Bu yazı Atatürk ve liyakat ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ehliyet ve liyakat, dinin emri olduğu kadar ilim ve fennin, medeniyet ve ilerlemenin, toplumca refah ve huzura yükselebilmenin vazgeçilmez şartıdır. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu kadrolarınca bilhassa dikkate alınan liyakat meselesine dair en çarpıcı anekdotlardan birisi elbette işe girmek için yardım isteyen bir bayan vatandaşın, işe alınmaması sonrası Atatürk’e serzenişte bulunması ve Atatürk’ün bu serzenişe verdiği cevaptır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni Türkiye Cumhuriyeti için iki temel şartının ilki namus ve diğeri liyakatti ki sağlam karakter, vatan sevgisi, kahramanlık ve fedakârlık namusun, bilgi ve ehliyet, ruhsat ve kabiliyet liyakatin alt yapısını oluşturuyordu.
Devletin hiç bir kademesinde en yakınlarını dahi liyakat sahibi değillerse istihdam ettirmeyen Atatürk, bilginin gücünü yüceltmiş, onlarca devrimle bilimin ışığında ilerleyen bir Türkiye inşa etmeye çalışmış, yarınların usta ellerce şekilleneceğini çok önceden görmüştü. Bu nedenle Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kademelerine, mükemmel bir öngörü ile daha savaş yıllarında yurt dışına tahsile gönderilenler, yetenek ve ehliyet sahipleri, o işte ve devlet kademelerinde tecrübe ve bilgi sahibi olan kimseler yerleştirilmişti. Azınlıklar, gayri müslimler bile bu kademelerde yer almaktaydı ve tek şart vatana hizmette öne çıkmaktı.
İşte bu hissiyatı en güzel anlatan hatıralardan birisi Hulusi Köymen tarafından aktarılan bir anıdır ki on yıl gibi kısa bir sürede başarılan muazzam Türk Mucizesine ışık tutacak cinstendir.
Cumhuriyetin ilanından birkaç yıl sonra olsa gerek, Mustafa Kemal Atatürk Mudanya üzerinden Bursa’ya seyahat etmektedir. O esnada Gazi’ye halkın ilgisi büyüktür, aracının yanına gelenler, sevgi gösterisinde bulunanlar… Bir anda kalabalık bir kitle tarafından etrafı sarılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk kalabalığı yararak ona doğru yaklaşan bir kadını görür, kadın yanına geldiğinde elinde bir kâğıt vardır.
Mustafa Kemal Atatürk’e yaklaşır, tedirgindir… Çevredeki herkesin fark edebileceği titrek bir sesle “Beni tanıdın mı oğul?” der ve anlatmaya başlar. “Ben sizin Selanik’ten komşunuzdum. Bir oğlum var, Devlet Demir Yolları’nda işe girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz, fakat müdür dinlemedi. Oğlumu işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.”
Duydukları karşısında Mustafa Kemal Atatürk mutlu olmuş gibi görünüyordu.
Anlatılanları anladığını belli eden bir ifadeyle “Oğlunu almadılar mı?” dedi.
Kadının onaylarcasına bakışları arasında konuşmasına devam etti.
“Ben talimat verdiğim halde mi almadılar? “
“Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar, işte cumhuriyet böyle anlaşılacak.” dedi.
O an ondan yakınındaki bürokratlara emir vermesini bekleyen kadın şaşırmıştı ama Mustafa Kemal mutluydu. Yıllar boyu öncülük ettiği devrimler yerini bulmuştu. Hayalini kurduğu, liyakatin, bilginin yetkili olduğu bir Türkiye inşa edebilmişti…
***
İşte Genç Türkiye’nin on yılda yarattığı Türk Mucizesinin parolası bu hatıranın manasında yatmaktadır. Ehliyet ve liyakat sahibi olmayanların işgal edeceği devlet kadroları halka hizmet değil halka zarardır ve yükselme ve ilerleme ancak ehil eller marifetiyledir. En yüksek mercilerdekilerin ehliyetsiz olan en yakınlarının dahi devlet kadrolarına getirilmesi ve sadakatin ön plana çıkarılması vatana da, ülkeye de, ilerleme ve refaha da aykırıdır.
Atatürk’ün emrini dinlemeyecek kadar liyakata ve vatanseverliğe sahip kadrolar var olduğu içindir ki Cumhuriyet’in temelleri sağlamdır. Sadakat ön plana çıkarılmadığı içindir ki tüm alanlarda başarı yakalanabilmiştir.
Ve Atatürk, emrini dinlemeyen memurlara, mahiyete, vatan evlatlarına dahi sevgi ve hoşgörü gösterecek, onların azarlanmayı göze alıp işlerine sahip çıkmasına sevinecek kadar kadirşinas bir Yüce karakterdir.
Liyakat ve ehliyet, namus ve vatan sevgisi bu nedenle yücedir, vazgeçilmezdir.
Bu yazı Atatürk ve liyakat ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Nuri Ulusu’nun hatıralarından;
“Atatürk’ün kütüphanesi, Çankaya’da eski köşkünün içinde, köşe bir odadaydı. Bir kısmı camlı, bir kısmı da kapalı dolaplarla kaplıydı. Her konuda, yani Askeri, tarihi, edebi, hukuk kitapları, ama en çok tarihi kitap bulunurdu.
Benim çalışmaya başladığımın ikinci yıllarıydı, tahminen 1929 gibi, Fransızca kitaplara çok merak salmıştı. Fransa’dan özel olarak getirilen bu kitapların hemen hemen çoğu tarihle ilgili kitaplardı. Bu kitaplar öylesine çok geliyordu ki adeta kütüphanede yer kalmamaya başlamıştı. Bir gün içeri girdi ve benim kitaplara yer bulmam için yaptığım adeta boğuşmayı görünce “Nuri, oğlum ne bu telaş, kitaplar içinde kaybolmuşsun” deyince ben de “Paşam koyacak yer zor buluyorum, siz istediğiniz zaman zorlanmaktan korktuğum için tasnif için çalışıyorum ama zor oluyor. Acaba ilave bir kitaplık yapılması mümkün olur mu?” deyince şöyle bir durdu, düşündü, sonra “Sen şimdi kahvemi söyle de bir düşünelim” dedi. Hemen kahvesini söyledim kaldığı yerden kitabını okumaya başladı, kahvesini içti, okudu, okudu.
Akşama doğru yerinden kalktı ve bana doğru, “Nuri, oğlum sen doğru düşündün, şu bitişik kule odasına ilave bir kütüphane yapalım, sen de şöyle rahat rahat çalış bakalım” deyince, sevinçten adeta uçacaktım. “Sağ olun Paşam, hakikaten çok faydalı olacak” demem üzerine, “Ama burası gibi içimi sıkıcı koyu renklerde olmasın, açık zevkli ve geniş çalışma alanlı olsun, rahatça kitabımı hatta haritalarımı açabileyim. Hemen gerekli talimatımı ilet başlasınlar, sen de her gün başlarında ol, yanlış bir şey yapmasınlar, tamam mı? ‘Hadi yallah’ diye talimatını verdi.
Kütüphaneden koşarcasına çıktım, sofra şefimiz İbrahim’e ilk müjdeyi verdim. O da çok memnun oldu ‘Aferin be Nuri, iyi iş becerdin’ diye tebrik etti. Hemen gerekli çalışmalar başladı. Mimarlar gerekli çizimleri yaptılar, ben de Atamın istediği özellikleri tek tek not ettirdim. Sonunda güzel bir dekorasyon planını kendisine sundular. Koyu renk istemediği için ahşaplar meşe ağacından siyah ve beyaz boyamalı kaplamalı olarak tensip olmuştu. Atatürk renkleri de kendi seçmişti. Ferah olmasını istedi. Ayrıca bazı zamanlar haritaları açarak uzun uzun harita üzerinde çalışmalarda yaptığı için bir de masa yaptırmıştı.
Bu yeni kütüphane ve çalışma ortamı Paşamı ve beni de rahatlatmıştı. Bu yeni bölüme yeni kitaplarımızı taşımıştık. Eskileri eski kütüphanede bıraktık.
Bilahare yeni Pembe Köşk yapılırken Atatürk yine kütüphanemiz ve çalışma mekânı için mimarlara özel talimatlar vererek çok üzerinde durmuştu. Çünkü zamanının çoğu kütüphanede çalışmakla geçerdi. Bu sebeple benim de ısrarım ile yeni Pembe Köşk’ün kütüphanesi bayağı güzel ve kullanışlı oldu. Tavana kadar raflar, dolaplar ve yan bölümde kalın kadife perdeyle ayrılan özel ayrı bir çalışma bölümü yapılmıştı.
Bu son durumdan sonra kütüphanemiz çok rahatladı. Kitapları yerli yerince gayet rahatlıkla yerleştirdim. Sıkıntımız şimdilik bitmişti, ilerde ne olur, bilemezdik. Çünkü o kadar çok kitap ısmarlar ve o kadar çok hediye kitap gelirdi ki; ama maalesef ömrü vefa etmedi.
Atatürk’ün kitap okuma zevki ve kitap tutkusunun ta çocukluk yıllarında başladığını herkes bilmektedir. Atatürk yalnız tarih, askeri ve bilimle ilgili kitapları değil, gençliğinden itibaren zaman zaman roman okumaya da çok meraklı olduğunu biliyoruz. Bilhassa Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ile Aka Gündüz’ün Dikmen Kızı romanlarını çok severek okuduğunu bizzat kendisinden duymuştum. Hatta bana da bunları okuyup okumadığımı sormuştu; okuduğumu söyleyince de kendisinden bir aferin almıştım.
Okuduğu kitaplar arasında tarih kitapları daima çoğunluğu teşkil etmişti. Türk ve İslam tarihi üzerinde çok durmuş ve bu husus da çok detaylı çalışmalar yapmıştı. Bunun yanında hukuk, ekonomi, sosyoloji dalında da çok kitap okumuştur. Bu çalışmaları yaparken masasında daima lügatlerini bulundururdu. Not almayı da çok sever ve hep yapardı. Renkli ve kurşun kalemlerini hazırlar ve çalışma masasının üzerinde, lügatlerinin, masa saatinin, sigara kutusu ve kül tablasının yanında muntazaman hep bulundururdum.
Atatürk’ün çalışma ve okuma yeri yalnız kütüphanesi ve çalışma odası değildi, o meşhur akşam sofraları da adeta bir çalışma yerimizdi. O meşhur dönerli kara tahtamız, çeşitli lügatler, ansiklopediler, dergi ve broşürler, o günlerde okuduğu kitaplar yemek salonunda benim özel ayırdığım bir bölümde dururdu. Gerekli olduğu zamanda hemen gözü ile işaretini verir, ben de derhal istediği şeyi önüne koyuverirdim. İşte zaten bu sebeple her yemeğinde, sofrasında, seyahatlerinde, toplantılarında vs. beni yanından hiç eksik etmezdi.
Masa ve çalışma düzenine çok dikkat ederdi, çok titizdi, ama ben de aynı dikkat ve titizlikte olduğum için Allah’a çok şükür hiç aksatmadan, hiç onu kızdırmadan ölene kadar hizmetim aksaksız olarak sürdü. Bu çalışmalarımız bahsettiğim gibi akşamları sofrada da sürerdi. Kitaplar, kâğıtlar, kara tahta, not defterleri, kalemler sofranın değişmez aksesuarlarıydı. Netice itibariyle Atatürk kitap sevgisiyle dolu dolu yaşadı ve öldü.
Atatürk okumayı o kadar çok severdi ki, kültür sahibi olmak onun için çok önemliydi. Kütüphanemiz çok zengin bir kitap kaynağına sahipti.
Hatta hiç unutmam bir sabah Genel Sekreter Hasan Rıza Bey Ankara’ya bir seyahatten dönmüşler ve sabah sabah doğru köşke gelmişlerdi. İlk önce bana rastlamıştı, ilk işi Atatürk’ü sormak olmuştu. “Nuri Atatürk nerede, nasıllar?” Ben de “İki gün iki gecedir devamlı okuyor, hemen hemen pek de bir şey yemedi, yalnız bir banyo yaptı ve de koltuğunda birkaç dakika kestirdi o kadar” dedim. “Git bir bak, müsaitse odasına girmek istiyorum” deyince hemen odasına çıktım. Kapısını vurdum, “Gir” komutuyla yanına girdim, üzerinde beyaz keten gecelik elbisesiyle bağdaş kurmuş vaziyette kitabını okuyordu. “Ne var?” diye sorunca “Hasan Rıza Bey yanınıza gelmek istiyorlar, sizi merak etmiş” deyince “Allah Allah, kitap okumakta mı yok? Ne varmış merak edecek, çağırın gelsin tabii” deyince hemen gidip Hasan Rıza Bey’e haber verdim ve o da yanına odasına gitti.
Biraz sonra beni tekrar çağırdı, çok kitap okuduğu zaman gözleri kızarır ve de yaşarırdı. Onun da çaresini bulmuştuk. İnce ince tülbentler hazırlar ve gözleri yaşarınca verirdim, o da o tülbentle gözlerini siler, kurutur ve rahatlardı. Yine gözleri kızarıp yaşlandığını gören Hasan Rıza Bey’in telaşlandığını görünce beni çağırtmış, girer girmez “Nuri, nerede benim tülbentlerim” der demez tertemiz bezleri içerisinde sakladığım tülbent parçalarını tek tek ayırıp hemen götürüp kendisine verdim ve “gördün mü, Nuri hemşire gibi çareyi hemen buluverdi. Böyle iyi oluyor” demesi üzerine Hikmet Bey “Paşam iyi hoş da kendinizi bu kadar yormasanız iyi olmaz mı?” cevabına elindeki kitabı göstererek “Öyle enteresan ki bitirmeden galiba bırakamayacağım” demişti.
Atatürk, okuduğu kitapların çoğunu yurt dışındaki yayıncı firmalardan ve kitapçılardan getirmişti. Aldığı hediyeler arasında nice değerlileri gelmesine rağmen, kitap, hele hele çok sevdiği veya okumadığı bir kitap geldiği zaman çok memnun olur ve getirenlere özellikle iltifat ederdi.
Hatta hatırladığım kadar 1932 veya 1933 yılının yılbaşı gecesi, Milli Eğitim Bakanı o sıra yeni basılan üç ya da dört tane kitabı Atatürk’e yılbaşı hediyesi olarak getirmiş, vermişti. Çok mütehassıs olmuş ve Bakan’a teşekkür edip “Keşke diğerleri de böyle hediyeler getirseler” diyerek, diğer bakanlarına da imada bulunmuştu. Sonra da beni çağırtarak “Nuri oğlum bunları al kütüphaneye götür, ama masamda dursun okuyacağım” diye de emrini vermişti.
Tahmini beş bin kadar kitaptan büyük bir çoğunluğunu kesin okumuştur.
Kitap okurken altını muhakkak kırmızı kalemle çizerek önemli hususları belirtirdi. Önemli olmayan yerleri ise ya mavi ya da kurşun kalemle çizerdi. Ama müthiş bir hızlı okuma tekniğine sahipti. Normal kalınlıkta bir kitabı başkası iki günde okur bitirirse o bir gecede bitiriverirdi. Bazen de sadece o kitabın kendisini ilgilendiren bölümlerini ayırıp okur geçerdi, ama ilgilendiği onu meraklandıran kitabı eline geçirdi mi kesinlikle bitirmeden sabaha kadar uyumazdı.
Okuduğu kitapların ve de kütüphanedeki kitapların bakımına çok özen gösterirdim, bu da onun çok hoşuna giderdi. Okuyup, yarım bırakıp, ertesi gün okuyacağı kitabın yarım kalan sayfasını, herkesin yaptığı gibi kesinlikle kıvırmazdı. O görev benimdi. Bıraktığı yerden ben işaretlerdim. Ertesi gün, gelip istediği zaman kitabı çıkarır, sayfasını açar ve önüne koyuverirdim. Şöyle alttan bir bakardı. Hoşuna giderdi. Kütüphanemizdeki kitapları arkadaşları ve ya başkası da okurken, kibarca sayfalarını kıvırmamaları için ben bizzat ikaz ederdim. Çünkü bu sayfa kıvırmaya çok kızardı.
Son okuduğu kitabı, son bıraktığı yerden hep saklar ve an hazır beklerdim. Nerede, ne zaman kitabını isteyeceği belli olmazdı. Kitap onun her şeyiydi. Yalnız kütüphanede değil, yemekte, ziyafet sofrasında, trende, arabada, deniz kenarında, odasında istirahatta, uyumadan önce yatak odasında her zaman müsait olduğunda devamlı okur, okurdu. Tabii ben de her zaman hazır ve nazır yanında… O zamanki arkadaşlarımla, onu kaybettikten sonraki şimdiki dostlarını hep sorarlardı “Yahu Nuri Bey, ne stresli ne dertli bir iş, yorulmuyor muydun?” Yorulmak, stres ne demekti. Ata’nın yanında stres mi olurdu; yorulmaksa lügatimizde hiç yoktu. O bize hep moral, güç verirdi. Kızdığı, sinirlendiği zamanlarda dahi ona hep sevgiyle bakardık. Zira ona her şey çok ama pek çok yakışırdı
Her İstanbul seyahatine hatta bazı diğer seyahatlere de giderken, yanımıza mutlaka kitaplarını aldırırdı, ama İstanbul’a gidiş başkaydı. İstanbul’a her gidişte çok fazla kitap alırdık. Şimdi bu arada çok önemli bir özelliğini de anlatmak istiyorum.
İlk İstanbul seyahatine giderken istediği kitaplar o kadar fazlaydı ki, karton kutular buldurup kütüphaneye getirtmiştim, tam içine kitapları doldurmak üzereyken Atatürk kütüphaneye geldi ve ne yaptığımı sordu, “İstediğiniz kitapları karton kutular aldırdım, onların içine koydurup özel trene naklettireceğim” deyince “Dur biraz bekle” dedi. Kitap adedine şöyle bir baktıktan sonra kütüphaneden çıktı, odasına gitti. Biraz sonra, bir baktım iki tane cephane sandığını, muhafız alayı erleri getirip kütüphaneye koyuverdiler ve gittiler. Ne olduğunu anlamadan, bakıp dururken Atatürk içeri geldi, benim şaşkın şaşkın baktığımı görünce, “Ne o Nuri oğlum, şaşırdın değil mi? Şaşırma, şaşırma, savaşta bunlarla cephane taşıdık, sen o zamanlar çocuktun, bilemezsin, bu sandıklar benim için çok önemlidir. Şimdi o savaş bitti, yeni bir savaşımız başlıyor. O da kültür ve sanat savaşımızdır ve okumakla, kitapla olur; işte şimdi cephane taşıdığımız o sandıklara kitaplarımı koy, bu sandıklarla taşınsın, cephanenin yerini artık kitaplar alsın” dedi.
Nasıl şaşırmazdım. Bu ne biçim bir kitap sevgisi, ne ulvi bir düşünceydi. O zaten hiçbirimizin, hiç kimsenin aklına, hayaline dahi gelemeyecek fikirleri üreten bir dahiydi.
Neyse, gelen cephane sandıklarını güzelce bir temizledim, içlerine kâğıt koyup, üzerlerine de kitapları özenle yerleştirdim. Tam işimi bitirmek üzereyken Atatürk yanında yanlış hatırlamıyorsam Agop Dilaçar Bey’le kütüphaneye geldiler. Ona da izah edince, o da hayran hayran dinledi ve sonunda beraberce son sandığında kitaplarını seçerek koyduk, iki sandığı da güzelce bir kapattıktan sonra, derhal muhafız alayından erler çağırttık ve sandıkları doğru Ankara Garı’na trenimize konmak üzere yolladık gitti.” Kaynak: Mustafakemalim.com
***
Anıların kitaplaştırılması
Nuri Ulusu Atatürk’ün kütüphanecisidir. 1927-1938 e kadar Atatürk’ün yanından hiç ayrılmamıştır. Atatürk’ün öldüğü anda da yanı başındaydı. Oğlu Mustafa Kemal Ulusu, Nuri Ulusunun kendilerine anlattığı anıları yazmasını istemiştir. Ve Nuri Ulusu yatalak haline kadar yazmış o vaziyette de başlıkları oğluna yazdırmıştır. Nuri Ulusunun babası Hacı Tevfik, Bandırma Vapurunun 1.Kamarotudur.
Mustafa Kemal Ulusu, 1940 yılında Ankara’da doğmuş ve Yüksek Ticaret Lisesi’ni bitirdikten sonra uzun yıllar özel sektörde yöneticilik ve danışmanlık yapmıştır. Daha sonra 1989–2001 senelerinde sırasıyla Ulaştırma Bakan Danışmanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanı Danışmanlığı ve Başbakanlık Spor Danışmanlığı görevlerinde bulunmuştur. 1984–1986 tarihleri arasında Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı olmuştur. 1990 senesinde Ömür Boyu Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu üyeliğine kabul edilmiştir. Cumhuriyet, Tercüman, Takvim, Akşam, Star gibi gazetelerde spor yazarlığı, TGRT’de kendi adına bir futbol programı yapmış olan Mustafa Kemal Ulusu, halen İstanbul’da yaşamaktadır.
***
1972’de Nuri Bey, doğum gününde oğluna Atatürk’ün kendisine verdiği KA armalı resmi hediye eder. Bunun üzerine Atatürk’le geçirdiği yılların bahsi açılır ve oğlu Mustafa Kemal babasını anılarını yazması için ikna eder. Bundan sonra Nuri Bey gün gün, her ayrıntıya değinerek anılarını oğluna anlatır ve oğlu da anlatılanları yazıya döker. 29 Ekim 1979 yılında Nuri Ulusu vefat eder.
Babasının anılarının geçmişe ışık tuttuğun farkında olan Mustafa Kemal Bey, Ekim 2008’de uygun bir fırsat yakalayarak babasının anılarının yayınlanmasını sağlar.
Kitabın kısa özeti;
Kitap başlıca şu bölümlerden oluşmaktadır: “Önsöz”, “Mustafa Kemal Paşa’yla Tanışmam ve Maiyetine Girişim”, “Atatürk ve Türk Müziği”, “Atatürk’ün Sofra Kültürü”, “Atatürk’ün Günlük Hayatından”, “Atatürk’ün Kütüphanesi ve Okuma Aşkı”, “Atatürk’ün Yazarlığı ve Büyük Nutuk”, “Atatürk ve Tarih”, “Türk Dili Çalışmaları”, “Atatürk’le Seyahatlerimiz ve Gezilerimiz”, “Atatürk ve Çevresindeki İnsanlar”, “Atatürk, Krallar ve Sefirler”, “Atatürk’ün Askeri Tatbikatları ve Ege Manevraları”, “Atatürk’ün İnancı ve Dini Düşünceleri”, “Devrimler, Serbest Fırka ve Cumhuriyet Bayramları”, “Atatürk ve Spor”, “Atatürk’ün Kişisel Özellikleri, Zevkleri ve Giyim Kuşamı”, “Atatürk’ün Son Günleri ve Savarona Yatı”, “Atatürk Öldükten Sonra”, “Bitirirken” ve “Dizin”.
Eser, Nuri Ulusu’nun Atatürk’le nasıl tanıştığı ve nasıl onun emrine girdiği ile başlamaktadır. Ulusu’nun babası Hacı Tevfik, Atatürk’ü Samsun’a götüren “Bandırma” vapurunda görevli bir denizcidir. Bu sefer öncesi Atatürk’le tanışan Ulusu, 1927 yılında askerlik görevi için gittiği Ankara’da, Atatürk’ün kütüphanecisi olarak göreve başlar ve Onun ölümüne kadar bu görevi sürdürür. Eserde ortaya konulan anılar bu zaman aralığını kapsamaktadır.
Atatürk’ün hangi ses sanatçılarını ve ne tür müzikleri dinlediğine yönelik anılar, eserin ilgi çeken bölümleri arasındadır. Bundan sonra Atatürk’ün sofrasına ilişkin merak edilenlere verilen cevapların yer aldığı bölüm geliyor. Yaşadığı dönemde ortada dolaşmaya başlayan, ölümünden sonraki dönemlerde de devamlı olarak istismar edilen, ülkeyi içki masasından yönetiyor eleştirilerine Atatürk’ün verdiği cevap çok ilgi çekicidir: “Bu masada ben, memleket ve milletimin nabzını tutarım. Ülkemin, milletimin yükselmesi, refaha kavuşması için çareler ararım. Sonra daha önemli sebebi şudur. Bütün ihtilal ve inkılâplar hep geceleri olur. Binaenaleyh ben gece oturur, uyumam. Başvekilim istirahat etsin, uyusun ve sabah da dinç ve zinde olarak vazifesi başında bulunsun. Ben de onlardan sonra yatar ve uyurum.”
Atatürk’ün kütüphanesinde en çok tarih kitaplarının bulunduğu, özellikle Türk ve İslam tarihine yönelik yoğun ilgi gösterdiğini anlamaktayız. Ulusu, Atatürk’ün hep itiraf ettiği bir gerçeği bizi aktarıyor; “Bu engin bilgi ve görüşlerimi, tarih bilgime borçluyum. Tarihi bu denli okumasaydım, bilmeseydim, ülkemizi bekleyen tehlikeleri önceden görebilir miydim?”
Atatürk’ün kitap okumayı çok sevdiği, kitaplara çok değer verdiği gibi her zaman duyduğumuz ifadeleri, eserin içerisinde buluyoruz. Nuri Ulusu, ilk İstanbul seyahatine giderken, kendisinin kitaplarını karton kutulara dizmeye çalıştığını, bu esnada Atatürk’ün gelerek, duruma müdahale ettiğini, kısa bir süreliğine yanından ayrıldıktan sonra cephane sandıklarıyla Atatürk’ün geri geldiğini ifade ediyor. Şaşkınlık içersinde kalan Ulusu, Atatürk’ün kendisine söylediği şu sözleri naklediyor; “Savaşta bunlarla cephane taşıdık… Bu sandıklar benim için çok önemlidir. Şimdi o savaş bitti, yeni bir savaşımız başlıyor. O da kültür ve sanat savaşımızdır ve okumakla, kitapla olur… Cephanenin yerini kitaplar alsın.”
Sonraki bölümlerde Nutuk, yeni harfler, dil ve tarih, Türkçeleştirme çalışmalarından bahsediliyor. Bu süreçte bizzat Atatürk’ün yanında çalışan, ona yardımcı olan biri olarak, Ulusu önemli bir anısını bize aktarıyor; “Atatürk’ün Arapça kökenli kelimelere karşı müthiş alerjisi vardı… O kadar ki, kendi adı Kemal’i bile Arapça kökenli olduğu için değiştirmeyi düşünmüştü. Bu mevzuda kütüphanede bayağı kafa yorduğuna bizzat şahit olmuşumdur. ‘Kemal mi? Kamal mı?’ diye kendi kendine konuşur, sorardı. Hatta bir ara Kamal adını kullanarak kendine az miktarda kart dahi bastırmış, ama pek kullanmamıştı. Bilahare 1934’deki yasayla aldığı Atatürk soyadının başına sadece K. harfini koyarak K. Atatürk olarak imzalarını atarak bu probleme de çare bulmuştu.”
Ulusu, Atatürk’ün kütüphanecisi olarak birlikte olduğu dönemde, onunla bütün yurt gezilerine katılmıştır. Her yurt gezisinde kitapların yanlarından eksik olmadığını belirtmiştir. Bu gezilerde halkla hep iç içe olan Atatürk’ü görmekteyiz. Eserde, bir diğer dikkat çekici konu başlığı Atatürk ve çevresindeki insanlardır. Bu bölümde Celal Bayar’dan başlayarak, Refik Saydam, Fevzi Çakmak, Afet İnan ve diğer başka kişilerle olan ilişkilere tanıklık ediyoruz. Burada yaşanmış bazı olumsuz olaylar sonucu, duyguların ağır bastığını, Ulusu’nun İsmet İnönü’ye karşı olumsuz duygular beslediğini görüyoruz. Bu olumsuz duygular ifadelere de yansımış şu şekilde dile getirilmiştir; “Atatürk… Hisleriyle değil hep mantığı ile karar verirdi. İnönü’yü sevmediğini bilenlerdenim. Hiç haz etmezdi. İnönü’nün onu kıskandığı bilinirdi…”
Bir diğer konu başlığı Atatürk’ün kişisel özellikleri, zevkleri ve giyim kuşamıdır. Atatürk’ün etrafındaki insanlara “cucuk” diye hitap etmesi, her sabah uyandığında güne şekerli kahve ile başlaması, kullandığı kolonya, kendi şahsına özel olarak Tekel tarafından üretilen ve üzerinde G.M.K ya da K.A özel markalı, ucu yaldızlı sigara içmesi, yaz ve kış soğuk su içmesi, Dimitrikopolo markalı rakıya olan düşkünlüğü, Fevzi Çakmak’ın yanında rakı içmemesi gibi Atatürk’e dair değişik bilgiler veriliyor.
Bunların dışında, Atatürk’ün günlük hayatı, yurt dışından gelen misafirleri, askeri tatbikat ve ege manevraları, inancı ve dini düşünceleri, gerçekleştirdiği devrimler, Serbest Fırka olayı, Cumhuriyet bayramları, spor tutkusu, son günleri, Savarona hatırası ve ölümüne ilişkin daha nice bilgi ve anılar, bu eserde okuyucuya sunulmuştur.
Atatürk’ü ne kadar tanıyoruz? Onun okuma tutkusunu, yazarlığını, insanî yönlerini ne kadar biliyoruz? Bu eserde ortaya konulan anılar, bize bir nebze olsun bu eksikliğimizi gidermeye yardımcı olacak cinsten. Yazarın da ifade ettiği gibi bu eser, Atatürk’ün on iki yıl boyunca yanı başında bulunmuş olan bir kişinin ifadelerinden, onun sofrasına, esprilerine, gezilerine, dostluklarına, kırgınlıklarına, rüyalarına, ideallerine, yalnızlığına ve pek çok konuya birincil elden tanıklık ediyor.
Sonuç olarak eserde, Atatürk’e ilişkin anılar çeşitli konu başlıkları altında verilmiş, bilinmeyen yönleri ortaya konulmuştur. Anıların sahibi Nuri Ulusu, çok içten ve duygulu bir anlatım kullanmış, Atatürk’e olan bağlılığını ve tutkusunu anılarına yansıtmıştır. Kitabın içerisinde öyle hoş, öyle muazzam anılar var ki, zaman zaman kendinizi anlatılan sahnenin içerisinde buluyor ve o inanılmaz anlara şahitlik ediyorsunuz. Bazen göğsünüz gururla doluyor, bazen ağlıyor, bazen de gülüyorsunuz. Bunun sonucu olarak, eser içersinde Atatürk’ü yücelten ifadeler sık sık tekrarlanmıştır. Bu durumun Atatürk’ün, yanında ve yakınında bulunan insanlar üzerinde yaratmış olduğu etkiyi göstermesi açısından hoş karşılanmalıdır, fakat çok sık yapılan bu tekrarlar, eser içerisindeki bazı yerlerde akıcılığı bozmuştur. (Kaynak:Aytunç Ülker)
***
NOT: “Atatürk’ ün Kütüphanecisi” Nuri Ulusu, eski Futbol Federasyonu Başkanı Mustafa Kemal Ulusu’nun babasıdır. Kemal Ulusu, babasının anılarını “Atatürk’ün Yanı Başında… Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları” adıyla (Doğan Kitap) kitaplaştırmıştır. 253 sayfalık kitapta, Nuri Ulusu, “Atatürk’ün kütüphanecisi” olarak anılmak istiyor ancak Atatürk’ün hayatındaki yeri bu sıfatın içerdiği anlamın çok ötesinde… 1926’dan Ata’nın ölümüne kadar 12 yıl boyunca en sevdiği yardımcılarından biri olmuş, bütün yurt gezilerine katılmış bir kişi… Atatürk’ün özel yaşamında bilinmeyen ilginç yönlerini anlatıyor.
NOT: Nuri Ulusu “Oğluma, şerefli bir devlet memuru olarak maddi şeyler bırakamadım ama Atatürk’le anılarımı bırakıyorum. O bu anıları kitap haline getirecek ve Türk milletine sunacak” dedikten sonra hayata veda etti. Mustafa Kemal Ulusu, babasının bu vasiyetini yerine getirdi. “Atatürk’ün Yanı Başında” kitabı bizlere Atatürk’ün ardındaki insanı anlatıyor.
Bu yazı Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Safiye Ayla’nın Atatürk anıları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Cumhuriyet döneminin en tanınmış kadın sanatçılarından biri olan Safiye Ayla Targan 14 Temmuz 1917’de doğdu.
Kendisi doğmadan vefat eden Mısırlı Hicazizade Hafız Abdullah Bey’in kızı Safiye Ayla, annesini de henüz üç yaşındayken kaybedip kimsesiz kalınca Sadabad Sarayı olarak inşa edilmiş Kağıthane’deki Çağlayan Darüleytamı’na verildi. İlkokulu bitirdikten sonra da Bursa Muallim Mektebi’ne yazıldı.
Müziğe küçük yaşta piyano çalarak başladı. Muallim Mektebi’ni bitirdi ve Beyoğlu’nda ilkokul öğretmenliğine atandı. Eyyubi Mustafa Sunar’dan müzik dersleri alan Ayla, Yesari Asım Arsoy, Hafız Ahmet Irsoy, Selahattin Pınar, Saadettin Kaynak ve Udi Nevres Bey’in müzik bilgilerinden yararlandı. Darüttalim Musiki Heyeti’nin konserlerine katıldıktan bir süre sonra öğretmenlikten ayrıldı ve gazinolarda çalışmaya başladı.
Safiye Ayla 1932’de İstanbul Vali Yardımcısı Nuri Bey’in evinde verilen bir davette, Atatürk’ün huzurunda ilk kez şarkı söyledi ve Atatürk’ün en beğendiği seslerden biri oldu.
Dönemin diğer kadın yorumcularından ayrı, kendine özgü bir okuyuş tarzı olan Safiye Ayla, 8 Nisan 1950’de besteci Şerif Muhittin Targan ile evlendi. 17 yıl süren evlilikleri Şerif Muhittin Targan’ın 1967 yılındaki vefatıyla sona erdi.
Başta, açılışından itibaren İstanbul Radyosu olmak üzere Türkiye radyolarında sayısız konser verdi, beş yüzden fazla plak doldurdu. Büyük beğeni toplayan sesiyle ünü yurt sınırlarını aştı. Çok sayıda konser veren ünlü sanatçı, büyük beğeni toplayan sesiyle ünü yurt sınırlarını aştı.
Safiye Ayla’nın dönemin diğer kadın yorumcularından ayrı, kendine özgü bir okuyuş tarzı vardı. Okuyuşuna yansıyan Batı müziği beğenisi bu tavrın belirgin bir özelliğidir. Ölçüye uyarak, iyi bir diksiyonla, düzgün, aynı zamanda da coşkun, çekici bir tavırla okurdu. Sesindeki pürüzsüz akış en tiz perdelerde bile kaybolmazdı. Zamanın gözde şarkılarıyla fantezilerini olduğu kadar, Rumeli türküleriyle klasik örnekleri de içine alan repertuvarlarıyla geniş bir dinleyici kesimince çok sevilmiş, beğenilmişti. “Seninle doğan güldür bu gönül” ve “Aşk yaprağına konarak koza öresim gelir” adlı iki de bestesi bulunan Safiye Ayla, 1942’de Rey Kardeşler’in “Alabanda” revüsünde Kraliçe Mimoza rolündeki başarısıyla yetenekli bir oyuncu olduğunu da kanıtladı.
Safiye Ayla Mustafa Kemal Atatürk’ün en sevdiği sanatçılardan da birisidir. Ayla’nın Mustafa Kemal Paşa adına düzenlediği konserde “Yanık Ömer” adlı şarkısını okumuş ve Paşa büyük bir hayranlıkla tekrar tekrar okumasını söylemiştir. Konser sonunda Mustafa Kemal Atatürk, Safiye Ayla’nın yanına gelerek: “Safiye çok teşekkür ederim, çok güzel yorumladın” der ve sonra ekler: “Bu türküyü bir operada söylemeni çok isterim. Bunu başarırsan, beni gerçekten çok mutlu edersin.” der. Safiye Ayla her yere başvuru yapar, bir operada bu türküyü icra edebilecek tek yer bulamaz ve Atatürk’ün bu vasiyetini yerine getiremeden 80 yaşındayken 14 Ocak 1998’de İstanbul’da vefat eder.
“Atatürk’ün Safiye Ayla’nın yüzünü görmek istemediği için onu perde arkasından dinlediği tamamıyla yalan. Safiye hanım buna çok üzülürdü. ‘‘Galiba halk beni çok çirkin bulduğu için böyle söylentiler çıkıyor” diye yakınırdı. ” (Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe)
Safiye Ayla’nın, Ulu Önder Atatürk ile ilgili basında çıkan anıları
“Size, dedi, hâtıralarımı anlatacağımı vadederken Atatürk bir Türk musikisi severi idi, demiştim. Her şeyden evvel tashih etmek isterim ki Atatürk yalnız bir Türk musikisi severi değil, hayranı idi… Üstün bir bestekâr kadar ve belki de onlardan daha fazla makamdan anlar, falsoları yakalar, çok haklı tenkitlerde bulunurdu. Bu böyle olduğu gibi son derece içli ve duygulu bir şair kadar da güftelerin hatalarını işaret ederdi.”
“Unutmama imkân olmayan bir gündür o, dedi. Sanat hayatımın ikinci senesiydi… O zaman Küçük Çiftlik parkında okuyordum. Kara kuru bir kızdım… Şimdi sanat hayatımın 18’nci yılı içinde olduğuma göre şöyle böyle 16 sene evvel… Atatürk’ün seryaveri Rusuhi bey Küçük Çiftlik parkına gelerek beni yanına çağırttı. Gittim. Gazi hazretlerinin beni dinlemek istediklerini söyleyerek işimin bitip bitmediğini sordu ve: «Hemen gidebilir miyiz?» dedi. Ben de son şarkımı okumuş, evime dönmek üzere idim. Düşündüm: Gazi hazretleri ve ben… Ben, kara kuru Safiye… Gazi hazretlerinin huzuruna çıkacak ve şarkı söyleyecek… Kör olası şeytan sanki gırtlağıma bir düğüm atıp savuşmuştu. O saniyeden itibaren bir imtihan korkusu titremesi içinde kaldım. Ne «gidebiliriz efendim» diyebildim, ne de «gidemem»…
Dedim ya, gırtlağımda bir düğüm peyda oldu, cevap veremedim. Rusuhi bey halimi anlamıştı. Önüme eğik duran başımı, çeneme dokundurduğu şehadet parmağıyla kaldırarak: «Yüzüme bak!» dedi. Baktım. Tebessüm ediyor ve bana cesaret veriyordu: «Üzme kendini, diyordu. Cesur ol… Gazi cesurları sever…» İşte bu «Gazi cesurları sever» kelimesi bende tereddüdün ve korkaklığın zerresini bırakmamıştı.
Rusuhi bey beni otomobiline alarak Şişli’ye götürdü. Sonradan öğrendim ki o gece gittiğimiz ev, o zamanki belediye reisi muavini Nuri Bey’in evi imiş… Kılıç Ali beyle Atatürk’ün yakınlarından bir çokları orada idiler. Saz arkadaşlarımdan bir kaçını orada görmekliğim cesaretimi arttırdı. Şimdi hangileri olduğunu hatırlayamadığım bir kaç şarkı okudum. Atatürk dikkatle dinliyordu. Bir falsomu yakalayacak diye de ödüm kopuyordu. O gece sabahın saat sekizine kadar oturuldu, çalındı, okundu… Bu, Atatürk’le ilk karşılaşmamdı. O geceyi hem bu bakımdan, hem de sanat hayatımın ilk sabahlaması olduğundan katiyen unutamam… Doğrusu, dedi, o gece ben ne takdir gördüm, ne de tenkit… Tenkit veya ihtarla karşılaşmamaklığım, benim için bir takdir demekti. Toplantının sonlarına doğru Atatürk’ün «Güzel sesi var bu kara kızın» dediğini yakınlarından öğrendim.”
“ (O geceden sonra tam dört sene Atatürk’ü bir daha göremediğini söyleyerek) Ankara’da bir konser vermeye davet edilmiştim, dedi. Şunu da işaret edeyim ki bu dört sene zarfında ben, mütemadiyen ders almış, çalışmış ve sanatımı bir hayli ilerletmiştim. Ankara’da bulunduğumu haber alan Atatürk, konserlerimin ertesi günü beni Çankaya’daki köşküne çağırttı. Şüphesiz ki bu, benim için dört sene sonra vereceğim ikinci bir imtihan olacaktı. Gittim, bir kaç şarkı okudum. Yanına çağırdı, sırtımı okşadı ve artık olgunlaşmaya başladığımı söyledi. Bu dört sene sonraki ikinci karşılaşmamdan sonra, son hastalığına kadar Atatürk’ün huzuruna sık sık çıkarıldım ve şarkı okudum.”
“(Saz heyetinin durumuna ilişkin de; Mühimdir, dedi, onları da söyleyeyim. Saz takımında kemanı Nobar ile Sadî Işılay bulunmazsa tatmin olunmaz, onları behemahal isterdi. Tamburi Selahaddin Pınar’ı, udi Nevres’i, Yorgo’yu, kemani Necati Tokyay’ı, kemençe Aeko’yu de pek severdi. Hele Hafız Yaşar’ın sesine hayrandı.”
“Atatürk’ün, müzisyenlere karşı muamelesi tam demokratik idi. Birçok sosyetede müzisyenler için ayrı sofra kurulur. Fakat Atatürk, bizlere tam bir arkadaş muamelesi yapar, sofrasında yer verir, içtimai mevkii yüksek davetlilerden katiyen ayırt etmezdi. Çok defa şarkılara iştirak eder, tek başına saza refakat ettiği de görülürdü. Hangi şarkı idi bilmiyorum, hâtırımda kalmamış, bir gün bir şarkı okuyordum. Eli ile işaret ederek: – Dur! dedi, yanlış okuyorsun… Durdum. O şarkıyı Atatürk, baştan alarak okudu. Sazda bulunan bestekâr arkadaşlarım göz ucu ile işaret ederek hayranlıklarını belirtiyorlar ve Atatürk’e hak vererek «doğrusu budur» demek istiyorlardı. Evet Atatürk şarkının güftesinde ve bestesinde falso yapılmasına katiyen tahammül edemezdi. İşte Atatürk’ten yalnız bir o gün ihtar gördüm. Beni daima beğenmiş ve ileride yüksek bir okuyucu olacağımı söylemiştir.”
“Dolmabahçe’de bir gün yine bu Yemen Türküsünü okutmuştu. Son derece mütehassis olan Atatürk «Söyle, dedi, sana ne yapayım?» düşündüm. İstenilecek her şeyi yapabilecek bir büyük adamdı o… Peri padişahının masallarındaki gibi «Sağlığınızı Paşam» demekten kendimi alamadım. İtiraf ederim ki bu arada içimde bir arzunun düğümlenip kaldığını da açıklamaktan geri kalamadım. Usulcacık «Beynelmilel bir sanatkâr olmak isterdim amma» dedim. Fakat bu, Atatürk’ün yapabileceği işlerin en müşkülü idi. Çünkü sanatım, Türk hudutlarını aşamayan bir işti.”
NOT: 14 Ocak 1998’de kaybettiğimiz sanatçıyı rahmetle anıyoruz.
Bu yazı Safiye Ayla’nın Atatürk anıları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün insanlık dersi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk, 31 Ağustos gecesi, Dumlupınar’da eski, küçük, iki katlı, kerpiç bir köy evinde kaldı. 2 Eylül’de Uşak’a geldi. Yunan Başkomutanı Hacıanesti için hazırlanmış, mavi-beyaza boyanmış bir Türk evinin geniş salonunda bulunuyordu. Aynı gün bazı Yunan generalleri esir alınmıştı.
3 Eylül’de Uşak’ta, esir Yunan generallerinden Trikupis ve Digenis, Atatürk’ün huzuruna çıkarıldı. Yunan generalleri, Türk Başkomutanı’nın karşısında ayakta duruyordu. İsmet Paşa ile Fevzi Paşa, Yunan generaller içeri girdiklerinde ellerini sıkmadılar. Atatürk, Yunan generalleri, hafif tebessümle karşıladı. Trikupis’in elini sıktı. “Oturun general, yorulmuş olacaksınız!” dedikten sonra sigara ikram etti, kahve ısmarladı.
Sonra hep birlikte bir masanın etrafına geçtiler. Atatürk, Trikupis’e savaş hakkında bazı sorular sordu. Trikupis de Atatürk’e 30 Ağustos’ta savaşı nereden yönettiğini… Atatürk’ü Afyon açıklarında sanıyordu. Atatürk, “İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde, askerlerin yanında idim” deyince Trikupis çok şaşırdı. Ne de olsa Yunan Başkomutan Hacıanesti savaşı İzmir’de bir yattan yönetiyordu.
Görüşme bitince ayağa kalkan Atatürk, “Sizin için bir şey yapabilir miyim?” diye sordu. General Trikupis, sağ olduğunun ailesine bildirilmesini istedi. Bunun üzerine Atatürk, Trikupis’in elini tuttu:
“Savaş bir talih oyunudur general. Bazen en yeteneklisi de yenilir. Napolyon da yenildi. Siz görevinizi yaptınız, Sorumluluk talihten geliyor. Müteessir olmayınız” dedi.
Bu yazı Atatürk’ün insanlık dersi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Yunan başkomutanı Trikoupis ve Gavur Mümin ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Yunan başkomutanı Trikoupis esir alındı. 300 subayı, beş bin askeriyle teslim oldu.
Uşak’a getirildiler.
Bitkin durumdaydı.
Mustafa Kemal geldi…
Dostça ellerini sıktı. “Vicdanınıza karşı görevinizi yaptığınızı düşünüyorsanız, içiniz rahat olsun, en büyük komutanların bile esir oldukları tarihte yazılıdır, söz gelişi Napolyon” dedi.
Yunan generalleri bu hiç beklemedikleri yüce gönüllülük karşısında iyice ezilmişlerdi. Trikoupis ağlamaklı oldu. “Yaverlerim dahi beni yalnız bırakarak kaçtılar, intihar etmeliydim” diye mırıldandı.
Mustafa Kemal yumuşak ses tonuyla karşılık verdi.
“Misafirimizsiniz, her bakımdan emin olabilirsiniz, herhangi bir isteğiniz olursa çekinmeden bildiriniz” dedi.
İsmet Paşa’ya dönerek, emir verdi:
“Yorgundurlar, rahat etmelerini sağlayınız.”
Ertesi sabah Trikoupis’in İstanbul’daki eşine telgraf geldi.
“Kocanızın sağlığı gayet iyi” deniyordu.
“Mustafa Kemal’in misafiri olduğu” belirtiliyordu.
Hilal-i Ahmer, yani Kızılay aracılığıyla ulaştırılan bu insani telgraf, zaten darmadağın olmuş Yunan ordusunu tamamen çökertti.
Trikoupis ve diğer Yunan subaylar bir yıl boyunca Kayseri’de ve Kırşehir’de kamplarda tutuldu.
Esir kampı değildi, Kızılay kampıydı.
Neredeyse silahlı nöbetçi bile yoktu.
Hemen gönderilselerdi, Yunanistan’da iç hesaplaşma başlamıştı, hepsi asılacaktı. Savaş tamamen sona erene kadar bekletildiler, Yunanistan’da sular durulunca gönderildiler. Böylece, Trikoupis ve diğerlerinin hayatı kurtarılmıştı.
Mustafa Kemal sadece zekâsı ve cesaretiyle değil, vicdanıyla da zaferini perçinlemişti.
Atatürk vefat ettiğinde Trikoupis hâlâ hayattaydı.
Yunan basınına konuştu…
“Asrımızın en büyük insanının önünde saygıyla eğiliyorum, kurduğu Türkiye’yi dünyanın başlıca barış odaklarından biri haline getirdi, yeri daima boş kalacaktır, daima aranacaktır” dedi.
1948 yılında ölene kadar, her 10 Kasım’da Selanik’teki Pembe Ev’e gitti, Atatürk’ün fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulundu.
Mustafa Kemal, Trikoupis’e karşılık Gâvur Mümin’i aldı.
Mümin, İzmirli’ydi.
Üsteğmendi.
Trablusgarp’ta vuruşmuştu. Mustafa Kemal’le oradan tanışıyordu.
Hayatının her aşamasında “insan biriktiren” Mustafa Kemal, henüz gencecik teğmenken tanıştığı Mümin’in ismini not etmişti.
15 Mayıs 1919… İşgal başladığında İzmir’de görevli olan Mümin “üst üste disiplin suçları işleyerek” kendisini ordudan attırdı. Yunan subaylarıyla ilişki kurdu.
Askerlikten atılmış, devletine öfkeli eski bir subay görünümündeydi, bu yüzden işbirlikçi olduğu düşünülüyordu.
İzmir halkı Yunan tarafına geçen Mümin’e “gâvur” lakabı takmıştı. Halbuki, canını ortaya koymuş bir yurtseverdi, Mustafa Kemal’in istihbarat elemanıydı. Yunan tarafına çalışıyormuş gibi görünüp, Ankara’ya hayati bilgiler aktarıyordu.
Neticede deşifre oldu, tutuklandı.
Yunan askeri mahkemesi tarafından idama mahkûm edildi.
O sırada savaş sona erdi, esir değişimi gündeme geldi, idam cezası müebbete çevrildi. Atina’ya götürüldü, önce hapishaneye, sonra esir kampına konuldu.
Bizzat Mustafa Kemal’in özel takibiyle 1923’te “Trikoupis’e karşılık geri alındı. Orduya geri döndü.
İstiklal Madalyası aldı, Aksoy soyadını aldı.
Albay rütbesinden emekli oldu.
1948’de vefat etti. İzmir Balçova mezarlığında yatıyor.
Kaynak: Mustafa Kemal, Yılmaz ÖZDİL
Bu yazı Yunan başkomutanı Trikoupis ve Gavur Mümin ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Gerektiğinde Türk Milletine canımı vereceğim ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ulu Önder’in mal varlığını hazineye devredişinin hemen ardından Türk Milletinin ve mebusların kendisine gösterdiği teveccühten de duygulanarak sarf ettiği bu sözler damarlarında Türk kanı dolaşan herkes için bir düstur ve asil bir işarettir. Paraya değer vermeyen, devlet malına el uzatmayan ve canını yaşadığı müddetçe milleti ve milletin İstiklali için feda etmiş dünyada tek lider olan Atatürk, bu sözleriyle bunu bir kez daha tekrar ederken muhtemeldir ki ecelinin yaklaşmakta olduğunun da farkındaydı. Hissiyatının bu denli güçlü olmasının sebebi de sanırız buydu.
Atatürk, bu konuşmadan yaklaşık on yedi ay sonra hayata gözlerini yumarken milletine en acı kaybı istemeden yaşatmıştı ve bu acı haber milletin asırlar sonra bile en yüce emanet ve hediyesi olarak kalacaktı.
10 Kasım’a yaklaştığımız bu günde bu sözü anmak bu nedenle kıymetlidir. Çünkü milleti hala Atatürk ilke ve inkılaplarının aşkıyla yanmakta, Atatürk’ün manevi varlığıyla ayakta durabilmekte, hürriyet ve istiklalini O’na borçlu olmanın derin minnet duyguları içerisindedir.
İnsanca ve çağdaş yaşama giden yolları sonuna ve sonsuza dek açan Atatürk sadece bu Millet içind eğil tüm dünya ulusları için bu nedenle örnektir, rehberdir, ışık ve umuttur.
***
“Ben, Gerektiği Zaman, En Büyük Armağan Olmak Üzere Türk Milletine Canımı Vereceğim.” (Trabzon, 11.6.1937)
Altına imzasını attığı kağıtlarla, mal ve mülk namına nesi varsa, milletine armağan eden Ebedi Şef, artık içi rahattır. Koltuğuna yaslanarak:
-“Hayatımın, hatırlayabildiğim en sevinçli dakikalarını yaşıyorum,” diyor ve gözlerini salonun içinde dolaştırarak, derin bir tevekkülle ilave ediyor:
-“Yıllarca evvel düşündüğüm bu işi, Trabzon’da tamamlamak mukaddermiş!…”
Bu defaki Karadeniz gezisi gerçekten tarihsel bir gezi oldu … Ve o son geceyi hatırlıyorum: Ordu Müfettişi Kazım Orbay’la Korgeneral Muzaffer Ergüder’i, diğer komutanları ve doğu illerinin hemen bütün valilerini, parti büyüklerini, Trabzon’un ileri gelenlerini sofrası etrafına toplamıştı… Her zamankinden fazla neşeli görünüyor ve kendine özgü nüktelerle Trabzon’da geçirdiği günlerin heyecanını damla damla bize de tattırıyor. Valiliğe, belediyeye, parti merkezine, Halkevi’ne yaptığı ziyaretlerden son derece memnun…
Özellikle Alay Komutanı Albay Nuri’ye verdiği askeri meselenin hemen uygulamasına geçilmesi ve umduğu biçimde çözülmesi onu pek duygulandırmış. Bize dönerek:
-“Bugün,” diyor, “askerlik damarlarım yeniden depreşti…”
Sonra bir ara Özel Kalem Müdürü Süreyya’yı yanına çağırarak şu emri veriyor:
-“Bu geceki duygularımı Başbakan İsmet İnönü’ye ve onun güzel okuyuşuyla Millet Meclisi’ne ve bütün dünya kamuoyuna bildirmek isterim! Söyleyeceğim sözleri not ediniz!”
Süreyya, elinde kalem kağıtla yaklaşıyor ve Atatürk’ün doğaçtan söylediklerini aynen not ediyor:
Başbakan İsmet İnönü Ankara,
“Hatırlarsınız; Türk köylüsü, Türk’ün efendisi olduğunu söylediğim zaman ben, o efendinin arzu ve iradesi altında yıllardan beri çalışmış bir hizmetliyim. Şimdi beni çok heyecana getiren olay, Türk köylüsüne naçizane de olsa, ufak bir görev yapmış olduğumdur. Milletin yüksek mümessiller heyeti, bunu iyi görmüş ve kabul etmişlerse, benim için ne unutulmaz bir saadet anısını bana vermişlerdir. Bundan dolayı çok yüksek hoşnutlulukla millet, memleket ve cumhuriyet hükümetine yapmaya mecbur olduğum görevlerden en basiti karşısında gösterilmiş olan teveccühten, takdirden ne kadar duygulandığımı anlatmaya gücüm yetmez.
Ben, gerektiği zaman, en büyük armağan olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.
Söz konusu armağan Yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiç değeri yoktur.”
Bu son sözleri dikte ettirirken, kendini tutamadı. Sesi çatallaşmaya, gözleri yaşarmaya başladı.
Kaynak: Atatürk Yolu Dergisi, Tahsin Uzer, 1959, Sayı 2 Sayfa: 14
Bu yazı Gerektiğinde Türk Milletine canımı vereceğim ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edildi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Cumhuriyet neden 29 Ekim de ilan edildi, bugüne kadar ben de bilmiyordum sebebini. Çok anlamlı bir nedeni var.
Cumhuriyetin ilanından 2 yıl sonra, yani Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir. Zihnini hep meşgul eden bir soru vardır.
‘Acaba Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti neden 29 Ekim’de ilan etmiştir.
Neden 27 Ekim veya 1 Kasım değil?’
Çankaya Köşkünde yemek sonrası Atatürk’ün yanına gider.
“Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüf müdür?
Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi” der.
Bunun üzerine Atatürk şunları söyler:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hâsıl oldu.
Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı.
Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı.
Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti?
Dört yıl.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik.
İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılâp, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır?
Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükâfatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür.
Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir.
Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın.
Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır.
Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”
Atatürk bir an durur, elini masanın üzerine koyar ve:
“Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…”
Fahrettin Altay:
“Ama paşam bundan hiç bahsetmediniz”
Atatürk cevap verir:
“Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkûreye inananların, milletin, ordunun hakkıdır”
Atatürk’ün cumhuriyet ilanı için 29 Ekim tarihini seçmesinin özel nedeni bu cümlelerden de anlaşılıyor. Atatürk 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Mütarekesi ile her anlamda teslimiyet içine girmiş, kendi tabiri ile esarete uğramış milletinin kaç yıl bu esaret altında kaldığı sorusuna 5 yıl cevabı vermek istemez.
O nedenle 4 yıl 364 gün sonra cumhuriyeti ilan ederek bir ifadeyi kesinleştirmek istemiştir.
Esaretten 1 gün önce cumhuriyeti ilan ederek bir anlamda öç almak istemiştir.
Türk milleti 5 yıldır esaret altındadır demek ona çok zor geldiğinden Türk milleti 4 yıl esaret altında kalmıştır diyebilmek için 30 Ekime 1 gün kala cumhuriyetin ilan edilmesini istemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, mağrur ve galip batılı devletlere;
“Ben 30 Ekim’i tanımıyorum! Sizden bir gün öndeyim. Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız!” demiştir.
Bu yazı Cumhuriyet neden 29 Ekim’de ilan edildi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Erbabı Bilir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Sıcak bir ağustos ayında öğle vakti. Atatürk Ulus’ta meşhur Karpiç lokantasında yine mutat şekilde cam kenarındaki masasına oturmuş ,kafasında bin bir düşünce, yoldan gelen geçenleri seyrediyor.
Yolun karşı tarafında yoldan gelip geçenlere, içindeki buzlu şurubun ısınmaması için meşinle kaplı sırtındaki parlayan bakır ibriğinden, beline bağladığı üç beş gözlü tahta bardaklıktan çıkardığı bardağı elindeki su ibriğinden döktüğü suyla şöyle bir çalkaladıktan sonra belini öne doğru eğerek doldurup müşterisine uzatırken ,göğsündeki namı olan yazıyı bu kerre yüksek sesle uyumlu ve sattığı soğuk şurubunu da metheder bir üslupla; erbabı bilir…, erbabı bilir…….., diye bir ahenkle Erbabı Bilir’in bağırdığını duyan ve gören Atatürk, yanındakilerden Erbabı Bilir’in yanına getirilmesini ister.
İbriği sırtında ter sucuk için de çıkarılan Erbabı Bilir, biraz endişeli ve şaşkın!
Atatürk ;Erbabı Bilir’e kendisine de bir bardak soğuk şurup verdikten sonra sırtındaki ibriği yere bırakıp kendi masasında karşısına oturmasını ister. Bir an tereddüt eden ve adeta kendisini rüyada sanan Erbabı Bilir uyanık davranır, Ata’nın dediklerini yerine getirip karşısına sıkılarak oturur.
Atatürk garsonlara onun içinde masaya bir servis açmalarını ister. Hoş beşten sonra Atatürk o emsalsiz zekasıyla halkın yeni ilan edilen cumhuriyet hakkındaki düşüncelerini, algılarının ne olduğunu tespit etmek için Erbabı Bilir’e ‘Cumhuriyet nedir?’ diye sorar.
Yerinde şöyle bir doğrulan ve adeta bir anda değişim geçiren Erbabı Bilir;
“Cumhuriyet, benim gibi bir garibanın Türk ulusunun kurtarıcısı olan Ata’sının masasında oturabilmesi, kısacası adam yerine konulmasıdır” der.
Bunun üzerine Atatürk karşısında duran yaverine; o mavi gözleri çakmak çakmak;
“Be hey çocuk, cumhuriyet maya tutmuş” diye bir çocuk sevinciyle bağırır… Kalkar ve gitmekte olan Erbabı Bilir’in ibriğini sırtına almasına yardım eder…
Not: Atatürk’le ilgili bu gerçek ve yaşanmış bilinmeyen bu anı ,olayı bire bir o an orada olayı yaşayanın oğlundan bizzat yazıya aktarılmıştır.
Evet ,Cumhuriyet ;yurttaşın adam yerine konulmasıdır.
Bu yazı Erbabı Bilir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Kemalizm, Falih Rıfkı Atay ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bir anımla başlamak isterim yazıma, Ben Atatürk’ü ilk defa istila ordularını denize döktükten bir hafta sonra İzmir’de gördüm, «Gazi» ve «Müşir» idi. Herkes her şeyin bitmiş olduğu sevinci ile çırpınıyordu. Bir gün öğle yemeği yerken bana ve arkadaşıma dönerek; ‘Hiçbir şey bitmiş değildir. Asıl düşman (Anadolu tarafını göstererek) arkadadır. Erzurum’dan İzmir’e vatanı bir düşmanın istilasından kurtarmak İçin geldik. Böyle düşmanlar çok defa mağlup edilmişlerdir. Şimdi İzmir’den Erzurum’a asıl düşmanı kovmak için gideceğiz,’ demişti.
Sözünü ettiği düşman, gerici ve şeriatçı kuvvetler, batı uygarlığı düşmanlığı idi.
Şimdi burada Kurtuluş Savaşı’na kadar geçen olayları tekrarlamak istemiyorum. Bu olaylar herkesin az çok malumudur. Fakat Kemalizm’i tanımlarken, anlatırken bu olayları, daha doğrusu tarihi hatırlamak gerekir.
Kemalizm 1839 Tanzimat hareketinden beri devam eden ikizliği tasfiye etmek, devletin teokratik karakterini tamamıyla gidermek, kanunlar koyarken ve kurumlar kurarken dinin ne diyeceğini sormamak, aramamak, tam laik bir devlet kurmak demektir. Bu Memun’un dokuzuncu asırda kurmak istediği, reform yolu ile varmak istediği hedefi, artık milletleri dinler idare etmediği için ve böylece idareleri düzeltmek için dinde reformun gerektiği devirler geçmiş olduğundan, Mustafa Kemal onbir asır sonra devrimler yoluyla elde etmek istemiştir. Bu bakımdan Kemalizm, Müslümanlar bakımından milletler arası büyük bir değer taşır.
Kemalizmin gerçekleşme dönemi şöyle sıralanabilir:
Padişahlığın kaldırılması, Cumhuriyetin ilanı, din okullarının kaldırılması, şapka giyilmesi, tekkelerin, türbelerin ve zaviyelerin kapatılması, Batı takvim ve saatinin kabul edilmesi, İsviçre Medeni Kanununun kabulü, devlete laik bir karakter verilmesi, milletler arası rakam şekillerinin kabul edilmesi, Latin harflerinin kabul edilmesi, Türk kadınlarına mebus seçmek ve seçilmek hakkının tanınması.
Bütün bu devrimlerin yapılışı sırasındaki Türkiye havasını vermek için size bir fıkra anlatayım:
1925 yılında Bolu’da dolaşıyordum. Akşam eşrafla birlikte oturmuş, sohbet ediyorduk. Bir ara, ‘Galiba yakında şapka giyilmek ihtimali var,’ dedim. Gerçekten de iki gün evvel Mustafa Kemal ile beraberdik.
– Ne demektir bu. Din nasıl olur da bir serpuş meselesi olur? Bir kafanın içi bu darlıkta olursa, o kafaya düşünce özgürlüğü nasıl girer, dedi birisi. Herkes bir şey söylüyordu; isteyen şapka giymeli, eğer müdahale eden olursa polis onu yasaklamalıydı. Daha sonra subaylar ve memurlar şapka giyerler, birkaç yıl içinde halk buna alışır, mesele hallolup giderdi. Vali ve komutanlar:
– Yooo… İşte bu olmaz! diye yerlerinden sıçradılar. Halbuki Mustafa Kemal o gece bulunduğu İnebolu’da hem kendisi şapka giymiş, hem kadınları çarşaftan çıkarmıştı. Sabahleyin bu haberi aldık. Aynı vali ve komutanlar:
«Madem ki, Mustafa Kemal yapmıştır, karşı koyanı karşımızda görelim» dediler.
Bu inanışlarında, bağlanışlarında ve cesaretlerinde samimiydiler. İnanılan bir milli kahramanın ne büyük bir kuvvet olduğunu o zaman anlamıştım. İlk rastlayışımda Atatürk’e sordum:
– Niye şapkayı İstanbul veya İzmir gibi uyanık merkezlerden birinde değil de, İnebolu’da giydiniz?
– İstanbul ve İzmir beni çok görmüştür. Bu taraf halkı hiç görmemişti. Başımda ne ile görürlerse beni öyle kabul edeceklerdi, diye cevap vermişti.
Osmanlı’dan kalan bir kadın meselesi vardır. Kadının hiçbir hak ve hukuku yoktur. Kadın meslek sahibi olamaz. Kadın erkekten ayrılamaz. Kadın peçesiz dolaşamaz. 1934 yılındayız. Kadın asker havacı vardır. Kadın milletvekilidir. Kadın hekimdir, avukattır, yargıçtır, iş kadınıdır, erkek ne ise odur. Her şeyde onunla eşittir. Milli ölçüde Kemalizmin önemi budur. Milletler arası ölçüde ise, eğer bugün bir İran imparatoriçesi şapkalı olarak kocası ile beraber dolaşabiliyorsa, bu Mustafa Kemal sayesindedir. Bütün Müslüman memleketler de aynı hareket alıp yürümüştür.
Fakat bunlar olup biterken reaksiyoner güçlerin tepkilerini pek abartmamak gerekir. Bununla beraber reaksiyoner güçlerle devrim hareketlerinin çatışmalarını da hesaba katmak gerekir. İşte bu çatışma bir gecikmeye sebep olmuştur. Eğer 1946 demokrasisinden sonra siyasi partileri idare eden politikacılar, ki pek çoğu Atatürk devrinin aydınlarıdırlar, cehalet ve tutuculuk istismarcılığına kapılmamış olsalardı, Türkiye bugünkünden çok değişmiş olurdu. Eğer bir gün demokrasi rejimi tatile uğrarsa sırf bu yünden uğrar.
«Arabınkini Araba, Aceminkini Aceme geri verirsek, bize uzun kollu bir Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.» Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde sayılı bir kaç ülkücünün dilimizde denemek istedikleri «Tasfiye» işini Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür. Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda idi.
Türk’ün anayurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir hırkaya benzetenlerin bu mantık zavallılığına Atatürk acırdı. O, Türk’ün her şeyine inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir inanç beslerdi. «Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık ocakları kurmuş bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi?» diye soruyor ve sözünü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu:
«Araplarla tanışıncaya dek Türk’ün devlet, hükümet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara, şeref, namus, insan, vicdan gibi yüksek duygulara birer acı vermemiş olması düşünülebilir mi? Belli ki, her ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihte gaflet anları olmuş, bir çok varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.»
Atatürk, bir ulusun, dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:
«Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş, yıkanmış.. Kurulanmış.. Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki, silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap sormaya.. Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan, çırpılan bir şey olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silahlığını çıplak beline geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: «Görenler Allah için söylesin, ben buraya bu kılıkta gelebilir mi idim?»
Ata öyküsüne şunu da katardı:
«Ağanın hamama çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama Türk’ün yurdundan dilsiz çıkmadığına hâlâ akıl erdiremeyen gafiller vardır».
Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet Gazetesi, 1974, Özel Atatürk Eki
Bu yazı Kemalizm, Falih Rıfkı Atay ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’e Göre Türklük ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>‘Ne Mutlu Türküm Diyene’
Gazi, 14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet sırasında Türklük konusunda şunları anlatmıştır:
“Bizim kuşağın gençlik yıllarına Osmanlılığın telkin ve etkileri egemendi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap’lara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle özel bir değer veriliyordu. Onlardan söz edilirken ‘Seçkin ırk’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyordu. Memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türk’ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyorduk.
İlk defa Manastır Askerî Lisesi’nde öğrenci iken okuduğum Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mısrasıyla başlayan şiirinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımını bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim, süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim dönemi yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da deneyimli ve Anadolulu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kuruluydu. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla sevgi ve ilgi gösteriyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu.
Hâlbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı.Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen ‘Türk!’ sözleriyle azarlamaya başlamıştı.
‘Sen nasıl olur da seçkin Arap ırkına bağlı, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin…’ gibi gittikçe anlamsızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum.
Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçekten emre uymanın simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını frenlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum:
‘O erin bağlı olduğu ulus, birçok bakımdan soyu temiz olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz ulusun da tarihleri şerefle dolduran büyük ve soylu bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük varsayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güveni yitirmesindendir.
Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün soyluluğu ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir’ dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.”
(Kaynak:Mehmet Emin Yurdakul, (1869–1944), Vali, Osmanlı Meclisinde milletvekili ve şair, Türk Dili Dergisi, Sayı: 146, Kasım 1963)
alıntı:mustafakemalim.com
Bu yazı Atatürk’e Göre Türklük ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>