Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ulu önder Atatürk, muhafazakar bir anneden dünyaya gelmiş, namuslu bir tüccarın oğlu, çocukluk ve gençliği zor şartlar altında ve çokça zulüm çetelerinin baskıları altında ve dahi kaybedilen savaşlarla geçmiş, erken yaşta asker ocağına dahil olmuş, sayısız savaşa katılmış, onlarca cephede çarpışmış, kahramanlığına ve askeri dehasına kimsenin söz edemeyeceği şekilde hiç savaş kaybetmemiş, milletinden aldığı güçle hareket eden, araştırmacı, öngörülü, milletine aşık, sivil hayatta da dehası ve doğru kararları ile başarıya ulaşmış, ilkeleri ve hedefleri ile ölümsüzleşmiş bir kahraman asker, önder, vatansever ve iman adamıdır.
Mektuplarına Allah’ın adını anmadan başlamayan, duaları eksik olmayan, kritik kararlar öncesi Allah’tan yardım dileyen, meclisi dahi mübarek güne denk getirip dualarla ve Kur’an okumalar ile açan Mustafa Kemal Atatürk … çoğumuzdan da çok daha dindar ve mü’mindir.
Öncelikle Allah’a inanan, şirk ve şeytana asla boyun eğmeyen, Hz. Peygamber’e derin saygı duyup O’nun hayatını ve savaşlarını detayına kadar inceleyen, sözleri ve demeçleri ile Hz. Peygamber’i sürekli yücelten, İslam’ı yeniden Kur’an mihverine oturtmaya çalışan, İslam’ı yaban otları dediği hurafe ve arap örflerinden temizlemeye gayret eden, dini tanıtmak-sevdirmek-anlaşılır kılmak için meal ve tefsir hazırlatan, diyanet işleri başkanlığını bizzat kurduran Atatürk, dine verdiği hizmetler ile çok yüce mevkilerdedir.
Her biri cihat sayılacak sayısız sefer ve savaşa katılarak canını vatan ve din uğruna ortaya koyan Atatürk, bu inancıyla da hem rüştünü ispat etmiş ve hem de ulusuna bağımsız ve korkusuz ezan sesleri dinlemeyi nasip etmiş birisidir.
Onarttığı, inşa ettirdiği, yapımına maddi destek sağladığı camilerin sayısı belli bile değildir.
Bizzat hutbe verecek kadar alim, Kur’an okuyuşlarındaki yanlışları tespit edebilecek kadar bilgili olan Atatürk, dinciliğe ve dinden menfaat sağlamaya kalkmayan, ibadet ve amellerini gizlice ve sadece Allah rızası için yerine getiren, noksan olsa da ibadeti inkar etmeyen, akıl ve bilimi rehber gösterse de asla dini ve imanı yok saymayan bir karakter ve ruh haline sahip kurucu liderdir.
İşgal kuvvetlerinin zulüm ve baskılarına, sarayın ve içteki hainlerin işbirlikçi gafletlerine rağmen, hakkında verilen idam kararına dahi aldırmadan vatan ve hürriyet uğruna canını ortaya koyan bu insana yakıştırılan din düşmanı ifadesi elbette boşuna değildir.
Elbette on üç yıl boyunca masonluğun, tüm teşkilleriyle başını kaldıramamasına sebep Atatürk’ten birilerinin rahatsız olması gayet normaldir.
Atatürk’ü din düşmanı gösterme gayretinin temelinde de işte bu yukarıdaki hususlar yatmaktadır. Oysa onlar dahi çok iyi bilmektedir ki Atatürk bir Kur’an mü’minidir, ibadeti noksan veya az olsa da imanı tamdır, Allah sevgisi ve korkusu hepimizden de yücedir.
Kaldı ki muzaffer olan Türk Ordusunun tüm savaşlarında, inkılapların başarılmasında Yüce Allah’ın yardımı vardır ve Allah imanlı kulu Atatürk’e ve dava arkadaşlarına yardım etmiş, muzaffer olmalarını dilemiştir.
Bunun aksi olsaydı, Atatürk din düşmanı bir zalim olsaydı Yüce Allah yardım etmez, Atatürk’le beraber bütün ulusu da işgalci güçlerin eline bırakır ve tecavüzler, işkence ve zulümler bitmez, karanlıklar dağılmaz, Türk milleti aydınlık medeniyet seviyelerini yakalayamazdı.
O’na sırf hilafeti ve saltanatı kaldırdığı için düşman olan sayısız insan vardır. Yine tekke ve zaviyeleri kapattığı, eğitimi millileştirdiği, dini sistemsel vaziyette devlet kontrolüne aldığı için de O’ndan nefret eden pek çok insan vardır. Maalesef bu insanların çoğu … art niyetlidir.(!)
Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın siyasi, askeri, mali, sanatsal, idari vs. hiçbir yolu yoktur. Bu yazı kapsamındaki iftiralar ise kanması nispeten kolay olan cahil halk kitlelerinin, her zamanki gibi dinlerini suistimal ederek ve ayetleri saptırarak, din elden gidiyor naraları ile yapılmış oynamalardır.
Kurduğu mecliste vekillerin neredeyse üçte biri din adamıyken, sayısız din adamını istiklal mahkemelerinin yargılamasından kurtarmışken, Mehmet Akif Ersoy’un dahi takdirini kazanmışken, kanaat önderlerinden tam not almışken, ezan ve mevlütleri, hatta ibadetleri ana dilde yaptırdığında tüm din alimlerinin onayı alınmışken, O’na reva görülen bu sahte düşmanlıklar en büyük haksızlıktır.
İşte Atatürk düşmanlığı yaratmak isteyenlerin maksat ve temennileri …
BÖLÜCÜLÜK VE İHANET
Tamamına yakını Türk ve Müslüman olan bu Ulusu, Atatürk (laiklik) ve din (şeriat) olarak ikiye bölmek arzusu, yobaz zihniyetin damarlarında dolaşan şeytani bir arzudur. Bu kutuplaştırma ve bölme arzusu ise evvela dini bölmek, iman kardeşliğine zarar vermek ve ulusu etnik kökenlere göre ayrıştırıp, bireyleri ve toplumları diğerine düşman etmektir ki kökten yanlıştır.
Kaldı ki liderler ve kahramanlar yaptıkları hizmetler ile anılır ve fakat dini inançları yönünden sorgulanamaz. Çünkü din vicdan meselesidir, kişiseldir, Allah ile kul arasındadır, dinde zorlama yoktur.
Dış güçlerin hayal ve arzuları istikametinde davranan bir kesimin ısrarla ve yalan yanlış beyanlarla bu düşmanlığı körüklemeye çalışmasındaki gaye, sistemle sorunları olan dış güçlerin ülke üzerindeki emellerine hizmet etmekten öte bir şey değildir.
Yurdu savaşlarla ele geçiremeyen düşmanların, işbirlikçilerin ihanetleri ile ele geçirmek istemesi onlar adına doğal karşılanabilirse de, yurduna ve dinine saygılı kimselerin bu ihaneti kabul edilir bir şey değildir.
PARASAL RANT VE SİYASAL KAZANIMLAR
Atatürk düşmanlığı ardındaki en büyük etken şüphesiz O’nun hayata geçirdiği sistemi yıkmak arzusudur ki bu sistem kurumsallaşmış haliyle demokratiktir, laiktir, sosyaldir, hukuka dayalıdır. Ülkenin yönetim şekli Cumhuriyet’tir, vatan sınırları bellidir, bayrak Ay yıldızlı şanlı Türk bayrağıdır, dili Türkçe’dir.
İşte bu değişmez sistemi hayata geçirenlere düşmanlık etmenin ardındaki gerekçe bu yapısal sistemi bozmak, evvela kaos yaratıp halkı bölmek ve acılara sevk etmek, sonra bir umutla maziye dönüşü temin etmektir. Yine siyasi olarak bilhassa sağ kesime ve sözde Türk Milliyetçiliğine sempatik görünmek arzusu da bu yanlışta büyük etkendir. Maalesef bu gayret başarı kaydetmekte ve çokça taraftar toplayabilmektedir. Çünkü maddi çıkar ve mevki elde etmek hırsındaki kesim birilerini din ile sorgularken, dine aykırı davranmayı umursamaz haldedir ve bu cehalet sağ ve sol arasında derin uçurumlar yaratmaktadır.
Oysa Atatürk, savaş sonrası mübadelede Türk kelimesi yerine Müslüman ifadesi kullanacak kadar inançlı birisidir. Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göç etmesine, “Müslüman değiller” diye karşı çıkan O’dur. En önemlisi, Vehhabi Suudi Kralının, Hazreti Muhammed’in mezarını kaldırma kararına, “Peygamberimizin mezarına dokunursan, ordumla beraber aşağı inerim” diyen O’dur ki, bu bilgiyi Türkiye ile paylaşan namazlı-abdestli Prof. Nevzat Yalçıntaş’dır.
Camilerde cuma günleri okusun diye, toplumsal meselelere dini yaklaşımları konu alan pek çok hutbeyi (51 adet) hazırlatan da yıllarca okutan da O’dur.
CEHALET VE KUR’AN’SIZLIK
Atatürk düşmanlığının sisteme ihanet ve maddi beklentili dincilik gayretlerinden de önce en büyük sebebi cehalettir, Kur’an’a yabancı olmaktır. Bu yüzden dinci tayfa Kur’an’ın anlaşılarak okunmasına karşıdır, bu yüzden Atatürk Kur’an’ı meal ve tefsirler halka tanıtıp sevdirmeye çalışmıştır.
Çünkü kitleler ayetlerin hükmünü anlamaya başladığı anda din tacirlerinin ekmek kapısı kapanacak, işbirlikçi hainler ile dış güçlerin hayalleri suya düşecektir.
Kitleler ayetlerde yazılı emir ve yasakları hazmettiği anda adaletsizlik, haksızlık, liyakatsizlik, haram ve günah, şirk ve küfür tanınır olacak, yanlışta ısrarlı kitleler batılı terk edip hak olana yönelecek, aldatılmalar son bulacak ve kan emici dincilerin münafıklık maskeleri düşecektir.
Atatürk’ün halkı bu uyandırma isteğinden ziyadesiyle rahatsız olan dinci tayfanın doğal olarak müracat edeceği yol, O’nu dine düşman göstermeye çalışmaktır ki bu sayede gayretleri toplumda yer bulamasın.
Maalesef yeterli alt yapıya sahip olmayan kitleler, dine hizmet ile dine düşmanlık kutuplarını tam zıt yaşamakta ve kanmaya devam etmektedir. Hilafeti kaldırıp laikliği sistemsel hale getiren Atatürk ve dava arkadaşlarına sanki yanlış yapmış gibi cephe almak, Kur’an’dan habersiz olmanın da ispatıdır.
ATATÜRK’Ü ŞİRK İLE BAĞDAŞTIRMA YANILGISI
Yine cehaletle kol kola bu husus çokça mühimdir ki dinci tayfa, Atatürk’e saygı için sunulan bir çiçeği kurban tanımına sokmaya, O’na gösterilen minneti şefaat ummaya benzetmeye çalışmaktadır. Oysa Atatürk ne evliyadır, ne Peygamber ve ne de İlah. O sıradan bir insandır, beşerdir, O’na duyulan saygı ve minnet dini değil vatani bir meseledir.
O’na saygı ve sevgi beslemek, bağımsızlık ve egemenliği tesis ve idame ettiren bir lidere şükrandır.
O’nun dini bir vasfı olmadığı için de O’ndan kimsenin şefaat, hayır veya dua beklentisi yoktur. Bunun aksini iddia edenlerin işin doğrusunu bildiğine şüphe yoktur ama kandırdıkları halk kitleleri bu yalana kanmakla bir demet çiçeği, ilahlara kurban adamak olarak kabul ettiği müddetçe de gerçeği bulamayacak ve maalesef Atatürk düşmanlığı sonlanmayacaktır.
Atatürk’ün Allah’ın sevdiği bir kul olduğu muhakkak ise de O’na dini bir takım mertebeler yakıştırmak doğru değildir. Bu sebeple O’nu bir kahraman liderden ötelere taşımak ne denli sakıncalı ise, O’nu sözde aydın kesimin ilah gördüğünü iddia etmekte o denli yanlıştır.
Lakin bugün din alimlerinin bir kısmında bile bu yanılgı vardır. Komik olan Atatürk’e sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanmış kurban olarak tanımlayanlar, yaşayan bir takım insanların söz ve düşüncelerini tartışmasız kılarak, o kimseler önünde düğme ilikleyerek ve onların hoşnutluğunu arayarak, onlardan medet umarak, onlardan rızık bekleyerek asıl şirk’e tabi olmaktadır.
Trajikomik bu meselenin doğrusu şudur ki Allah’tan başka ilah yoktur, son Peygamber Hz. Muhammed (sav) dünyaya gelmiş ve ahirete göçmüştür, başkaca Peygamber gelmeyecektir.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE DÜŞMANLIK
Arap örflerine duyulan katıksız ve tartışmasız sevginin temelinde, cahil ve aşiret mantığına dayalı bir kavimsel devlet yaratmak arzusu vardır. Bu arap örfçülüğü o denli güçlüdür ki uydurma hadislerin neredeyse beş milyonu, din diye pazarlanan inançların yarıdan fazlası ‘Arap olmayanların cennetlere giremeyeceği’ tezine dayalı vaziyettedir.
Arapçanın, vahyin üzerine çıkartılmasında da bu mantık vardır ki zaaf akıl ve bilimi inkar edip, teknolojiyi reddedip eski ilkel metodlara dönmek suretiyle Asr-ı Saadet huzurunu yakalamak yanılgısındadır.
Oysa cennetlere sadece iman edenler girecektir, kutsal olan arapça değil vahyin kendisidir, akıl ve bilim Kur’an’ın emridir, Kur’an’ın savaşı zulümledir ki cehalette bir zulümdür.
Atatürk milliyetçiliği işte bu arap örfçülüğüne düşmandır ve Türklüğün kaybedilmiş değerlerini yeniden hatırlatarak dev bir ulusu uyandırmıştır. Bu uyanıştan rahatsız olanların, bu uyanış sürdüğü müddetçe Türk’ün bileğini bükemeyeceklerini anlayanların gayesi milliyetçiliği Türklük yerine Arapçılık mihverine oturmaktır.
Oysa Anadolu İslam’ı ile Ortadoğu İslam’ı arasında devasa bir fark vardır ve bu laiklik anlayışıdır.
Çünkü laiklik dini esas alır ve vicdanlara bağlarken, devleti medeniyet yolcusu ve aklın önderliğinde bir yapıya ulaştırmayı hedef alır. Bu yapılırken de tüm halkın eşit ve aynı haklara sahip olmasını değişmez kural olarak belirler, yasalara herkese eşit uygular, din ve devlet işlerini birbirinden ayırır, azınlıkların inançlarını da garantiye alır, dini suiistimallerin ve yanlış dini bilgilerin önünü tıkar.
Laik olmayan ve arap kültür-örflerine bağlı Ortadoğu İslam’ı ise Türklüğün saygın değerlerinden uzak, Allah sevgisinden ziyade Allah korkusuna dayalı, siyasal ve hatta ılımlılaştırılmış bir dindir, şekilcidir, muhabbet ve samimiyetten uzaktır. Türklerin tasavvuf kültüründen uzak olan bu dini anlayış bu sebeple terör üretmeye de, tarikatlaşmaya da, kişilerin üstünlüğünü kabul etmeye de, mezhep ayrılıkları için devletlerarası savaşlar çıkartmaya da gayet meyillidir.
Bu sebeple Atatürk milliyetçiliğine düşman olmanın ardındaki maksat işte bu arap milliyetçiliğini özendirmek ve dini de sadece Araplara has kılmak ve bu suretle Türklüğü unutturmak arzusudur.
İSRAİLİYAT’TAN HABERSİZLİK
Siyonizm, dişlerini ve tırnaklarını çoktandır ulusların ve bilhassa ulus devletlerin sırtına geçirmiş vaziyettedir ki tezgahladıkları yeni dünya düzeni sistematiğinde ulus devletlere (ve onların liderlerine, fikirlerine) yer yoktur, laik, örnek ve güçlü bir Türk devletine yer yoktur, şeytani fikirlerini din diye sunmak arzusundaki siyonistlerin Kur’an İslam’ına asla tahammülleri yoktur.
Bu sebeple de Türk ve İslam olan bir devlet, Atatürk ilkelerine bağlı çağdaş ve aklı rehber edinen bir ulus, tek vatan ve o vatanın bölünmez bütünlüğüne sadık vatandaşlar, onurla dalgalanan şanlı bayrak siyonist hayalcilerin en son isteyeceği şeydir.
Yazık ki gerek yabancı olan ve gerekse siyonist dolarlarla satın alınan yerli hainler eliyle Cumhuriyet ve İslam delik deşik edilmeye çalışılmakta, masonik görüş maske ile dolaşıp dost görünürken, yandaşları ile birlikte devletin ve inançların altını oymaktadır.
Acı olan ise siyonizmi hala tanımayanların, siyonizme çoktandır esir oluşları ve yahudileştiklerinin farkına dahi varamayışlarıdır.
ÖZET
Atatürk düşmanlığı suni bir projedir, dış kaynaklıdır, batıl ve yanlıştır, gerçeklerle alakası olmayan bir uydurma, maksatlı bir gayedir.
Kullar ve toplum Kur’an’a yakınlaştıkça bu gerçeği daha iyi anlayacağı için de asırlar boyu Arapçaya mahkûm edilmiştir.
Atatürk hepimizden de Müslümandır, güzel bir mü’mindir.
O’nun tüm dünyada dine hizmetlerinin son iki asırdır çeyreğini dahi hayata geçirebilen lider yoktur.
Cehalet, ihanet, menfaat beklentisi, Arapçılık sevdası, hilafet ve saltanat aşıklığı, siyonizm zehirleri, menfaat beklentisi veya başka suretle olsun, Atatürk’ün tüm inanç ve amellerine rağmen düşmanlık yakıştırması yapmak küfre hizmet etmektir, haksızlıktır, Allah’ın yardım ettiği bir kula savaş açmaktır.
Atatürk sevdası demek yurdu, vatanı, bayrağı, Cumhuriyet’i, Türk’ü ve Türklüğü sevmek, Kur’an İslam’ına taraftar olmaktır, iman kardeşliğinden yana olmak, cihat etmek, zulme karşı direnmektir.
Atatürk düşmanlığı yapmak ise oyuna gelmek ve aldanmaktır.
Zaman hakikatleri görmek ve öğrenmek zamanıdır, kanmalardan uyanıp Türk ve İslam olabilmek zamanıdır.
Bunun yolu ise Kur’an’a ve Atatürk’ün devasa Nutku’na müracat etmektir.
O’na sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanan kurban olarak tarif etmek isteyenler evvela kendilerinin kişi ve makamları, servet ve güçleri nasıl ilahlaştırdıklarına bakmalı, tevhid ve şirk konusuna bir kez daha çalışmalıdır.
Laiklik işte bu aydınlanmayı sağlayan, İslam’ı yaban otlarından temizleyen, merdiven altı Siyonist-arapçı İslam’a düşman olan bir Kur’ani iman meselesidir.
Kitleler Atatürk ve laikliğe düşman olanların, Türklüğe de, yurda da düşman olduğunu artık görmek mecburiyetindedir.
Çünkü bu vatan Türk’ün öz vatanı, İslam’ın Mekke’den sonra ikinci beşiğidir.
Düzenle
Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürkçülüğün dini yönden analizi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>İslam dini, ahiret yaşamı dahil kıyamete dek ve kıyamet sonrası tüm yaşamların tek ve son dinidir. On dört asır evvel vahyolunmuş bu din, diğer tüm tahrif edilmiş din ve kitapları ortadan kaldıran, evrensel ve tamam olan tek Kutsal dindir, Allah’ın dinidir.
Bu din, Hz. Peygamber’in risaleti ile ve Allah korumasına alınan Kur’an ayetleri ile tesis edilmiş, insan haklarını ve hakkaniyeti esas alan, sevgi ve barışı gaye edinen, aklı ve bilimi öne çıkartan, zulmü ve cehaleti düşman edinen, şeytanı en büyük düşman gösteren, imanı cennet anahtarı olarak tanıtan ve sadece zulme karşı savaşı caiz gören bir kutsal nimettir.
Türkler çok uzun asırlar önce bu dine girmiş, adeta bayraktarlığını yaparak, bölgesel veya kavimsel İslam’ı yeryüzü dini haline getirmiş bir Millet’tir. Bu sayede İslam, sıkışıp kaldığı Ortadoğu topraklarından Asya içlerine, Avrupa içlerine dek uzanmış, oralara eşitlik, özgülük ve adalet götürerek, orada başkaca dinler ve o dinin din adamları kıskacında hayat yaşamaya mahkum edilen sayısız halklara umut olmuştur.
Nitekim Hz. Peygamberin vefatında yüzbin kadar olan İslam alemi bugün 2,5 milyar gibi bir sayıya ulaşabilmiştir. Kavramsal olarak mahiyet kan kaybı yaşasa da, sayısal olarak durum budur. Türklerin bu tabloda payı büyüktür ve bu yüzen de Türkler Allah’ın yeryüzündeki ordularıdır. Ve yine bu yüzden Türk kelimesinin sözlük anlamı “Türk ve Müslüman” şeklindedir.
Batının ve medeniyetin, kültür temaslarının, bilhassa vazgeçmez ve uslanmaz siyonizmin etkisiyle Türklük ve Müslümanlık üzerine emeller tükenmediği, zaman zaman acımasız boyuta vardığı ve öfke-kin karışımı ihanetlerle topraklar kana bulandığı için tarih sürecinde Türk vatan toprakları 250 yıl boyunca küçülmüş, din Anadolu’nun temiz ve saf halinden uzaklaşıp, Arap örfüne dayalı bir hal almıştır.
Velhasıl Kurtuluş savaşının hemen öncesindeki durum; yok olmaya yüz tutmuş bir ülke ve dindir.
Türk İstiklal Harbinin mana ve önemi de buradadır ki yok olmaya yüz tutan bu değerleri kanının son damlasına dek müdafa etmeye yemin etmiş Atatürk ve dava arkadaşlarının gayreti kurtarmıştır. Yani İstiklal harbi ve sonrasındaki inkılapların sadece beşeri hayata dair olduğunu düşünmek en büyük hatadır.
Atatürkçülük denilen şey (diğer adıyla Kemalizm) vatan toprakları üzerinde, Türk kültür ve bilinciyle, aynı bayrak ve tek ulus devlet çatısı altında, halkların ve kendisini Türk hissedenlerin kardeşliği dahilinde ve şüphesiz Atatürk dava ve felsefesinde bir arada yaşamak özlemi, bu istikamette dost ve düşmanları yeniden belirleme arzusu, Cumhuriyet ve demokrasi tabanına dayalı bir laik yaşam modelinin fikir akımıdır.
Yani savaş ve inkılap adına yaşananların tamamı Atatürkçü düşünce sisteminin ürünleridir.
Atatürkçülüğün felsefesi evvela tam bağımsızlık ve sonra ulusal egemenlik, refah ve huzur, barış, bilim, hoşgörü ile medeniyet meşalesini taşıma gayretidir. Altı ilke ile belirlenen, yedi tamamlayıcı ilke ile tarif edilen bu sistemin din ile ilişkisinin temelini ise laiklik ve laik devlet anlayışı oluşturur ki her zaman dediğimiz gibi zamanın köhne yönetim ve anlayışlarının yıkılması ancak bu ilke ile mümkün olmuş, tekrar aynı yanlışa dönülmemesi için anayasalar bu ilke istikametinde tanzim edilmiştir.
Bunda gaye dini toplumdan uzaklaştırmak yahut devleti diğer dinlere yem etmek değil, devlet işlerinde aklı ve bilimi rehber ederken, bireysel vicdanları hür bırakmaktır.
Türk İstiklal Harbi en kutsal cihattır
Daha detaya girecek olursak İstiklal Harbi (Kurtuluş Savaşı) baştan sona cihattır, cihatların en yücesidir. Çünkü Kur’an ile tarif edilen cihadın tüm tariflerine uymaktadır ve küfür ordusunun var gücüyle, işbirliği içinde yaptığı saldırılara, zulüm ve işkencelere, tecavüz ve şiddete direnmek, karşı koymak gayesiyledir. Esaret tanımamak, kötülüğü kabul etmemek, haysiyetten vazgeçmemek, can korkusuyla imandan dönmemek için verilen bu savaş en kutsal cihatlardandır ve sadece Türkiye için değil tüm mazlum milletler için bir var olma mücadelesidir.
Bu sebeple de o cihatta yer alan, gazi veya şehit olan tüm atalarımızın inşallah ahiret yurdundaki makamları da çok yüce olacaktır.
Bu savaş sayesindedir ki susturulan ezan sesleri yeniden ve hür olarak çıkabilmiş, bayrak b savaşın zaferi ile yeniden dalgalanmaya başlamış, vatan topraklarının tamamı düşman işgalinden kurtarılmış en mühimi işgalcilerin zulüm, işkence ve tecavüzleri bu zaferle bitmiştir. Anadolu’da kaçarken bile onbinlerce ev yakan bu işgal ordularının yaptığı zulüm malumdur ve Kur’an’ın tek düşmanı zulümdür. Bu nedenle de İstiklal harbi kutsaldır, cihattır.
İnkılaplar ve atılımlar
Cihadın sadece kılıçla olmayacağı malumdur. Allah yolunda, Allah emirleri ve sınırları dahilinde, yeryüzünde huzur ve barışı tesis etmeye yönelik her türlü gayret cihattır ki inkılaplar günlük yaşamlardan devlet yönetimine, dinin toplumdaki yerinden uluslararası diplomasiye kadar her alanda akıl ve bilimi esas alırken aynı zamanda Kur’an’ın “aklı işletmek” emrine de uygun hareket etmektedir. Çünkü bu emrin içerisinde hurafelerden sıyrılmaktan bilime ve alime değer vermeye kadar her şey vardır ve medeni yaşamın her safhasında aklı egemen kılmak yobaz zihniyetlere savaş açmak demektir.
Yukarıda bahsolunduğu gibi laiklik ilkesi en mühim vicdan hürriyetidir. Keza Cumhuriyetçilik ilkesi istişare ve biat emreden Kur’an’a tek uygun yönetim şeklidir ve tek adam rejimi yerine çoğulcu katılımı emreden Kur’an istikametinde meclisi kurup işleten kadrolar ayetlerin emrini de bu sayede yerine getirmiştir.
Milliyetçilik ve halkçılık ilkeleri bireylerin eşitliğini temin etmiş, sınıflar ile kutuplaştırmaya engel olmuş, kardeşlik ve birlik bağlarını kuvvetlendirmiştir ki bu eşitlik ve kardeşlik duygusu zaten Kur’an emridir.
Devletçilik ilkesi ile sergilenen tam bağımsızlık ve kendisine yeterlik, çalışmak ve üretmek gayretleri de ayet emridir ki Allah çalışmayı, helal yoldan kazanmayı, üretmeyi ve paylaşmayı emreder.
Eğitim ve yargı alanında yapılan reformlar ile hak, hukuk ve adalet kavramları teminat altına alınmış, eşitlik sağlanmış, şeffaflık model olarak belirlenmiş, bu sayede azınlıklar dahil tüm vatandaşların hürriyet ve yaşamsal özgürlükleri korunmuştur. Bu arada devletin de bekası muhafaza edilmiş, suç ve ceza mekanizması modern ve çağdaş bir yapıya kavuşturulmuştur.
Kadın ve çocukların toplumdaki yerleri, koyu karanlık mahzenlerden gün ışığına çıkarılan tohumlar gibi erkeklerle eşit hak ve hürriyetlere kavuşturulmuş, bu haklar yasalarla teminat altına alınmış, aile içi ve iş hayatındaki statüleri ancak bu Atatürkçü Felsefe ile çağdaş ve yakışır bir hale getirilmiştir.
Eğitim ve öğretimde atılan adımlar, özellikle dini alanda hüküm süren cehalet avcılarının (dini yobazların) ekmeğine mani olmuş, dilini öğrenen halk, haberleri ve ayetleri okuyup anlayarak başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş, medeniyet ve akılla tanışarak kendisini asırlarca kandırmakta olan zihniyetleri sırtından silkeleyip atmıştır.
Hoşgörü ve ortak insanlık değerleri Atatürkçülük sayesinde yaşamın en meşru kabulleri arasına girmiş, barış ve anlaşmalar yoluyla çözülen sorunlar çatışmaları önlemiş, kardeşlikleri güçlendirmiş, yardımlaşma ve paylaşmayı mümkün kılarak toplumsal barışa hizmet etmiştir.
Medeni kanundaki değişiklikler ile mal durumundan birey durumuna getirilen insanlar, eşit hak ve hürriyetlere kavuşturulmuş, yasalar önünde masumiyet karinesi esas kabul edilmiş, suç ve ceza mekanizmasında adalet ve merhamet egemen olmuştur. Ortak insanlık değerlerini kaçınılmaz farz olarak gören Kur’an istikametinde eşitlik ve adalette bu sayede tesis edilmiştir.
Milet meclisi ile halkın yönetime doğrudan tesir etmesine imkân tanınmış, halkın geleceğini kendi seçtiği vekiller marifetiyle belirleyebilmesine imkan tanınmıştır.
Devletin güçlenmesi, gelirin halka dağıtılması, refah ve huzurun artması ile neticelenen bu dini ve milli uyanışın tümü bu nedenle kutsaldır, dine ve ayetlere uygundur, Atatürkçülüğün tüm hedef ve çabası cihat mahiyetindedir.
Buradan hareketle şu denebilir ki Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü din dışı veya dine düşman göstermeye çalışmak, maksatlı bir yobazlık veya ihanet, geriye dönüş özlemi, karanlık cehaletlerden kan emmeye devam etme arzusudur, dine düşman olmaktır.
Laiklik
Burada çok mühim bir nokta vardır ki bunu yazılarımızda da sayısız kez tekrar etmiş vaziyetteyiz; Atatürkçülüğün dini yönü konusunda öne çıkan en mühim şey laiklik ilkesidir ki bu kapsamda yapılanlar Atatürkçülüğün neredeyse tamamını dine aykırı göstermek isteyenlerce (yobaz şeriatçılar ve tarikat yuvalarınca) manipüle edilmeye çalışılmaktadır.
Bu nedenle laiklik konusuna biraz daha değinmek lazım gelecektir. Bu bahiste de ilk öne çıkan husus elbette hilafetin kaldırılması ve ana dilde ibadet meselesidir ki halkın anlaması ve öğrenmesi için evvela okuma yazma seferberliği ve sonra Kur’an’ı anlayabilmesi için ana dilde meal ve tefsir hazırlayan Cumhuriyet kadrolarının hedefi halkın koyu cehaletlerden sıyrılması ve yobazların hegemonyasından kurtulmasıdır ki bu başarılmıştır.
Başarılmıştır ama ana dilinde ayetleri okuyup anladıkça, yobazlardan uzaklaşan halk sayesinde gelir ve güçlerinde azalma yaşayan yobaz zihniyet buna şiddetle karşı çıkmış, adeta işgalcilerle bir olarak İstiklal harbinde karşı cephede yer almıştır.
Keza hilafetin kaldırılması da dinde aslında hiç olmayan din sınıfının ve halifelik sisteminin, Cumhuriyet kadrolarınca terk edilmesi, halkı sınava tabi bireyler haline getirmiş, iradeleri hür bırakmıştır. Halkı sömürme ve yozlaştırma, kul etme gayretiyle sisteme asırlar önce dayatılan bir makam olan halifelik, diğer yandan da mezhepleri canlı tutarak, sünniler dışındaki tüm İslam alemini adeta düşman ve aşağı göstermek hevesiyle, iman kardeşliğini de engellemiştir ki hilafetin kaldırılmasıyla bu zehirli yaklaşım engellenebilmiştir. Keza diyanet işleri başkanlığı sünni istikamette tesis edilmiş olsa da diğer mezhep ve hiziplere de Kur’ansal doğru yolu göstererek dinin doğrusunu halka tanıtmaya ve eğitmeye muvaffak olmuştur.
Atatürkçülük kısaca hem dini hem de beşeri ilimler ve sosyal yaşam alanında kültürlü, eşit, hür, bilime saygılı bir nesil yaratmış, vatan toprakları işgal ve zulümden kurtulurken, akıllar çağların örümcek ağlarından temizlenmiştir. Bu felsefe ile din tanınır ve anlaşılır olmuş, ibadet ve ameller Kur’an’a yaslandırılmış, vicdanlar hür bırakılırken yasalarla haklar korunur olmuş, geleceğe ve bekaya dair sağlam adımlar atılmıştır.
İşte tüm bu sayılanlar aslında Kur’an’ın bir Müslüman toplum için emrettikleridir ve Atatürk ve dava arkadaşları sadece bedenleri değil ruhları ve vicdanları da işgalden kurtarmış, akılları hür bırakarak Türk tarih ve kültürünün durmak bilmez, esaret tanımaz haysiyetli yürüyüşünü kaldığı yerden yeniden başlatmıştır.
Sonuç
Bu nedenle son söz olarak denilebilir ki Atatürkçülük tüm dokunduğu alanlarda dine ve imana dair doğru olanı yapmış, yobaz ve köhne zihniyete dur diyerek, ahtapot gibi yurdu sarmaya hevesli siyonizmi 13 yıl gibi uzun bir süre yurttan kovarak, arap örfçülüğü yerine Türk Milliyetçiliğini getirerek, aklı ve bilimi rehber edinerek, bu yapılırken vicdanları hür bırakarak iman savaşı ve mücadelesi vermiştir.
Bu kutsal cihadda yazık ki küfür cephesinde sadece gayri müslimler yoktur ve pek çok adı Müslüman kendisi münafık olan kimse de küfür cephesiyle ortak hareket etmiştir. Bunların varlığına ve isimlerine tarih de Yüce Allah da şahittir.
Milli mücadelenin kahramanları ise canlarını iman ve vatan uğruna ortaya koyan, vatanından ve kalbindeki imandan aldığı güçle yola çıkan, mukaddesat uğruna, vatanı ve dini için şehit olmaktan çekinmeyen imanlı kullardır.
Atatürk’ün Peygamberin hayatını, mücadelesini ve savaşlarını biliyor ve anlıyor olması, örnek alması, O’nun Peygamberliğini yücelten sözler etmesi de gösterir ki Atatürk ibadet alanında olmasa dahi iman bahsinde asırlar süren Türk varlığında çok üst mertebelerde yer alan bir şahsiyettir.
O’nun kişisel olarak Allah adı ile söze, mektuba, işe başlaması, sıkça dua etmesi, İslam’ın yaban otlarından temizlenmesi için şahsi bir ilave emek ortaya koyması da gösterir ki Atatürk tıpkı meal ve tefsir çalışmalarındaki gibi daima başroldedir, vicdanı ve merhameti ile daima doğruluk ve haktan yanadır, imanlıdır.
Sayısız cami onartan, inşa ettiren, yurt dışındaki camilerin onarımlarına şahsi gelirinden destek veren Atatürk, İslam’ın son ve mükemmel din olduğunu bilen ve bunu izaha çalışan bir insandır.
Atatürk düşmanlığına, sömürüye müsait din bahsinden başka bir vesile bulamayan çaresiz ve gafil küfür cephesi, kandırdıkları ve şeytani ağlarına düşürdükleri cahil halk kitlelerini, O’na düşman ederek ve bunu din düşmanlığı yaptı şeklinde servis ederek, servetler yığma ve güç kazanma arzusunda olsalar da hakikat birdir, değişmez, örtülemez.
Milli mücadelenin ve inkılapların, velhasıl Cumhuriyet’in kurucu kadroları imanlı, haysiyetli, namuslu, vatansever, hakkaniyetli, doğru ve güzel insanlardır. Bu sayededir ki tüm Ulus onlar etrafında kenetlenmiş, tüm halk işgale ve zulme karşı onların liderliğinde imanla ölümü göze alan bir işe kalkışmış ve başarıya ulaşmıştır.
Bu sebeple Atatürkçülüğü dine tezat halde telaffuz edenler evvela Kur’an’ı okumalı, dinini öğrenmeli, imanı tanımalı ve sonra bolca tevbe ederek af dilemelidir. Çünkü bu gafil münafıkların tamamı sadece zulüm üretmekle kalmamış, ihanete imza atmamış, aynı zamanda bolca şehitlerin, gazierin, tüm vatanseverlerin hakkını yemiştir. Bunlar ise dinen büyük suçlardır.
Hilafet veya saltanat uğruna dininden vazgeçen kandırılmış halk kitlelerinin şeriat isteriz sloganları arasında Kur’an isteriz sloganı yoktur ve yoksa konu iyi değerlendirilmelidir. Bu Atatürk düşmanları Kur’an İslam’ını mı istemektedir? Yoksa arzuları iç ve dış düşmanların servet ve güçleriyle desteklenmiş olarak dini bahane edip Cumhuriyeti yıkmak ve ulusu yeniden işgalci güçlerin zulüm arenası yapmak mıdır?
Tekke ve zaviyeleri kapatan Cumhuriyet’in gayesi dinin parçalanmasını, yobazlaşmasını ve merdiven altına inmesini engellemek, iman kardeşliğini korumak, temiz ve doğru dini sadece Kur’an’a kılavuzlamaktır. Şimdilerde yerden ot biter gibi türeyen tekkelerin varlığı sorgulanırsa çoğunun şirk mantığıyla ve dış destekli faaliyet gösterdiği de anlaşılacaktır.
O halde Cumhuriyet rejimi doğruyu yapmıştır ve din selamete çıkmadıkça vicdanlar esaretten kurtulamaz. Vatanı kurtaran kahramanlar işte aynı zamanda bu ruhları da kirlerden kurtarmaya muvaffak olmuştur.
Nihayet Atatürk, dünyaya gelen nadir insanlardandır. O’nun bu millete nasip olması Allah’ın bir lütfudur. Buna çokça şükretmek ve O’nun izinden ayrılmamak lazım ve güzel olandır. Çünkü O ve arkadaşları, tıpkı Hz. Peygamber ve sahabeler gibi bir cihat vermiş ve küfür cephesini yenmişlerdir.
Kirlenmeye ve unutulmaya yüz tutmuş İslam’ın ve Türklüğün ayağa kaldırılması ve yeniden rayına oturtulmasını başaran Atatürk ve dava arkadaşlarının asıl başarısı “ya onlar olmasaydı” veya “ya onlar başaramasaydı” sorusuna verilecek cevaplarda anlaşılıcaktır.
Bu düşünülmesi dahi korkunç bir ihtimaldir ve şükür ki Allah’In rahmet ve merhameti Türk Ulusuyladır.
HALA AKLINIZDA ŞÜPHE VARSA DA ŞURAYI İYİ OKUYUN; Şayet Atatürk ve dava arkadaşlarının yapmaya çalıştıkları şeyler dine ve imana aykırı olsaydı, Atatürk ve arkadaşları dine düşman olsaydı … Allah onlara yardım eder, muzaffer kılar ve kalıcı eserler bırakmalarına müsaade eder miydi? Allah, onlara yardım etmeseydi yedi düvel düşmanla, içteki, hainlerle başa çıkabilirler miydi?
HAYIR! Demek ki Allah onlardan razıdır, Allah onlara yardım etmiştir, Allah onların muzaffer olmasını istemiştir.
O HALDE ATATÜRK VE DAVA ARKADAŞALRI İLE YAPTIKLARI imanidir, Kur’anidir ve İslam’a tamamen uygundur. Bu da demektir ki Atatürk’e karşı olanlar dini akide ve inançlarını yeniden gözden geçirip, bir an önce tevbe etmelidir.
Bu yazı Atatürkçülüğün dini yönden analizi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ardahan’ın Damal ilçesindeki Karadağ sırtlarında ‘doğal mucize’ olarak nitelendirilen ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün silueti, bu yıl erken görülmeye başlandı.
Her yıl 15 Haziran- 15 Temmuz tarihleri arasında ortaya çıkan doğal Atatürk silüeti, bu sene 25 gün önce görülmeye başlandı. Siluet havanın güneşli olması durumunda her gün 17.55- 18.10 saatleri arasında Ata Mahallesi’nden izlenebiliyor. Fotoğraf sanatçıları, Atatürk sulietini görüntülemek için ilçeye akın etti.
Ata Mahallesi’nde oturan gençler, her gün Atatürk’ün silüetini izlediklerini ifade ederek, vatandaşları da ilçeye davet etti. Atatürk silüetini görmek için yerli ve yabancı çok sayıda turistin ilçeyi ziyaret ettiğini belirten gençler, bu doğal mucizenin ilçe için bir bağış olduğunu kaydetti.
SİLÜET NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Atatürk silüeti ilk olarak 1954’te Yukarı Gündeş köyünde çobanlık yapan Adıgüzel Kırmızıgül tarafından fark edildi. Silüetin, 1975 yılında gazeteci Erdoğan Kumru tarafından çekilen fotoğrafları Genelkurmay Başkanlığı’na gönderildi. Bu nedenle 23 yıldan bu yana Damal ilçesinde temmuz ayında ‘Atatürk’ün İzinde ve Gölgesinde Damal Şenlikleri’ düzenleniyor.
Kaynak Yeniçağ: Atatürk’ün silueti bu yıl erken görüldü
Bu yazı Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı ONUNCU ADAM ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Onuncu adam kural veya felsefesi, çoğumuza yabancı ve tuhaf gelecek şekilde, 2013 yılında bir filmde (Dünya Savaşı Z) telaffuz edilen bir kural veya uygulamadır ve özü; olup bitenler hakkında herkes tam ikna olmuş vaziyette, aynı fikirde olsa bile içlerinden seçilmiş bir kişinin (onuncu adamın) tam aksi istikamette ispata çalışması ve sakınca-hata-hile araması demektir.
Bu felsefe hayatın özellikle kamuya ait tüm alanlarına uygulanabilir ve bizlerce de faydalıdır. Sonucu değiştirecek güce sahip olsun veya olmasın onuncu adamın tüm gayreti ön kabullerden, ön yargılardan veya sunulandan, tüm algılardan sıyrılıp tarafsız olarak, yeni baştan, hatta art niyetle konuya tersten yaklaşması ve açık araması gayretidir.
Ülke gündeminde, bekaya dair meselelerde, siyasi manevralarda, terör sorunlarında, mali politikalarda, üretim, tarım ve sanayide bu kuralı işletmek olası tehdit ve tehlikeleri de görünür kılacak bir antitez çalışmasıdır.
Bilhassa askeri meselelerde bu onuncu adamın görevi düşman veya düşmanların, silahlı veya silahsız hamlelerini sanılanın ve görülenin aksine tespit edebilmek ve erken teşhis ile sorunları önceden bulup tedbir getirilmesini sağlamaktır.
Bu felsefe çoğu akla ters ve gereksiz gelecek olsa da işin en kötüsünü düşünmek, en masum ve haklı görünen meselede dahi bir bit yeniği aramak görülecektir ki çoğu zaman fayda sağlayacak ve oynanan oyunları ortaya çıkaracaktır.
Algılarla yönetilen dünyada sanal veriler ve sahte demeçlerle kandırılan sayısız insan/toplum vardır ile gerçek çoğu zaman farklıdır. Televizyon ve film sektörünün asli görevi insanları eğlendirmek değil, bu algıları zihinlere yerleştirmek, reklamlar ve dizilerle çocukları dahi kendi sistemlerine hazır birer asker yapmak, tüketim toplumları yaratmak, düşünmeyen, para harcayan, bencil ve sanal-bilgisayara bağlı bir gençlik üreterek yarınlarda kurmayı planladıkları yenidünya düzenine altyapı oluşturmaktır.
Sermaye piyasalarındaki dalgalanmalarda, siyasi demeçlerde, başa gelenlerde çoğunluğa ve genel kabule uymak kişilere mutluluk verir çünkü insanlar haklı olduklarını ve doğru tarafta yer aldıklarını sanırlar. Oysa çoğunluk her zaman asla doğru taraf demek değildir. Doğru taraf haklı ve düzgün olan, adil ve güzel olandır.
Algılarla ilgili insanların çoğu umursamaz halde olsa da, bazı akıl sahiplerinin temel kabulleri yıkmak adına işin perde arkasını görmek arzusu ve kabiliyeti sayesinde, insanlık bugünlere daha emin vaziyette gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bunların belki de en yücesidir.
Tüm halkın, meclisin, saray ve halifenin razı olduğu, başkaca yol bulamadığı, korkuyla titrediği bir anda, zulme başkaldıran ve açıkça görünmeyen kurtuluş ışığını “Ya istiklal ya ölüm” parolasında bulabilen Mustafa Kemal Atatürk, tüm yargı ve kabullerin ötesine geçip umut ışığını yakalayandır.
O, kuvvetli önsezisi ile, söz ve hareketlerdeki derin manayı sezişiyle, manevra ve hamlelerin gerçek maksadını tespit edebilme kabiliyeti ile hayatında büyük çaplı ve kalıcı hata yapmamış tek liderdir.
Aynı mantıkla Türk gençliği bugün tüm meselelerine onuncu adam gözüyle bakabilmeli, gözlük, elek ve kalkan modeliyle yarınlara daha emin uzanabilmelidir.
Gözlük ile kast edilen, satır aralarını okuyabilme, perde arkasını görebilme, olayların birbiri ile bağlantısını sezebilme, gerçek maksadı ortaya çıkarabilme kabiliyetidir ki gazeteleri okurken, televizyon izlerken bu göz hep açık olmalı, bakmamalı, görmelidir.
Elek, yaratılmak istenen algıları tespit eden gözlüğün yardımıyla, zararlı algıları beyne ve kalbe sokmamak için elemeye yarayan araçtır ki faydasız, taraflı, yanlış, zararlı algıları daha en baştan reddetmek ve çuvala doldurmamak lazım gelendir.
Kalkan, tüm çabalara rağmen dinmeyecek algı yağmurlarından korunmak için bizleri koruyacak bilgi ve beceriye sahip olmak yetisidir ki bilgiden, akıldan yoksun insan ve toplumlar kalkansız kalacak, oklar vücutlarına acımasızca saplanacaktır.
İşte Türk gençliği, gözlük, elek ve kalkanıyla, onuncu adam mantığıyla kanmamak, aldanmamak, fark etmek ve tedbir almak mecburiyetindedir.
Çoğunluk ne derse desin, ekranlarda neler anlatılırsa anlatılsın, kitaplarda dahi ne yazarsa yazsın, en güvenilir insanlar neyi işaret ederse etsin gerçek tektir, yanlış çoktur. Bu dinde de böyledir, sosyal hayatta da.
Akıl ve bilgiye dost Türk gençliği önce okuyarak, öğrenerek ve aklına ekleyerek, sonra bunları hayata tatbik ederek, bit yeniği arayarak, aldanmayarak, kanmayarak, delil ve ispat arayarak, söze değil harekete bakarak gerçeği aramak ve çıkar yol bulmak zorundadır.
Siyonizm denen bela, algı yaratmakta, sanal saldırılarda, kendisini komplo teorileri sıralamasında en altta göstermekte, tembelliği özendirmekte, bilgiyi uzaklaştırmakta, hatta sahte bilgi üretmekte, sayısız belalar açarken kendisini masum göstermekte, sözle gönül alırken, amel ve eylemle ihanetlerin en yücelerini işlemekte, maske ile dolaşmakta hünerlidir.
Sömürgeci, yayılmacı, demokrasi karşıtı, terör destekli, din odaklı zararlı tüm faaliyetlerin ortak kaygısı GERÇEĞİ kendi lehlerine değiştirmektir. İşte gençliğin vazifesi bu yalın haldeki, el değmemiş gerçeği bulabilmek, değişmişse ilk halini yakalayabilmektir.
Onuncu adam mantığı ile devletlerin bekası temin edilebileceği gibi, kişilerin de huzur ve mutluluğu teminat altına alınabilir. Çünkü saf ve iknaya hazır vaziyette her görülene aldananların ortak adı “aptal”dır. Akıl sahipleri ise hemen alıp kabul etmeyen, sorgulayan ve delile dayandıranlardır.
Mustafa Kemal Atatürk, neredeyse tüm halkın ve yöneticilerin ikna olduğu bir ortamda, yanlışı gören, isabetli ve cesur öngörü sahibi dünya lideri olabilmişse bu vatan ve dinden aldığı iman kadar aynı zamanda sorgulayan beyne sahip olmasındandır ve O bu yüzden gençliğe okumayı, aklı, bilimi emretmiş, rehber olarak işaret etmiştir.
Bu yüzden O, gençliğe hitabesinde özet olarak yaşanan ve muhtemel yaşanacakları işaret etmiş, yüz yıl öncesinden yarınları görebilmiştir.
Hayatında hiç aldanmamış, kanmamış olması Atatürk’ün dehasına ispat, aynı zamanda Cumhuriyet gençliğine de örnektir.
Bu sayılanlar terk edilirse kişi ve toplumlar çokça mutlu olur ama içinde bulunduğu su yavaş yavaş ısıtılan kurbağa misali farkına varmadan kaynama noktasına gelir ve ölürler. Çünkü su aniden ısıtılırsa fark edilir ve kurbağa kaçar.
Bu yüzden acele etmeden, yüz yıllık ihanet yemini ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuyusunu kazmak isteyenler, yarattıkları algılarla, sıkıştırmalar, tehditler, oynamalar, kandırmacalar ve hileler ile suyu yavaş ısıtmakta, bilinçsiz, tüketime dayalı, sorumsuz, bilgiden uzak, tembel gençlik yaratmak, halkı yemek, yatak, lüks, israf ve eğlence denizine sokup düşünemez hale getirmek suretiyle Cumhuriyeti yavaş yavaş yok etmek istemektedir.
Akılların hemen yok artık dediğini duyar gibiyiz.
Çok basit olarak kırk yıl önceki yaşadığınız ortamı düşünün. Yediğiniz şeylerden, para ile satın aldıklarınızın listesine kadar düşünün. Kedileri öldürmek büyük günah ve köpekler şeytan (avludan içeri sokulmaz) iken bugün sizlere algılarla kabul ettirilenlere bir bakın. Kediler nankör ve köpekler en sadık dost olduysa… bu nasıl oldu? Hz. Peygamber Mekke’de bir tek köpek tutmaz ve dağların ardına sürdürürken, nasıl oldu da Müslüman olan bir toplumun evleri, arabaları köpeklerle doldu?
Halk nasıl oldu da üretimi terk edip tüketime odaklandı?
Nasıl oldu da Ulu önder ATATÜRK, aldanmamış, hata yapmamış, devasa başarılar elde etmiş, bu günleri temin etmiş, dine soluk aldırmış, vatanı selamete çıkarmış iken … sorgulanır oldu?
Türklük nasıl oldu da medeniyet beşiği ve ilim-irfan ordusuyken … barbarlar sürüsü yapılıverdi?
Aile ilişkileri, ana babalar, ana-baba kutsallığı nasıl oldu da 18 yaş ile terk edilmesi gereken geri kafalılar yapılıverdi?
Üç kuruş maaş için çalışanlar nasıl oldu da pahalı arabalar ile borçlanır oldu?
Mahalle kızlarına saldırmayı bırakın, yan bakan yabancılar sopalarla dövülürken nasıl oldu da beş yaşındaki kızlara tacizciler sokaklarda cirit atar hale geldi?
Nasıl oldu da yalancı, aldatıcı, münafıklar toplumda adam yerine konmazken, hırsızlara kiralık ev dahi verilmezken şimdilerde hırsızlar beyefendi oluverdi?
Adalet nasıl oldu da baş tacı iken bir kız isminden ibaret oldu?
Cumhuriyet Türkiyesi’nin en kilit kelimesi “NAMUS” iken nasıl oldu da namus ötelendi, örselendi?
Görüldüğü gibi bunları bir kez düşünürseniz oynanan oyunu da fark edersiniz ki az sayıda aydın bunları izah için kendisini paralarken, maalesef toplumun çoğu hala uyumaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk öylesine huzurlu ve refah bir ortam sağlamıştır ki halk hala uyumaktadır.
Atatürk öylesine güçlü bir üretim modeli yaratmıştır ki ülke serveti tüm müdahalelere rağmen hala bitmemiştir.
Cumhuriyet öylesine güçlüdür ki tüm çabalara rağmen hala ayaktadır.
Lakin…. bu umursamazlık ve sorgulamamak belası devam edecek olursa kaçınılmaz son pek de uzak değildir.
İşte tam da bu yüzden gençlik, yarınların teminatı olarak Atatürk olmak, Atatürk gibi düşünmek zorundadır. Herkes onuncu adam mantığıyla, elekle, kalkanla, gözlükle meselelere yaklaşıp aldanmamak mecburiyetindedir.
Çalışmak, aklı rehber etmek, delil ve ispat aramak, sorunlara algılar istikametinde değil sağduyu ve bilgi ile yaklaşmak doğru olandır.
Ulu Önder Atatürk’ün mirası maddi serveti veya eserleri değil, aslen manevi mirasıdır. Bu manevi miras, O’nun fikirlerini anlamak ve takip – tatbik etmektir.
Yoksa bu gaflet uykusu devam ettiği müddetçe, kişilerin huzur ve mutluluğu da, ülkenin bekası da, İslam’ın geleceği de, Türklüğün değerleri de yakın zaman sonra yitirilmeye mahkûmdur. O zaman hürriyet ve istiklalini kaybetmiş toplumların başına gelenler gibi ülkenin kaderi de esaret ve yokluk olacak, en yüce değerler ayaklar altına alınacaktır.
O halde zaman Atatürk gibi düşünmek, Atatürk olmak, Atatürk’ü sadece izlemek değil, Atatürk ile aynı safta cehalet ve gaflete karşı azimle savaşmak zamanıdır.
Sayısız zararlı ve pis kokulu hamle, oyun, tezgah, hile, saldırı, tuzak arasında en gerçek yol gösterici akıl ve bilim, en yüce örnek Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet, manevi rehber Yüce Kur’an, en gerçek ses kalplerin, vicdanların sesidir.
Bu yazı ONUNCU ADAM ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Tam yüz yıl önce 16 Mayıs günü hava nasıldı, rüzgârlı mıydı veya bulutlar ne renkti bilemiyoruz. 1919’un o işgal kokan karanlık günlerinde güneş utancından bulutların ardına saklanıyordu herhalde, rüzgâr ise muhtemelen o puslu havayı dağıtamamak korkusuyla esmiyordu.
…
Oysa o gün bir Mustafa Kemal vardı, güneşten, rüzgardan, bulutlardan da cesur, bir Mustafa Kemal vardı güneşli günleri yakın gören. ‘Geldikleri gibi giderler’ diyen Mustafa Kemal.
Bir bandırma vapuru vardı, kırık dökük. Anasıyla, bacısıyla helalleşmiş, anasının kefen parasını millet uğruna harcamaktan çekinmeyen Mustafa’yı, dava ve silah arkadaşlarını yaşlı bedeni, bozuk pusulası ile umut seferine çıkaracak.
Karadeniz vardı sevinçle, dalgalarıyla bandırmayı okşayan. Adeta yol açar gibiydi umuda.
Samsun, bekliyordu. Umudu, güneşi, Anadolu’ya ışık olma şerefini taşıyacak olmanın haklı gururuyla.
Sabırsızdı kaptan, tam yol gidiyordu Bandırma, gerilmiş ok gibi hazırdı Milli Heyet sahile adım atmaya, bekliyordu Samsun o ilk adımı, heyecanla, umutla bekliyordu Anadolu İstanbul’dan yola çıkan, karanlık bulutları dağıtacak özgürlük yellerini.
Sahildeydi halk, bayraklarla, davullarla, yaşlısından gencine, çoluğundan çocuğuna.
Nihayet vardı Bandırma sahile. Bismillah demir attı yorgun bedeniyle. Umut yolcularının devasa ağırlığıyla bitkindi ama mutluydu kutsal vazifesini yerine getirmenin şanlı onuruyla.
Mustafa vardı gemide, daha inmeden sahile baktı o Karadeniz dağlarına, gördü dağların ardındaki özlemleri. Denize baktı sonra şükranla. Aklından neler neler geçiyordu kim bilir? Korku yoktu, üşenmek, vazgeçmek yoktu aklında ama kolay da değildi.
O ilk adımı atmak için gelmişti ama o ilk adımı atmalı mıydı?
Filistin’de gördüğü kahramanlıklara, İstanbul’da demirden dev gövdeleriyle sükse yapan düşman zırhlılarının heybetine, Çanakkale’de şahit olduğu maneviyata, yol arkadaşlarının gözlerindeki suallere, sahilde bekleyenlerin akıllarındaki sorulara, kalplerdeki endişelere rağmen o ilk adımı atmalı mıydı?
Dökülecek binlerce gencin kanına, uzun savaş yıllarına, açlık ve yorgunluğa değer miydi o ilk adım?
Değerdi!
Baktı arkadaşlarının gözlerine sevinçle parlıyordu her biri. Baktı sahildekilerin alkışlardan kabarmış ellerine gözleri yeşermişti. Baktı bandırma Kaptanına haydi diyordu gururla, inin sahile. Baktı bulutlara dağılmaktaydılar.
O ilk adımı attı.
Çınladı tüm İstanbul, sarsıldı Anadolu toprakları, tüm Anadolu’da yüreklere inanç yelleri değdi.
O ilk adımla yeniden yazıldı Türk’ün tarihi.
O ilk adımla değişti Türk’ün makûs mukadderatı.
O ilk adımla yeniden Türk vatanı olabildi Anadolu.
O ilk adımla bir kez daha şahlandı Allah’ın orduları.
O ilk adımla ağlamayı kesti bebekler.
O ilk adımla parladı süngü uçları.
O ilk adımla yarınların kaderi çizildi.
O ilk adımla gönlüne su serpildi anaların.
O ilk adımla toprağına buğday tohumu atan çiftçi amcanın gözbebeklerinde bir umut yeşerdi.
O ilk adımla karanlıklara mahkûm kız çocukları yeniden doğdu.
O ilk adımla karınları deşilen namuslu Türk kadınlarının kanı yerde kalmadı.
O ilk adımla yanan yakılan evlerden yeniden umut dumanları yükseldi.
O ilk adımla beyinlere, kalplere, ayaklara vurulan prangalar sökülüp atıldı.
O ilk adımla İslam’a vurulan batıl darbeler silinip atıldı.
O ilk adımla bilime düşman edilmiş akıllar bilimle kucaklaştı.
O ilk adımla korku bulutları dağıldı, utanç kaleleri yıkıldı.
O ilk adımla üzerlerdeki ölü toprakları silkelendi.
O ilk adımla esaretten hürriyete yürüyüş başladı.
O ilk adımla “Dev” uyandı.
…
O ilk adımla yüzyıl kaybetti sömürgeci, işgalci karanlık zihniyetler.
O ilk adımla sarayın ihanet kokulu gafletleri suya gömüldü.
O ilk adımla can suları kesildi kara cehaletlerin.
O ilk adımla menfaat odaklarının çıkarlarına tökezler konuldu.
O ilk adımla işbirlikçi hainlerin gırtlakları düğümlendi korkudan.
O ilk adımla korktu işgal güçlerinin kumandanları.
O ilk adımla bir telaş kapladı yandaş basını.
O ilk adımla imparatorluğu çöktü yobaz zihniyetin.
O ilk adımla sömürünün, yayılmanın meyvelerinden mahrum kaldı işgalci şeytanlar.
O ilk adımla … Türk’ü yok etmeye yeminlilerin planları bozuldu.
O ilk adımla yeniden başladı cihan harbi.
O ilk adımla geri dönmeye mecbur bırakılan işgalcilerin valizleri toplanmaya başladı.
…
O ilk adım korkusuz, kahraman, vatansever, deha, lider, önder, komutan, devlet adamı, başöğretmen Mustafa kemal Atatürk’ün öngörülü, milletine ve Allah’a güvenen, kararlı fikriyatının, özgürlük emelinin, vatan sevgisinin, esaret bilmeyişinin, güneş gibi doğuşunun ilk adımıydı.
O gün, orada, o anda başlayan Türk destanı sayesinde şahlandı Anadolu, o sayede yeşerdi umutlar, o sayede vatan kurtuldu, o sayede Cumhuriyet meşalesi yurdu baştan sona dolaşabildi.
O ilk adımla değişen dünya tarihine Türklük bir kez daha altın harflerle yazıldı.
O ilk adımla atıldı yüz yıl sonra yaşanacak kutlamaların tören programları.
…
Vatanın kurtuluş ve yüceltilmesinde, esaretlerin bitirilip hürriyetlerle kucaklaşmada, vatanın selameti ve esenliğinde, namus ve şereflerin kurtarılmasında, zulümlerin bitirilip sevginin kazanmasında, haklının galip getirilip haksızlığın yenilmesinde, aydınlıkların yaşanmasında, sevinç çığlıklarında, var olmanın temininde, hür ve bağımsız yaşamın elde edilmesinde, çağdaş ve modern yaşama hakkında, geleceğe güvenle bakmakta o ilk adım ilk kurşundu.
O gün o ilk adımı atan başta Mustafa Kemal Atatürk’e ve dava arkadaşlarına, İstiklal ve Cumhuriyet uğruna can ve mallarıyla, yıllar boyu yokluklar içinde fedakârca mücadele eden kahraman Türk Milletine, asil Türk ordusuna, inançlı halka, işgale ve zulme sessiz kalmayanlara, ya istiklal ya ölüm diyebilenlere … bu millet ebediyyen minnet borçludur.
O ilk adımla başlayan Türk destanını yazanlara selam olsun.
O ilk adımla Türklüğü yeniden hatırlatanlara şükranlar olsun.
O ilk adımla bizlere bugünleri armağan edenlerden Allah razı olsun.
O ilk adımı atan Mustafa Kemal Atatürk’e bu vatanın tüm hakları “HELAL” olsun.
Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Dillere dolanmış, sloganlaştırılmış bu üç kelime basitçe modern demokratik cumhuriyet rejimlerinin hukuk devleti olmasının ve vatandaş hak ve hürriyetlerine saygılı olunmanın ve özellikle adaleti tesis ve idame ettirme kararlılığının adıdır ki, bunun açılımı; kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı ve devlet-vatandaş ilişkilerinde partizanlıktan uzak, bilimsel yaklaşım ile laikliğin esas alınması, karşılıklı hak, görev, yetki ve sorumlulukların yerine getirilmesi, yerine getirmeyenlerden hesap sorulmasıdır.
Daha basit ve kısa söylersek bu üç kelime ile kast edilen; hakların korunması, görev ve yetkilerin anayasa ile belirlenmesi, adaletin kesinlikle sağlanması ve aksamaya sebep unsurların düzeltilmesi ve aksatan kişilerin cezalandırılması suretiyle devletin beka ve idamesinin çağdaş olarak sağlanmasıdır.
Detaya inildiğinde ise HAK kelimesinden; kişi ve toplumun, fert ve kamunun karşılıklı olarak sahip olduğu kabiliyet, hürriyet ve irade serbestliği anlaşılır ki herkesin hakkı bir diğer hakkın başladığı yere kadardır. Kamunun hakları ise fert haklarının genel toplamı olmak yanında bir de statü gereği sahip olduğu kurumsal haklardır. Hak, haklı olmak, hakkaniyet anlamlarında kullanılan bu kelime, en temel ve insani değerler olan yaşamak ve ifade hürriyetinden başlamak üzere, sağlık hizmeti alma, eğitim görme, ticarete atılabilme gibi sayısız hakkı içerir. Hatta bu hak kelimesi kişinin istediği dine mensup olma hatta dini toptan inkâr yetisini dahi ifade eder. Burada tek nüans hakların kullanımında başkaca haklara tecavüz etmemek ve yasalara karşı gelmemektir.
Yasalar denilince de karşımıza hukuk çıkar ki hukuk yasaların toplamı ile tesis edilen yasalaştırma, yasaları uygulama ve yargılama sisteminin genel adıdır. Hukuk çatısı altında yazılı ve sözlü hukuk kuralları olduğu gibi bu işi hukuk adına yapanların da tamamı yer alır. Hukuk, öz itibarıyla mevcut ve kabul edilmiş haklara saygılı ve uygun olmak mecburiyetindedir, hakkı sahiplerine iade ettirmeyi hedeflemelidir, haksızlıklara mani olmalıdır ve hakkaniyeti kesin kez sağlamalıdır ki bu hakkaniyetin adı adalettir.
Adalet bir kadın ismi değil, hak ve hürriyetlere sadık kalarak tesis edilmiş, kurumsal, modern ve eşitlikçi hukuk sistemi ile adil kanunlaştırma veya yargılama ile temin edilen hakkaniyetin adıdır. Yani haklardan doğan ve hakları gözeten hukuk, modern ve laik yapısıyla öyle adil bir düzen ve sistem yaratmalıdır ve hukuksal sonuçları öylesine kabul edilir ve vicdanları rahatlatır olmalıdır ki sonuçlar berrak, saf ve tartışmasız olsun. İşte adalet çoğunluğun memnuniyetini temin eden, haklar çatıştığında dahi orta yolu bulan, bekayı temin eden hukukun tarafsız meyvesinin adıdır.
Anlaşıldığı üzere hak, hukuk ve adalet üçlemesi modern ve çağdaş devletlerin vazgeçilmezi, aynı zamanda dinlerin tamamının emridir. Bilhassa İslam dininde Yüce Allah haklara koşulsuz riayeti, bağımsız ve tarafsız yargılamayı, kesin kez sağlanması gereken adaleti emretmekle ve hatta Peygamberini mealen adaleti temin etmek ve yerleştirmek için seçtiğini buyurarak konunun önemine vurgu yapmaktadır.
Konu bu kadar hassas ve mühimdir, sistemi tesis ve idameden sorumlu olanların görev ve mesuliyetleri bu denli büyüktür.
Atatürk ilke ve inkılaplarının gayesi; modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuvvetler ayrılığı prensibiyle çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak, bu yapılırken fert ve devlet dengesi kurarak, karşılıklı hak ve hürriyetleri belirlemek, toplumsal huzur ve kardeşliği tesis ederken devletin bekasını gözetmek, yasaları tartışılmaz, sabit, anlaşılır ve eşitlikçi hale getirmek, anlaşmazlıkları yine sulh yoluyla çözmek ilkesine sadık kalmaktır.
Hakları elinden alınmış, hukuk diye dini hurafelere mahkûm edilmiş, adaletten uzak köhne saltanat ve hilafet sisteminin kadı sistemi ile bu refahın yakalanamayacağını bilen kurucularca, yeni Türkiye Cumhuriyeti çağdaş yasalara ve bilimsel kabullere dayalı tesis edilmiş, sayısız ülkenin yasaları ve medeni kanunları incelenerek ortaya milli bir yasal irade çıkartılmıştır.
Zamanın darlığına, teknolojisine, siyasi gelişmelerine, ekonomik imkânlarına, yaşanan savaş yıllarına ve isyan ve ayaklanmaların huzuru zorlayan şartlarına rağmen Atatürk ve dava arkadaşları yapılabilecek en uygun ve milli anayasayı hazırlayarak milletin irade ve onayına sunmuştur.
Öyle ki aslen bu ilk anayasa tüm zorluk ve aksamalara rağmen bazı değişikliklere uğradıysa da bu zamana kadar gelebilmiş yani yüz yıl kadar ömürlü olmuştur. İnşallah ilelebet de daim olacaktır.
Lakin değiştirilen, sözde modernleştirilen, insan haklarına daha uygun hale getirilen, siyasi ve diplomatik gereklerle çerçevesi değiştirilen mevcut anayasal sistemde ve uygulanırlığında, kuruluş yıllarındaki tarafsız ve adil azimden uzaklaşıldığını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Sözde esnekleştirilen hukuk sistemi, tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetmekle kalmamış, uygulama olarak da eşitlikten her geçen gün daha da uzaklaşmış, keyfiyet kazanmıştır.
Bu sistemin meyvesi durumundaki adalet dinin en temel öğelerindendir ve konuyu dini pencereden incelemek isteyen okurlar buradan bilgi edinebilirler.
Toplumsal huzur ve barışı teminde etkin rol oynayan adaletin tesis edilememesi veya tam olmaması, ülkelerin ekonomiden sanata, tarımdan sanayiye, spordan dış politikasına kadar her alanda menfi etki yaratacak ve vatandaş kardeşliğini bozacak kadar vahim bir noksanlıktır ki ülkemizde ve tüm İslam âleminde halen yaşananlar buna delildir.
Disiplinler zorla tesis edilse de yüceltilmeleri sevgiyledir. Şayet diretme ve dayatmalar hukukun her anına ve alanına yayılıyorsa, bazı kesimler kayrılıyor, adaletten sapılıyorsa, keyfilik hâkimse, eşitlik ve tarafsızlık temin edilemiyorsa, maksatlı olarak imtiyazlar bazı kesimler lehine kullanılıyor ve takdir hakları hep aynı kesim lehine kullanılıyorsa o ülke veya coğrafyada adaletten söz edilemez, hukuk ve haktan bahsolunamaz.
Adalet ve hukuka güven sarsılınca da motivasyon düşer, ilişkiler şüphe gölgesi altında kalır, kardeşlik duyguları zayıflar, bir kesimin diğerine hırsı artar, husumetler yükselir ve Allah korusun herkes kendi adaletini sağlama cihetine gider.
Suçların cezasız kaldığı, suçluların ortalıkta serbestçe dolaştığı, kamu ve kişilere musallat olan tacizcilerin cezalandırılamadığı, yasaların adalete değil bazı kesimlerin menfaati istikametinde çıkarıldığı bir ortamda ise adaletsizlik, toplumu saran bir mikrop gibi tüm işlevsel fonksiyonları hasta eder, kanser eder.
Atatürk Türkiyesi’nin en mühim kelimelerinden olan “namus”, adaletin tesis etmekle mükellef olduğu hür ve adil düzenin, şerefli ve haysiyetli vatandaşlarının adıdır. Bu kelime, kişisel ve toplumsal ahlakın tek kelimelik halidir ve adaletin sağlamayı hedef aldığı örnek insan tipini işaret eder. Yani adaletsizlik aynı zamanda namussuzluktur.
İtirazlar, karşı çıkmalar olsa da tüm bunlar adil ve herkesçe aynı şekilde uygulanabilir olduğu müddetçe sıkıntı yoktur, olsa da kısa sürede toplumsal uzlaşma ile çözülebilir. Lakin yasalar herkese aynı uygulanmıyorsa adalet olmadığı gibi toplumsal uzlaşma da mümkün değildir. Bu uzlaşma olmadan da refah ve huzur arayışları çözümsüz kalmaya mecburdur.
Zorla tesis edilen haklar yasalaştırılabilir ve hatta meşruluk kazandırılabilir ama bu meşruluk tartışılırdır ve dinen caiz olması da şüphelidir. Yine meşruluk ve caizlik mukayesesine dini pencereden bakmak isteyen okurlar buraya göz atabilir.
Hak ve hürriyet arayışları en temel haklardandır. Lakin herkese aynı ölçüde kullandırıldığı ve sonuçlarının da aynı istikamette sonuçlandırıldığı takdirde. Yol veya şekil itibarıyla farklı olan uygulamalar, kelime oyunlarıyla süslense de kamu vicdanı, gerçeği ve tam adaleti görmek ister ki tüm adalet aynı zamanda mutlak adalete hizmet etmekle mükelleftir. Mutlak adalet ise hakların sahiplerine iade edildiği, dinen de makul olan adalettir. Yani kişisel yorumlardan uzak, tarafsız ve objektif adalet, mevcut yasalar yürürlükte olduğu sürece her zaman ve herkese eşit uygulanandır.
Yasaların yorumları hukuk içinde kaldığı müddetçe ve müteakip kararlarda bunlara sadık kalınıp aynı tepkiler verildikçe muteberdir. Sonuçta adalet haklıların gücüdür, güçlülerin hakkı değildir. Bu anlamda, lehte veya aleyhte olsun hukuki meselelerde varsa yasalara yoksa içtihatlara müracatlar hep aynı esas ve çerçevede yapılmalı ve aynı sonuçlar alınmalıdır ki halkın hukuka güveni temin edilebilsin.
Yöneticilerin en büyük veballerinden olan bu hususta Cumhuriyet kurucuları yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini birbirinden ayırarak kayırma ve eşitsizlik tehlikelerinin en baştan önünü kesmiş ve alınabilecek tedbirleri en baştan almıştır. Lakin zaman içinde bu güven sarsılmış ve yakın zaman uygulamaları ile güven sarsılmıştır.
Devletler gibi tüm kurumlar ve kişilerde hak, hukuk ve adalet anlamında aynı kaidelere uygun davranmak zorundadır ki herkes bir şekilde bir sistem veya kümenin yöneticisi durumundadır. Mahiyetlerin veya akraba yahut ailenin içinde adalet tesis edilemiyorsa o aile, akrabalık veya şirket batmaya mahkûmdur, dağılmak zorunda kalacaktır. Hak geçirmemek, hakkaniyetli olmak diye adı konan haklara riayet konusu bu nedenle adaletin tesisinde büyük rol oynar ve bu adaleti sağlayabilen yönetici kadro daha uzun ömürlü olur. Aksi halde ise adaletsizliğe tahammülsüzlük o toplumu o denli rahatsız eder ki bir zaman sonra en fanatikler dahi bundan rahatsız olur.
Adalet herkese ve her zaman lazımdır. Bugün yaptığı haksızlıktan menfaat elde edenler bir zaman sonra o haksızlığa kendisi uğrayacak, adaletsizlik yapanlar bir zaman sonra adalet arayışına girecektir. Oysa olması gereken adil bir sistem tesis ederek, bunu haklara saygı çerçevesinde işletmek ve refaha hizmet eder hale getirmektir.
Herkesi memnun etmek veya her hakkı müdafa etmek her zaman mümkün değildir, hatta bazı hakların tesisi için bazı hakların gaspı bile söz konusudur. Buna örnek kamu hakları ile kişi haklarının çatıştığı durumdur ki kamu hakları her daim önde olmalıdır. Yine iki kişi arasında doğan hak çatışmasında arayı adil olarak bulmak ve hak kaybına uğrayanı küstürmeyecek tedbirler almak adalet dağıtıcıların bir diğer görevi olmalıdır.
Oldubitti ile tesis ve idame edilemeyecek büyük bir kıymet olan adalet, terk olunur veya terazisi bozulursa hakkaniyet zarar görür ve unutulmamalıdır ki adaletin simgesi tanrıçanın elinde terazi varken gözleri bağlıdır. Bu kimseden korkmadan ve baskı altında kalmadan adil karar verileceğine olan yemindir. Bu adalet dağıtıcıların unutmaması gereken bir husustur, gözler önündedir. Korku ve baskı ile adalete zarar verenlerin ise hukuk ile zaten alakaları yoktur, olamaz da.
Hukuk, şerefle ve onurla korunması gereken bir manevi değerdir, mesuliyettir. Hukukun üstünlüğü temel ilkedir ve bu husus sosyal hayattan, demokrasiye kadar pek çok alanda itibar sebebidir, çağdaşlaşma ölçüsüdür.
İşi siyaset olanların yasa üretme sürecinde adaleti baz ve vazgeçilmez kabul ederek, sistemi ve devlet düzenini koruyucu tedbirler alması başlıca vazifesidir. Yoksa yasama görevi belli kesimlerin meşru olmayan hallerinin meşru hale getirilmesi gayreti demek değildir.
Adaletin savunulması dinen Allah adınadır ve adaletin dimdik ayakta tutulması farzdır. Ana baba, kardeşler hatta kendi aleyhimize dahi olsa Yüce Allah’ın emri adaleti dimdik ayakta tutmaktır. Bunun ötesinde adaleti temin ve yasaları egemen kılmak anayasal bir görevdir. Yani adaletsizliğe sebep olanlar hem dini hem de ceza hukuku açısından suçludur.
Tüm kurum ve kuruluşlar, tüm organ ve kuvvetler anaysa ile çerçevesi çizilmiş hukuka uymak mecburiyetindedir. Bunun istisnası yoktur ve uymayanlara öngörülen cezaların tatbiki de yine yargılama mensuplarına görev olarak verilmiştir.
Hukuk kavramsal olarak, iş hukuku, borçlar hukuku, İslam hukuku, medeni hukuk, devletler hukuku gibi bölümlere ayrılmışsa da ana esasları aynıdır ve hedefi adaleti temindir. Adaleti temin edemeyen hukuk yasal ve meşru değildir, tanzime muhtaçtır.
Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen, sorgulayan, takip edip hesap soran hukuk sistemi, görev ve sorumlulukları da belirlemek suretiyle bir ceza ve ödül sistemini de tesis etmiştir. Bu şu demektir ki hukuka uygun iş üretenler mükâfatlandırılacak, hukuka aykırı davrananlar cezalandırılacaktır. Adalet tüm bu ceza ve mükâfat bahislerinde de vazgeçilmez olarak aranması gereken ana unsurdur.
Sonuç olarak
Hak, hukuk ve adalet bir slogandan çok öte, devlet olmanın, kardeş olmanın, huzur ve refahın ortak adı ve idealidir. Tesis edilebildiği takdirde barış ve huzuru getiren adalet, hak ve hürriyetlerin özgürce kullanılabildiği, hukukun herkes için eşit uygulandığı ortamdan doğan uygun ve herkesçe kabul edilen tatlı meyvelerin adıdır.
Adaleti tesis ve temin edemeyen tüm hukuk, hak ve hürriyetler meşruluktan uzaktır, vicdanlara hitap edemez ve tanzime muhtaçtır. Çünkü adaletin varlığı, sadece yasalarla belirlenmiş mevzuat miktarınca değil, aynı zamanda vicdanlarda aldığı kabul oylarının nispetincedir.
Adalet tesis ve dağıtmakla mükellef olanlar önce Allah’a ve sonra devlete karşı yükümlüdür, adil olmak zorundadır, tarafsız ve korkusuz olmalıdır. Olamıyorsa o iş zaten ona göre değildir, o kişi o işe ehil ve layık değildir, ettiği yemine aykırı davranıyordur. Halbuki işin ehil ve liyakatli olana verilmesi de Allah emridir.
Adalet zulüm değil barış üretmeli, karmaşa değil huzur ve refah doğurmalıdır. Kabulü imkansız olan çözümleri dayatmakla, taraflı yorumlar ile gerçekleri saptırmakla tesis edilemeyecek adalet, faydadan çok zarar verir ve devletin temellerini dipten sarsar. Kamunun göreceği bu zarar ise fertlerin hayatına dek tesir ederek kardeşlik hislerini, mukaddesatı bozar ve kutuplaştırır. bu da yine Allah’In kardeş olun emirlerine aykırı bir durum teşkil eder ki adaletsizlikler her bakımdan dine de, modern yaşama da, akla da aykırı durumlar oluşturur.
İtibarsızlaştırılan tüm geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin ana sorunu hukuk sitemlerindeki yanlışlardır. Bunun telafisi ise toplumsal uzlaşma ve hürriyet alanlarının dokunulmazlığının sağlanması ile mümkündür.
Güçlüden ve zenginden yana olan bir hukuk sistemi yerine makul ve doğru olan tarafsız ve bağımsız bir sistemdir. Hatırlanmalıdır ki at semeri çalan sahabenin yargılanmasında Hz. Peygamber, dava edilen ve haksız yere suçlanan masum yahudiden yana olmuş ve ayetle övülmüştür. Nitekim daha sonra o sahabe münafıklaşmış, küfre dalmış bir başka hırsızlık yaparken gebermiştir. Tume bin Ubeyrık kıssasına buradan bakabilirsiniz.
Netice olarak diyoruz ki adalet herkese ve her zaman lazımdır, adaletsizliklerle kazanılanlar kaybedilmeye mahkûmdur, haksızlıklar elbet hesaba çekilir. Tüm hukuksal sistem ve kimseler adalet duygusu ile yaşamalı ve ölmelidir ki ADALET sadece bir anayasal bir mecburiyet değil aynı zamanda ve daha çok Allah EMRİDİR.
Adaletsizlik durumunda mazlumların ahı yerde kalmaz ve hesap bir gün mutlaka sorulur.
Adaletli olunması durumunda ise fertler mutlu ve huzurlu, devlet daim ve güçlü olur.
Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk Türkiye’sinin başarı ipuçları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Küresel dünya tarihinde hiçbir zaman Atatürk Türkiye’sinin yakaladığı başarıyı, mevcut şartlar ve imkansızlıklar düşünülecek olursa yakalayamamış, asla bu kadar kısa sürede çağ atlayamamış ve bunca büyük içi ölmek pahasına başaramamıştır.
Savaş yılları dahil yaklaşık yirmi yıl içinde Türkiye’nin kat ettiği mesafe Avrupa ve dünya yılı ile asırlara bedeldir ve bu baştan sona bir Türk ve Atatürk mucizesidir.
Bugün yaşanan sorunlar ise bu idrak ve inanç kaybedildiği, yok sayıldığı ve düşman gösterildiği içindir.
Tüm dünya ısınan ve savaş koklayan bir haldeyken, mazlum devletlerin ve hatta gelişmekte olan tüm devletlerin kurtuluşu durumundaki bu Atatürk mucizesi, duraklatıldığı yerden devam ettirilecek olursa zamanın tehdit ve risklerine karşı da koruyucu ve bekayı temin edici olmaya muktedirdir.
Evvela Atatürk Türkiye’sinin başarı sırlarına sırasıyla göz atalım ve sonra bu erdemelri bugüne nasıl uyarlayacağımızı tasavvur edelim.
1. İnanç ve azim
Kurtuluş savaşının ve devamında inkılapların itici gücü inanç ve azim yani başarma kararlılığıdır. İnanç; imandan ve vatan aşkından kaynaklanırken, azim esaret bilmemek, zulme direnmek, insanca yaşamaya duyulan özlemden kaynaklanmıştır. Tam bağımsızlık ve halk egemenliği ilkesine dayalı bu inanç ve istikrar ise başarıyı getirmiştir.
2. Birlik ve beraberlik, hoşgörü
Milli mücadelenin tüm safhalarında bir ve beraber olma hissiyatı egemendir ve başarılan tüm işlerde kadın, erkek, yaşlı, genç, doğulu, batılı vatandaşların, asker, sivil tüm yetkili ve yöneticilerin ortak irade ve gayreti vardır. Hoşgörü ise sınıf ayrımcılığını bitirmiş, karşılıklı sevgi bağlarını güçlendirmiş, milli beraberlik ruhunu kuvvetlendirmiştir.
3. Atatürk gerçeği
Kahramanlık, inanç, öngörü, basiret ve cesaret abidesi Yüce Atatürk, inancı körükleyen, cesaretlendiren, yol gösteren, Türklüğün ve İslam’ın öz niteliklerini hatırlatan, rehber olan bir dahi, lider ve devlet adamı, komutan ve öğretmendir. Cumhuriyeti altın tepside sunan atalarımızın başkomutanı Atatürk, ve O’nun ölümsüz ilkeleri, kabiliyet ve ufku ile Türk ve İslam camiasına da örnek olmuş muhteşem bir şahsiyettir, var olma felsefesidir.
4. Çalışmak ve üretmek
Cumhuriyet Türkiye’sini diğerlerinden ayıran en büyük etkenlerden birisi herkesin ortak ideal istikametinde yorulmak bilmeden çalışması, bu anlamda çıkarılan kanunlara harfiyen riayeti, gönüllü olarak yönelmesi, maddi ve manevi yardımları yapmaya gayret etmesidir. Demiryollarının inşasında, fabrika tesislerinde bu durum sıkça görülmüş, üretim esas alınarak tam bağımsızlık ilkesi ekonomiden sanayiye, tarımdan siyasete egemen kılınmıştır.
5. Eğitim ve öğretim
Tamamına yakını cahil olan halkın eğitimi yurt içi ve dışı imkanlarla yükseltilirken, doğru eğitici ve doğru bilgi tercihi yapılmış, faydasız, yalan bilgiler defedilerek mili ve doğru eğitim esas alınmış, eğiticiler toplumda saygın kılınırken, eğitim imkan ve ortamları artırılmış, askeri birliklerden sonra en çok okullardaki eğitim seviyeleri denetlenmiştir.
6. Akıl ve bilimi rehber edinmek
Çağlar boyu devam eden hilafet ve saltanatın yıktığı bilim duvarları, akılcı ve milli irade ile yeniden inşa edilmiş, karanlıklar aklı yeniden egemen kılmak suretiyle dağıtılmış, bilim hem alınarak hem üretilerek hayata egemen kılınmıştır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi bu anlayışın en güzel yansıması olarak hayata sokulmuş ve yasama-yürütme ve yargı birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıştır. Keza yine bu ilke gereği saltanat ve hilafet bir daha çıkarılmamak üzere toprağa gömülmüştür.
7. Tasarruf ve yatırım
Yok denecek kadar az kaynakların milli ve hayati istikametlere sevk edilmesi suretiyle lüks ve israf engellenmiş, tasarruflar yatırıma yönlendirilerek istihdam sağlanmış, bu sayede üretim ve gelir artırılırken aynı zamanda yeni yatırımlar için de kaynak elde edilmiştir. Bu çark sürekli tekrar edilerek Türkiye yokluklar ve fakirlikler içinde kıvranırken, başarılı politikalarla kendisine yeterli yedi ülkeden birisi haline gelmiştir.
8. Topyekun kalkınma ideali
Toplumun tüm kesimlerinin refah ve mutluluğunu esas alan Cumhuriyet rejimi ile vatanın her karış toprağının ve nüfusun tamamının kalkınması gaye edinilmiş, iltimas ve kişisel servetlerin önü kapatılmış, köylü ve şehirli, sanayici ve tarım işçisi aynı hak ve hürriyetlere sahip olmuş, gelir düzenli ve dengeli dağıtılmış, adalet tüm ekonomik işlemlerde mutlak surette tesis edilmiştir.
9. Din ve Laiklik
İnkılapların ruhunun manevi boyutunu temsil eden bu mesele de Cumhuriyet Türkiye’sinin gayesi; İslam’ı yaban otlarından temizleyerek anlaşılır hale getirmek, vicdanları hür bırakarak, devleti dini değil bilimsel kaidelerle yönetmek, azınlık inançları dahil herkesin inançlarına saygılı olmak, dinin hür ve serbest icrasına imkan sağlayacak hizmetleri yurt geneline yaymak olmuştur. Kur’an’ın anlaşılır hale getirilmesi ve dinin sadece alimlerce değil tüm halk tarafından anlaşılır ve bilinir hale getirilmesi sayesinde yobazlıklar ve münafıklıklar engellenirken, küfür cephesinden gelen saldırılara karşı da sağlam kaleler oluşturulmuştur.
10. Örf ve kültürün muhafazası
Medeniyet ve kurtuluş yolunda bilim ithali yapılırken milli örf ve kültürün muhafazasına azami önem verilerek milli gücün asıl dayanağı muhafaza edilmiş, yozlaşma yaşanmadan da aydınlanmanın sağlanabileceği, laik yönetimlerle dinin daha güzel yaşanacağı, Cumhuriyet ile Türklük bilincinin aynı hakkaniyet noktasında buluştuğu tüm cihana gösterilmiştir.
11. Yaşayan inkılaplar, ilkeler
Başarılan zaferlerin, yapılan inkılapların, yaratılan sistematik ilkelerin tamamı yasalarla korunarak hatta değişmez kılınarak sistemin devamı teminat altına alınmış, sistem kendisine yeterli ve kendisini korur hale getirilmiş, anayasanın üstünlüğü kesin olarak sağlanırken Cumhuriyet evlatlarının başkaca bir rehber aramadan salt kanunlarla geleceğe daha emin bakabilmesine imkan yaratılmıştır.
Modern zaman Türkiye manzaralarında durum
İçine girilen çıkmazlar, dış siyaset ve ekonomi kıskaçlarıyla vahim hale gelmiş, cehalet hem dini hem eğitim anlamında beyinleri sarmaya başlamış, üretim ve istihdam yavaşlamış, dış borçlanmalar artmış, huzur ve refah düşerken ahlak yozlaşması yaygınlaşmış, küresel güçlere teslim olmaya ramak kalmış, din siyasete ve menfaatlere alet edilir hale gelmiş, yeniden arabizme ve israiliyata teslim edilmiş, inanç, azim zayıflamış, birlik ve beraberlik zedelenmiş, hak ve adalet arayış sesleri cılız hale gelmiştir.
İnsanlar, toplumlar ve yönetimler tehditlere boyun eğmek, iki kötüden birini seçmek, borç batağına sürüklenmek, yiyeceği ekmeği dahi ithal etmek zorunda bırakılmıştır. Bu ise refah ve huzuru ve de bekayı ciddi anlamda tehdit etmektedir.
Çare Atatürk’tür
Ekonomik darboğazdan, diplomatik yalnızlıktan, üretimsizlikten, gelir adaletsizliğinden, şiddetten, bağımlı olmaktan, tehditlere boyun eğmekten kurtuluşun çaresi ise yeniden ve yürekten Atatürk’e ve ilkelerine geri dönmektir.
Laik ve milliyetçi bir toplumun, inkılapçı ruhunu kaybetmeden, Cumhuriyetçilik çizgisinden uzaklaşmadan, halkıyla kucaklaşarak Devletçilik ilkesinin takip etmesi, bunu yaparken de tam bağımsızlık ve milli egemenliğine kimselere el dokundurmaması yapılacak şeydir. Bu ise ancak bir ve beraber olmakla, aynı kader ve geleceği paylaşmakla, ekmeği bölüşmekle mümkündür.
Kutuplaşmaların, çıkar çatışmalarının, kayırmaların, sınıf ayrımcılığının, refahın dengesiz dağıtımının ve milli idrake ters akımların kimseye faydası yoktur çünkü herkes aynı gemidedir.
Yaşanmış ve başarısı kanıtlanmış Atatürk inkılap, ilke ve davasının kaldığı yerden aynı inanç ve azimle takibi en kısa sürede kurtuluşu da, bekayı da tesis ve temin edecektir. Çünkü ne olursa olsun bugünkü durum işgal yıllarından kötü değildir.
O halde, üretim ve yatırıma yönelmiş, milli ve yerli gayesindeki ekonomi, yine milli eğitim ve öğretimle taçlandırılırsa, milli gücün tüm unsurları yeniden şahlanacak, Cumhuriyet yıldızı yeniden parlamaya devam edecektir.
Hak-hukuk-adalet inancıyla kabaran kalpler, demokratikleşme ve insanca yaşam anlamında kardeşlik tesis edebilirse, aşılamayacak zorluk yoktur.
Rehber edinilecek akıl ve bilim hem teknolojik ve hem de medeni kalkınmayı imkan dahiline sokarken, din daha hür ve güzel yaşanacak, laiklik egemen kılınabilirse yobaz zihniyetin şeytani planları boşa çıkacaktır.
Eğitim ve öğretimdeki fırsat eşitliği ve kalite yarınları garanti altına alacak, karanlıkları dağıtacak ve planlı kalkınmaya imkân sağlayacaktır.
Kuvvetler ayrılığı ile bu teşkillerin tam bağımsız hale getirilmesi denetimi ve dolayısıyla daha fazla üretimi mümkün kılacak, yanlışları engelleyecektir.
Nihayet Atatürk ve ilkeleri rehber edinilir ve savunulabilirse çok kısa sürede yeni bir Türk mucizesi yaşanabilecektir. Çünkü maalesef şu an kurtuluş için – akıllar değişmedikçe – ancak bir mucize gereklidir ve o mucize Atatürk’tür.
Zaman Atatürk’e düşmanlık değil, Atatürk’le gönül bağı kurmak ve O’nun davasını anlamak ve takip etmek zamanıdır.
Bu yazı Atatürk Türkiye’sinin başarı ipuçları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Bu “ADAM”ı Nasıl Sev(e)miyorsunuz ? ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ağva’ya bağlı Çanaklı Köyü’nün kadınlarını bir araya toplayıp anadan doğma kalana kadar soydular. Çırılçıplak halde kocalarının katledilişini izlemeye zorlanan kadınlar, sonrasında toplu tecavüze uğradılar. Küpelerini almak için kulakları, bileziklerini almak için bilekleri, yüzüklerini almak için parmakları kesildi; acıyla kıvranarak can verdiler.
***
Ateşe verilen Hacı İsmail Köyü ve erkekleri iple bağlanıp yatırılarak kurbanlık koyun gibi kesilen Karadere Köyü’nün kadınlarına tecavüz ettiler.
***
İmranlar Köyü’nde, ırzlarına geçmek üzere bütün kadınları bir eve topladılar; kendilerini korumaya çalışanları lime lime doğradılar.
***
Tekkeler Köyü’nde bacaklarından asılan on beş genç kızı, insan aklının alamayacağı işkenceler yaparak öldürdüler.
***
Karamandıra Köyü’nde yağmaya direnen Hacı Mustafa’yı kurşuna dizip karısının ve kızının ırzına geçtiler. Irzına geçtikleri kızı, yaraladıkları bir ata bağladılar, at can havliyle oradan oraya koştukça kız parçalara ayrıldı.
***
Çınarcık’ta, erkek çocukları, annelerine tecavüz etmeye zorladılar. Yaptıramayınca hepsini süngülediler. Kadınların karınlarını yarıp, kundaktaki bebekleri yardıkları karınlarına gömdüler.
***
İzmir rıhtımında eşlerinden veya oğullarından haber bekleyen kadınların çarşaflarını yırttılar, hakaret ederek yerlerde sürüklediler…
***
Maraş’ta, hamamdan çıkan kadınlara sarkıntılık yaptılar, peçelerini yırttılar…
***
Karacaali’de, köyün kadınlarına kocalarının gözleri önünde tecavüz edip kurşuna dizdiler.***
Bu satırlar Hâkimiyeti Millîye’den:
“Yunanlıların kadınlara ve kızlara yaptıkları tecavüz, üzerinden yüzyıllar geçse, kendilerini Türklere affettirmek için her şeyi yapsalar, bunu başaramazlar. Binlerce masum kız Yunanlıların eline düşmektense, kurşunla, süngüyle, ateşle ölümü tercih etmişlerdir.”
“***
İkna olmayan, “resmî tarih(!)”in parçası bulan, inanmayanlar için, bu satırlar da bizatihi işgalciler, işkenceciler, tecavüzcülerle soydaş olan yabancı bir “kadın” gazeteci Berthe G. Gaulis’den:”
Bilecik bir felaket ve acılar diyarı… Henüz dumanı tüten taş yığınları altında kim bilir ne kadar insan cesedi yatıyor… Tecavüze uğramamış genç kız veya kadın kalmamış… Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı…”
***
Belki de bu nedenle, yani “işgal”in ne demek olduğunu en önce, en çok ve en fena biçimde onlar anladığı için, Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Millî Mücadele’nin, Kuvayı Millîye’nin -yahut siz nasıl anıyorsanız o direniş günlerinin- “büyük hainleri” arasında bir tek “Türk kadını” yoktur!
Onlar o sırada “hainlere” karşı yazılacak bir “destan”ın ön sözünü inşa etmekle meşguldür!
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından “Mebuslar” teslim bayrağı çekerken gazetelere yolladıkları :
“Millî haklarımızı ve ismetimizi koruyacak hükümet ve erkek yoksa biz varız” ilanlarıyla eli silah tutan Türk erkeklerine tarihî bir ders verirler mesela!
TBMM başkanlığına gönderdikleri, “Erkekler vazifesini yapmayacak, dinlerini ve vatanlarını, zevce ve hemşirelerini muhafaza etmeyecek kadar aciz ve ilgisiz iseler, düşmana karşı koymak için bize izin versinler.
Yalnız topraklara gömerek paslandırdıkları silahları bize versinler. Irzımızı, namusumuzu, iffet ve ismetimizi biz kendi ellerimizle müdafaa edeceğiz” dilekçesiyle, vatan savunmasından kaçanları, yüzlerine tükürmekten beter ederler!
Sultanahmet’ten Kastamonu’ya, Üsküdar’dan Bursa’ya memleketin her yanında “biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız” diye onlar haykırırlar!
***
Bütün bunlar olur, sadece Anadolu’da değil, Türk kadınları mütareke İstanbul’unda da sarhoş işgalci askerlere meze olmaya, üstelik de “gönüllü meze!” olmaya zorlanırken, onların dramına, çığlık atsalar duyacakları mesafedeki “saray”ında oturan Vahdettin,;
“İşgal güçleri hangi dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliği gösterilmesini” buyurur…
Atatürk ise, “düşman kaçarken, kadınlarınızı ve çocuklarınızı dağlara ve emin yerlere saklayınız” diye bildiri yayınlıyordur!
Padişah, varlığını “Allah’tan sonra işgalci İngilizlere” emanet ediyorken,
Mustafa Kemal kadınların sadece ırzını ve canını kurtarmakla değil, vatanı o mezalimden kurtarıp bağımsızlaştırmak ve onlardan doğacak kız çocuklarının, kız torunlarının yerlerde sürüklenmeyip omuzlarda yükseltileceği bir rejimin temellerini atıyordur!
Hâl böyleyken…Başka hiç kimseye değil sözüm, bu ülkenin Atatürk’e hakareti, Cumhuriyet’le savaşı marifet sayan kadınlarına bugün; Siz, nasıl yapabiliyorsunuz?
Nasıl oluyor da, böyle bir “ADAM”ı sev(e)miyorsunuz?
Kaynak; Yeniçağ, Bu “ADAM”ı nasıl sev(e)miyorsunuz? – Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU
10 Kasım 2018
Bu yazı Bu “ADAM”ı Nasıl Sev(e)miyorsunuz ? ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı 19 MAYIS KUTLAMALARI ÖĞRETMEN KONUŞMA METNİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Sayın Müdürüm, kıymetli meslektaşlarım, değerli veliler ve sevgili öğrenciler,
Yüzüncü şeref yılını kutladığımız 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlama törenimize hepiniz hoş geldiniz.
Bugün Ulusumuzun kurtarıcısı ve önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün; dava ve silah arkadaşlarıyla birlikte, çaresizliğe, esarete, yedi düvel düşmanın Türk topraklarına aç kurtlar gibi saldırışına, masum ve temiz kalpli Anadolu insanının yıllar süren gözyaşlarına “DUR” demek için çıktığı mukaddes deniz yolculuğunu tamamladığı, Anadolu topraklarına ayak bastığı, umutları yeşerttiği gündür.
Bugün, tarihin yeni ve şanlı bir sayfasının açıldığı, kurtuluş meşalesinin yakıldığı, acı ve kederden siyahlaşmış yüzlerin yeniden sevinçle parladığı, örümceklenmiş beyinlerin aydınlıkla tanıştığı gündür. Bugün, Türk’ün unutulmaya yüz tutmuş mertliğinin, fedakârlığının ve kahramanlığının hatırlandığı gündür.
Genciyle, yaşlısıyla, askeri siviliyle, kadını erkeğiyle Vatan müdafası için tek yürek olabilmeyi başarmış kahraman Türk milletinin yeniden şahlanışıdır 19 Mayıs. Bandırma vapurundan inen Gazi Mustafa Kemal gibi sayısız Mustafa Kemal’lerin Anadolu’ya rüzgâr olup, umut olup yayılışı, hürriyet ve istiklal tohumlarının tüm yurda serpilmesidir 19 Mayıs.
Bugün Amasya’ya, Sivas’a, Erzurum’a, Ankara’ya, Afyon ve İzmir’e uzanan bir kurtuluş destanının baş yazgısıdır. Silahsız, parasız, teşkilatsız, umutsuz, sahipsiz Anadolu’nun, zulme ve haksızlığa isyanı, iştahlı aç sömürgeci kurtların pençesinde kıvranan masum güvercinlerin barışı getirmek için kaplanlaştığı gündür 19 Mayıs.
Yaşlı anaların, çocukların, kınalı kuzuların, er’siz kadınların, şehit babalarının bir karış vatan toprağını müdafa uğruna şehit olmaya ant içtiği, kurtuluşa kadar durmadan, uyumadan, yemeden, içmeden çalışmaya azmetmiş milletin ölümü hiçe sayarak özgürlük için ayağa kalktığı gündür 19 Mayıs.
Fikirlerde başlayan, yüreklerde filizlenen, tüm yurda yayılan vatan sevdasıdır, karamsarlığın umuda, korkunun güvene, esaretin özgürlüğe döndüğü gündür bugün.
Bugün, Mustafa Kemal’in halkına güvenerek çıktığı yolda, Çanakkale ruhunu yeniden yeşerttiği, Alparslan’ın, Mete’nin gözlerini yeşerttiği mukaddes bir gündür.
Haçlı seferlerini aratmayacak açgözlü düşman emellerinin, anayurdu savunmaya and içmiş Türk’ün çelik göğsünde yok olup gitmesinin ilk adımıdır bugün. Bugün karanlıkların aydınlanmaya başladığı, güneşin bir kez daha ve daha parlak doğduğu mübarek bir gündür.
Tarih boyu esir düşmemiş, mertlikten taviz vermemiş, sadece barış için savaşan kahraman Türk’ün zulme baş kaldırışının adı olan 19 Mayıs, milletin tek yürek olup düşmanı İzmir’e sürmeye yemin ettiği gündür.
Samsun, 23 Nisan’ların, 30 Ağustos’ların, 9 Eylül’lerin ilki, başı, başlangıcıdır.
19 Mayıs, Samsun’dan İzmir’e uzanan kahramanlık destanının tarihe altın harflerle geçen mucizesi, inancı, imanıdır.
Anadolu’nun yeniden vatan olmasının adıdır 19 Mayıs.
Türk’ün sönmeye yüz tutmuş bağımsızlık ateşinin, yok olmaya yüz tutmuş varlığının yeniden tarih sahnesinde parladığı en güzel gündür 19 Mayıs.
19 Mayıs işin başı, yolun başı, kurtuluşun ilk adımıdır.
Bu mukaddes gün susmaya yüz tutmuş ezan seslerini yeniden hür kılmak, semaya yükseltmek günüdür.
Üç buçuk yıl boyunca Atalarımızın, analarımızın, dedelerimizin uyumadan, dinlenmeden vatan uğruna ter ve emek sarf ettiği o günler, zaferi getiren, kurtuluşu temin eden, Cumhuriyeti ve barışı yeniden Türk’e armağan eden kutsal bir savaştır.
Bu savaş sadece silahla değil, yürekle, sevgiyle, umutla verilen bir savaştır. Bu savaş sadece muharebe alanlarında değil, devrimlerle sürecek fikri ve medeni alanlarda da verilen bir savaştır. Aydınlık yarınların, demokrasi ve Cumhuriyetin, eşitlik ve hürriyetin, barış ve huzurun teminatıdır bu savaş.
Bu savaşta kalemler, silahlar, kürekler, sabanlar bir olup düşman mermilerini dize getirmiş, mermileri yavrusundan mukaddes sayan annelerin şefkat ve azmi düşmanın tüm umutlarını yerlere sermiştir.
Tek serveti olan sarıkızını satıp askere mühimmat için veren dedeler, başlık parasını, hastane parasını, çeyizini vatan için harcayan fedakâr insanlar, ekinini bırakıp askere giden babalar, okulunu yarıda kesip cepheye koşan gençler 19 Mayıs’ın sivil kahramanlarıdır.
Askeriyle siviliyle tek yürek olup düşmana karşı koyan milletin haklı davasının zaferidir, her sabah doğudan doğan güneştir 19 Mayıs.
19 Mayıs, yıllar geçse de tükenmeyecek sevdanın adı, kurtuluşun yemini, milli misakın sınırı, Cumhuriyet tutkusu, egemenlik türküsü, millet olma bilinci, var olma savaşıdır.
100 yıl sonra hala yanmakta olan bir ateştir 19 Mayıs. Gençliğin omuzlarında yükselen şanlı bir sancaktır bugün.
Atalardan yadigâr bu güzel vatanın, şanlı sancağın ayakta ve özgür kalacağına yemindir 19 Mayıs. Savaştan siyasete, bilimden sanata, sanayiden spora, eğitimden ahlaka kadar her alanda aydınlık Türkiye’nin mührüdür 19 Mayıs.
Bizlere bu günleri kanıyla, canıyla armağan eden, malını, servetini, emeğini, terini, kanını, canını esirgemeyen kahraman atalarımıza vefa borcumuzdur 19 Mayıs.
Bizlere emanet Cumhuriyet’tir, özgürlük ve eşitliktir, namus ve haysiyettir 19 Mayıs.
19 Mayıs, vatana borç, Türk’lüğe sadakat, Allah’a yemin, şehitlerimize verilen sözdür.
Bu bayram, ağlamak değil, hatırlamak, hissetmek, kendine gelmek bayramıdır. Bu bayram, 19 Mayıs ruhunu yeniden diriltmek, ışık ve umut olup bir daha Samsun’a çıkmak demektir. Bu bayram Mustafa Kemal’in askeri olmak değil, binlerce Mustafa Kemal olabilmektir.
Bu özgür ve refah ortamı, Cumhuriyet erdemini, barış ve huzuru bizlere yüksek bedellerle armağan eden kahraman şehit ve gazilerimize şükranlarımızı sunuyor, başta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, emeği geçen tüm merhumlarımıza minnet ve sevgilerimizle şöyle diyoruz;
“Ey Türk mevcudiyetinin 20. yüzyıl korkusuz, fedakâr kahramanları, Ey Kara Fatma’lar, Ey Sütçü İmam’lar, Ey şehit oğlu şehitler, Ey Mustafa Kemal Paşa’m!
Yaktığınız bağımsızlık meşalesini söndürmeden muhafaza edeceğimize, al sancağı daha yükseklere taşıyacağımıza, vatanı ne pahasına olursa olsun koruyup yücelteceğimize, devrim ve ilkelerin yılmaz bekçileri olacağımıza, vatan ve Cumhuriyet uğruna canlarımızı seve seve feda edeceğimize, medeniyet, bilim ve adalet yolunda durmadan yürüyeceğimize, her birimiz birer Mustafa Kemal Atatürk olacağımıza namus ve şerefimiz üstüne yemin ederiz.”
Yüz yıl önce Samsun’dan filizlenen bağımsızlık ve egemenlik aşkı ilelebet sönmeyecek, Türk Gençliği vatan aşkıyla yanan o şanlı bedenlerin açtığı kahramanlık yolunda durmadan yürüyecektir. Cumhuriyet nice 100 yıllar daha yaşayacak, bu bayrak asırlar boyu şerefle dalgalanmaya devam edecektir. Ne mutlu Türk’üm diyene!
Bu yüce dilek ve ruh haliyle, Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor bayramınızı bir kez daha kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Arz ederim.
Bu yazı 19 MAYIS KUTLAMALARI ÖĞRETMEN KONUŞMA METNİ ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Türk bayrağındaki ay ve yıldızın anlamı nedir? ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bazı arkadaşların yoksulluk içinde bu büyük dâvanın başarılamayacağını zannederek, memleketlerine dönmek arzusunda olduklarını duydum. Arkadaşlar! Ben sizleri bu millî dâvaya silâh zoruyla davet etmedim, görüyorsunuz ki sizi burada tutmak için de silâhım yoktur. Dilediğiniz gibi memleketlerinize dönebilirsiniz. Fakat şunu biliniz ki, bütün arkadaşlarım beni yalnız bırakıp gitseler, ben bu Meclis-i Âli’de tek başıma kalsam da, mücadeleye ahdettim. Düşman adım adım her tarafı işgal ederek Ankara’ya kadar gelecek olursa, ben bir elime silâhımı, bir elime de Türk bayrağını alıp Elma Dağı’na çıkacağım. Burada tek başıma son kurşunuma kadar düşmanla çarpışacağım. Sonra da bu mukaddes bayrağı göğsüme sarıp şehit olacağım. Bu bayrak kanımı sindire sindire emerken, ben de milletim uğruna hayata veda edeceğim. Huzurunuzda buna and içiyorum. (Mustafa Kemal Atatürk, 1920-Birinci Büyük Millet Meclisi’nin gizli celsesinde)
Her gün kalbimizde bir kez daha taht kuran, gördükçe göğsümüzü kabartıp aziz şehitlerimizi ve Cumhuriyetimizin fedakâr atalarını hatırlatan, bir ve kardeş olduğumuzu vurgulayan şanlı bayrağımızın nazlı dalgalanışı kendini Türk hisseden herkes için vazgeçilmez bir sevda ve gurur kaynağıdır.
Hürriyet ve istiklalin vazgeçilmez olduğunu hatırlatan bu bayrak, insanlığın var olduğu günden beri var olan Türk’lüğün esaret bilmez, yok olmaz şerefli kültür ve varlığının simgesidir, dünya var oldukça da dalgalanmaya devam edecektir.
Peki, gözümüz gibi kıymetli bayrağımızın üzerindeki ay ve yıldız ne anlama gelmektedir?
Bu konuda pek çok görüş vardır.
En muteber görüş, hilalin yani ayın ‘İslamiyet’i ve yıldızın ‘Türklüğü’, kırmızı rengin ise toprağa karışan ‘şehit kanlarını’ temsil ettiğidir.
Bir diğer görüş, Ay-Yıldızın Orta Asya’dan gelen “Türklüğü”, kırmızı zeminin ise “vatanı” temsil ettiğidir.
Yine bir başka bir görüşe göre; bu bayrak Osmanlı Devleti Bayrağının değiştirilmiş bir versiyonudur.
Başka bir görüşe göre; yarım ay “yenilenme”yi, yıldız “Türklüğü” temsil etmektedir.
Diğer bir görüşe göre; yarım ay “Allah”ı, yıldız “Peygamber”i temsil etmektedir.
Bir başka bir görüşe göre; savaşta ölen askerden oluşan kan gölünden ay ve yıldızın gösterilişidir.
Farklı bir görüşe göre de yıldız “demokrasi” eşitlik ve özgürlüğü, hilal “İslam”ı simgeler.
Genel olarak; Ay motifi, yani hilal, pek çok İslam ülkesinin bayrağında yer almakta, yine yıldız motifine daha ziyade parlak gelecek umut ve hayal eden Müslüman ülke bayraklarında rastlanmaktadır.
Öte yandan Yıldız motifi, gelecek, üstün başarı, isim yapma, talih, şans, erişilmez olma… anlamları taşırken aynı zamanda tarihte yer almış ancak şimdi var olmayan devletlerin sembolü olarak da kullanılır. (Cumhurbaşkanlığı forsundaki Türk devletlerini simgeleyen yıldızlar buna örnektir.) Yıldız o milletin parlak geleceğinin simgesidir, varlığını asırlar ötesine taşıyacağına olan inancın vurgusudur. Yıldız motifleri askeri birliklerde de sıklıkla birlik seviyesi ve rütbe göstergesi olarak kullanıldığından bir de şeref, yükseklik, kıdem, korkusuz kahramanlık anlamlarına sahiptir.
Bayrak kanununda veya bir başka yerde bu simgelerden hangisinin esas alındığına dair kayıt olmadığı için kesin bir şey söylemek zor olsa da bayrağımızın taşıdığı anlama dair hâkim görüş İslam ve Türklük motifi ile bezenmiş şehit kanlı vatan toprağı düşüncesidir. Ancak bu diğer manaları da yok saymaya gerekçe değildir.
Çünkü Türk’ün bayrağı diğer ulusların sıradan çizgili bayrakları ile mukayese edilemeyecek kadar şanlı ve şerefli bir maziye sahip, yok edilememiş, tarihten silinememiş, esaret altına alınamamış bir bayraktır.
Sonuç olarak;
Bayrağımızdaki “ay”, tamamıyla İslami referanslıdır. Müslüman olmanın, Müslümanlarla kardeş olmanın, Müslümanlık uğruna, Allah yolunda cihadın, şehadet özleminin simgesidir. Malum olduğu üzere, İslami görüşe göre zamanın derecelenmesine esas ay takvimidir, 355 gündür (Bu yüzden dini bayramlar her sene on gün kayar), karanlıkları aydınlatan ay mübarek bir kandildir, güneş ile birlikte vazifesini eksiksiz yapan bir varlıktır. Ay aynı zamanda gaybı ve ahiret alemini de kısmen anımsatan ay motifi bir de tevazuyu ancak sağlam duruş ve kudreti simgeler.
“Yıldız” Türklüktür, Türk olma gururudur, Türk gibi hissetme, Türk gibi mert ve kahraman olmaktır. Hilalin aksine yıldız, parlamak, parlak gelecek, sönmemek, semadaki yıldızlar gibi uzun ömürlü olmak, Allah’tan başkasınca ışığı söndürülemez olmak, aydınlatmaya devam etmek anlamları taşır. Dini manada ise yıldız mazlumlara yardımı, Allah yoluna daveti, karanlıklara savaş açmayı, Türk olmanın kader tarafından verilmiş mesuliyetine uygun olarak cihana mertliği yaymayı simgeler.
Kırmızı renk ise şehadeti imandan sayan, vatan aşkıyla yanan Türk milletine hastır.
Ay, yıldız ve kırmızı renk birlikte düşünüldüğünde ise karşımıza mübarek bir sancak çıkar ki bir inanışa göre Allah’ın yeryüzündeki orduları olan Türklerin, Kur’an ve Türk kültürü ile yanıp tutuşan bedenlerinin zulme ve küfre karşı, dünyayı kan gölüne çevirenlere karşı, cehalet ve kötülüklere karşı şehadet özlemiyle en önde ve korkusuzca mücadele ettiğini ve edeceğini simgeler.
Müslüman ve Türk olmanın vazgeçilmezliğini de hatırlatan bayrağımız, şehit kanları üzerine resmedilen ay ve yıldız ile aynı zamanda şehit kanlarının yerde kalmayacağına, egemenlik ve bağımsızlıktan vazgeçilmeyeceğine, Türklüğün şerefine, İslam’ın güzelliğine, vatanın bölünmezliğine de kutsal bir yemindir.
Bayrağımız, desinatörlerin çizip meclislerin kabul ettiği bir bayrak olmaktan çok öte tarihi şan ve şerefle dolu kahraman Türk ulusunun, maddi anlamda onur ve haysiyetini, manevi anlamda iman ve Allah bilincini simgeler. Çünkü Türklük, bağımsızlık ve mevcudiyetini tüm düşmanlara karşı bileğinin ve imanının gücüyle tesis ve muhafaza etmiş tek millettir. Bu yüzden dir ki bu uğurda dökülen şehit kanları bayrağa renk vermiş ve Türklük ve İslam’ı simgeleyen ay ve yıldız bu yüzden kan rengiyle kardeş olmuştur.
Özetle; şehit kanlarıyla sulanmış mübarek vatan topraklarını simgeleyen kırmızı rengin üzerindeki ay ve yıldız, adalet, hak ve hukuktan vazgeçmeyen, esaret kabul etmeyen, bağımsızlık, egemenlik ve Cumhuriyetten vazgeçmeyen şerefli Türklüğü, küfür ve zulümle ilelebet cihat edecek, cihana mertliği yayacak, Müslümanları kardeş bilecek, doğruluktan ayrılmayacak, karanlıkları aydınlatacak, yarınları hür kılacak bir inancın resmidir.
Bu bayrak, göklerde ilelebet dalgalanacak, kutsal vatan toprakları nice şehit kanlarıyla sulansa da bu bayrak inmeyecek ve bu kahraman Ulus esaret bilmeyecektir. Ya İstiklal ya ölüm inancıyla, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ışığında, şanlı ecdadımızın şerefli bayrağı altında yaşamakta olan Türk Milleti sonsuza dek var, kardeş ve güçlü olacaktır.
Bu yüzden bayrağa saygı, atalarımıza, inançlarımıza, şehitlerimize, hürriyetimize ve Cumhuriyetimize saygıdır. Bu yüzden İstiklal marşımız bu bayrakla daha da güzeldir. Bu yüzden bayrak kimse karşısında eğilmez ama herkes onun karşısında eğilir.
Yüce Allah’ın izni ve ruhsatıyla bu bayrak tüm İslam alemini ve cihanı; Türklüğün şerefi ve imanın gücü istikametinde ilelebet aydınlatmaya, zulüm ve haksızlığa karşı her daim cephe almaya, mazlumun yanında olmaya, inmeden dalgalanmaya devam edecektir.
Bu vatan üzerinde nefes alan herkes, kalbi Allah için atan her kul bu nedenle bayrağımıza ve marşımıza saygı göstermek mecburiyetindedir. Bunu istemeyenlerin ise Türklüğü ve Müslümanlığı zaten yok veya zayıf demektir ve onların bu kutsal topraklarda yeri de yoktur. Çünkü Türklükle kast olunan tüm ecdadımız ve tarihte var olan Türk devletlerinin tamamı yani Türk hissetme bilinci, Müslümanlık ile kast edilen başta Yüce Allah ve Kur’an olmak üzere, Hz. Peygamber dahil tüm mukaddesatımızdır. Ve yine şehit kanı en mübarek şefaat vesilesidir. Bayrağa saygıda kusur edenler bu hususu unutmamalı, bayrağın bir bez parçasından öte kutsal bir yemin olduğunu her daim hatırlamalıdır.
Bu yazı Türk bayrağındaki ay ve yıldızın anlamı nedir? ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>