Bu yazı İsmet İnönü gözüyle Atatürk ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>İSMET İNÖNÜ, ALMAN TELEVİZYONU’NUN ATATÜRK’E VE TÜRK DEVRİMİ’NE İLİŞKİN SORULARINI CEVAPLIYOR (BASINIMIZDA BİLİNMEYEN BİR SÖYLEŞİ)
Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK
Değerli bilim adamları, değerli konuklar!
Sunacağım bildiri “İsmet İnönü, Alman Televizyonu’nun Atatürk’e ve Türk Devrimi’ne ilişkin Soruları Cevaplıyor (Basınımızda Bilinmeyen Bir Söyleşi)” başlığını taşıyor. İstiklâl Savaşı’nın Batı Cephesi Komutanı, Lozan Başdelegesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı ve Atatürk’ten sonra ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşmaları, gerekse Meclis dışındaki söylev, demeç, makale ve söyleşileri son yıllarda dizi yayınlar halinde kitaplaşmış bulunmaktadır.
Ben bu bildiride, söz konusu yayınlarda bulunmayan İsmet İnönü’ye ait uzun ve önemli bir söyleşiden sizlere bazı bölümler aktaracağım. Bu söyleşi, 1963 yılı Eylül’ünde Alman televizyonu’nda yayınlanmıştır. Televizyon sunucusunun Almanca olarak sorduğu soruları İsmet İnönü, Türkçe cevaplamış, bu cevaplar o sırada Almanya’da bulanan Prof. Dr. Ahmet Mumcu tarafından Almanca’ya çevrilmiştir.1
Değerli bilim adamları, değerli konuklar! Alman Televizyonu’nun İsmet İnönü’ye, “Atatürk’le ilk tanışması ve ilk temaslarını sorması üzerine İnönü şunları söylemektedir:
“Mustafa Kemal Paşa ile biz kurmay sınıflarında yakın sınıflarız. Biz birinci sınıftık, o üçüncü sınıftı. Kurmay sınıflarının bir özelliği vardır; kurmay sınıflarında bütün genç subaylar birbirlerini mutlaka tanırlar. Yakın bir münasebette değil ama, o şekilde tanışıyoruz.
Onun, ciddi, kıymetli bir kurmay subayı olarak yetiştiğini, sağlam bir karakter sahibi olduğunu mektepten biliyoruz; ama fazla bir münasebetimiz yok! Mustafa Kemal Paşa’yı ben, II.Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki’nin inkılap günlerinde ciddi bir iki vesile ile tanıdım. Fakat asıl tanışmam, Birinci Cihan Harbi’nin ilk yıllarında oldu. Birinci Cihan Harbi’nde Atatürk’le aramızda hakiki bir yakınlaşma, dostluk ve itimat oluşmuştu. Birbirimizi çok iyi anlıyorduk.
Muharebe içinde konuşmalarımızda, memleketin karşı karşıya olduğu tehlikeleri açık bir şekilde görüyorduk ve muharebeden sonra Mütareke ile gelen halleri çok ıstırapla takip ediyorduk. Atatürk bu zamanda çok faal bir vaziyette idi. Bir defa muharebeden bir büyük kumandan olarak çıkmıştı. Askerî çevrelerde, devlet teşkilâtı içinde hususi bir mevkii vardı. Kendisi de çok enerjik olduğu için her işi yakından takip eder, o zamanki padişah hükûmetinin daireleri ve nazırlarına muhatap olurdu.”
İnönü, söyleşisine şöyle devam ediyor: “Mütareke’de Atatürk’le zaman zaman buluşurduk; gördüğümüz hadiseleri birbirimize anlatırdık. Atatürk bu dönemde devamlı olarak sivil olsun, asker olsun herkesle görüşür, memleketin durumu hakkında malûmat sahibi olarak telkinlerde bulunurdu. Bu günlerde münasebetimiz çok iyiydi ve gelecek günler için hazırlanmak fikri, birçok vazifelerin bize teveccüh edeceği fikri galip geliyordu. Bu vazifeler ne şekilde, ne ehemmiyette teveccüh edecek, bunun hakkında sarih bir fikrimiz yoktu. Ama bir vaziyet olacaktı.”
İsmet İnönü, Alman Televizyonu’nun “Atatürk, Türk Millî Mücadelesi’nde nasıl ön plana çıktı?” sorusuna şu cevabı veriyor:
“Birinci Cihan Harbi sırasında ‘harbin neticesi çok adaletli olacaktır, intikam politikası takip olunmayacaktır’ diye çok propaganda yapılmıştı. Meşhur 1. maddeyi bir hatırlayın! Halbuki Türkiye, harp sonunda Mütareke akdi olarak her tarafta işgal olundu. Her tarafta silâh alınması, çok ciddi olarak Türklere karşı tatbik edildi ve nihayet en kıymetli topraklarımız, Yunanlılara teslim edildi. Yirmi seneden beri uğradığımız felaketlerin en fenasına uğramıştık. Kimse tayin de etmediği halde, bir toplantı yerinde böyle bir hareketi idare etmeye salahiyetli odur, diye söz verilmediği halde, o devrin en ileri yetişmiş insanı ve davayı yürütmek için fedakârca ileri atılmış insan olarak Atatürk, kendiliğinden tabii bir lider olarak ortaya çıktı.”
İsmet İnönü, Atatürk’ün Anadolu’ya geçişiyle ilgili olarak da şunları söylüyor:
“Bu fırsat Atatürk’ü, Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya göndermek kararıyla ele geçmiş bir fırsat haline geldi. Biliyorsunuz ki İstanbul Hükûmeti, onu Anadolu’ya Ordu Müfettişi olarak gönderirken, İtilâf Devletleri’nin isteklerini memlekete tatbik ettirmek için, İstanbul Hükûmeti’nin gördüğü güçlükleri Padişah lehine, onun hesabına belki kolaylaştıracak bir otorite olarak kullanmak istiyorlardı.”
Değerli bilim adamları, değerli konuklar!
Atatürk Türk Devrimi’ni 1935 yılında şöyle ifade ediyordu:
“Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş… Ondan sonra içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız, devrimler…” İsmet İnönü de aynı görüşten hareketle Alman Televizyonu’ndaki söyleşisinde Türk Devrimi’ni 1-Millî Mücadele, 2-Devrimler olmak üzere iki dönemde yorumlamakta ve şunları söylemektedir:
“Türk İnkılâbı’nın askerî kısmını, İstiklâl Harbi’ni bitirdikten sonra memlekette ciddi ıslahat yapmak fikri, bizde prensip olarak köklü ve çok hararetli idi. Atatürk bu hususta en ilerde idi. Bütün ıslahatı Zafer’i müteakip radikal olarak hemen yapmayı kesin olarak lüzumlu görüyordu. Atatürk’ün tabiatında, büyük hareketleri sür’atle kesin olarak yapmak, derhal tatbik etmek âdeti vardı. Bu tarzda başladık. Yapılan ıslahatta beraber düşündüklerimiz var, Atatürk’ün doğrudan doğruya kendi zihniyetiyle, kendi buluşuyla telkin edip sonra bizim beraber takip ettiklerimiz var. Bunun heyet-i umumiyesi, Türk cemiyetini ortaçağ nizamından esaslı ve köklü olarak kurtarıp bu asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir zihniyetle yeni bir devlet kurmak fikrine istinat eder. Bu tarzda hareket ettik, düşündüklerimizi süratle tatbik ettik.”
İsmet İnönü, söyleşisine şöyle devam ediyor:
“Bunun en gücü Harf İnkılabı idi. Milletlerin hayatında en güç olan budur. Eski harfle yetişmiş büyük bir nesil var, büyük bir hazine! Bunu bırakıp yeni bir harfe, yeni bir kültüre girmek, son derece güç bir şeydir. Ve yeni bir harf, zannolunduğu kadar bir şekil değiştirmesi değildir; tam manasıyla bir kültür istikametinin değiştirilmesidir. Her çeşit mukavemetler olmuştur; fakat bunların hepsi muvaffakiyetle aşılmıştır. Demokratik rejime girdikten sonra, bunların milletin bünyesinde esaslı olarak yerleşmiş olduğunu tecrübe ile tespit ettik.”
Değerli bilim adamları, değerli konuklar!
İsmet İnönü, Alman Televizyon sunucusunun, ”Sizce, yapılan en önemli devrim hangisidir?” sorusuna da şu karşılığı veriyor:
“Benim kanaatimce inkılapların hepsi önemlidir; en önde gelen iki tanesi, en önemlisidir. Biri harf inkılâbıdır, biri Türk kadınının cemiyete girmesidir. Bu ikisini ben, kendi anlayışımla en ehemmiyetlileri görmüşümdür. Türk kadınını cemiyete sökmek için ehemmiyetli kitle içinde fazla mukavemet görmedik; fakat uzun sürdü. Zamana ihtiyaç gösteren iki unsur vardı. Biri harf inkılâbı biri kadının cemiyete girmesi… Büyük ölçüde yeni nesiller yeni harf üzerine yetişiyor; büyük ölçüde yeni nesiller kadının hürriyeti nizamı içinde yetişiyor. Fakat eski mukavemet şurada, burada âdet halinde devam ediyor.Biz her inkılâbı kuvvetle ve derhal tatbik ettik. Kadın inkılâbını kuvvetle ve derhal tatbik etmedik. Bir özellik buradadır.
Onu teşhis ettik, kadın cemiyete girdi, çalışmaya girdi, peçe kalktı. Fakat mecburi olarak bütün aileler, bütün kadınlar derhal bu nizamı tatbik edecek diye bir kanun çıkarmadık. Telkinle, teşvikle ve daima tatbik ile tedvir etmeye çalıştık. Ve isabet ettiğimizi zannediyorum.”
Değerli bilim adamları, değerli konuklar!
İsmet İnönü, söyleşinin bir bölümünde “Türkiye’nin çok partili demokratik rejime nasıl geçtiği”ni de şöyle anlatmaktadır:
“Bizim rejimi demokratik rejime geçirmek teşebbüsü, Millî Mücadele’nin başından beri beslediğimiz bir idealin tabii sonucudur. Biz Millî Mücadele’ye başladığımız, Büyük Millet Meclisi’ni teşkil ettiğimiz zaman, esas itibariyle demokratik rejimi de temel olarak almıştık. Atatürk kendi zamanında, ciddi olarak demokratik rejimin kurulmasına teşebbüs etmiştir; en sonu 1930’da oldu, Serbest Fırka. Fakat inkılapların, reformların pek taze olduğu bir zamanda yapılmış olduğu için büyük tehlikeler meydana çıkardı ve yürümedi. Anladık; Atatürk bu suretle devri kapadı. Ben Cumhurbaşkanı olduğumun ilk günlerinde demokratik rejimi getirmek fikrinde olduğumuzu ilan ettim. Ama arkasından II. Cihan Harbi çıktı; bu harbin nihayetini bekledik. Demek ki tek parti sisteminden çok parti sistemine geçmek, bizim programımızın ve esas anlayışımızın tabii bir neticesi sayılmak lazım gelir. Onun üzerine demokratik rejime geçtik ve çok partili hayata girdik. Sadece bu değil, tek dereceli seçime de girdik.
Tek parti zamanında seçim, tek dereceli değildi, iki dereceli idi ve büyük ölçüde iktidarda bulunan insanların tesiri altında idi. Demokratik rejime geçiş böyle oldu. Ancak, demokratik tam serbest hayat oluştuktan sonra iki hakikat meydana çıktı. Birisi bizim aradığımız hakikat: Reformlar memleket içinde sağlam bir zemin bulmuşlardır; bu reformlarla yeni nesiller yetişmiştir. Bu müspet tarafı. Diğer, bunun karşısında olan bir ciddi mukavemet de şu: Reaksiyoner cereyan büsbütün kaybolmamıştır, fakat bundan da ehemmiyetli olan siyasi hayatın her vasıtadan istifade etmek hastalığına tutulacağı ve her vasıtadan istifade ederken reaksiyoner bütün temayüllerden de istifade etmek isteyeceği gerçeği idi. Bu gerçeği tam ölçüsüyle görmemiş ve tahmin etmemiştim. Fakat asıl davada, yani reformların, yeni devlet temellerinin memleket içinde büyük bir tabakaya yerleşmiş, kök salmış olduğu anlaşıldıktan sonra, çıkan güçlüklere dayanmak mümkün oldu. Bu suretle demokratik hayat işledi.”
Değerli bilim adamları, değerli konuklar,
İsmet İnönü’ye ilişkin basınımızda bilinmeyen bir söyleşiden bazı bölümler içeren bildirim burada sona eriyor. Bildirimi İsmet İnönü’nün yine Atatürk hakkında şu sözleriyle noktalıyorum: “Beraber çalıştığımız zamanlarda bana daima rehber ve yardımcı olan büyük Atatürk’e karşı yüreğim sevgiler ve minnetlerle doludur.”2
DİPNOTLAR;
1 İsmet İnönü’nün söyleşisini içeren iki adet ses bandı, Prof. Dr. Ahmet Mumcu tarafından 1991 yılında Atatürk Araştırma Merkezi Arşivi’ne armağan edilmiştir. (Arşiv Dosya Nu.=191,
2 İsmet İnönü, Hatıralar, 1. Kitap, yayına haz: Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985, s.14.
Bu yazı İsmet İnönü gözüyle Atatürk ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün manevi kardeşi Nuri Conker ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Erkek kardeşi yoktu ama… Kardeşten öte arkadaşı vardı.
Nuri Conker.
Çocukluk arkadaşı, mahalle, okul, silah arkadaşıydı.
Annesi ve eşinden başka
“Kemal” diye hitap edebilen tek kişiydi.
Bir yaş küçüktü.
Can yoldaşıydı, sırdaşıydı.
..
Ömrü boyunca her yerde olduğu gibi Conkbayırı’nda da Mustafa Kemal’le omuz omuzaydı, orada şakağından ağır yaralandı. Conker soyadım Mustafa Kemal verdi.
(Conkbayırı’ndaki conk kelimesi “bir araya gelip sohbet edip gülüşmek” anlamına geliyordu. Çanakkale ve Balıkesir yörelerinde “conguldaşmak, conklaşmak” şeklinde kullanılıyordu.
Çanakkale’nin en kanlı çarpışmalarından birine sahne olan, Nuri’nin büyük kahramanlık gösterdiği Conkbayırı, elbette sohbet edip gülüşmek kavramlarından çok uzaktı ama… Daima neşeli ve hoşsohbet olan Nuri’nin karakteri için katmerli biçilmiş kaftandı.)
Hareket ordusu, Trablusgarp, Çanakkale, Muş cephesi, Kurtuluş Savaşı… Mustafa Kemal nerede,
Nuri oradaydı.
Paşa olabilirdi.
Bakan olabilirdi.
TBMM başkanı bile olabilirdi.
İstemedi.
Arkadaş kalmayı tercih etti.
Arkadaşlığını hiç suistimal etmedi.
Bulundukları ortamda elektrik kesilirse, ışıklar tekrar geldiğinde hep aynı manzara görülürdü…
Nuri ayakta, tabancası elinde, gövdesini Mustafa Kemal’e siper etmiş olurdu.
50 yaşına girdiği gece, kapı çalındı, açtılar, Mustafa Kemal gelmişti. Önceden haber vermemiş, sürpriz yapmıştı. “Yaşgününü kutlamaya geldim” dedi, oturdu. Sonra da bütün gece boyunca, “benim ihtiyarlarla alakam yok, ben artık ihtiyarlarla konuşmuyorum” diyerek Nuri’yi çıldırttı … Aile fertleriyle neşeyle sohbet etti, gülmekten kırıldılar, Nuri’yle tek kelime konuşmadı, söylediklerine cevap bile vermedi, geldiği gibi kıkırdaya kıkırdaya gitti.
Nuri’yi kızdırmayı çok severdi.
Poker oynarken kimsenin parasını almaz, Nuri kaybederse mutlaka kuruşu kuruşuna alırdı, sonra da alay ederdi.
Bir gece… Nuri evine geldi, sırtında siyah bir pardösü, kolları neredeyse dirseklerinde, omuzları daracıktı.
Eşi dayanamadı sordu, ne bu hal? Meğer gene poker oynamışlardı, Nuri gene kaybetmişti, parayı ödemişti ama, Mustafa Kemal’in kahkahaları eşliğinde öfkeyle Köşk’ten ayrılırken “ben de senin pardösünü alırım ödeşiriz” demişti. Aradaki kilo farkı ve göbek nedeniyle anca bu kadar uymuştu.
Nuri’siz sofraya oturmazdı.
Sadece Nuri’nin nazını çekerdi.
Sadece Nuri’nin sesini yükseltme imtiyazı vardı.
Zaten davudiydi, gümbür gümbür bağırırdı, çok kafası bozulduğunda masaya yumruğunu vura vura konuşurdu.
Birlikte kafa çekerlerdi.
Birlikte şarkı söylerlerdi.
Mustafa Kemal bazen muhalifleriyle dalga geçmek için “görevimi bırakmayı düşünüyorum, yerime Nuri’yi aday göstereceğim, mükemmel reisicumhur olur” diyordu. Conker de “göreve hazırım, üstelik Kemal’in aldığı maaşın yarısına yaparım” diyordu!
Mustafa Kemal’e sık sık “çocukluğu”yla alakalı soru sorarlardı. “Kim bilir çocukken ne müstesna insandınız, kim bilir ne olağanüstü, ne harikulade hatıralarınız vardır’ diye merak ederlerdi.
Bu tür durumlarda hep Conker’i işaret ederdi.
“Nuri anlatsın” derdi.
Conker de her zamanki alaycı üslubuyla anlatırdı:
“Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi!”
İkisinin arasındaki şifreydi…
Conker’in “karga çobanı” lafını duyanlar “aman efendim olur mu hiç öyle” filan demeye kalkışınca, Mustafa Kemal tekrar söze girerdi. “Bana insanüstü bir çocukluk yakıştırmaya kalkışmayınız” derdi.
“Ben de hepiniz gibi çocuktum” derdi.
Neredeyse bütün Atatürk biyografilerinde yer alan “çocukken bakla tarlasında kargaları kovalardı” klişesinin kaynağı, işte buydu.
Mustafa Kemal’le Conker’in danışıklı dövüşünün neticesiydi.
Mustafa Kemal’in gerçekten “karga kovaladığını” değil, “herkes gibi bir çocuk” olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Yağcılık yaparak abartılmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyorlardı.
Conker’in bu alaycı lafı döndü dolaştı…
Somut gerçekmiş gibi tarihi biyografilere girdi!
1937… Nuri kalp kriziyle vefat etti.
Mustafa Kemal yıkıldı.
Cenazesine katılmadı.
Evini görmemek için taziyeye bile gitmedi.
Bir daha asla Nuri’nin oturduğu semte bile uğramadı.
Nuri’yi hatırlatan her şeyden uzak durmaya çalıştı.
Bir akşam sofrada düşünceli düşünceli yemek yiyordu…
Aniden yerinden fırladı, otomobile bindi, şoföre nereye gidileceğini söylemeden “sağa dön, şurdan sola dön” diyerek yolu tarif etti.
Cebeci’ye geldiler, “burada dur” dedi.
Nuri’nin kabrine gelmişti…
Mezarın başına yürüdü, sessiz sessiz durdu.
Sonra da sadece bir cümle kurdu.
“Beni niçin yalnız bıraktın Nuri” dedi.
Bir süre daha sessizce durdu, bitkin halde otomobile döndü. Bir daha asla kabre de gelmedi.
Mustafa Kemal’in tabiriyle Nuri…
“Hatırası, kalp ve vicdanından çıkmayacak kardeşi”ydi.
Kaynak: Mustafa Kemal, Yılmaz ÖZDİL
Bu yazı Atatürk’ün manevi kardeşi Nuri Conker ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Albay Reşat Çiğiltepe ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Onuru ve Vatanı Uğruna Canını Feda Eden Komutan Albay Reşat Çiğiltepe
Albay Reşat, Türklüğün sessiz onurudur, gururudur, cesaretidir. O, Türk Ulusu’nun temsil ettigi tüm değerlerin simgesidir. O, başlı başına bir Türkiye’dir. Ve O’nun yazgısı, gerçekte Türkiye’nin yazgısıdır…
Adını Türk edebiyatında sıkça duyduğumuz Ziya Paşa‘nın oğlu olarak İstanbul’da doğan Albay Reşat, 1896 yılında Harp Okulu’nu bitirmiş ve Türk’ün kurtuluş mücadelesi verdiği bir dönemdeki birçok savaşta başarıyla savaşmıştır. Önce Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda, sonra Birinci Dünya Savaşı’nın Çanakkale cephesinde, sonra ise Muş ve Bitlis’in düşman işgalinden kurtuluşunda çok büyük başarılar gösteren Albay Reşat, Mustafa Kemal Paşa‘nın takdiriyle birlikte madalyalar kazanmıştır.1918’de İngilizlere esir düşen Reşat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919’da Milli Mücadele’ye katılmak üzere İnebolu’dan “İstiklal Yolu” üzerinden Ankara’ya geçmiştir.
Reşat Bey, Mustafa Kemal Paşa tarafından 11. Kafkas Tümeni (sonradan 21. Tümen) Komutanlığı’na getirilmiştir. Yarbay rütbesi ile İnönü ve Sakarya muharebelerine de iştirak eden ve olağanüstü performans gösteren Reşat Beye, son olarak 57. Alay Komutanlığı görevi verilmiş; bizzat Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından, Büyük Taaruzun ikinci gününde, muharebenin ve de ülkenin-ulusun kaderini etkileyecek en kritik mevkide yeralan -Sincanlı Ovasından Dumlupınar’a kadar tüm yolların önündeki en stratejik engel olan- Çiğiltepe’yi düşmandan temizlemesi emredilmiştir.
Ne var ki, bu tepenin onemini çok iyi bilen Yunan Başkomutanı Trikopis ise, en zinde kuvvetlerini, üstün ateş gücüyle bu tepeye yığmış; tahkimatı tamamlamıştır.
İşte, gerisini resmi kayıtlardan okuyalım:
Saat 10.30
27 Ağustos 1922 sabahı 57. Alay bu tepeyi kuşatmış, saat 10.30’da Mustafa Kemal telefonda komutana;
” Reşat Bey, bu önemli tepeyi ne zaman alacaksınız? ”
” Komutanım, yarım saat sonra alacağız. ”
” Başarılar diliyorum. ”
Saat 10.45
Mustafa Kemal (10.45):
”Düşmanın halen direndiğini görüyorum. Gözümüz o tepede, çok önemli.
”Komutanım tepeye düşman bir tümen yığmış direniyorlar. Ama alacağız komutanım, mutlaka alacağız.”
Saat 11.00
Mustafa Kemal (11.00):
”Reşat Bey’i istiyorum.”
”Komutanım Reşat Bey size bir mesaj bırakarak intihar etti. Okuyorum, komutanım: Yarım saat zarfında bu tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam komutanım.”
Mustafa Kemal’in gözlerinden yaşlar boşanır:
”Allah rahmet eylesin, Reşat Bey büyük bir vatanseverdir”
Saat 11.45
11.45’te Başkomutanın telefonu çalar:
“Çiğiltepe alınmıştır komutanım. Yüzlerce ölüsünü bırakan düşman Sincanlı Ovası’na doğru kaçmaktadır, arz ederim.”
45 Dakikalık gecikme için canından vazgeçebilecek kadar sözüne bağlı ve şerefli bir vatanseverdir.
İnsanın göz pınarlarındaki yaşın akmasına engel olamadığı, tüyler ürperten bu olayın kahramanı Albay Reşat, tepenin ele geçirilmesindeki 45 dakikalık gecikme için canından vazgeçebilecek kadar sözüne bağlı ve şerefli bir vatanseverdir. Milletini bir aile, vatanını bir ocak bilen bu yürekli kahraman vatanının geleceği için yaptığı onlarca hizmeti bile yeterli görmeyip, 45 dakika geciken zafer için kendini cezalandırmıştır. İşte Türk askeri böyledir. Kuşkusuz kahramanlık dolu yaşamı dolayısıyla Tanrı‘nın da sevdiği bu nefer, Türk Ulusu’nun şeref timsalidir.
Sonrasını Başkomutan Mustafa Kemal Paşa şöyle ifade eder:
”Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Burada şehit olan kahraman evlâtlarımızı minnetle anıyorum, ruhları şâd olsun.” Başkomutan Mustafa Kemal.
Yukarıdaki en büyük Türk’ün Atatürk’ün yüreğinden kopan bu sözler, Albay Reşat Bey Şehitliği’ndeki mermer bir kitabeye nakşedilmiştir. Başınızı biraz çevirirsiniz, sıra sıra şehitlerimizin kabir taşlarını okursunuz:
“Sivas-Hasan oğlu Hüsnü-23 yaşında”, “Tunceli-Ahmet oğlu Mevlût- 20 yaşında”, “Konya-Ruşen oğlu Haşim 21 yaşında”, Mersin-Hasan oğlu Ömer 24 yaşında”, “Afyon-Mehmetoğlu Musa 18 yaşında” ve diğerleri…
Acısını duyarsınız, hayatlarının baharında, komutanları Reşat Beyin onurlu intiharından sonra gözlerini kırpmadan ölüme doğru koşan gencecik yiğitler!.. Bizler ve bizden sonra gelecekler için en değerli varlıklarından, canlarından vazgeçmiş Türk oğlu Türkler!..
Eğer bir gün yolunuz Sandıklı-Afyon arasına düşerse, lütfen O’nu ziyaret ediniz. Marmaris, Bodrum, Kuşadası, Antalya, Fethiye gibi hemen çoğunluğumuzun yılda en az bir kez tatil için geçtiği yol üzerindedir O. Her gün onbinlerce aracın geçtiği yolda, herkes bakar da O’nu görmez. Daha doğrusu görmezlikten geliriz o küçücük tabelayı!.. Belli belirsiz şu ibareyi okursunuz: “Albay Reşat Bey-Çiğiltepe Şehitliği 10 km.”!..
Bu yazı Albay Reşat Çiğiltepe ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Afet İnan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>30 Ekim 1908’de Selanik’de doğan Afet İnan kadın hakları ve Cumhuriyet’in kültür seferberliği için aralıksız çalıştı. Kırk sekiz kitap yazdı. Sayısız bilimsel, sosyal ve siyasal makale kaleme aldı. Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve İnceleme Derneği Başkanı Dr. Ece Orhon Afet İnan’ı yazdı.
Prof. Dr. Afet İnan, 1962 yılı haziran ayında Londra’da iken BBC ’de Türkçe yayınlanan konuşmasında şöyle diyordu: “Demokratik idarelerin dayandığı “Non Governmental” denilen hükümet dışı teşekküller bugün milletlerin bünyesinde sosyal hizmet görme bakımından en büyük rolü oynarlar. Çünkü asrımızda fertlerin çoğalan her çeşit ihtiyaçlarını sadece hükümet idaresinden beklemek artık yeterli sayılamaz. Medeni bir hayat seviyesine ulaşmak için fertlerin kadın erkek farkı gözetmeden çalışma gücünden faydalanması esastır. Her memlekette devletin vatandaş için kurduğu müesseselerden başka vatandaşların kendi ihtiyaçları oranında cemiyet faaliyetlerinde bulunmaları bir zarurettir.”
İlerici, çağdaş demokratik bir düşünce yapısına sahipti Afet İnan. Kadın hakları ile ilgili çalışmalar yürüttü. Ulusal kurtuluş savaşı ertesinde başlatılan kültür seferberliğine kalıcı katkıları oldu. Devrimler ve aydınlanma süresince hizmet verdi. İlkeli, çalışkan, özveriliydi. Bilim kadını İnan’ın yaşam öyküsü Cumhuriyet tarihimiyle özdeşleşti.
Selanik Vilayeti Doyran kazasında 30 Ekim 1908 tarihinde doğdu Afet İnan. Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda babasının görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli yerlerini dolaştı, değişik okullarda okudu. Kuvayi Milliye’ye katılan babası çocuklarının eğitimine çok önem veren aydın bir kişiydi. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve Cumhuriyetin ilanından sonra Afet İnan 1925 yılında Bursa İlköğretmen Okulu’nu bitirmişti.
Kurtuluş Savaşı sırasında ve Cumhuriyetin ilanı yıllarında Türkiye’yi tanıdıkça yurt sevgisinin büyüdüğünü ve geliştiğini yazacaktı. Bu duygularının hayatına nasıl yön verdiğini anılarında anlatmıştı. Yine anılarında özellikle okumaya, öğrenmeye verdiği önemi, kendi çalışmalarına dayanarak ayakta duran bir varlık olmak istediğini vurgulamıştı.
Onun hedefi, Yüksek Öğretmen Okulu ve özellikle 1923 Lozan Konferansı’nın başarılı sonuçlarının etkisiyle Lozan’da öğrenim görmekti. Afet Hanım’ın İzmir “Reddi İlhak” okulunda öğretmenliğe başladığı yıl içinde, 11 Ekim 1925 tarihinde, M. Kemal Atatürk İzmir’i ziyarete gelmişti. Afet Hanım’ın Atatürk’le tanışması öğretmenlerin düzenlediği bir çaylı toplantıda gerçekleşecekti. Atatürk’e henüz üç haftalık öğretmen olduğundan ve yüksek tahsil yapmak istediğinden söz etmişti. Atatürk’ ün ilgisini çekecek ve İsviçre’nin Lozan kentine dil öğrenimi için gönderilecekti.
1925-1927 yılları arasında Lozan kentinde Rochment yatılı okulunda öğrenimini tamamlayarak yurda dönen Afet Hanım İstanbul ’da (Notre Dame de Sion) Fransız Kız Lisesi’ne girdi. (1928-1929)
Bu okuldaki bazı ders kitaplarında milli duygularını kinci cümlelere rastlayarak öğretmenlerine itiraz edip bu bilgilerin Türkiye tarihi açısından doğru olmadığını savunmuştu. Bu sorunları Atatürk’le paylaşan Afet Hanım Türklerin tarihte en eski çağlardan beri gerçek yeri nedir, medeniyete hizmetleri neler olmuştur sorularını sormaya başladı. Atatürk’le birlikte bu konularda çalışmalara yöneldi ve yurt dışından pek çok kitap getirerek çeviriler yaptı, araştırmalarını sürdürdü.
Kadın haklan üzerinde çalışmalarına başladığında ise henüz 22 yaşında genç bir öğretmendi. Atatürk’ün isteği ile Belediye Kanunu’nda kadınlara hak tanınması konusundaki ilk konferansını 3 Nisan 1930 tarihinde verdi. Bu arada Atatürk kadınlara seçme haklarının verilmesi konusunda kararlı çalışmalar sürdürmekteydi. Afet Hanım 1930-1934 yılları arasında Atatürk’le beraber bu konu üzerine yoğunlaştı.
Kamuoyunun oluşturulması ve yasal düzenlemelerin tamamlanması sonucunda 5 Aralık 1934 tarihinde Türk kadını siyasi haklarını kazandı. 28 Nisan 1930’de Atatürk ondan bir önerge vermesini istedi. Afet İnan da Aksaray delegesi olarak katıldığı Türk Ocakları Kurultayı’nda bir konuşma yaparak 40 imzalı önergesini verdi.
Bu önergeye dayanarak yasaya, amacı Türk tarih ve medeniyetini ilmi bir suretle tetkik ve tetebbu eylemek olan “Türk Tarih Heyeti”nin kurulması eklendi. Bu heyetin ilk kurucularından olan Afet Hanım aynı zamanda tek kadın üye idi. “Memleketimizdeki tarihi yerlerde ve özellikle arkeolojik kazı işlerinde Türk bilim adamlarının çalışmasını sağlamak” düşüncesi de Afet Hanım’ın önerisiyle cemiyetin yönetmeliğine girmişti. Türk Tarih Tetkik Cemiyeti 1935 tarihinde Türk Tarih Kurumu adım alacak. Afet İnan da 27 yaşında iken asbaşkanlık görevine seçilecekti. Çorum Alacahöyük’te 1935 yılında başlayan kazılarda çıkartılan arkeolojik eserler bugün Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor.
Dil Tarih
Aynı yıl Atatürk’ün Ankara’da Türk Dil ve Tarihini incelemeye yönelik bir fakülte açılması konusundaki düşüncelerini Afet Hanım da paylaşmış, o yıl Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmıştı. Kültür Bakanlığı tarafından bu yeni fakültede görev alması teklif edildiğinde, Afet İnan bu görevi ancak lisans ve doktora çalışmalarım tamamladıktan sonra kabul edebileceğini söylemişti. Bunun üzerine kültür bakanı tarafından Ankara Kız Lisesi’ndeki görevinden izinli sayılarak Cenevre Üniversitesi’ne gönderildi. Bu üniversitenin Sosyal ve Ekonomik Bilimler Fakültesi’nin Yakınçağ ve Modem Tarih bölümlerinde 1939 yılma kadar öğrenim gördü. Cenevre’deki eğitim süreci içinde sürekli Atatürk’le mektuplaşmıştı. Yine o şualarda Türk Tarihi konusunda birçok konferans verdi, gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı.
Doktora tezi için Türkiye Tarihi ile ilgili ayrıntılı bir araştırma girişmişti. Türklerin Dünya milletleri arasındaki yerinin ilmi esaslara göre tespit edilmesine yönelik tezi Cenevre Üniversitesi tarafından 1941 yılında yayımlandı.
1939 yılında yurda döndüğünde kız lisesindeki görevi onu bekliyordu. Ardından, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne doçent vekile olarak atanıyordu. 1942’de doçent, 1950 yılında profesör oldu Afet İnan. 1977 yılında Türkiye Cumhuriyeti Türk Devrim Tarihi kürsüsü başkanı iken de emekliye ayrıldı.
İlkeli ve onurlu bir yaşamdı onunki. Cumhuriyet tarihinin ve devrimlerinin her aşamasında, kültür seferberliğinin başında yürüyen Atatürk’le hep yan yana durmuştu. Yaşamı boyunca sürekli araştırmalar yapmış, konferans ve panellerde konuşmuş, sayısız değerli eser vermiş, yurt içinde ve özellikle yurt dışında Türk tarihi ile ilgili tanıtımın çok önemli bir görev olduğu bilinciyle hayatını bu çalışmalara adamıştı. Atatürk’ün, kadınların sosyal yaşama girmesi, erkeklerle eşit haklara sahip olması, okuyarak mesleklerinde yükselmesi yolundaki ısrarlı çabalan ürün vermeye başlamıştı.
Kadınlar artık bilimde, sanatta, sosyal hareketlerde mutlaka vardı. Atatürk ’ün tanımını yaptığı Türk kadınına en uygun örneklerden birisiydi Afet İnan. Genç Cumhuriyetin yetiştirdiği önde gelen bir bilim kadınıydı. Sadece yoğun bilimsel çalışmalara gömülüp kalmamış, çağdaş demokrasilerin çoğulcu ve katılımcı olması gerektiğini, gönüllü kuruluşlara çok görev düştüğünü görmüştü.
UNICEF ve UNESCO’da çalışmalar yaptı, ulusal ve uluslararası pek çok derneğin üyesi olarak gönüllü kuruluşlara katkılarda bulundu. 1940 yılında Dr. Rıfat İnan ile evlenen Afet İnan’ın bir oğlu (İsmail Demir İnan) bir de kızı (Ayçe Arı İnan) oldu. 1950’den sonraki yıllarda Ankara Fen Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Ankara Harp Okulu’nda Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi konularında dersler verdi. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nda yönetim kuruluna seçilerek, 1955’ten 1979’a kadar Türk Tarih Kurumu’nu temsilen Paris’teki genel kurullara katıldı.
Afet inan, bir kısmı da yabancı dillerde olmak üzere 48 kitap yazdı. Sayısız bilimsel, sosyal ve siyasi makalesi yayımlandı. Tarih hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemekteydi:
“Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Türk ulusu, bu toprakların üstünde ve altında bulunan tüm uygarlık yapıtlarının varisidir. Bunların her yönüyle tanınması ve tanıtılması, yurt tarihi ve uygarlığın temel öğelerinin günümüz yaşantısına etkilerinin incelenmesi, bizim görevimizdir. Her dönemde kurulan devletlerin dayandığı örgütler, bunların işlemesi, ekonomik düzenin üretim ve tüketimdeki durumu, düşünce yaşamının, kişi ve toplumun ortaya koyduğu yapıtların incelenmesi başlıca uygarlık öğeleri olarak ele alınmalıdır. Böyle bir görüşle incelenen her dönemin tarihsel olayları, o dönemde, o bölgede yaşayan toplumun uygarlık düzeyinin bilinmesiyle daha bir açıklık kazanacaktır. Çünkü tarih sadece kronolojik askeri ve siyasal olayların üzerinde durmakla toplumu sınırlı bir yönüyle tanıma olanağı verir ki, bugün sosyal bilimlerin başında gelen tarih için bu belgeler yeterli sayılmaz.”
Afet İnan Atatürk ile ilk karşılaştığında 17 yaşındaydı. Fahrettin Altay’a Afet İnan’ı şöyle anlattı:
“Ailesi Selanik’te bizim aile ile akraba denecek kadar yakındır. Kendisine burada (İzmir’de) rastladığıma sevindim. Okumaya çok düşkün, fakat eğitimini ilerletmeye olanak bulamıyormuş, kızım olmayı kabul etti. Ankara’ya gelecek, hem öğretmenlik yapacak ben de eğitimini yükseltmek olanağı sağlayacağım.”
Afet İnan, Ankara’da öğretmenlik yapabilirdi. Önce yurt dışında dil eğitimi aldı. Ardından İstanbul’da Fransız Lisesi’ni bitirip öğretmenlik sınavına girerek öğretmenlik yapabilir yetkisini kazandı. Afet İnan tarihi bir yanılgının farkına vardı. Bunu şöyle anlatıyor:
“Atatürk 1928/29 yıllarında İstanbul Üniversitesi’nde okutulan tarih notlarını inceliyor ve üzerinde işaretler yaptığını görüyordum. O sıralarda H. C. Wells’in “Dünya Tarihinin Genel Hatları” kitabı dilimize çevrilmiş ve kitap halinde basılmıştır. Ben o tarihlerde İstanbul Fransız Kız Lisesi’nde öğrenci idim. Bir coğrafya kitabında Türkler’in ‘Secondaire’ yani ikinci derecede sayılan bir ırka mensup olduğu yazılı idi. Atatürk’e bu kitabı gösterdim. O sırada Prof. E. Pittard’ın “Irklar ve Tarih” adlı kitabını almıştım.
Oradaki bilgiler bu coğrafya kitabına uymuyordu. Bir de Türkler’in uygarlık alanındaki yapıtlarına Fransız tarih kitaplarında hiç yer verilmemesi, hatta bazen ‘Barbar’ deyimi kullanarak bir istilacı kavim olarak gösterilmesi dikkatimi çekiyor ve üzülüyordum. Atatürk, bu iki endişeli sorum karşısında ‘Hayır, böyle olamaz. Bunların üzerinde meşgul olalım’ demekle kalmamış, derhal yeni kitaplar getirterek bizzat çalışmaya ve etrafındakileri de çalıştırmaya başlamıştı. Esas konu ‘Türkler’in dünya tarihinde gerçek yeri ve uygarlık dünyasındaki rolleri ne olmuştur?’ sorunu idi.”
Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu’nda tarih ve yurt bilgisi derslerine başlayan Afet İnan’ı yeni görevler bekliyordu. Atatürk’ün isteği ile Türk Ocakları’nın VI. Kurultayı’na Aksaray delegesi olarak katıldı. Afet İnan bir gün okulda seçim deneyi yaptırdı. Bir kız öğrenci açılan sandıktan belediye başkanı seçildi. Ancak bir erkek öğrenci karşı çıktı “Var olan yasanın bize öğrettiğine göre kadınların oy verme hakkı olmadığı gibi, seçilemezler de” dedi. Afet inan “Bu öğrendikleriniz ilerisi için sizlere gerekli olacaktır” yanıtını verdi. Aynı gün Atatürk’e ve İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya’ya olanları ve kadınların seçme seçilme hakkının olmamasından duyduğu üzüntüyü anlattı. Atatürk’e “Hiç olmazsa erkek öğrencim kadar bir hak sahibi olmadan o sınıfa ders vermeyeceğim” dedi. Atatürk de ondan bu konuyu araştırmasını ve tartışmalar için hazırlanmasını istedi.
Kadınlar Belediye Yasası ile seçme ve seçilme hakkına kavuştukları gün Atatürk, Afet İnan’a ilk konferansını verdirtti. Konusu, Atatürk’ün çok duyarlı olduğu “Kadın Hakları”ydı. Kurultayın son günü bir konuşma daha yaptı. Ardından kırk imzalı bir önergeyi sundu. Görüşmelerin ardından Türk Ocakları şemsiyesi altında Türk Tarih Heyeti kuruldu. Tevfik Bıyıklıoğlu başkanlığındaki heyet sıkı bir çalışmaya girişti. Sonunda Atatürk’ün bizzat okuduğu, düzelttiği “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı yapıt 1930 yılında basıldı. Yapıt, Türk Tarih Heyeti’nin başka üyelerinin ve konu ile ilgili kişilerin görüş ve eleştirilerine sunulmak üzere yalnız yüz adet basılmıştır.
Askeri bir zafer ile kendi ayakları üstünde durmaya başlayan bir ulusun tarih çarpıtıcıları ile savaşımı başlamış oldu. Gelecek denli geçmiş de önem taşıyordu. 15 Nisan 1931 tarihinde daha sonra adı Türk Tarih Kurumu (TTK) olacak olan Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti resmen doğdu. TTK’ya bir mektup yazan Atatürk “Tarih yazmak, tarihi yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen gerçek insanı şaşırtacak bir nitelik alır” dedi.
TTK’nın bir numaralı üyesi Afet İnan’dı. İlk iş olarak liselerde okutulmak üzere 4 ciltlik tarih kitabı yayımlandı. Arkeoloji, antropoloji, “Belleten” dergisi ve Tarih Kurultayları Atatürk tarafından başlatıldı. Afet İnan bir yandan öğretmenlik, bir yandan tarih araştırıcılığı ve öte yandan da Atatürk’ün düşüncelerine tanıklık ediyordu. Onun yardımıyla bugün bile çok önemli bir yapıt olan “Medeni Bilgiler” kitabını yazdı. Kitap yediden yetmişe herkese önerildi.
Türk Tarih Kongresi 1932 yılında Asbaşkan Afet İnan’ın başkanlığında toplandı. Dış dünyanın da yakından izlediği kongrede tarih öğretmenlerine Türk tarih tezi ve öğretiminde izlenecek yollar anlatıldı. Açılış Afet İnan’ın “Tarihten Önce ve Tarihin Doğumunda” konulu konuşması ve bu konuda soruların yanıtlanması ile başladı. Afet İnan ayrıca “Orta Kurun Tarihine Genel Bir Bakış” adını taşıyan konuşmasını da yaptı.
Konferanslar özellikle Batılı ülkeler tarafından yakından izlendi. Tarih konusunda sıkı çalışmalar sürüyordu. 1933’te Üniversite Reformu ardından 1934 yılında Soyadı Yasası çıktı. Atatürk Afet Hanım’a kişiliğine yakışan bir soyadı verdi: İnan.
1935 yılına gelindiğinde Ankara’da DTCF kurulması kararı alındı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ona görev önerdi. Afet İnan yüksek öğrenim yapmadığı için bu görevi kabul etmedi. Cenevre’de üniversite eğitimine başladı. Ancak Atatürk’ün isteği ile Afet inan DTCF açılışına katıldı ve ilk dersi kendisi verdi. Bu ders için Atatürk bir not yazdırdı:
“Bu insan zekasıdır ki… Bugünkü araştırıcı zekaları doyuracak ve tarihi aydınlatacak yeni yöntemler ve bilimler bulmuştur. İşte arkeoloji ve antropoloji, o bilimlerin başında gelir. Tarih bu son bilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur. Tarihi bu belgelere dayanan uluslardır ki kendi kökenini bulur ve tanır. İşte bizim tarihimiz, Türk tarihi bu bilim belgelerine dayanır. Yeter ki, bugünün aydın gençliği bu belgeleri aracısız tanısın ve tanıtsın.”
1937 yılında II. Türk Tarih Kongresi toplandı. Yurda dönen Afet İnan asbaşkan olarak yapılan arkeolojik çalışmaları aktardı. Yurt dışından bilim adamlarının da katıldığı toplantı görkemli oldu. Atatürk eğitimine devam etmek için yurt dışına giden Afet İnan’a yazdığı bir mektupta “Hayat üzüntüsüne, Nuri Conker’in ölüm acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin” diye yazıyordu.
Yurt dışında olmasına karşın Afet İnan’ın aklı hep Atatürk’teydi. Amansız bir hastalığın pençesinde her gün biraz daha ölüme yaklaşan Atatürk mektupları ile sağlığını ona bildiriyordu. Durumu ağırlaşmaya başlayınca Afet İnan Cenevre’den döndü. Yanında kalmaya başladı. Atatürk’ün yattığı odada karşı duvarda orman ve bir akarsu bulunan tablo vardı. Bu tabloya bakan Atatürk Afet İnan’ı yanına oturttu. Güçlükle, ama içten taşan bir özlemle konuştu:
“Ülkemizde güzel ormanlık yerler var. Söyle bakayım, senin bildiğin bir orman var mı?”
Afet İnan “Eskişehir Sundiken ormanı paşam. Aman ne güzeldi ben küçükken babam…” diyerek ormancı babası ile yaşadıklarını anlattı. Atatürk’ün bu özlemini yerine getirmek için kollar sıvandı. Ormanlık yakın bir yer arandı. Ancak Atatürk ilk komasına girdi. Gözlerini açtığında Afet İnan yanındaydı:
“Bana ne oldu? Bana bir şey oldu!” diye sordu.
Afet İnan’a seslendi:
“Ölüm, demek böyle olacak, kızım…”
Kaynak: Yaşar Öztürk – Bütün Dünya
alıntı: mustafakemalim.com/
Bu yazı Afet İnan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Salih BOZOK ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>“Başkomutan yaversiz gidemez!” Bu haykırış, Atatürk’ün hayata gözlerini kapadığı anda tabancasını kalbine dayayıp tetiği çeken Başyaver Salih Bozok’tan duyuluyordu. Kurşunlar ciğerlerini parçalamıştı. Ameliyatla kurtuldu ama bu büyük acı onu çok yaşatmadı. Kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu. Bu kayıp karşısında en anlamlı sözü gazetesinde Akagündüz yazıyordu:
“Salih Bozok Atatürk’e kavuştu!”
Salih Bozok’un, Mustafa Kemal’le Selanik’te Ortaç Sultan Mahalle Okulu’ndan başlayan arkadaşlıkları ömür boyu sürmüştür. Arıburnu’ndan başlayarak O’nun yaverliğini üstlenmiş ve bu görevi milletvekili olduğu süre içinde de üniformasız olarak yürütmüştür.
Bu iki arkadaşın elimize geçen 1911 ve daha sonraki yıllarda birbirlerine yazmış oldukları mektupları, inkılap tarihimizde önemli bir yer tutar. Mustafa Kemal, Ayn-ı Mansur Karargahl’ndan 25/26 Nisan 1912 akşamı saat 6’da Bozok’a gönderdiği bir mektubunu şöyle bağlamaktadır:
“Vatan kesinlikle düzlüğe çıkacaktır. Millet kesinlikle mutlu olacaktır. Çünkü, kendi esenliğini, kendi mutluluğunu memleketin ve milletin esenliği ve mutluluğu için feda edebilecek vatan evlatları çoktur!”
Mustafa Kemal, Bozok’a gönderdiği mektuplarında hep “Kardeşim Salih”, “Merhaba Ey Hazret-i Salih”, “Güzel gözlü, burma bıyıklı Salih’im”, “Güzel Salih’im” diye içtenlikle hitap etmektedir. Salih Bozok, bu hitaplara layık olduğunu hayatı boyunca kanıtlamıştır. Ve Atatürk’ün sevdiği, güvendiği bir kişinin çevresinde de aynı duygularla tanındığını ona takılan şu adlar göstermektedir: “Salih Selanik”, “Erkek Salih”, “Sadık Salih”, “Şen Salih”, Tatlı Salih”, “Muahrip Salih”, “Ahbap Salih” ve “Bozok Salih”.
Bozok, hep Atatürk’ün yanındadır. Atatürk, bir gün ona Arıburnu harekatının bir bölümünü şöyle anlatır:
“Düşmanın bütün yıkıcı araçlarıyla üzerimize yüklendiği bir gündü. Saflarımız korkunç biçimde boşalıyordu. Yiğit Mehmetçiklerden binlercesinin sapır sapır döküldüklerini görüyordum. Bu kanlı sahne benim orada üst’üm durumunda bulunan bir Paşa’yı kaygıya düşürdü. Yanıma sokularak heyecanla:
– Ne olacak? Şimdi ne olacak? Diye soruyordu. Açıklamaya kalkıştı. Geri çekilmekten söz ediyordu. Hemen şu müdahalede bulundum:
– Ben, bu düşüncede değilim. İleri hareketi yeğ tutarım. Geriye dönmek mahvolmaktır. Bundan doğacak sorumluluğu kim üzerine alıyorsa, komutayı da o alsın!
Üst’üm olan komutan:
– Hayır! İşi bu ana kadar sen yönettin. Yine sen bitirmelisin! deyince harekâta karşı koyan bir Alman komutanı ile birlikte kendisini de kastederek şu karşılığı verdim:
– O halde, üç başa gerek yoktur. Burada, benim vücudumu yeterli görüyorsanız siz ikiniz de çekilin!
Bu sözlerimi söyledikten sonra şehitlerin üstünden atlayıp sağ kalanların önüne geçerek:
– Arkadaşlar! diye haykırdım. Karşınızdaki düşman döğüşemez duruma gelmiştir. En ufak bir kımıldayışınız, onları kaçırmaya yetecektir. Haydi arkadaşlar!.. En önünüzde ben olmak üzere, hep birlikte düşmana saldıralım!..
Ve ayakta kalabilen kıtalara; elimdeki kamçıyı sallayınca, bunu saldırı için verilmiş bir işaret sayarak, hemen harekete geçmelerini bildirdim.
Kahramanlar, çelik bir yay gibi gerilerek düşmanın üzerine atıldılar. Sonuç olarak Arıburnu Savaşı’nı kazandık.”
Bozok’un Kurtuluş Savaşı ile ilgili anıları ayrı bir yer tutar ve o günlerin heyecanını bize olduğu gibi tattırır:
“Bir gün Biçer istasyonundan otomobille Sivrihisar üzerinden Akşehir’e gidiyorduk. Atatürk, pelerinine sarılmış, gözlerini akşamın karanlığında alacalaşan ovalara dikmiş, düşünüyordu. Bir aralık:
– Hımm, dedi.
Ben, bu davranışın çok önemli içten bir ruh halinin belirtisi olduğunu sezinlemiştim:
– Bir emriniz mi vardı Paşam? dedim.
O, gözlerinin eritici bakışlarını gözlerime dikti ve:
– Salih, dedi. Eğer düşündüklerimi uygulayacak zamana sahip olursam, yakında dünyanın gözlerini kamaştıracak bir askeri görünüm oluşacaktır.
Ve işte, bütün zaferlerin kapısını açan Büyük Afyon Taarruzu, O’nun bu sözleri söyledikten tam on beş gün sonra başarıldı.”
27 Ağustos 1922, Türk ulusunun, Türk Kurtuluş Savaşı’nın yazgı günü olmuştur. O günlere ilişkin bir kahramanlık destanını Salih Bozok şöyle anlatıyor:
“LVII. Tümen, karşısındaki tepede inatçı bir biçimde tuunan düşmanı oradan çekilmeye zorlayamamıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın bu gecikmeye canı sıkıldı ve hemen Komutan’a telefonla ikinci bir emir verdirerek, bu tepenin ne kadar bir zamanda alınacağını sordu. Gelen karşılıkta, yarım saatlik bir süre isteniyordu. Fakat aradan yarım saat geçtiği halde tepe, henüz alınamamıştı.
Mustafa Kemal Paşa:
-Hani ya… Yarım saatte alacağını vaat etmişti. Niçin sözünü tutmadı? Diye sordu. Gelen yanıtta: Tümen komutanın bunu bir onur sorunu yaparak sözünü yerine getiremediğinden dolayı intihar ettiği kendisine bildirildi. En büyük milli davanın kazanılması söz konusu olduğu bir sırada vukua gelen bu isteyerek şehitlik olayı da ayrıca ve hatta başlıbaşına, Türk’ün sonsuz kahramanlığına örnek olarak tarihe geçecektir.
Mustafa Kemal Paşa:
– Allah rahmet etsin, dedikten sonra, aynı emri onun yerine geçen komutana tebliğ ettirdi ve tepe, bir kaç dakika içinde şiddetli bir hücumla alındı.
Çiğiltepe’de Türk Bayrağı dalgalanırken Albay Reşad da son nefesini veriyordu.”
Bozok, Kurtuluş Savaşı günlerinde geçen bir anısını da şöyle anlatır:
“Eskişehir yolunda her uğradığımız yerden bir klavuz alıyorduk. Bir akşam üzeri, tenha bir köye girmiştik. Çamurlu yollarında, bir çeşme başında abdest alan bir ihtiyardan başka kimseye rastlamadık. Ona:
– Baba, dedik. Bize yol gösterecek birini bulabilir misin?
Sevimli ihtiyar:
– Birini bulmak ne demek, dedi. Kendim ne güne duruyoum.
Otomobil dolu idi. Fakat o, çamurlukta gidebileceğinde direniyordu. Çaresiz razı olduk. Yolda Atatürk, o ihtiyarla konuşmamı emretti. Laf kıtlığında aklıma yine aynı soru geldi:
Sordum:
– İhtiyar! Sen Mustafa Kemal’i tanır mısın?
– Tabii tanırım!
– Görsen ne yaparsın?
– Ayaklarının altına köprü olurum.
Bu karşılığı alınca güldüm ve Atatürk’ü gösterdim:
– İşte Mustafa Kemal!..
İhtiyar, bizi peygamberlik iddiasına yeltenmiş iki dengesiz gibi süzdü, şahadet parmağı ile sağ gözünün alt kapağını aşağıya çekerek güldü:
– Pışşşt! dedi.
Fakat, az sonra vardığımız kasabada geleceğimizi bildikleri için karşılamaya hazırlanmışlardı. İhtiyar, bunu görünce, kırdığı potu anlamıştı. Utancından, otomobil durur durmaz ortadan kayboldu. Atatürk, onu bulmamı emretmişti. Biçare beni görünce âyağıma kapandı:
– Ne olur, dedi. Beni bağışlayıp bir defa elini öptürsün. Ömrüm oldukça çizmesinin çamurunu yiyeyim.
Güldüm ve parmağımla sağ gözümün alt kapağını aşağı çekerek karşılığı verdim:
– Pışşşt…
İşte, hayatımın en büyük heyecanlanndan birini de, onu Atatürk’ün yanına oturttuğum zaman duydum.
İhtiyarın, Atatürk’ün ayakları altında kurbanlık bir koyun teslimiyetiyle yıkılıverdiğini hatırlıyorum da, o anda kalbimin nasıl durmadığına hala şaşıyorum.”
Bozok, o günlerde Nif’de kaldıkları bir günü şöyle anlatıyor:
”Ordumuz, savaşı kazanmış olarak İzmir’e doğru yürüyüşünü sürdürürken biz de onları çok yakından takip ediyorduk. Köylüler, askerlerimizin girişini izliyorlar, onlara kırık testilerle su taşıyorlar, gönül borçlarını yürekten anlatmak ihtiyacıyla paralanıyorlardı. Evleri yanmış ve dünyada sırtlarındaki donlarından ve gömleklerinden başka bir şeyleri kalmamış insanların ağırlamak isteğiyle nasıl çırpındıklarını görseydi, acımasız Neron bile kör oluncaya kadar göz yaşı dökebilirdi.
Tam yanlarına vardığımız sırada, bir ulaştırma kolu geçmemize engel oldu. Otomobil durdu. Atatürk, istediği bir sigarayı yakmak üzere gözlüklerini kaldırdı. O sırada otomobilin yakınına sokulan sakallı bir ihiyar, boynunda muşamba rengini almış buruşuk bir kağıt çıkardı. Önce kağıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü süzdü. Yine kağıda, yine Atatürk’e baktı. Bu hareketi üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi hatırladıkça tüylerimi ürperten bir sesle:
– Bu sensin! dedi.
Ve arkasını dönerek köylülere, Tanrı’yı yerde görmüş gibi bir mümin heyecanıyla bağırdı:
– Mustafa Kemal! dedi, Mustafa Kemal!..
Bu haykırışı duyanların nasıl birbirlerine karıştığını göz önüne getiremezsiniz.
Biz, bütün çabalarımıza karşın onların birbirini çiğneyerek otomobile dolmalarına engel olamadık. Çünkü, bilincin dışına taşmış bir sevgiden güç alıyorlardı. Atatürk’ün yüzünü, ellerini öpüyorlar, çizmesinin tozunu sürme gibi gözlerine çekiyorlardı.”
Atatürk, aradan yıllar geçtikten sonra tekrar İzmir yollarındadır: 12 Ekim 1925. O günleri anımsayarak Kemalpaşa’da halka hitaben yaptığı konuşmada:
“Arkadaşlar! Hayatım boyunca sevimli geçirdiğim bir gece vardır. O gece, Ordumuzun İzmir’e girdiği gün burada geçirdiğim gecesidir. O vakit buradan geçerken bu muhterem halkın gördüğü zulüm ve işkenceye karşın resmimi koyunlarından çıkararak beni tanıdıklarını ve otomobilime atlayarak kucakladıklarını unutamam. Bugün o hatırayı yaşıyorum, mutluyum” demektedir.
Ankara’nın ilk günleri ve Salih Bozok yine O’nun yanında, Çankaya’nın çevresini dolaşmaktadırlar:
“Bir köylü evine girmiştik. Girdiğimiz kulübede ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyorlardı. Bize ikram edilen kahveleri içerken Atatürk, köylü ile konuşmamı söyledi. Ben, bu buyruğa uyarak ak sakallı köylüye ilk aklıma geleni sordum:
– Sen Gazi’yi tanır mısın?
İhtiyar, beni, saçma bir soru sormuşum gibi küçümseme ile süzdü:
– Gazi’yi tanımayan var mı ki? dedi ve ekledi:
– Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Veli Camii’nde cuma namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nurlu yüzlü, Peygamber gibi uğurlu bir ihtiyarmış.
Gülmemi güç tutarak Atatürk’ün tamamen tıraşlı ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarıya çıktığımız zaman da güldü ve:
– Varsın, dedi, o da öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar. Onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp de sevgisini kaybetmekte ne anlam var.”
Tarihsel adı “Bozok” olan Yozgat ilimizde, milli mücadele başlarında ortaya çıkan isyanların, o zamanki çete kuvvetleriyle, bastırılması hareketine katılması ve sonradan bu ilin milletvekilliğini de yapmış olması nedeniyle Atatürk, “Güzel gözlü, burma bıyıklı Salih’ine “Bozok” soyadını vermiştir. Bozok’u, 25.4.1941 günü yitirmiştik.
Alıntı: https://mustafakemalim.com/
Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2
Bu yazı Salih BOZOK ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Yaveri Muzaffer Kılıç ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>“… Muzaffer Kılıç için Atatürk, kutsallığı tartışılmaz bir savaş ve zafer Tanrısı idi.”
Bu inan ve tanıma Filistin cephesinde O’nun VII. Ordu Komutanlığı zamanındaki yaverliğinden başlar ve 1919 yılının Mayıs sabahı Şişli’deki evinde güç kazanır:
– Zat-ı Devletlerinin yaverleri olarak refakatinize memur edilmem nedeniyle bahtiyarım Paşa Hazretleri!
Mustafa Kemal Paşa hafifçe gülerek: “Haydi diyor, hazırlığa başla, bir kaç güne kadar yola çıkıyoruz!”.
– Çok kalacak mısınız Paşam, yoksa denetlemenizden sonra dönecek misiniz?
Son yüz yılın ve tarihin en büyük iradelerinden biri, büyük ve eşsiz asker, yaverinin gözlerinin içine bakarak şöyle diyor:
– Hayır, dönmeyeceğiz, çocuk! Annene ve kardeşlerine Allahaısmarladık de… Dönmeyeceğiz!
16 Mayıs 1919 günü Bandırma Vapuru Samsun’a doğru yol alırken III. Ordu Müfettişliği Yaveri Muzaffer Kılıç da ilk anılarını şöyle yazıyordu:
Vapurumuz, Kızkulesi açıklarında itilaf güçleri tarafından kontrol edildi. İşgal kuvvetleri, vapurumuzda silah arıyorlardı. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa; Dolmabahçe Sarayı önüne dizilmiş olan düşman zırhlılarına gözlerini dikerek:
– ‘Bunlar, bir ulusun bağımsızlık aşkını ve direnme gücünü anlayamazlar. İşte bütün güvendikleri bu maddi kuvvetlerdir.’ Diyordu.
Muzaffer Kılıç, Çanakkale’ de I. Dünya Savaşı’na teğmen olarak katılmış, ikinci kez üstlendiği yaverlik görevini de 1930 yılına kadar sürdürmüştür. Daha sonraları hukuk eğitimi görmüştür. 1936’dan 1939’a kadar Giresun Milletvekilliği de yapmıştır.
İhtilalci Mustafa Kemal’in tek yaveri Muzaffer Kılıç olmuştur. Muzaffer Kılıç, bu göreve başladığı andan itibaren göğsünde sallandırdığı yaver kordonunu, Mustafa Kemal’in askerlik mesleğinden istifa ettiği geceye kadar taşımıştır. O gece Mustafa Kemal, Osmanlı, Mirlivalığı (Tuğgeneral) apoletleri ile birlikte Padişah Yaverliği kordonunu omuzundan koparıp atarken o da IX. Ordu Komutanlığı Yaverliği kordonunu hâki ipek örgülü apoletleriyle birlikte söküp atmıştır.
19 Mayıs 1919 Cuma günü Samsun’da karaya ayak basarken Muzaffer yanında, Erzurum ile Sivas arasında harmanisini karlara serip başını taşa dayayarak ufak bir dinlenme uykusuna daldığı zaman Muzaffer yanında… Atta, yaylı arabada, otomobilde ve yine aynı yolda otomobil bozulunca bulunabilen gıcırtılı kağnıda Muzaffer hep yanındadır.
Anadolu bozkırlarının o dondurucu kış günlerinde, mangal başlarında ısınarak enerji toplamaya çalıştıkları günlerde, karlı ovalarda ve buzlu yamaçlarda, tek başına arazi incelemesine çıkan ihtilalci Lider’in arkasından yürüyen yine odur.
Parasızdır Mustafa Kemal, Yaveri de… Aç geçirecektir geceyi Paşa, açtır Yaveri de… Gözünü daldan budaktan sakınmayan bir Mustafa Kemal’dir bu… 1920 yılının Ankara’sında ve Anadolu’sunda en umulmadık yerde bir ağ, bir tuzak vardır. En beklenmedik anda bir pusuya düşürülebilir. Her an tetikte olmak gerekir. Suikast, kurşunu namluya sürülmüş ve emniyet kanadı açılmıştır. En gaddar kötü niyet her an harekete hazırdır.
Sakınmanın ne olduğunu çok iyi bilen bir adamdır Mustafa Kemal… Fakat bu davranışı ile hareket ettiği zaman da yok gibidir. O’nun için gerilen her ağ, kurulan her tuzak, her sinsi pusu, her suikast hazırlığı elbette aynen yaveri için de bir tehlikedir. Muzaffer, bunu bilecek derecede zekidir. Fakat, davasını benimsediği Lider’i gibi her solukta bir tehlikeyi göğüslemekten çekinmeyecek derecede feragatli ve her adımda bir ölüm tehlikesine pervasızca karşı koyacak kadar cesurdur.
Dar geçitlerin hepsinde beraber bulunmuşlar ve dağ doruklarını beraber aşmışlardır. Unutmayalım ki Atatürk dediğimiz kartal, hayatın ovalarında hiç bir zaman yaşlanmamış, kanatlarını açıp oynatmak için her zaman tehlikelerin doruğunu yeğlemiştir. Muzaffer, Atatürk destanının en coşkulu ve en onurlu aşamalarını O’nun yanı başında yaşamıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın en bunalımlı günlerinden birinde; Kütahya, Eskişehir savaşlarından sonra ordunun Sakarya’ya çekildiği günlere ilişkin bir anısını Kılıç, şöyle anlatmaktadır:
“Ordunun bu geri çekilişi sırasında; Başkomutanlık, bir istasyonda, üçüncü mevki köhne bir vagonda idi. Atatürk, bu vagonun tahta döşemesi üstüne konulan portatif yatağında yatıyordu. Vagonun penceresinin kenarında da mum yanıyordu.
Ben dışarıda nöbetçiler dolaşırken, emirerime seslendim:
– Paşa Hazretleri yattı mı?
İçeriden O’nun sesi geldi:
– Muzaffer Bey, gel buraya!
Gittim. Selam verdim, yanında yer gösterdi. Yatağının kenarına iliştim, oturdum.
– Düşman iyi savaşıyor, sevk ve idaresi de başarılı… dedi.
Ben de:
– Emir ve komutanızdaki ordularımızın geri çekilmesi de o kadar düzgün oldu ki, bu da başlıbaşına bir başarı sayılır Paşam! dedim. Napolyon’un Moskova önünde geri çekilmesi sırasında: “Düzgün bir geri çekilme, zafer kadar önemlidir.” sözünü hatırlatmak istedim. Bunun üzerine, çok enerjik ve kararlı bir davranışla, sesini yükseltti:
– Bu düşman kuvvetlerini yenip kesinlikle yok edeceğiz, dedi.
Dediği olmuştu.
Bir gün Köşk’ten beraberce çıkarken Atatürk’ün:
– Muzaffer, tabancan yanında mı? sorusu. Belli ki bir gammazlık olmuş. Yanıt:
– Hayır Paşam, ama size feda edilecek canım yanımda!
Emir:
– Git al! ve sonra Atatürk sözü:
– Önce silahımız, sonra canımız!”
Muzaffer Kılıç, bir gezi ile ilgili anısını şöyle anlatır:
“Cumhuriyetimizin ilanından sonra idi. Karadeniz’de bir geziye çıkmışlardı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize’ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Vali’ye:
– Yollarınızı nasıl bu duruma getirdiniz? diye sordu.
Vali de anlattı: Bütün yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış!
Atatürk’ün kaşları çatıldı ve oldukça sert bir dille:
– Vali Bey, dedi (Corvée) nedir bilir misiniz? Öyle ise ben söyleyeyim, angarya demektir. Ve şunu da bilmeniz gerekir ki, kanunsuz olarak hiç bir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalıştırmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur, diye çıkıştı.
Yine Kılıç anlatıyor:
Ankara Hukuk Fakültesi’nin 5 Kasım 1925 günü açılışını yapan Atatürk: “Cumhuriyetin müeyyidesi olan bu ilmi müesseseyi açtığım şu anda duyduğum manevi zevki hiç bir teşebbüsümde duymadım.” dedikleri günün akşamı sofrabaşı toplantısında, kendilerinin bu sözleriyle, Napolyon’un Saint Helene’de sürgünde söylediği sözleri hatırlatmak istedim:
– Paşam, dedim. Napolyon da: “Gerçek zaferim, şimdiye kadar kazandığım kırktan fazla meydan savaşı değildir. Çünkü, bir Vaterlo, bütün zaferlerimi silip süpürdü. Ama, bir zaferim var ki onu hiç bir kuvvet silemeyecektir. O da benim yapıtım olan ve sonsuza dek yaşayacak olan Medeni Kanun’dur” demiş ve hukuk anlayışını bütün dünyaya ilan etmiştir. Ama bir fark var ki; siz, hukuksal düşüncenizi askeri bir zaferden sonra ilan ediyorsunuz; Napolyon ise bu sözleri tutsak olduğu zaman söylemiştir. Bundan ötürü onun samimiyeti beni kuşkuya düşürüyor.
Atatürk:
– Çocuk, dedi. Tutsak olmasına karşın belki Napolyon da bu sözlerinde samimi idi. Hukuk prensiplerini bozan ve savsaklayan ve buna değer vermeyen liderler, kurdukları rejimi yaşatamazlar, demiştir.
13 Kasım 1959’da Ankara’da yaşantısı son bulan Kılıç, İstanbul’da toprağa verilmiştir.
Alıntı: https://mustafakemalim.com/
Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2
Bu yazı Yaveri Muzaffer Kılıç ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Yaveri Cevat Abbas GÜRER ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>“Mustafa Kemal Paşa’nın, kimsede bulunmayan ilahi denecek kutsal duygular taşıyan bir yaradılışta olduğunu görüyor ve bir defa daha O’na iman ediyorduk.”
Bu sözler, Anafartalar ve Arıburnu’ndan sonra 1916 yılında Doğu Cephesi’nde de beraberinde bulunmuş olan Yüzbaşı Cevat Abbas Gürer’in o günlere ilişkin duygularıdır.
15 Mayıs 1919 günü IX. Ordu Müfettişlik Karargahı’nı Samsun’a taşıyan Bandırma Vapuru’nun yolcuları arasında Cevat Abbas Gürer de vardır. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’da ordu müfettişliğinden istifa edip yaverlik kordonunu ve rütbelerini söküp attığı zaman, Gürer de hiçbir duraksama göstermeksizin aynı yolu izlemiştir. O’nun davasına ölesiye bağlı bulunan Gürer, O’nun ölümüne kadar ardından ve izinden ayrılmamıştır.
Sivas Kongresi sırasında Temsil Heyeti Başkatipliği’ni de üstlenmiş olan Gürer, son Osmanlı Meclisi Mebusanı’na Bolu Milletvekili olarak gönderilmiş ve daha sonraları da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne katılmıştır.
Doğu Cephesi’nden İstanbul’a dönen Gürer, bir anısını şöyle anlatmaktadır:
İstanbul’a geldiğimiz günü hiç unutmam. Şehrin çok acıklı bir durumu vardı. İstanbul, düşman donanmalarının limana girme felaketinin yasını tutuyor ve bu yasa Mustafa Kemal Paşa’yı da ortak ediyordu.
Mustafa Kemal Paşa ve ben askeri ulaştırmanın bir köhne motoru ile denizin ortasına yaslanan bu çelik ormanın içinden geçiyorduk. Atatürk’ün zarif dudaklarından: “Geldikleri gibi giderler” cümlesini işittiğim zaman; Mütarekenin doğurduğu derin ve elemli umutsuzluğu hemen unutmuştum. Karşılığında acele ettim:
Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam, dedim.
Gülümsedi, aziz başının içinde belirmeye başlayan vatanı kurtarma planlarını bir an için yeniden geçiriyor gibi daldı, sonra:
Bakalım, dedi.
28 Mart 1918’de Mustafa Kemal Paşa’nın Şişli’deki evinde söyleşide bulunan Ruşen Eşref (Ünaydın) anılarının bir bölümünü şöyle sergiliyor ve Mustafa Kemal Paşa konuşmasını sürdürüyor:
” -Ortalık ağardıktan sonra düşman, Conkbayırı’nı gerçekten cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların değişik türde mermileri Conkbayırı göklerinde bitmez tükenmez yıldırımlar oluşturuyordu.“
Buraya kadar konuşmamızı sessiz durumda dinleyen Paşa’nın Yaveri Yüzbaşı Cevat Abbas (Güler) kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:
– “Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa’nın göğsünü okşamıştı”, dedi.
– Nasıl? dedim.
“Bulunduğumuz yer, tamamen saldırıcıların arasında idi. Paşa da ilerleyen askerlerimizi izlerken göğsüne son derece kuvvetli bir şeyin çarptığını duymuştu.”
Mustafa Kemal Paşa:
-“Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan Nuri (Conker): “Efendim, vuruldunuz” dedi. Ben, böyle bir sözün yayılmasını askerlerimizin manevi gücü üzerinde yapacağı olumsuz etkiyi düşündüm. Elimle onun ağzını kapadım:
Sus! dedim.
Cevat Abbas Gürer devamla:
– “Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafına tam saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti. Saat parça parça oldu. Fakat o vuruş Paşa’nın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan ileri geçememişti” dedi.
Mustafa Kemal Paşa:
-“Parçalanmış o saati savaştan sonra Liman Von Sanders Paşa Hazretleri bir hatıra olarak aldılar. Bana da aile soyluluk armasını taşıyan saatlerini verdiler” dedi.
1936 yılı Temmuz’un 18’ini 19’una bağlayan gece, Florya Köşkü’nde O’nun sofrasında bir rastlantı olarak bulunan Gürer’in oğlu Kemal’i dersleri çerçevesinde sınava tabi tutan Atatürk, daha sonraları konuşmalarını şöyle sürdürür:
“- Bu sofraya ilk defa geldin. Buradaki duygularını söyleyebilir misin? Kemal” diye sordu. Kemal:
-“Sofranızda ilk defa oturabilmek mutluluğunun derin heyecanı içindeyim. Duygularımı arz edemeyeceğim için büyük affınızı rica ederim Atatürk’üm.”
Karşılığında bulundu. Bunun üzerine Atatürk:
“Peki, öyleyse senin duygularını ben sana not ettireyim, sonra kalk söyle!”.
Buyurdular ve aşağıdaki notları büyük bir içtenlikle sevdiği ve son derece önem, değer verdiği ve güvendiği Cumhuriyet çocuklarına anı olarak gece yarısından sonra, saat biri elli beş dakika geçerken; Kemal’e yazdırdılar:
Not: 1- “Sizi ilk defa; hayatımın ilk akşamında dinlemekle mutluyum. Burada geniş ruh rahatlığı alanına girdim. Bunun açıklamasını yapayım:
Burada hayatımın ilk akşamında gördüğüm dünyada benim kafamı aydınlatır gibi konuşmalar; güneş altında; kimlerin kafalarını aydınlatmaz?
İşte bu buluş benim için bir mutluluk ölçüsü oldu. Ben işittim karanlıkta O’nun aydınlatan sesini… Gerçekten O’nu anlamak gerekir. İşte O; burada anlaşıldıktan sonra O’nu herkes anladığını iddia ederse, bu iki anlayış arasında kesin ayırım olduğunu iddia edecek benim; Babam gibi…
Karanlıkta tanınan aydınlıkta bırakılmaz. İşte onun içindir ki, Türk ulusu O’nu bırakmaz.
Yalnız, duyuyorum; ben bu günkü Cumhuriyet çocuğu; O’nun bayrağıyım. Ben ve benim gibiler O’nun bayrağı, O’nun sancağıdır.”
Saat ilerliyordu. Montrö’den haberler gelmişti. Atatürk; Ankara’da bulunan İnönü’ye “Zafer senindir, gözlerinden öperim, yarın uçak ile bekliyoruz.” Ve Montrö’deki Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a:
“Arkadaşlarla Denizevindeyiz, kapı açıldı; telgrafını getirdiler. Okumadan anladım. Boğazları kapamışız. Senin ve asker arkadaşlarımın gözlerinden öperim.” Biçiminde hatırladığım telgraflarını not ettirdiler. Telgraf taslakları genel sekreterliğe gidedursun Atatürk, Kemal’e kara tahtaya beş soru yazdırdılar:
“1- Lozan tam mıdır?
2- Lozan’ın bütünlüğünü yadsıyanlar var mıydı? Varsa neden? Yoksa neden?
3- Boğazların serbest bırakılmasında sakınca var mıydı? Varsa neden? Yokse neden?
4- Montrö’nün Lozan’la ilgisi?
5- Boğazlar daha önceleri açık mıydı?”
Bu sorular sofrada bulunanlara sorulmuştu. Fakat Montrö başarısından coşan Büyük Dahi sorularına karşılık beklemeden; Kemal’e ikinci notu yazdırdılar:
“Not: 2 – İşte size söylüyorum, işittiniz mi? Bugün bayram günüdür. Sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz ey sevgili yurttaşlar? Çünkü, Lozan Montrö’de taçlandırılmıştır.
Lozan tamdır ve bütünlüğünü daima tarihte okutacaktır. Fakat, onu üzen küçük bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek duyarlılığı bununla ilgiliyse kesinlikle sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.
Türk çocuklarının yazgısı hep başarılı atılımlardır, hep sevinç veren sonuçlar almaktır. Türk çocukları, yürüdünüz; yürüyorsunuz, yürüyünüz.
Yaptığınız atılımlar sizi yüksek ülküye ulaştırmak üzeredir, durmayın yürüyün!
Mutluluk, gençlik, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya karşı yüksek bir gurur seni bekliyor.
Türk çocukları! Son sözümün son kelimesine dikkat!…
Gurur, ululuk sende temelden vardır. Bunu gösterme! Onu kendi yüksek enerjinin hariminde sakla! Gerektikçe alçak gönüllüğünü göster. Fakat yine gerektikçe göster ezici yumruğunu!
İşte bu niteliklerinle kanıtlayabilirsin ne olduğunu!.. Benim bugünkü ve yarınki Türk gençliğinden beklediğim nitelik; bu biçimde belirmelidir.”
Saat üçü geçiyordu. Sabah oluyor, günün aydınlığı pencerelerde beliriyordu.
Atatürk, gramofonda “Yanık Ömer“ plağını çaldırttı. Mehmetçiği savaş meydanlarında canlandıran bu türkü sona erer ermez Atatürk, üçüncü notunun tutulmasını Kemal’e emretti:
“Not: 3 – Şimdi kulaklarımızı ve ruhlarımızı okşayan bu ezgi ile duygulanmış olarak konuşmamızın sürdürülmesine izin vermenizi rica ederim.
Büyük insanlık varlığının anlatımına yarayacak kural, kültür dediğimiz kelimenin üzerinde dikkat, inceleme sonucunda alınabilmiş olan kavramlarla anlamlaşır.
Bu arada bütün modern dillerde kullanılmakta olduğu içindir ki; bizde de (Beauxarts) denilen şey oluşmuştur. Bu kelimeyi Türkler sanıyorum pek haklı olarak: 1. Müzik, 2. Resim, 3. Heykeltraş, 4. Edebiyat, 5. Mimari, 6. Raks, jimnastikten bileşik saymışlardır.
Bu branş, insan topluluklarının yüksek niteliğini göstermede çok büyük önemi kapsar. Bu, yüksek karakter temizliği, beceri, ince yetenek ve işte bunların hepsini yapabilmek, sanatçılığını birleşmiş anlatımıdır.
Bu sorun üzerinde bizim de, çocuklarımızın da birlikte durmamız gerekir.
Güzel sanatlarda başarı; bütün devrimlerin başarılı olduğunun en kesin kanıtıdır. Bunda başarı sağlayamayan uluslara ne yazıktır. Onlar, bütün başarılarına karşın uygarlık alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan her zaman yoksun kalacaklardır.
İşte bunun içindir ki; biz elimize aldığımız Büyük Türk ulusunun başarısına çalışmakla mutluyuz. Ne yazıktır ki; biz dahil, bizzat bu işte geriyiz. Çocuklarımız, gençlerimiz babalarından gördükleri noksanları; dünyaya bakarak tamamlamaya çalışmaktadırlar, çalışmalıdırlar!”
Bu notundan sonra Atatürk; eksikliği ve büyüklüğü kuşku götürmeyen Türk tarihinden ve ana dil olan Türkçe’den; ona özgü engin ve taşkın bir inanla söz ettikten sonra dördüncü notunu yine Kemal’e tutturdu:
“Not: 4 – İşittiğimiz sözlerden şu anlamı toparlar gibi olduk; meğer ki kendi kendine insanım, toplumum, nihayet milletim diye gelmekte olan varlıkların bilim sözlüğündeki anlamı; yüksek, uygar ulusların sözlerinde bile açıklanmamıştır.
Biz, bu konuda anladıklarımızı hemen bütün dünya kamuoyuna kolaylıkla anlatabileceğimizi sanmıyoruz. Fakat, bizim bu insanlık, uygarlık ve son olarak imtisası sonucunda adam olduklarını sananlara, uygarlığın eski sahibiyle onların sanının arasındaki farkı şimdiye kadar gösterememiş olmamız, bizden evvelkilerin acı bir kusuru olduğu bu basit konuşmalardan anlaşıldı.
Bu sözlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin, özellikle bu günkü gençliğine ve yetişmekte olan Türk çocuklarına sesleniyorum: Batı senden, Türk’ten çok geriydi. Anlamda, düşüncede, tarihte bu böyleydi. Eğer bugün Batı nihayet teknikte bir üstünlük gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o kabahat senin değil, senden öncelerin affedilmez savsamasının bir sonucudur.
Şunu da söyleyeyim ki; çok zekisin! Belli. Fakat, zekanı unut. Her zaman çalışkan ol!”
Ne olur, O’nun her konuşması böylece günü, saati, dakikası saptanıp bizlere kadar intikal ettirilebilseydi ne kadar çok yararlanır ve mutlu olurduk. Tarih çok şeyler kazanırdı.
Gürer’in yaşantısı 4.7.1943 günü son bulmuştu.
Alıntı: https://mustafakemalim.com/
Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994, ISBN:975-458-064-2
Bu yazı Yaveri Cevat Abbas GÜRER ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün can dostu Nuri Conker ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk’ün çok sevdiği, ölümüne kadar sofrasından hiç ayırmadığı çocukluk arkadaşı Mehmet Nuri Conker, O’na Cumhurbaşkanı olduktan sonra da ‘Kemal’ diye ismen hitap edebilen tek kişi idi. Son nefesini vermek üzere iken O’nun ziyarete geleceğini öğrenen Conker, gözlerini kapıdan ayıramıyordu. Atatürk’ün kapıdan görünmesiyle birlikte başını doğrulttu ve son nefesini verdi.
Atatürk, yurt dışında bulunan Prof. Afet İnan’a yazdığı 16.1.1937 günlü mektubunda şöyle diyordu:
‘Hatay üzüntüsüne Conker’in ölüm acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edersin.’
Atatürk, Conker’in ‘Zabit ve Kumandan’ adlı yapıtını ele alarak onu ‘Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’ adlı kitabıyla yanılaması askerlik tarihimizde ayrı bir yer tutar.
Atatürk, bir gece sofrasında Conker’e takılmak için etrafındakilere ‘Nuri Conker herşey olabilir ama Komutan olamaz’ diyor. Asaf İlbay bu konuda bir anısını şöyle anlatmaktadır:
Nuri Conker kızgınlıkla ayağa kalktı bir elini masaya, diğer elini göğsüne koyarak bir komutan davranışıyla:
‘Arkadaşlar,’ dedi. ‘Faydasız yoruluyoruz. Bu zatı memnun etmek mümkün değildir. Bu efendi kendisini o kadar çok büyük görür ve öyle sayar ki her hareket, her başarı O’nun gözünde önemini kaybeder.’
Nuri Bey sözleri bizlere söyledikten sonra yüzünü Atatürk’e çevirerek devam etti:
– Yahu su bulunmayan Kerbela gibi çöl sahalarında sana dondurma yedirmedim mi? Daha ne yapalım ki yaranalım?
Atatürk, kızdırmaktan çok hoşlandığı eski arkadaşına gülerek baktı:
‘Görüyorsunuz ya! Nuri Bey komutanlık görevini üst’üne dondurma yedirmekle yapmış olduğunu zannediyor.’
Nuri Bey, buna verecek karşılık bulamadı. Hepimiz bu ince nükteye ve Nuri Bey’in düştüğü duruma karşı kendimizi tutamayarak katıla katıla gülmüştük.
Nuri Conker, fena halde kızmıştı.
Ayağa kalktı:
‘Eğer bir daha bu sofrada bulunursam bana lanet olsun’ diyerek masayı terketti.
Ertesi akşam köşke ilk gelen konuk yine Nuri Conker’di.
Yine Asaf İlbay anlatıyor:
Hiç unutmam: Bir gün Selanik askeri kulübünde içten bir toplantı yapılmıştı. Mustafa Kemal o akşam yine pek neşeli idi. Etrafına topladığı arkadaşlarına şaka yollu şunları söylemişti:
‘Göreceksiniz, bir gün gelecek ki, ben hepinize baş olacağım. Siz, şimdi buna inanmazsınız ama, elbet inanmak zorunda kalacaksınız!’
Nuri Conker şakacı adamdı:
‘Peki’ dedi, ‘hepimize baş olduğun zaman, bana ne görev vereceksin bakalım?’
Mustafa Kemal gülümsedi:
– Seni, üçüncü orduya komutan yaparım. İstersen bir de valilik veririm. Selanik Valiliği fena mı?
Sonra da bir ara Fethi (Okyar) Bey için:
– Onu elçi atayacağım. Kuracağım hükümetin bütçesi dar olacağı için fazla harcamadan kaçınmak gerek! Elinde çantası artık, memleket memleket dolaşsın dursun!
Asaf İlbay’ın bir başka anısı da şöyle:
Nuri Conker’in:
‘Kul kelimesi hoşunuza gitmiyor, büyüklüğü de kimseye vermiyorsunuz,’ demesi üzerine Atatürk biraz kızgın görünerek ve daha fazla söyletmek istediğini belli etmeyerek:
– Ne demek istiyorsun, benim güç ve erkimi kıskanıyor musun? Yoksa rakip mi çıkmak istiyorsun? Ne hakla ve ne değerle… Sen bir komuta durumunda iken her türlü araca malik olduğun halde beceriksizlik göstermedin mi? Demeleri üzerine Conker’in gözleri biraz daha parladı. Komutanlık konusunda Atatürk’ün alaylarına dayanıklılık gösteremiyordu. Bunu hepimiz biliyorduk ve bir pot kıracak diye korkuyorduk. Nuri Conker bir elini masaya dayadı ve:
– Ben büyüklük taslamıyorum. Ancak Paşa Hazretlerinin de malümudur. Mutlakiyet döneminde görkem, ihtişam içinde yaşayan etki ve kudreti ve ezici öfkesi sonsuz olan zorba Padişahın bile gururunu taşırmamak için Cuma selâmlığında münadiler bulundurulur ve:
“Mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var, diye bağırırlardı.”
Atatürk bu sözleri, içinde biraz da takdir gizli bir gülümseme ile karşıladı.
Atatürk’ü en iyi anlatanlardan biri de Mithat Cemal Kuntay’dı. Kuntay bir gece toplantısında geçen anısını şöyle anlatmaktadır:
Yine bir yaz gecesi… Yine Yat Kulüp. Kulübün bahçesinde Kızılay balosu. Gazi’ye hazırlanan uzun masa saat üçe kadar boş. Sabaha doğru, üçte Atatürk motorla geldi ve her zaman beraberinde olan kişiler ile masada.
Uzun masada tek bir boş sandalye yok. Üstelik bir tanesinde yine ben.
Bir süre sonra tarihçi Ahmet Refik (Altınay) Bey, peyda olurcasına, birdenbire, Atatürk’ün karşısında durdu. Arkasında smokini vardı, fakat traş olmamıştı. Muhakkak ki Büyük Ada’da oturan Ahmet Refik Bey’i uyandırmışlar, Gazi’nin geldiğini söylemişlerdi: O da traş olacak kadar gecikmeyi uygun bulmadığından smokinine rağmen, birkaç günlük sakalla gelmişti. Ahmet Refik Bey’i Gazi’nin karşısında görünce, dondum. Çünkü, birkaç hafta evvel, Gazi ile aralarında sert bir sahne geçmişti ve bu gece de o sahnenin ikincisi olacak diye korktum. Halbuki tersine, Gazi Ahmet Refik Bey’e:
– Buyurunuz Beyefendi, dedi. Ve tam karşısında oturttu.
Gazi ile Conker uzaktan gerçek sayılacak kadar birbirlerine sert şakalar yaparlardı. Sonsuz dargınlıkla bitmesi lâzım gelen bu şakalar, sonsuz sanılacak kadar uzun kahkahalarla biterdi. Bu gece de, Nuri Conker Gazi’ye hışımla Ahmet Refik Bey’i gösterdi:
Şu bir karış sakala bak, dedi.
Gazi, Nuri Conker’e karşılık verdi, Ahmet Refik Bey’e:
“Beyefendi, dedi, siz Conker’e bakmayınız; o insanın başındaki kütüphaneyi görmez de çenesindeki sakalı görür!”
Birkaç hafta evvel Ahmet Refik Bey’e Gazi’nin söylediği sert sözler bir anda silinmişti. Gazi yine büyük ve yine güzeldi. Fakat birçok insan da yine küçük ve yine çirkindi. Çünkü birkaç hafta evvel Gazi ile Ahmet Refik arasında geçen fena sahneyi Ahmet Refik’in aleyhine olduğu için telefonla birbirlerine yetiştiren kadınlı erkekli bir yığın insandan bir tanesi olsun, Ahmet Refik Bey’e Gazi’nin gönlünü almaya benzeyen bu tatlı davranışını tekrarlamadı. Ve bunu anlatanın yalnız benden ibaret kalması ne acı.”
Komutan, milletvekili ve T.B.M. Meclisi Başkan Vekilliği görevlerinde de bulunan Conker’in yaşantısı 1.11.1937 günü son bulmuştur.
alıntı: https://mustafakemalim.com/
Bu yazı Atatürk’ün can dostu Nuri Conker ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı SİLAH ARKADAŞLARI ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Milli Mücadelenin Komutanları (Resimli) ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Tümen ve Daha Üst Kademedeki Komutanların Özgeçmişleri
Kurtuluş savaşının burada anılan kahraman ve asil evlatları sadece rütbe ve görev olarak yüksek olanlardır. Daha alt rütbelerde sayısız kahraman komutan daha vardır. Bizler hepsine minnettarız. Allah hepsinden razı olsun.
Detay ve biyografiler için kaynak: http://www.ata.tsk.tr/06_milli_mucadele_komutanlari/milli_mucadele_komutanlari.html
Bu yazı Milli Mücadelenin Komutanları (Resimli) ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>