefine verilen bir ziyafete davet eden de oydu. Hepsiyle tek tek görüşmüş, onlara hoş geldiniz demişti. Hatta bu davette İran Şahının dişlerini tedavi eden profesör Alfred Kantorowicz’ti. Göz hekimi Joseph Igersheimer ise, şah için yeni gözlük reçetesi yazmıştı.
Prof. Dr. Münir Ülgür’ün beyanı;
Bu konudaki bir diğer kıymetli kanıt da, Princeton Üniversitesi’nde 1949 yılında Einstein ile görüşen İstanbul Teknik Üniversitesi’nin emekli hocalarından Prof. Dr. Münir Ülgür’ün Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknik Dergisi’ne yaptığı açıklamadır. (Daha önce Prof. Dr. Kerim Erim (1930) ve Dr. Adıvar’ın (1946), Einstein ile görüşme yaptığı biliniyordu. Prof. Dr. Münir Ülgür’ünde Einstein ile görüştüğü de böylece anlaşılmış oldu.)
Prof. Ülgür, açıklamasında Einstein’ın görüşme sırasında “Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz. 1933’teki üniversite reformunuz sırasında beni de ülkenize davet etmişti” dediğini, daveti kabul etmemesinin sebebini de “İmkánlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim” sözleriyle açıklamıştı diye naklediyor. Bu ifadeler, Alman bilim adamlarının Türkiye’ye doğrudan veya dolaylı olarak Atatürk’ün talimatıyla gelmiş olduklarını göstermektedir.
Prof. Dr. Münir Ülgür’ün Bizzat görüştüğü Einstein’ın “Atatürk’e Olan Sevgisi ve Saygısını Gösteren” Sözlerine dair demeci şöyledir;
“İTÜ tarafından General Electric’te eğitim çalışması yapmak üzere 1948’de ABD’ye gönderildim. Beni General Electric seçti. Çok zor bir kabuldü. Seçim için ABD’den bir profesör gelmiş, beni imtihan ederek ve sonra da benimle bir mülakat yaparak karar vermişti.”
“ABD’de 2.5 sene kaldım. Philadelphia’da çalışıyordum ve Einstein’ın da Princeton Üniversitesi’nde olduğunu biliyordum. Einstein ile görüşmeyi istiyordum ama bunun gerçekleşebileceğ ine de çok ihtimal veremiyordum.”
“1949 yılında bir gün üniversitedeki sekreterine telefon ettim ve görüşme isteğimi bildirdim. Hiç beklemediğim bir şekilde hemen cevap geldi ve Einstein’ın beni beklediği bildirildi.”
“Eşim ve o zaman 2.5-3 yaşında olan kızımla birlikte Einstein’ın üniversitedeki ofisine gittik. Bizi çok sıcak bir şekilde karşıladı ve bizimle yakından ilgilendi. Küçük kızımı dizine oturttu ve ona piyano çaldı. Onu fevkalade mütevazı bir insan olarak gördük.”
“Bizi hemen kabul etmesinin nedeni, benim Atatürk’ün bir evladı olmamdı. Konuşmalarımız sırasında Atatürk’ü kastederek ‘Siz biliyor musunuz, dünyanın en büyük liderine sahipsiniz’ dedi.”
1933 Üniversite Reformu sırasında Atatürk’ün, kendisinin de Türkiye’ye gelmesini istediğini söyledi ve “Arkadaşlarım hep oradaydı ama burada imkânlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim”
Malesef Atatürk’ün kendisini nasıl ve ne zaman davet ettiğine dair elimizde yazılı bir belge yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti, 1930’larda, Nazi zulmünden kaçan, yüzlerce profesör, öğretmen, doktor, avukat, sanatkâr ve laborant ile binlerce az veya çok tanınmış kişiyi mülteci olarak kabul etmiştir. Bunların çoğunluğuna, Naziler tarafından kovulmalarından sonra altı ay içinde Türkiye’de önemli görevler verilmiştir. Çoğunluğu, o sırada reforme edilmekte olan ve modernizasyon safhasında bulunan İstanbul Üniversitesi ile Ankara Üniversitesi’nin yeni kurulmakta olan fakültelerinde kürsü profesörlüklerine atanmışlardır. Diğerleri ise birçok bilim adamı kuşağının yetiştirildiği önemli bilim ve araştırma enstitülerinin kurulması ve yönetilmesinde görevlendirilmişlerdir.
Söz konusu yıllarda, Türkiye’nin kendisi, Yugoslavya ve Yunanistan’ı ezip geçen ve sınırlarına yerleşen Nazi ordularının yakın bir istila tehdidi altında bulunuyordu ve Naziler, Türkiye’den, Nazi işgali altındaki Avrupa’da bulunan Yahudilere bir yardım üssü olmasından vazgeçmesini ve aynı zamanda Türkiye’ye iltica eden Yahudilerin yaşamlarını sona erdirmek için Almanya’ya gönderilmesi de dâhil çeşitli isteklerde bulunuyorlardı ki, Türk hükümeti bu isteklerin hiçbirini umursamamış ve reddetmiştir. Hatta öyle ki; Hitler, İsmet İnönü’ye kendi imzasıyla yolladığı bir mektupta onların yerine “daha iyilerinin gönderileceğini” ekledi. İnönü’nün yazılı yanıtı şöyle oldu: “Biz bizdeki iyilerle yetineceğiz.”
Darülfünun’un kapatılıp İstanbul Üniversitesi’nin açılmasıyla Tıp, Fen, Edebiyat, Hukuk ve İktisat Fakülteleri’nde yabancı bilim adamları çalışmaya başlamış ve alanlarında büyük başarılara imza atmışlardır. Yabancı bilim adamları sayesinde öğretim programları çağa uygun bir hale getirilmiştir.
Bu dönemde üniversite kütüphanesi gelişmiş, ders kitaplarının kalitesi ve sayısı da artmıştır. Ayrıca bu dönemde bilimsel çalışmalar dışında birçok asistan ve öğretim üyesi de bu bilim adamları tarafından yetiştirilmiştir.
İstanbul Üniversitesi’nde çalışan profesörlerin yaklaşık yüzde 80’inin en az bir kitabı, yüzde 60’ının ise iki ve daha fazla kitabı yayınlanmıştır.
Tıp Fakültesi profesörlerinin çoğunluğunun iki, üç veya dört kitabı yayımlanırken, Fritz Arndt, Ernst Hirsch, Alfred Isaac, Fritz Neumark, Curt Kosswig, Andreas Schwarz gibi çeşitli bilim dallarına mensup profesörlerin Türkiye’de beş ve daha fazla kitabı yayımlanmıştır.
Ernst Hirsch’in birçok kanunun çıkarılmasında – örneğin Türk Ticaret Kanunu ile Türk Telif Hakları Kanunu – büyük payı vardır. Ayrıca 1946’da çıkarılan ve Özerklik Kanunu diye anılan önemli Üniversite Kanunu’nda da katkısı bulunmaktadır
Üniversite Konferanslarına ve ilk bilimsel mecmuanın yayımlanmasına 1935 yılında başlanması da, ilk yıllarda kuruluş çalışmaları ve öğretim faaliyetlerinin ağırlıkta olduğunu göstermektedir. Hukuk Fakültesi Mecmuası ve Fen Fakültesi Mecmuası 1935, Romanoloji Mecmuası 1937, Tıp Fakültesi Mecmuası 1938, İktisat Fakültesi Mecmuası 1939 ve Psikoloji ve Pedagoji Mecmuası 1940 yılında yabancı profesörlerin katkılarıyla yayın hayatına başlamıştır.
Alman hocalar yazdıkları kitaplar ve çeviriler vasıtasıyla kütüphanelerin kitap sayısının artmasında önemli bir rol oynamıştır. Bunun yanında dünya çapında önemli bilimsel eserler Türkçeye kazandırılmıştır. Bundan başka bu profesörler tarafından yazılan Türkçe eserler de mevcuttur.1933-1942 yılları arasında toplam 252 adet kitap çeviri, telif eser üniversite yayını olarak bilim camiasına kazandırılmıştır.
Bugün Türk üniversitelerinde çalışan çok sayıda profesör, bu yabancı bilim adamlarının ya öğrencileri, ya da öğrencilerinin öğrencileridir. Örneğin,
Kimya alanında Fritz Arndt ve Friedrich Breusch,
Tıp alanında Erich Frank , Felix Haurowitz, Rudolf Nissen, Werner Lipschitz, Siegfried Oberndorfer, Philipp Schwartz ve Hans Winterstein,
Zooloji alanında Curt Kosswig,
Botanik alanında Leo Braune ve Alfred Heilbronn,
Astronomi alanında Wolfgang Gleissberg Erwin Finlay Freundlich,
Felsefe alanında Ernst von Aster ve Hans Reichenbach,
Sosyoloji alanında Gerhard Kessler,
Pedagoji alanında Wilhelm Peters,
İktisat alanında Fritz Neumark, Alfred Isaac ve Alexander Rüstow,
Hukuk alanında Ernst Hirsch ve Andreas Schwarz,
Filoloji alanında Leo Spitzer gibi profesörlerin yetiştirdiği çok sayıda Türk bilim adamı üniversitelerimizde çalışmıştır.
Sonuç; Einstein Paris’i zamane şartları ve imkanlar nedeniyle tercih etmiş, ülkemize gelmemiştir. Lakin bu diğer bilim insanlarının gelmesine engel olmamıştır. O’na daveti ise bizzat Atatürk’ün doğrudan veya dolaylı yoldan yaptığı kendi ifadesidir ki o zamanki hükümetin mektupla olumsuz yanıtına rağmen yahudi bilim adamlarının ülkemize gelişi gerçekleşmiştir.
Bu yazı Einstein’ın Atatürk’e mektubu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk olmasaydı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Dünyada hiçbir lidere hem de vefatından neredeyse bir asır sonra bu kadar çok saldırılmamış ama yine hiçbir lider bu kadar saygı görmemiştir. Atatürk hem yerli ve hem yabancı, hem sevenleri hem sevmeyenleri için işte bu kadar büyük bir liderdir. Komik ve acı olan şudur ki bugün O’na kötülük yakıştırmak hevesindekiler dahi O’nun sağladığı hür ve huzurlu ortamda nefes alıp vermekte ve demokratik olarak fikir beyan edebilmektedir.
Oysa akıl ve namus sahibi herkes durup düşünse Atatürk’ün yaşamadığı bir vatanda şu an hangi durumda olacağımızı tahmin etmek hiçte zor değildir. İsterseniz hep birlikte bir göz atalım ve bunu yaparken o zamanki şartları ve durumu göz önüne alalım.
Evvela cehalete teslim olmuş, üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören bir toplum düşünelim ve bırakın alfabeyi matbaayı dahi yabancılaştıran, reddeden bir zihniyeti hatırlayalım. Sonra halk olamamış, insan dahi sayılmayan, teba hatta kul olarak adlandırılan, kişiliksiz ve tutsak bir halk tasavvur edelim. Yönetenlerin halkı kul gördüğü, kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gördüğü bir yaşam. Fakir, mutsuz, geri kalmış, hastalık ve yokluklarla boğuşan. Sonra bunların basiretsizlikleri ile üstümüze çullanmış sayısız ve amansız düşman.
Dört koldan sarılmış vatan, akbabalar gibi Anadolu ve İstanbul’a çullanmış yabani kuşlar, kurtulmayı dahi düşünemeyen bir insan kitlesi ve onu yönetenler, medet ummaktan uzak, çaresiz mazlumlar. Batının aydınlanma hareketlerinden uzaklaştıkça, toprak ve gelir kaybeden, evlatlarını yok yere şehit veren bir ulus. Yitirilen topraklar, hastalıklı hayvanlar, sıfır ekonomi, erken ölümler, törelere ve hurafelere teslim olmuş bir İslam modeli, din ve devlet işleri içiçe girmiş, ayaklanmalarla, çetelerle, soykırım ve katliamlarla cebelleşen ama kendisini muhafaza etmekten mahrum bir kitle.
Bu tabloyu uzatmak mümkün.
Ülkenin güneyindeki diğer devletlerinde, doğusundaki kardeş ülkelerinde durumu pek farklı değil. tamamı doğu kültürü etkisinde, çağdaş yaşama uzak, tarih ve kültüründen habersiz, batının empoze tarihlerini kendi tarihi sanar vaziyette yaşayan halklar.
O esnada batı, modernleşmeye ve aklı yakalamaya meyletmiş, bilimle dost bir ülkeler kervanı halinde. Dinde ve yaşamda aydınlanmayı dilemiş, devrimler, icat ve keşifler ile kabuk değiştirmeye azmetmiş, kardeş kavgalarından sıkılmış, yayılmak, sömürmek isteyen canavarlar sürüsü ve fakat tamamı hasta adam dedikleri Osmanlı’yı yemek hevesinde.
İşte tam bu ortamda tablo ise şöyle;
Osmanlı kuşatma halinde, askerleri tutsak, orduları terhis edilmiş, tersanelerine girilmiş, devlet ve halk harap vaziyette, düşman çizmeleri yurdun dört bir yanında ve daha kötüsü yönetim onlardan medet umar halde ve en acısı saldırgan canavarların hevesleri bu kadarla da sınırlı değil. Vahşet, tecavüz, katliam, haksızlık, soygun, talan, yangın yurdu sarmış vaziyette ve dur diyecek yok, koruyacak yok. Medetler manda yönetimlerine havale edilmiş durumda.
Anadolu kan ağlıyor, insanlar zavallı halde, hastalıklar, yokluklar, çaresizlikler diz boyu.
Tablo buyken karanlıklar üzerine Atatürk doğuyor ve çağdaş bir sosyal hukuk devleti genç Türkiye Cumhuriyeti; İslam’ı yaban otlarından, ülkeyi çaresizlikten, Türk’ü yok olmaktan, devleti tarihten silinmekten, bayrağı indirilmekten koruyor. Kara bulutlar yerini masmavi bulutlara bırakıyor ve zalim saldırganlar sürüsü “geldikleri gibi gidiyorlar.”
Şayet Atatürk olmasaydı sorusunun cevabı buraya kadarki karanlık ve yeis dolu sahnede yeterince vardır ama özetlemek gerekirse;
Atatürk olmasaydı devlet ve halkın bekası, hürriyet ve istiklali olmayacak, bağımsızlıktan söz edilemeyecek, vahşetler artarak devam edecek, Türklük ve Türk devletleri tarihten silinecek, bayrak inecek, analar ağlayacak, göz yaşları dinmeyecekti.
Sadece Türkler değil, mazlum devletlere de emsal olmayı kaderin bir mesuliyeti olarak taşımak zorunda olan Türk milleti vazifesini yerine getirmemiş ve cihat etmemiş olmakla küfre saplanmış olacak, zulme baş kaldırmamakla İslam’ın en temel şartını da inkar etmiş olacaktı.
Atatürk olmasaydı, ezan sesleri susacak, ibadethaneler yıkılacak, yakılacak, kiliseleşecek, ezan sesleri yerini çan sesleri alacaktı. Sokaklarda başka başka diller konuşulacak, Türkler esir veya köle haline gelecek, azınlıklar ve etnik kökenli gayri müslimler eziyet ve kahretmelerine devam edecekti.
Halk fakir ve umutsuz yaşama devam edecek, her gün şartlar çok daha zorlaşacak, milli bir şey kalmayacağı gibi tarih, kültür ve gelenekler de yok olup gidecek, din hobileşecek, Türklük ayaklar altına alınacak, iki bin yıllık Türk ordusu silinecek, devletsiz kalmayan Türk milleti devletsiz ve sahipsiz kalacaktı.
Atatürk olmasaydı, şehitlerin kanı yerde kalacak, bu aziz vatan topraklarını bizlere emanet eden atalarımızın kemikleri sızlayacaktı.
İzzet, namus ve şeref gibi kavramlar unutulacak, münafık ve müşrik yardakçılar payelenirken doğru ve dürüst insanlar damgalanacak, hapse konulacak veya öldürülecekti.
Vergi yükü altında inleyen toplum ilaç dahi bulamayacak, işgalciler altın kaplamalı saraylarında sahillerde keyif çatarken bu toprağın insanları hizmetçilik eder hale gelecek, kızların namusu düşman askerlerinin vicdanına kalacaktı. En kutsal değerler, en manevi kıymetler, hatta Kur’an’lar yerlerde sürünecek, analara zulmedilecek, dedelere işkenceler edilecek, gençler taş ocaklarına, madenlere, tarlalara mahkum edilecekti.
Atatürk olmasaydı, yiyecek ekmek olmayacak, çöpler karıştırılacak, işgalcilerin kemik artıkları ile beslenilecekti. İlaç olmayacak, aşı olmayacak, küçük yaşta bebek ölümleri, salgınlar, sokaklarda dolaşan fareler hayatın gerçekleri olacaktı.
Dişle, tırnakla kazanılan evler, tarlalar, iş yerleri işgalcilerin tapulu malı olacak, servetlere el konulacak, atalardan yadigâr en kutsal miraslar dahi yabancıların eline geçecekti.
Atatürk olmasaydı, gelecek nesillerin suratına bakacak yüzümüz olmayacak, Allah’a can vermek en büyük korkumuz olacaktı. Peygamberimizin dahi kemikleri sızlayacak, şehitlerimiz bize lanet okuyacaktı.
İmanımız, ibadetimiz ve bir zaman sonra dinimiz yok olup gidecek, sahabelerin, Salihlerin, velilerin hışmını hak edecektik.
Yeni doğan bebelerin anası belli olacak ama babası belli olmayacaktı.
Atatürk olmasaydı, kurtuluş sağlansa ve barış temin edilse dahi köhne yaşam sürecek, aydınlanma yakalanamayacak, inkılaplar yaşanmamış olacağından ilim ve akıl bizlere dost olmayacaktı. Bu sayede de geri kalmış vaziyette, ilkel ve çağ dışı yaşamın temel direklerini kan davaları, aşiret kavgaları, hurafeler, batıl inançlar ve yabani töreler, din sanılan ilkellikler, kültür sanılan yanlışlıklar, akla düşman tutuculuklar oluşturacaktı.
Atatürk’ün fikri bayrağı şayet bu topraklarda dalgalanmasaydı, Cumhuriyet yani halkın hür iradesi asla gerçekleşmeyecek, dinin ve fıtratın en temel hukuku olan irade kullanma mesuliyeti yerine getirilemeyecek, halk teba veya kul olmaktan öte gidemeyecek ve bu sayede İslam’ın en temel maruf yani insanlık değerlerine de ters düşmüş olacaktı. Hak ve hakkaniyet yerlerde sürünecek, eşitlikten söz edilemeyecek, hürriyet ve istiklal cadde ismi olmaktan öte gidemeyecekti.
Atatürk’ün yaktığı ateş Anadolu’yu sarmasaydı bebeler erken yaşta gelin edilecek, kızlar okula gidemeyecek, kadınlar ikinci sınıf vatandaş hatta davar türü mal olmaktan öte gidemeyecek, kızlar para ile satılır hale gelecekti.
Atatürk aydınlanması olmasaydı ölçü ve tartılardaki geri kalmışlık ve batı ile uyumsuzluk pek çok karmaşaya sebep olacak, ticari hayat ve ekonomi asla istenen seviyeye gelemeyecekti.
Eğitim ve öğretimde milli his egemen olamasaydı, akıl ve bilimle barışılamayacak, tahsil yapılamayacak, aydınlanma ve gelişme sağlanamayacak, batı medeniyeti ile rekabet edilemeyecek, sanat, finans, tıp gibi en asli branşlarda dışa bağımlılık asla bitmeyecekti.
Bu ülkenin evlatları yaşama ve eğitim alma hakkından mahrum kalacak, kütüphaneler olmayacak olsa da boş kalacak, okuma yazma halkın en fazla onda biri tarafından bilinir olacaktı. Acıdır ki halk bu durumda bir iki kelime arapça veya farsça bileni veli veya peygamber sanacak, arapça harfleriyle yazılı tüm kitapları kutsal sanmaya devam edecekti.
Atatürk olmasaydı Kur’an’ın mealini ve tefsirini bu ulus belki daha asırlarca öğrenemeyecek, bu nedenle dininden habersiz yaşamaya ve şirki, küfrü tanımadan ölmeye devam edecekti. Müslüman dünya Atatürk olmasaydı İslam’a çöreklenmiş yaban otlarını temizlemeye asla teşebbüs dahi edemeyecek, mason locaları ve misyoner Hristiyanlık sokaklarda kol geziyor, dini tanınmaz hale getiriyor olacaktı.
Tekke ve zaviyelerin anlaşılmaz ve çağdışı anlayışları ile tarikatlaşan millet parçalara ayrılacak, mü’minler kardeş olamayacaktı. Ahde vefa, vatana vefa olmayacak, verilen sözler tutulamayacak, manevi değerler terk edilecekti.
Atatürk olmasaydı, sokaklar abuk subuk kıyafetlerle dolaşan insanlarla dolup taşacak, o kıyafetler bazılarına mevki yolunu açarken, bazıları kıyafetleri nedeniyle din dışına aforoz edilecekti.
Modern eğitim imkânı olmayacak, din eğitimi esas sayılacak, hukuk dahi anayasaya değil sözde içtihatlara ve icmaya göre şekillenecek ama başta halife olmak üzere bazılarınca eşitlik hep kendi lehlerine kullanılacaktı.
Kadınlar mirastan az pay alacak, oy kullanamayacak, çocuk doğurmaktan öte gidemeyecekti.
Hastanelerine doktor yetiştiremeyecek toplum yabancı doktorların merhametine kalacaktı.
Halk elindeki üç beş kuruşu da ithal edeceği arabalara, kitaplara, eşyalara verecek, üretemediği için bunların tamirlerini dahi yapamayacaktı.
Atatürk olmasaydı ne ahilik ruhu kalacaktı ne de toplum ve İslam ahlakı.
O olmasaydı ülke üç kuruş toprağa sıkıştırılmış ve esir alınmış vaziyette hala orta çağı yaşıyor olacaktı.
Sadece bu ülke vatandaşları değil tüm mazlum devletlerin, gelişmekte olan ulusların ve İslam – Türki devletlerin hayal ve umutları yerle bir olacaktı.
Atatürk yaşamamış olsaydı, aile bağları, kardeşlik duyguları, milli hisler, imeceler, kan bağları yerini menfaat ve yardakçılıklara bırakacaktı.
Atatürk olmasaydı Türklüğün unutulmuş değerleri asla gün yüzüne çıkamayacak, mertlik ve ananeler hatırlanmayacaktı.
Ülke yangınlardan çölleşecek, bakımsızlıktan kısırlaşacak, Türk’e vatan diye bırakılan topraklar yabancıların çöplüğü olacaktı.
Semalarda Türk bayrağı değil ecnebi bayrakları dalgalanacak, Türk bayrağı ayaklar altına paspas yapılacaktı. Ne milli marşımız, ne de saygı duruşumuz olacak ve ne de minnet ve şükranla andığımız bir Ata’mız, Atatürk’ümüz olacaktı.
Ne gençlik bayramımız, ne çocuk bayramımız, ne Cumhuriyet bayramımız olacak, mevlitlerle yetinecek, oruç tutanlar dahi eziyet görecekti. Kadir geceleri dahi Kur’an okuyuşları karanlık evlere, çekik perdelere mahkûm olacaktı. Hac ibadetine gitmek zaten hayal olacaktı.
İstanbul boğazı, Çanakkale boğazı, denizlerimiz yabancı donanmalarla dolup taşacak, kızlarımız genel evlere malzeme olacak, yabancı askerler keyif çatarken namusumuz üç paralık olacaktı.
Mahkemelerde hak ve adalet aramak mümkün olmayacak, yabancı hukuka tabi olunacak, daima haksız bulunulacak ve hapsedilenler hep bu vatan evlatları olacaktı. Dahası işlenmemiş suçlar için dahi hapis yatan bir yığın masum olacaktı.
Vatan toprakları dışındaki Türkler kurtarma umudu dahi taşımayacak, diğer devletler ve halklar Türklüğün esir halinden keyiflenerek Osmanlı’nın intikamını almakla neşelenecekti.
Osmanlıya ve Türklüğe asırlarca minnet borçlu olan küçük devletler ve azınlıklar, zulümden kaçıp bize sığınan Yahudiler, içimizde huzur ve barış içinde yaşayan etnik kökenler bir anda vahşileşecek ve azılı düşman kesilecekti.
Yer altı ve yer üstü servetlerimize göz diken çok olacak, milli şuur ve birlik sağlanamayacağı için de tavizler kapütilasyonlar şeklinde artarak devam edecek ve vatan yok olacaktı.
Saray ve tüm mülki amirler bu duruma şükretmekle ve işgalcilere yardakçılık etmekle meşgul iken hakikatleri görmeye korkacak, zulümlere sessiz kalacak, hak arayamayacak, koltuk sevdasına düşecekti. Aksine tamamı ayaklanmayı hayal eden ulus evlatlarının tepesine binecek, haklarında idam fermanı çıkarmaktan ve bunun için dini fetva vermekten dahi çekinmeyeceklerdi.
Korku sokakları saracak, uykuya hasret kalınacak, ekinler tarlada kuruyacak, umutlar ve hayatlar tükenecekti.
Özetle Atatürk olmasaydı; hürriyet ve istiklal olmayacak, köhne zihniyet yerini medeniyete bırakamayacak, namus ve şeref yaşayamayacak, Kur’an yerlerde sürünecek, ezanlar susacak, milli kültür ve ahlak yok olacak, esaret dolu kahır dolu anlar Türk’ün kaderi olacaktı.
Bugün yaşadığımız bu güzel, huzur dolu ve refah hayatın hiçbir getirisi Atatürk olmasaydı yaşanamayacaktı. Kaldı ki O’nun vefatından sonra dahi bizler mirasına sahip çıkamadığımız için çok daha mutlu olma şansını kaçırmış vaziyetteyiz, Atatürk yaşamamış ve Türk milletine nasip olmamış olmasaydı ne bayrak dalgalanacak, ne marşımız okunacak, ne ordumuz, ne milli adında hiçbir şeyimiz olmayacaktı.
Bu yüzden bu vatanda nefes alan herkes Atatürk’e namusunu, şeref ve hürriyetini, dinini ve istikbalini borçludur. Allah’ın bu millete lütfu olan Atatürk, milletin O’na verdiği ada layık bir vatan evladı olarak en büyük asker, devlet adamı ve liderdir.
O’nun maddi olarak yaptıkları, manevi olarak uyandırdığı hisler ve başlattığı aydınlanma hevesleri yanında sönük kalır. Çünkü O’nun mirası maddi değil manevidir. O’nun mirası ve memleketin geleceği gençliğe emanettir ve gençlik O’nsuz yıllara yeniden mahkûm olmamak için O’nu tanımak ve anlamak mecburiyetindedir.
Yoksa bu milletin bir kez daha orduları lağvedilecek, tersanelerine girilecek, halk harap ve bitap olacaktır.
O’na saygıda kusur edenler bu yazıyı iki kez okumalı, anlayanlar duymayanlara iletmelidir.
Bu yazı Atatürk olmasaydı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk deyince ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Dünya üzerindeki herkes için ve özellikle bu coğrafyada yaşayan halk kitleleri için Mustafa Kemal Atatürk adı pek çok şey ifade eder. Çünkü O, zaman ve coğrafya ötesi fikir ve eylemleriyle karanlıkları dağıtıp bir ışık gibi süzülen, cehaleti akıl ve bilimle ezip geçen, yanlış ve haksız olanları doğru ve adaletliler ile değiştiren, yoktan var olmayı ve şerefle yaşamayı öğreten, ilkeleştiren, kurumsallaştırandır.
O’nun adı, menfi veya müspet anlamda mutlaka birşeyler ifade eder ki menfi ananların elbette bir yarası vardır ve fikir ve eylemlerini yok sayıp doğrudan O’nun beşeri hatalarına yönelirler ve insan olmasından kaynaklanan normal zaaflarını abartarak kitlelerin önünde fikir ve emellerini yok saydırmak isterler.
Oysa O, öğrenilmesi gereken bir hayatın en umutsuz karanlıklarından yeşil filizler çıkartan ve insanca yaşamayı mümkün kılan, bunu yaparken sadece imanından, Allah sevgisinden ve halkından aldığı güç ve destekten, akıl ve bilimden beslenmiş hakkaniyetli ve mert bir dehadır.
O, topluma nüfus eden tüm alanlarda önce özgürlüğü, sonra haysiyet ve namusu, nihayet aydınlanma ve medenileşmeyi gaye edinmiş, tüm sorunları akıl ve vicdanla zamana yayarak, karşısına çıkan zorlukları diplomasi-uzlaşma-gerekirse savaş ve bazen de halkın gerçeği görmesi sayesinde yenebilmiş, tek başına değil fakat dava ve silah arkadaşlarının da yardımıyla ve halkını arkasına alarak yedi cihana dur diyebilmiştir.
O, milletinin O’na verdiği Atatürk soyadına yakışır bir kısa hayat sürerken, bu hayata yüzyıllar sığdırmış, on dört asırlık İslam’ın, iki bin yıllık Türklüğün yaban otlarını hakikatten ayırabilmiş, aydınlanma sağlayabilmiştir.
O’nu menfi anmak niyetindekilerin iki kadeh rakıdan başka tutamağı zaten yoktur ki bu dahi doğru bir suçlama değildir. Cehaletten kaynaklanan sarhoş gösterme girişimleri elbette sonuçsuz kalmaya mahkumdur lakin cahil kimi kitleler maalesef bu yolla aldatılmakta ve asıl sinsi tehlike unutturularak vatanın bekası tehlikeye atılmak istenmektedir.
Bu tehlike Türklük ve İslam’ı birbirinden ayırmak gayretidir ki kalenin çöküşü ancak bu sayede mümkündür. İşte siyonizmin bir numaralı gayesi olan bu hedef asırlardır Anadolu’yu kasıp kavuran ihanet yumağıdır ve düşmanlar asla tükenmeden bu ikiliyi ayırt etmeye çalışmaktadır.
Milletin tarih ve kültürüne yeterince sahip çıkamaması nedeniyle de kısmen başarı sağlayan bu saldırı odakları bilmektedir ki Türklük yıkılmadan Müslümanlık ve Türkiye yıkılmadan İslam alemi yıkılamaz. Bu nedenle Ortadoğu’nun hemen yıkılan kağıt kalelerine karşılık Türk vatanının çelik kalelerini savaşla değil planlı misyonerlik ve algı operasyonlarıyla yıkmak niyetindekiler için yapılacak ilk şey Atatürk’ü din düşmanı göstermektir ki bunda da maalesef kısmen başarılı olmuşlardır.
Lakin gerçek bu değildir ve gerçek Hz. Peygamberden bu yana İslam’a en çok hizmet eden insanın Mustafa Kemal olduğudur ki pek çok sahabeden dahi çok daha uzun vadeli ve kalıcı bir vaziyette İslam’ı anadile döndüren, anlaşılır kılan ve vicdan hürriyetini sağlayan O’dur.
Beşeri ve ekonomik hayatta da O’nun gayret ve fikirleri örnek ve hedef olmaya devam etmektedir. Çünkü hem milli ve hem yeterli olmayı yaşayarak gösteren ilkeleri sayesinde bugün sadece Türkiye değil tüm gelişmekte olan ülkeler bir şeyler bulmakta, O’nun ışığından istifade etmektedir.
Nihayet, O’nun mirası manevidir, hukuki ve sosyaldir, laik ve demokratiktir ki bu pek çok ulusa halen nasip olmayan bir güzelliktir. Çoğunlukçu demokrasiye hitap eden modern Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle payidar kalacak ve Ata’sı gibi ölümsüzleşecektir.
Bu gayeye düşman olanların ise muhakkak bir şekilde yanılgı, hata, noksan veya gafleti vardır ki bu tez zamanda düzeltilmesi gereken devasa bir yanılgıdır.
Bugün nefes alabiliyorsak, ezanlar hür okunabiliyorsa, bayrak dalgalanıyor, İstiklal marşı dinlenebiliyorsa, modern ve çağdaş yaşayabiliyorsak, eğitim ve üretimde serbest davranabiliyor, ana dilde konuşabiliyor, kara çarşaflardan sıyrılabiliyorsak O’nun sayesindedir.
O, bu millete Allah’ın bir lütfudur.
O, Mustafa Kemal Atatürk’tür.
O’nun adı; barıştır, umuttur, huzur ve güvendir, saadet ve refahtır, aydınlıktır, namus ve şereftir, haysiyet ve kalitedir, kardeşlik ve birliktir. İnsanca yaşam ve hürriyettir. Mal sayılmayan kadınlar, bebek yaşta evliliğe zorlanmayan kızlar, üçüncü sınıf teba muamelesi görmeyen Türk milletidir.
O’nun adı; mertlik ve dürüstlüktür.
Çünkü O, atadır, baş öğretmendir, liderdir, önderdir, yücedir.
Bu ulus ve tüm dünya O’na çok şey borçludur.
İnsanı seven, milletine vefalı, eşitlikçi ve özgürlükçü Mustafa Kemal Atatürk kahramandır, yol gösterendir, rehberdir.
O, gazidir, mareşaldir, komutandır, devlet adamıdır, Cumhurbaşkanıdır, baş komutandır.
O, okuyan, bilen, gören, sezendir.
O dinleyen, araştıran, merak eden, isabetli karar verendir.
O, korkmayan, yılmayan, vazgeçmeyendir.
O, aklı ve bilimi hayata rehber eden, bunu yaparken vicdanı ve imanı kalpte tutabilendir.
O, siyaseti herşeye rağmen değil namus ve şeref çizgisinde tutandır. O, vekilleri, halkı, asker ve öğretmenleri, esnafı, sıradan vatandaşı sosyal bir fazilet çizgisine taşıyandır.
O’nun adı, ahlak, namus, fazilettir.
O’nun eserleri bakidir, payidardır, organiktir.
En büyük eseri Cumhuriyet gençliğe emanettir.
O, nur içinde yatan vatanın sevgili evladıdır.
***
Bu yazılanlar bizler için Atatürk deyince akla ilk gelenlerdir.
Sizler de nasıl ve ne şekilde düşünüyorsanız lütfen yazın.
SİZİN İÇİN MUSTAFA KEMAL ATATÜRK adı ne ifade ediyor?
Bu yazı Atatürk deyince ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk ilkelerinin anlamı ve gerekleri nelerdir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk veya Atatürkçülük ilkeleri temel altı ve bütünleyici sekiz ilke ile tanımlanır ve fakat ilkelerin tamamı bir bütündür ve birbirini tamamlar mahiyettedir. Yani Atatürkçüyüm diyen birisi için bunların tamamına istisnasız saygı ve sevgi besleyip rehber edinmek, Atatürk’ün izinde olduğunu iddia edenler için kaçınılmazdır.
Çünkü bu dinamik ilkeler zamanın hoyratlığına karşı kendisini kanunlar ve bilimsel ilkeler ile tekamüle sokan, zamanın düşman nevileri ile baş edecek güce sahip, milletten ve imandan feyz alan tarihi ve kültürel bağlar, mahiyetler, kurallar, inançlar ve gayretlerdir.
Her bir ilkenin özü esasen medeniyet yolunda kültür ve benlikte deformasyon yaşamadan ilerlemeyi öngörür ki bu anlamda inkılapçılık ilkesi tamamına ev sahipliği yapar. Ancak her bir ilke ayrı ayrı ele alındığında ise karşımıza farklı nüanslar ve eylemler çıkar ki kamu ve ferdin refah ve mutluluğu da buna bağlıdır.
Avrupa’yı kasıp kavuran feodalite anlayışına ve faşist yaklaşımlarına karşılık demokrasi ve Cumhuriyet aydınlanması sağlayan bu ilkeleri takip etmek, sadece millet ve devlet için değil aynı zamanda kaderin yüklediği bir mesuliyet olarak mazlum devletlerin tamamına ışık ve umut olmak bakımından da Türk milletine Yüce Allah’ın yüklediği bir görevdir.
Atatürk ve Atatürkçülüğe sürekli ve mesnetsiz saldıranlara bu gözle bakmak gerekir ki iman ve akıl eşlemesiyle haysiyetli ve dürüst bir gelecek temin etmeyi hedefleyen bu ilkelere karşı olmak şirke, yobazlığa, akılsızlığa, haysiyetsizliğe teslim ve razı olmaktır ki adı ne konursa konsun bu ilkelerden en ufak bir sapmaya razı geliş çok kötü sonuçları doğuracak kadar vahimdir.
O halde ilkeleri yakından tanımak ve gereklerini bilmek lazım gelir.
Cumhuriyetçilik ilkesi;
Temel katsayısı Cumhuriyet ve demokrasi olan bu ilke, halkın egemenliğini ve egemenliğin kayıtsız şartsız olmasını esas alır. Yani özeti demokratik süreçteki takvimli seçimler ile belirlenen vekiller ve bu vekillerin anayasaya uygun işleyişi şeklindedir. Özetle halkın idaresinde yetkili tek merci TBMM’dir.
Çağdaş ve hakkaniyetli anayasa teşkili ve idamesi meclisin en büyük görevi ve Cumhuriyetin bekası için de şart olandır. Kuvvetler ayrılığını kesin olarak öngören bu ilkede kimse vazgeçilmez değildir ve asıl olan devletin çıkarları, halkın mutluluğudur.
Milli iradeyi esas alan bu ilke, kişileri değil devleti, azınlığı değil çoğunluğu baz alır ve kamunun yararlarını fertlerden üstün tutarken hukukun üstünlüğü ilkesine imza atar.
Milli olmayı ve milliyetçiliği savunan bu ilke, azınlıklara ve etnik gruplara asla ırkçılık yapmaz iken, Türk olan ve bununla iftihar edenlere haklı gurur yaşatır.
Bu ilke, hürriyet ve istiklal uğruna ölmeyi gerektirir ve bağımsızlığı her alanda ön şart kabul eder ki tarım, ekonomi gibi alanlarda dahi tam bağımsızlık gerektirir.
İnkılapçılık ilkesi;
İnkılap ve devrim aynı anlamda kullanılıyorsa da aynı değildir. İnkılap çok daha köklü, kalıcı, milletin ihtiyaçlarından doğan ve faydalı değişimlerdir ve devrim gibi bir kez yapılıp bitmez, devam eden ve kendisini yenileyen bir süreçtir.
Atatürk veya Türk milleti inkılabı ise tüm dünyadan çok daha farklıdır çünkü içerisinde planlı bir direniş, esarete başkaldırı ve sayısız devrim içerir. Halkın bu inkılaplar ve aydınlanmalar için canını ortaya koyması, dünyada hemen hiçbir inkılapta rastlanılmayan bir şeydir ve bir diğer fark ise bu inkılapların her alanda sonsuzluğa kendisini zamana uydurarak akışı ve milletin tabiatına uygun yani milli olmasıdır.
En hakiki yol gösterici olarak bilim, alan İnkılapçılık bu anlamda; bilim ve aklı egemen kılmayı, doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamayı, hukuk ve yasaların üstünlüğünü, meclisin tek yetkili merci olmasını, aydınlanmayı, kültüre, bilme ve dine aykırı yobazlık ve çağdışılıkları ortadan kaldırmayı hedef alır.
İlke, araştırmayı, çalışmayı, öğrenmeyi ve yurda hizmet etmeyi esas alır, beyin göçüne karşıdır, milletin kalkınmasını ve refahını temine çalışır. Bu yüzden de bu ilke gençlere emanettir ve onlara görevler verir.
Milliyetçilik ilkesi;
Ne mutlu Türk’üm diyene şeklinde özetlenebilecek bu ilke ırkçılığa, faşizme tamamen karşı ama öte yandan tarihi ve kültürel şerefi taşımakta kararlı ve bunda da haklı olan ulusa Türk temel katsayısı etrafında toplanmayı emreder.
Anadolu ve devlet, ulus ve millet, bayrak ve tüm milli olan şeylerin temeli bu Türklük bilincidir ve ilke asırlardır baskılanmış ve üçüncü sınıf insan muamelesi görmüş Türklüğü ayağa kaldırmak gayesini güder.
Milli ve beraber olmayı, Türklük etrafında kenetlenmeyi öngören ilke, sınırlar ve bayrak altında yaşayan herkesi kardeş kılar ve aynı ideale hizmete çağırır.
Yurtta ve dünyada sulhu herşeye rağmen değil şartlara bağlı olarak öngören bu ilkede tam bağımsızlık ve egemenlik vazgeçilmez öğeler olup, bunlara uygun barış tekliflerine her zaman kapılar açıktır. Yani karşılıklı çıkarlar, görev ve sorumluluklar, hassasiyetler esastır yani mütekabiliyet ön plandadır.
Türk tarih tezi ve Türk dil tezi bu ilkenin belkemikleridir. Asırlarca yanlış öğretilen bu bilgileri tanzim bu ilkenin esas gayesidir. Dolayısıyla milli olmak üzere; eğitim, ekonomi, sanat, tarih, kültür vs. esastır.
Türki Cumhuriyetler başta olmak üzere, tüm dost ve kardeş ülkelerle ilişkiler de bu esaslar üzerine tesis edilmelidir.
Devletçilik ilkesi;
Devletçilik ilkesi aslen ekonomi ile ilgili görünse de yasama ve yürütmeden, ekonomi ve ticarete kadar her alanda söz sahibidir ve özü küçük ama etkili devlet modelidir. Bu modelde devlet kritik ve zorunlu üretim ve projeleri yürütmekten, diğer alanlarda özel sektörü teşvik, destek ve kontrol etmekten mesuldür.
Devletin kendisi küçük ama etkili olacak, kurumsallaşacak, yasalara uygun işleyecek, gücünün yetmediği alanlarda özel sektörü devreye sokacak, teşvik edecek, prim verecek, kredi imkanı sağlayacak ama öte yandan kontrol ve denetimi aksatmayacaktır. İlke tüm tesis, teşkil ve icrada namus kavramını ön planda tutar.
İlke, devletin iyi niyetli kişisel teşebbüslere yardımını öngörürken, yabancı veya çok uluslu şirketlere de davet çıkaracak lakin milli üretim, milli işçi ve milli yasaları egemen kılacak, sonuçta milli menfaati koruyacaktır.
İlke rekabete uygun, haysiyetli üretimleri ödüllendirecek ve fakat vergi politikasında haklı ve istikrarlı olacaktır. Çünkü bütçe devletin sermayesidir ve bu anapara doğru ve faydalı kullanılmalıdır. Yine devlet üretici ve tüketiciyi korumak, üretim esaslarını belirlemek için yasalar çıkartacak ve herkesin buna uymasını temin edecektir.
Muhakkak ki devletin özel sektöre desteği sadece şirket bazında değildir ve sanayiden tarıma her alanda bir destek söz konusudur. Bu destek sadece para ile de sınırlı değildir. Devlet tohum temininden, kanun çıkartmaya kadar her alanda öncü ve öngörülü olacak, halkın ihtiyaçlarına ve önerilerine kulak verecek, anılan üretimin belli alanlarını veya bazen tamamını özel sektöre bırakırken denetimi asla elden bırakmayacaktır. Hortumculuk, karaborsacılık, yolsuzluk ve kanunsuzlukları ise şiddetle cezalandıracak ve bu sayede adaleti sağlayacaktır.
Kendi kendine yeterliliği, yerli malı kullanmayı esas alan ilkeye göre sıkça yatırım yapmak ve istihdam sağlamak ana gayedir.
Halkçılık ilkesi;
Tek kelime ile izahı eşitlik olan bu ilke, halk içerisinde zümreciliğe, dini ve sosyal farklılıklara, etnik ayrımcılığa tamamen düşmandır ve sadece iş grupları türü sınıflaşmalara müsaade ederken tüm sınıf, zümre, grup ve fertleri kanun önünde eşit tutar.
Yukarıdaki ilkelerle de paralel vaziyette yargıdan ekonomiye kadar her alanda eşitliği bozacak yapılanma ve kayırmalara temelden karşı olan bu ilke, buna aykırı teşebbüsleri en ağır şekilde cezalandıracak yasaları da teşkilden mesuldür.
Nihayet halkçılık ilkesi, sendikalaşma türü işçi ve işveren haklarını da koruyan, üretim ve tüketimde adaleti sağlayan, ulusun refah ve mutluluğunu gaye edinen, milli olmayı öncelikli tutan ilkedir.
Sonuçta devlet ve vatandaş arasında karşılıklı hak, görev ve sorumluluklar olacak ve herkes bunlara uyacak, uymayanlar önce ikaz ve sonra cezaya muhatap olacaktır. Devlette kendisini dokunulmaz görmeyecek ve aynı hukuka uyacaktır. Bu karşılıklı sağduyu ve yapılanma en alt tabakada grev ve lokavt türü yapılanmalara kadar uzanacak ve maksat bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olacaktır.
Adaleti mülkün temeli kabul eden bu ilke, her türlü kutuplaşmalara kapalıdır, kabul etmez, ayrımcılığa kesinlikle karşıdır. Milli irade etrafında kenetlenmeyi arzu eder.
Laiklik ilkesi;
Laiklik kelime anlamı olarak devlet ve din işlerinin farklı kurallara göre yürütülmesi demektir ki Atatürk ilkeleri ışığında bu ilkeyi; fert, toplum ve devletin vicdan hürriyeti, İslam’ın yobazlıktan kurtarılıp Kur’an’a geri döndürülmesi, devletin dini kurallarla değil akıl ve bilim rehberliğinde hukuka uygun ve bilimsel esaslarda kaidelerle yürütülmesini esas alır.
Kişilerin inançları bu ilke sayesinde tamamen özgürdür ve fakat devletin dini yoktur. Bu dinsizlik veya İslam düşmanlığı asla değildir çünkü Diyanet işleri başkanlığı bu yüzden vardır ve halkın en yaygın inancına uygun olarak teşkil edilen bu kurum mezhepsel ve dini gerekleri yürütmekten birinci derecede sorumludur.
Azınlıklar da bu ilke sayesinde ibadet ve inanç özgürlüğüne sahiptir. Kimse kimseye neden inandığına veya inanmadığına dair hesap soramaz fakat herkes diğer din ve inançlara saygılı olmak zorundadır.
Devlet, sosyal, demokrat ve hukuksal olarak işleyecek, adalet temin edilecek, toplumun refah ve mutluluğu gaye olacak ama kişiler vicdanlarıyla baş başa bırakılacaktır. Devletin inanç boyutundaki görevi cami türü imar gereklerini yürütmek, atamalar ile ibadet faslına memur istihdamı sağlamak, yanlışlara müdahale etmek ve merdiven altı yapılanmalara müsaade etmemektir. Keza dindeki yanlış ve doğruları öğretmek de devletin en birinci görevlerindendir.
Vicdan hürriyetini dokunulmaz kılan bu ilke, Kur’ani İslam’ı gaye edinir, batılı yok etmeye çalışır ve devleti dine saygılı ama mesafeli bir mevkide tutar. Halifelik makamı gibi demode ve dinen yanlış organizmalara da karşı olan ilke, içerdiği insan sevgisi ve hoşgörü tabanıyla kişiler arası din ve millet kardeşliğine önem verir. Merhameti tüm beşeri ve kamu işlerinde ön planda tutar, Kur’an’ın da emri olan ortak insanlık değerlerini (Maruf) medeni yasalara aktarma gayreti içerisindedir.
Özetle;
Görüldüğü üzere tüm ilkelerin özü çağdaş ve demokratik bir sistem teşkilidir ve devlet modern ve dinamik yapıda evvela bekasını ve sonra refahı temin edecek kabiliyette olmalıdır. Akıl ve bilim gerçek yol gösterici olacak, kişiler ile devlet birbirine karşı hak, görev ve mesuliyetlerle meşru vaziyette konuşlanacak, demokrasi, hukuk, adalet ve sosyallik vazgeçilmez şart olarak masaya konacaktır. Cumhuriyet ve demokrasi ile hürriyetler ve doğal olarak adalet tüm seviyelerde ilk madde olarak ele alınacaktır.
Fert ve toplum yahut devlet arasında bir tercih söz konusu olduğu zamanlarda ise kamunun yararı üstün tutulacaktır ki bu dinin de emridir.
O halde Atatürkçülük veya Atatürk ilkeleri sadece altı maddeden ibaret veya sözle geçiştirilecek ilkeler değil, bütünleyici ilkeleri de esas alan devasa bir bütündür, tek parçadır ve anlaşıldığı takdirde zamanın tüm dert ve düşmanlarına karşı bir numaralı tedbirdir.
Öyleki tam bağımsızlık, milli egemenlik, bilimsellik, barışseverlik, milli birlik, çağdaşlaşma ve insan sevgisi temeline oturan bu ilkeler sadece Türk milleti için değil tüm cihan ve mazlum devletler için vazgeçilmez şartladır.
Çünkü bu ilkelerin kaynağı yaşanmış acı tecrübeler, ihtiyaçlar, dökülen şehit kanları, bilim ve din emirleridir. Böyle olunca da zaman yaşlansa da bu ilkeler yaşlanmadan ayaktadır ve tüm dünya hızla bu ilkelere göç etmektedir.
Nitekim zamanın güçlü devletlerinin tamamı Devletçilik ilkesini taklide çalışmakta, inkılapçılık ilkesi tüm cihanda aydınlanmaya sebep olmakta, halkçılık ve milliyetçilik eşitliğe adanırken, ırkçılık reddedilmekte, dünya devletleri teokratik devlet yapısından hızla medeni devlet yapısına dönüşmekte, laiklik esas alınmaktadır.
Çünkü Türk inkılabı yaşanmış ve başarıyla sonuçlanmış canlı bir örnektir, müspettir, uygulaması şahitler huzurunda görülmüştür. Dünyanın refah ve huzuru, barış ve kalkınması ancak bu ilkeler ışığında mümkündür ki Mustafa Kemal Atatürk deha olması sebebiyle tüm bunları yüzyıl öncesinden görebilmiş ve yasalarla çerçevesini teşkil ederek kurumsallaştırmış ve gençliğe emanet etmiştir.
Bu yazı Atatürk ilkelerinin anlamı ve gerekleri nelerdir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Laiklik ve Müslümanlık ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Müslümanlık, İslam dinine tabi olma halidir ve müslümanın kelime anlamı Allah’a teslim olmaktır. Yani İslamiyet’e girene müslüman denir ki İslamiyet bir dindir.
Devlet, kamu, genel, halk ve yönetim demektir ki kulların her biri bu içinde yaşadıkları devletin üyesi ve ferdidir. Devlet kurallar ve yasalarla yönetilir ve bu yasalar hak ve adalet, masuniyet ve eşitlik, özgürlük ve insan hakları gibi temellere oturur, oturmalıdır. Devlet bu kural ve kanunları herkes ve kendisi için koyar, yasalaştırır ve yürütür ve denetler.
İslam, devlet şekli önermez ama biat ve şura emrederek (Hz. Peygambere dahi) demokrasi ilkelerini işaret eder, çoğulculuk, seçim, hakkaniyet, hukuk ve adalet ister.
Devletin kuralları olur, dini olmaz.
Fertler, devletin kural ve kaidelerine göre dilediği bir dini seçer ve devlet ve din ayrı şeylerdir. brisinde yasalar diğerinde ayetlerin hükmü yani nasslar egemendir. fertler yaşamak için bir devlet de seçebilirler ama nereye giderlerse gitsinler o devletin kurallarına ve yasalarına uymakla mükelleftirler.
Fertler, İslam’ı seçer ve bir devlette yaşarlarsa, ibadetlerini bireysel veya topluca yasalar ve kütür istikametinde yaparlar, hür ve eşittirler, dinin emrettiği şekilde giyinip, abdetss alıp, namaz kılmakta veya kılmamakta serbesttirler.
Çünkü dinde zorlama ve mecburiyet yoktur (zaten olursa o sınav ce din olmaz) dileyen dinin gereğini yapar ve dileyen dini yok sayar. Kimse kimseyi kınayamaz, ithamda bulunamaz çünkü kimse kimsenin kalbinde saklı olanı (imanı ) bilemez.
Devlette ise zorlama vardır, olmalıdır. Herkes mesela vergi vermek, çevreye saygılı olmak, suç işlememek, etrafı kirletmemek, gürültü yapmamak vs. sorumludur ve yaparsa ceza yer, faydalı birşeyler yapar ve üretir ise zengin olur, ödül alır, takdir edilir, madalya dahi alabilir.
Devletin işleri egemen dinin ana esaslarınca şekillenir ve İslam için konuşursak Kur’an’ı, aklı, bilimi, insan haklarını, eşitliği, adalet ve hakkı esas alır. Ama devlet mesaisini, kıyafetini, kurallarını ve işleri yapma şeklini dinden ziyade veya dine ek olarak kamu hak ve görevlerinden, kamunun menfaatlerinden, kamunun can alıcı kırmızı çizgilerinden, ekonomiden sanata kadar gereklerden, iç ve dış durumlardan kaynaklanan ihtiyaçlardan, halkın isteklerinden, mevcut gelirlerinden, tehdit durumundan, yaşanmış örneklerden, kültürden, örften, alışılagelenlerden alır.
Yani din devlet için tek şart ve kaynak değildir olamaz.
İslam devlet şekli önermediği için de kimse devletleri suçlayamaz veya yönetim şekillerini dine uygun veya değil diye tasnif edemez. Çünkü devlet işleri bir din değildir, yönetimdir, yönetim ilkesidir.
Laiklik veya laik olma hali de tam olarak budur ve Laiklik bir din olmadığı için insanlar laikler ve müslümanlar olarak tasnif edilemez.
İslamiyet ile Yahudilik kıyaslanabilir veya laiklikle monarşi kıyaslanabilir çünkü kulvarları aynıdır ama İslamiyet ve laiklik iki farklı kulvardır, kıyaslanamaz.
Müslüman ve laik ayrımını yapanların asıl niyetleri siyasi ayrım yoluyla devleti dini tahakküm altına sokmak ve yobazlıklarına engel laikliği yönetimsel ilkeler arasında çıkararak devleti karanlıklara, dini de hurafelere teslim etmektir.
Çünkü laiklik bir yönetimsel ilke olarak aslen Cumhuriyet yönetiminin unsurudur ve laiklik karşıtlarının asıl itirazı da bunadır. Dahası Cumhuriyete düşman olanlar bilimden tamamen uzak ve aklı işletemeyenler oldukları için saldıracak tek silahları din kisvesidir ki bu nedenle ve sadece laikliği hedef alırlar.
Oysa ki Cumhuriyet olmasa ne ezan olacaktı ne bayrak ne de vatan.
Devletçilik, milliyetçilik, halkçılık ilkelerine karşı olduğunu söyleyen bir dinci bulunamaz çünkü o konularda konuşabilmek için bilimsel ispatlar ve dağarcık lazımdır ki onlarda bu yoktur.
Oysa din suistimale açık, sayısal değil sözel bir konudur ve Allah ile iskat yani Allah ile susturmak çok kolaydır. Dahası zıt fikirdekileri tekfir etmek (din dışı ilan etmek), onu mürted saymak (kendisi dinden dönmüş göstermek) dini kullananlara göre gayet kolaydır. Kolaydır çünkü buna kanacak olanlar da onlar gibi Kur’an’a uzaktır ve dinden habersizdir.
Halk, Kur’an’ı okumadığı ve okusa da anlayarak okumadığı için kolayca kanar ve meydanı yobazlara bırakır. Oysa aldanmak Kur’an’ın en büyük yasaklarındandır.
Laiklik tanımı ise; devlet ve din işlerin birbirinden ayırarak dinin selametini sağlamak, vicdanları hür kılmak, dinin hür yaşanmasını sağlamaktır. Bu arada yaban otlarını yani dine zarar veren yıbazlık ve çirkeflikleri de ortadan kaldırmayı gaye edinen laiklik bu sayede İslam’ı arı ve duru haline getirmeyi de hedef alır.
Hilafet gibi dinde yeri olmayan, tekkeler gibi zararlı, hurafe ve rivayetler gibi dinin köküne çamaşır suyu eken zararlıları yok etmeyi gaye edinen laiklik, bilimsel ve akılcı yaklaşımla vahyin verilerine dokunmadan kişileri özgürleştirir ama devletin bekasında da aklı ve bilimi rafa kaldırmaz. Yani devlet sosyal hayatta dine beka anlamında bilim ve akla itibar eder ve devlet dinin icrasını kendisi yönetir ve organize ederken kulların vicdanlarına bırakır.
Öte yandan laiklik dinin anlaşılması için meal ve tefsire emek ve kaynak ayırarak dinin en cahil insanlarca dahi anlaşılmasını mümkün kılar ki bu sayede kimse Allah ile aldatılamaz. Keza eğitime dini ama bilimsel dokunuş yapan laiklik çocuklara ve gençlere gerçek ve asıl bilgiyi eriştirmek suretile de dini anlaşılır ve sevilir kılar. Bu sayede de aracılar devre dışı kalır, cennet simsarları ortadan kaybolur.
Arı ve duru din haline gelen dinin vatandaşlarca huzur ve sükun içinde eda edilebilmesi de devletin ve laik düzenin ana gayelerindendir. Camiler yapmak, kaynak sağlamak, bakım ve onarım gibi fiziksel müdahaleler yanısıra içeriğe ait mezheplere htap eden fıkıh ve yorumalrın korunması, saygı görmesi ancak laiklik ile mümkündür ki laik olunmayan bir ortamda ancak bir mezhep yaşar ve o mezhebin kabulleri din olur. Oysa o kabul asla İslam yani Kur’an’daki ilahi din değildir.
Kısaca; İslamiyet veya müslümanlık bir dindir, kişi hür iradesiyle dilerse tabi olur, dilerse karşı durur. Yüce Allah dine girenlere rahmet ve şefaat, çıkanlara cehennem vadetmiş, girmeyi inkar edenleri de hakikati inkarla suçlayarak kötü akibetlere mahkum etmiştir.
İslamiyet kişiler veya zümreler dini değildir, mabetlere mahkum edilemez, cemaatle bazı ibadetler eda edilirken sevabı fazla da olsa aslen ferdidir.
Laiklik ise cumhuriyetin bir ilkesidir ve din değildir. Laik olan kimse aynı zamanda müslüman veya Hristiyan olabilir. Laiklik yasalarla, din ayetlerle konuşur, konuşmalıdır.
Dine düşman olmak cehennemi gerektirirken ve asli ceza ahirette verilecekken, cumhuriyet ve laikliğe düşmanlık kamunun bekasına düşmanlık ve vatan hanliğidir ki mevcut yasal düzene isyandır. Cezası da yasalarla ve ahirette değil bu dünyada verilir, verilmelidir.
Ridde olayları asla unutulmamalıdır ki irtidat ettikleri iddia edilenler aslında vergi yüküne ve devlete isyan halindeydi, dine değil. Lakin devletin aldığı sert tedbirlerle (tazir yetkisi kullanılarak) olay bir anda şiddetlendi ve sayısız insan hayatını kaybetti, çoğu diri diri yakıldı ve bir kısmıda boynu vurularak öldürüldü. Buradaki ana yanlış ise şuydu ve işleyenleri dine aykırı iş yapma neticesine getirdi; dinin iddia edilen doğru bile olsa dinden çıkana verdiği dünyevi bir ceza yoktur ve ceza sadece cehennemlik olma halidir yani ahirete aittir.
Oysa ayaklanmasyı bastıran devlet teşkilleri yasalara göre vatana ihanetten idam cezası verirken komik bir şekilde dinden çıkma mazeretini gösterdi ve fakat Kur’an dünyevi bir ceza öngörmezken idamlar sanki Kur’an emri gibi gösterildi. Yani dine hüküm eklendi, yani günah işlendi, yani dine karşı gelindi.
Bu örnek laiklik konusunda da yaşanan kaosa çok güzel bir örnektir ve yapılmak istenen aynen ridde olayalrı gibi önce darülharp ilan edilecek bir devlet, sonra bu devleti destekleyenleri mürted (yani irtidat etmiş yani dinden çıkmış) ilan etmek, sonra eskiden dindeyken sonradan çıkan bu insanlara öldürme emri vermek. Ama Kur’an’da bu insanlara dünyevi ceza yoktur!
Laikliğe saldıranların niyet ve maksadı hem evrensel insan haklarını savunanları ekarte etmek, hem dini kendi merkezlerine çekmek, hem rakiplerini elemine etmek velhasıl laiklik öncesi dini kaosa geri dönmektir. Hilafet ve tekkelerde peşi sıra gelecektir.
Kul, dinin de, Kur’an ve imanın da, laikliğin ve aklın da hakkını vermek zorunda olandır, bağnazlığa saplanmamak durumundadır.
Özetle
Kur’an, kişilere aklı kullanmayı (bilimi ve ispatı) ve Kur’an okumayı (anlayarak okumayı) ilk sırada emreder ki namaz çok daha sonradır, ve bu emirler eşit, hür ve insan hakları dairesinde yaşamak emridir. Toplumların yönetimlerine seçme ve seçilme, onay alma, denetleme ve denetlenme, istişare etme, bilimle mukayese etme, delile dayandırma, ahid alma, hakkında kesin vahiy olmayan meselelerde kamu çıkarlarını gözetme emri veren de Kur’an’dır.
Kur’an, insanların zorla veya zorlamayla değil isteyerek, hür iradeleri ile Allah’a yönelmelerini ister ki dinde kişisel tercih esastır.
Tüm bu emirleri karşılayan devletsel yönetim şekli ise cumhuriyettir ve cumhuriyetin din adına konmuş ilkesinin adı laikliktir ve laiklik bir din değildir. Laik olan herhangi bir dine mensup olabilir ve herhangi bir dine mensup birisi de pekala laik olabilir. Yani bu tanımlama gösterir ki laik olma hali dini bire bir kabullenmek ve devlete aynen yansıtmak değil ama dini gözeterek devletin bekasını sağlamaktır.
Bu nedenle laikliğin zıddı laikliğe karşı olma yani yobazlıktır, aşırı tassup olma halidir, Müslümanlık değildir.
Müslümanlıkla laikliği karşı karşıya getirmek isteyenler ise dini bölmeye, dini hurafelere boğmaya, keni mezheplerini dinleştirmeye çalışanlardır, cumhuriyete karşı olanlardır.
Dinin temeli Kur’an olduğu için, Kur’an yobazlığı reddettiği ve hak ve adaleti emrettiği için de asıl ve doğru olan laikliktir. kaldı ki en laik ortamda dahi dini derin ve yoğun yaşamak isteyenler yaşayabilir ve aslında dinin hayatta kalması da ancak laiklikle mümkündür.
Laikliğin olmadığı bir ortamda sadece bir mezhep yaşayabilir ve o mezhep asla dinin tamamı yani Kur’an İslam’ı olmaz.
O halde son söz denebilir ki laiklik tüm mezheplerin, dinin ve maneviyatın da garantisi ve zararlı manevi mikroplara karşı tek koruyucusudur.
Bu yazı Laiklik ve Müslümanlık ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı İnkılapçılık ilkesi ve diğer inkılaplarla ilişkisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>İnkılap ve devrim kavramları aynı manada kullanılıyorsa da aslında aynı değildir. Devrim geçici ve ideolojiktir. İnkılap ise toplumu kökten etkileyen, uzun soluklu, ihtiyaçtan doğan, gerektiğinde silahla mücadeleyi de içine alan bir yeniden yapılanma hareketidir.
Türk inkılabı ise dünyada eşi benzeri olmayan bir çağı yakalama ve çağdaşlaşma gayretidir ki içerisinde hem silahlı mücadele, hem yeniden yapılanma, hem düşmanla ve hem de düşman yanlılarıyla mücadele, hem karanlıktan aydınlığa çıkma gayreti, hem karanlık sahiplerinin tuzaklarından kurtulma çabası vardır.
İnkılap, aslen, önceden var olan sistem içinde oluşan ve iyi yönde ilerleyen değişimleri simgeler. Devrim ise, önceden var olan sistemi bütünüyle kaldırıp yeni bir sistemi getirmeyi anlatır. Bu anlamda, devrim inkılap kavramını içerisinde barındırmaktadır. Devrim sonrasında, devrimin devamlılığını sağlamak adına inkılaplar yapılır. Ancak sadece inkılaplar ile bir devrimin meydana geldiğini söylemek her zaman doğru olmayacaktır.
Atatürk’ün milli mücadele zaferi ile birlikte Türkiye’nin yönetim şeklini ve din anlayışını kökten değiştirmesi bir devrimdir. Bu devrim sonrasında, çağdaş uygarlık seviyesini yakalama amacı ile getirdiği yenilikler ise inkılaplar olarak anlaşılmalıdır. Kılık kıyafet alanında, eğitim alanında, toplumsal yaşamda ve diğer tüm konularda getirdiği yenilikler devrimin devamlılığını sağlayacak temel parçalar, inkılaplardır. Devrim kavramı ise, inkılap kavramına göre daha kapsamlı bir konudur.
Bu nedenle aralarındaki farklara rağmen, benzerlikleri ve birbirlerini tamamlamaları nedeniyle, özellikle Atatürk devrimleri adına, devrim ve inkılap kavramlarını bir arada düşünmek daha doğrudur. Yine devrim tek iken, inkılaplar sayıca daha fazladır.
İnkılâpçılık ilkesi, bir yandan Atatürk ilkelerinin korunmasını esas tutan, öte yandan da bu esaslara dayanılarak yeni hamlelerle Türk toplumunun aydın ve ileri yönde gelişim ve geleceğini sağlayacak dinamik bir toplum yaşayış ilkesi olarak benimsenmiştir. Çünkü bu ilke Atatürk, felsefesini bazı dinî, siyasî ve felsefî kuramlarda olduğu gibi katı ve dar çerçevede kalmaktan kurtarmak istemiştir.
Atatürk’ün İnkılâbı tarifi ve Türk İnkılâbı nedir sorusuna verdiği cevap hareket noktamız olacaktır. Ulu Önder inkılâbı;
“Mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır” diye tanımladıktan sonra, Türk İnkılâbı nedir sorusuna;
“Bu inkılâp kelimenin ilk anda işaret ettiği ihtilâl manasından başka, ondan daha geniş bir değişikliği ifade etmektedir. Bugünkü devletimizin şekli, yüzyıllardan beri gelen eski şekilleri ortadan kaldıran en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmesi için fertleri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dinî ve mezhebi bağlantı yerine Türk milliyet bağıyla fertlerini toplamıştır. Millet beynelmilel umumî mücadele sahasında hayat sebebi ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak çağdaş medeniyette bulunabileceğini bir değişmez gerçek olarak prensip saymıştır. Netice olarak millet, saydığım değişiklik ve inkılâpların tabiî ve zarurî icabı olarak umumî idaresinin ve bütün kanunlarının ancak dünyevî ihtiyaçlardan mülhem ve ihtiyacın değişme ve gelişmesiyle sürekli olarak değişme ve gelişmesi esas olan dünyevî bir zihniyeti hayatı boyunca devam edecek bir idare saymıştır.
Büyük milletimizin hayatının seyrinde vücuda getirdiği bu değişiklikler herhangi bir İhtilâlden çok fazla, çok yüksek olan en muazzam inkılâplardandır. Çok milletlerin kurtuluş ve yükselme mücadelesinde köpürdükleri görülmüştür. Fakat bu köpürme Türk milletinin şuurlu köpürmesine benzemez”, diye cevap vermektedir.
Bizce İnkılâpçılık ilkesinin gerçek anlamı tartışmasız Ulu Önderin bu tariflerinin içeriğinde en güzel ifadesini bulmaktadır. Nitekim bu açıklamalarını daha net ve belirginleştirdiği;
“Hakiki inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime sızmasını bilirler. Bu münasebetle şunu da ifade edeyim ki, Türk Milletinin son senelerde gösterdiği harikaların yaptığı siyasî ve sosyal inkılâplarının gerçek sahibi kendisidir. Sizsiniz… Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mana ve biçimi ile medeni bir toplum haline ulaştırmaktır.
İnkılâplarımızın temel ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir” şeklindeki bu sözleriyle, ilkelerinin bütünlüğünün korunmasını dile getirirken, İnkılâpçılık ilkesinin anlamını da vurgulamaktadır.
Demek oluyor ki, Atatürk’ün İnkılâpçılık ilkesi değişme, gelişme, iyileşme ve her türlü yeniliğe açıklık getiren bir ilke olarak kabul edilmek zorundadır. Daha açık bir deyimle, çağdaş medeniyete ahlak çizgisinden uzaklaşmadan ve kültürü zedelemeden yürüyüşün direktifidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik hayatı, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, inkılâpçılık olarak belirlenen temel ilkelerle teşkildir. Bu ilkeler birbirinden ayrılmaz bir mahiyettedir ve lakin inkılapçılık ilkesi yenileşmeye kapı aralamasıyla, iyiyi arayışı desteklemesiyle tüm ilkelerin aydınlanma ve gelişmesine imkân sağlayan bir temel ilkedir.
Tüm ilkeleri ve bütünleyici ilkeleri, Atatürkçülük bayrağının sembolleri olarak, belli bir kalıba sokmaya, daraltmaya ve dondurmaya çalışılmamalıdır. Bu ilkeler sonsuza dek yaşayacak ve payidar kalacak Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve aziz milletinin hayat güvencesi olacaktır.
Tüm ilkelerin ayakta kalması, çağa uygun yaşayabilmesi, gelişim ve çağdaş medeniyetin yakalanması ise ancak inkılap ruhu ile mümkündür.
Ancak tekrar etmekte yarar vardır ki bu inkılapların hiçbiri Türk kültürüne ve ahlak yapısına, devlet ve din anlayışına karşı ve düşman olamaz, olmamalıdır. Hiç biri aklı ve bilimi inkar etmemelidir. Devrim ve inkılap adına bugüne kadar yaşananların tamamı nasıl akla ve bilime uygunsa, Türk kültür ve dna’sına paralel ise bundan sonra da tüm aydınlanma niyet ve teşebbüsleri bu istikamette hayat bulmalıdır.
Çünkü Ulusal mücadele silahlı mücadeleden ve fikri inkılaplardan müteşekkildir. Tamamı özgürlük ve Cumhuriyet temellidir, tamamı gelişime açıktır ve tamamı Türk insanının ihtiyaçlarından doğmuştur. İnkılapçılık işte bu ihtiyacın zaman ve mekana göre dengelenmesi ve rektefiye edilmesidir. Maksat daima halkın huzur ve bekası, mutluluk ve insanca yaşamasıdır.
Bu yazı İnkılapçılık ilkesi ve diğer inkılaplarla ilişkisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>