Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ulu önder Atatürk, muhafazakar bir anneden dünyaya gelmiş, namuslu bir tüccarın oğlu, çocukluk ve gençliği zor şartlar altında ve çokça zulüm çetelerinin baskıları altında ve dahi kaybedilen savaşlarla geçmiş, erken yaşta asker ocağına dahil olmuş, sayısız savaşa katılmış, onlarca cephede çarpışmış, kahramanlığına ve askeri dehasına kimsenin söz edemeyeceği şekilde hiç savaş kaybetmemiş, milletinden aldığı güçle hareket eden, araştırmacı, öngörülü, milletine aşık, sivil hayatta da dehası ve doğru kararları ile başarıya ulaşmış, ilkeleri ve hedefleri ile ölümsüzleşmiş bir kahraman asker, önder, vatansever ve iman adamıdır.
Mektuplarına Allah’ın adını anmadan başlamayan, duaları eksik olmayan, kritik kararlar öncesi Allah’tan yardım dileyen, meclisi dahi mübarek güne denk getirip dualarla ve Kur’an okumalar ile açan Mustafa Kemal Atatürk … çoğumuzdan da çok daha dindar ve mü’mindir.
Öncelikle Allah’a inanan, şirk ve şeytana asla boyun eğmeyen, Hz. Peygamber’e derin saygı duyup O’nun hayatını ve savaşlarını detayına kadar inceleyen, sözleri ve demeçleri ile Hz. Peygamber’i sürekli yücelten, İslam’ı yeniden Kur’an mihverine oturtmaya çalışan, İslam’ı yaban otları dediği hurafe ve arap örflerinden temizlemeye gayret eden, dini tanıtmak-sevdirmek-anlaşılır kılmak için meal ve tefsir hazırlatan, diyanet işleri başkanlığını bizzat kurduran Atatürk, dine verdiği hizmetler ile çok yüce mevkilerdedir.
Her biri cihat sayılacak sayısız sefer ve savaşa katılarak canını vatan ve din uğruna ortaya koyan Atatürk, bu inancıyla da hem rüştünü ispat etmiş ve hem de ulusuna bağımsız ve korkusuz ezan sesleri dinlemeyi nasip etmiş birisidir.
Onarttığı, inşa ettirdiği, yapımına maddi destek sağladığı camilerin sayısı belli bile değildir.
Bizzat hutbe verecek kadar alim, Kur’an okuyuşlarındaki yanlışları tespit edebilecek kadar bilgili olan Atatürk, dinciliğe ve dinden menfaat sağlamaya kalkmayan, ibadet ve amellerini gizlice ve sadece Allah rızası için yerine getiren, noksan olsa da ibadeti inkar etmeyen, akıl ve bilimi rehber gösterse de asla dini ve imanı yok saymayan bir karakter ve ruh haline sahip kurucu liderdir.
İşgal kuvvetlerinin zulüm ve baskılarına, sarayın ve içteki hainlerin işbirlikçi gafletlerine rağmen, hakkında verilen idam kararına dahi aldırmadan vatan ve hürriyet uğruna canını ortaya koyan bu insana yakıştırılan din düşmanı ifadesi elbette boşuna değildir.
Elbette on üç yıl boyunca masonluğun, tüm teşkilleriyle başını kaldıramamasına sebep Atatürk’ten birilerinin rahatsız olması gayet normaldir.
Atatürk’ü din düşmanı gösterme gayretinin temelinde de işte bu yukarıdaki hususlar yatmaktadır. Oysa onlar dahi çok iyi bilmektedir ki Atatürk bir Kur’an mü’minidir, ibadeti noksan veya az olsa da imanı tamdır, Allah sevgisi ve korkusu hepimizden de yücedir.
Kaldı ki muzaffer olan Türk Ordusunun tüm savaşlarında, inkılapların başarılmasında Yüce Allah’ın yardımı vardır ve Allah imanlı kulu Atatürk’e ve dava arkadaşlarına yardım etmiş, muzaffer olmalarını dilemiştir.
Bunun aksi olsaydı, Atatürk din düşmanı bir zalim olsaydı Yüce Allah yardım etmez, Atatürk’le beraber bütün ulusu da işgalci güçlerin eline bırakır ve tecavüzler, işkence ve zulümler bitmez, karanlıklar dağılmaz, Türk milleti aydınlık medeniyet seviyelerini yakalayamazdı.
O’na sırf hilafeti ve saltanatı kaldırdığı için düşman olan sayısız insan vardır. Yine tekke ve zaviyeleri kapattığı, eğitimi millileştirdiği, dini sistemsel vaziyette devlet kontrolüne aldığı için de O’ndan nefret eden pek çok insan vardır. Maalesef bu insanların çoğu … art niyetlidir.(!)
Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın siyasi, askeri, mali, sanatsal, idari vs. hiçbir yolu yoktur. Bu yazı kapsamındaki iftiralar ise kanması nispeten kolay olan cahil halk kitlelerinin, her zamanki gibi dinlerini suistimal ederek ve ayetleri saptırarak, din elden gidiyor naraları ile yapılmış oynamalardır.
Kurduğu mecliste vekillerin neredeyse üçte biri din adamıyken, sayısız din adamını istiklal mahkemelerinin yargılamasından kurtarmışken, Mehmet Akif Ersoy’un dahi takdirini kazanmışken, kanaat önderlerinden tam not almışken, ezan ve mevlütleri, hatta ibadetleri ana dilde yaptırdığında tüm din alimlerinin onayı alınmışken, O’na reva görülen bu sahte düşmanlıklar en büyük haksızlıktır.
İşte Atatürk düşmanlığı yaratmak isteyenlerin maksat ve temennileri …
BÖLÜCÜLÜK VE İHANET
Tamamına yakını Türk ve Müslüman olan bu Ulusu, Atatürk (laiklik) ve din (şeriat) olarak ikiye bölmek arzusu, yobaz zihniyetin damarlarında dolaşan şeytani bir arzudur. Bu kutuplaştırma ve bölme arzusu ise evvela dini bölmek, iman kardeşliğine zarar vermek ve ulusu etnik kökenlere göre ayrıştırıp, bireyleri ve toplumları diğerine düşman etmektir ki kökten yanlıştır.
Kaldı ki liderler ve kahramanlar yaptıkları hizmetler ile anılır ve fakat dini inançları yönünden sorgulanamaz. Çünkü din vicdan meselesidir, kişiseldir, Allah ile kul arasındadır, dinde zorlama yoktur.
Dış güçlerin hayal ve arzuları istikametinde davranan bir kesimin ısrarla ve yalan yanlış beyanlarla bu düşmanlığı körüklemeye çalışmasındaki gaye, sistemle sorunları olan dış güçlerin ülke üzerindeki emellerine hizmet etmekten öte bir şey değildir.
Yurdu savaşlarla ele geçiremeyen düşmanların, işbirlikçilerin ihanetleri ile ele geçirmek istemesi onlar adına doğal karşılanabilirse de, yurduna ve dinine saygılı kimselerin bu ihaneti kabul edilir bir şey değildir.
PARASAL RANT VE SİYASAL KAZANIMLAR
Atatürk düşmanlığı ardındaki en büyük etken şüphesiz O’nun hayata geçirdiği sistemi yıkmak arzusudur ki bu sistem kurumsallaşmış haliyle demokratiktir, laiktir, sosyaldir, hukuka dayalıdır. Ülkenin yönetim şekli Cumhuriyet’tir, vatan sınırları bellidir, bayrak Ay yıldızlı şanlı Türk bayrağıdır, dili Türkçe’dir.
İşte bu değişmez sistemi hayata geçirenlere düşmanlık etmenin ardındaki gerekçe bu yapısal sistemi bozmak, evvela kaos yaratıp halkı bölmek ve acılara sevk etmek, sonra bir umutla maziye dönüşü temin etmektir. Yine siyasi olarak bilhassa sağ kesime ve sözde Türk Milliyetçiliğine sempatik görünmek arzusu da bu yanlışta büyük etkendir. Maalesef bu gayret başarı kaydetmekte ve çokça taraftar toplayabilmektedir. Çünkü maddi çıkar ve mevki elde etmek hırsındaki kesim birilerini din ile sorgularken, dine aykırı davranmayı umursamaz haldedir ve bu cehalet sağ ve sol arasında derin uçurumlar yaratmaktadır.
Oysa Atatürk, savaş sonrası mübadelede Türk kelimesi yerine Müslüman ifadesi kullanacak kadar inançlı birisidir. Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göç etmesine, “Müslüman değiller” diye karşı çıkan O’dur. En önemlisi, Vehhabi Suudi Kralının, Hazreti Muhammed’in mezarını kaldırma kararına, “Peygamberimizin mezarına dokunursan, ordumla beraber aşağı inerim” diyen O’dur ki, bu bilgiyi Türkiye ile paylaşan namazlı-abdestli Prof. Nevzat Yalçıntaş’dır.
Camilerde cuma günleri okusun diye, toplumsal meselelere dini yaklaşımları konu alan pek çok hutbeyi (51 adet) hazırlatan da yıllarca okutan da O’dur.
CEHALET VE KUR’AN’SIZLIK
Atatürk düşmanlığının sisteme ihanet ve maddi beklentili dincilik gayretlerinden de önce en büyük sebebi cehalettir, Kur’an’a yabancı olmaktır. Bu yüzden dinci tayfa Kur’an’ın anlaşılarak okunmasına karşıdır, bu yüzden Atatürk Kur’an’ı meal ve tefsirler halka tanıtıp sevdirmeye çalışmıştır.
Çünkü kitleler ayetlerin hükmünü anlamaya başladığı anda din tacirlerinin ekmek kapısı kapanacak, işbirlikçi hainler ile dış güçlerin hayalleri suya düşecektir.
Kitleler ayetlerde yazılı emir ve yasakları hazmettiği anda adaletsizlik, haksızlık, liyakatsizlik, haram ve günah, şirk ve küfür tanınır olacak, yanlışta ısrarlı kitleler batılı terk edip hak olana yönelecek, aldatılmalar son bulacak ve kan emici dincilerin münafıklık maskeleri düşecektir.
Atatürk’ün halkı bu uyandırma isteğinden ziyadesiyle rahatsız olan dinci tayfanın doğal olarak müracat edeceği yol, O’nu dine düşman göstermeye çalışmaktır ki bu sayede gayretleri toplumda yer bulamasın.
Maalesef yeterli alt yapıya sahip olmayan kitleler, dine hizmet ile dine düşmanlık kutuplarını tam zıt yaşamakta ve kanmaya devam etmektedir. Hilafeti kaldırıp laikliği sistemsel hale getiren Atatürk ve dava arkadaşlarına sanki yanlış yapmış gibi cephe almak, Kur’an’dan habersiz olmanın da ispatıdır.
ATATÜRK’Ü ŞİRK İLE BAĞDAŞTIRMA YANILGISI
Yine cehaletle kol kola bu husus çokça mühimdir ki dinci tayfa, Atatürk’e saygı için sunulan bir çiçeği kurban tanımına sokmaya, O’na gösterilen minneti şefaat ummaya benzetmeye çalışmaktadır. Oysa Atatürk ne evliyadır, ne Peygamber ve ne de İlah. O sıradan bir insandır, beşerdir, O’na duyulan saygı ve minnet dini değil vatani bir meseledir.
O’na saygı ve sevgi beslemek, bağımsızlık ve egemenliği tesis ve idame ettiren bir lidere şükrandır.
O’nun dini bir vasfı olmadığı için de O’ndan kimsenin şefaat, hayır veya dua beklentisi yoktur. Bunun aksini iddia edenlerin işin doğrusunu bildiğine şüphe yoktur ama kandırdıkları halk kitleleri bu yalana kanmakla bir demet çiçeği, ilahlara kurban adamak olarak kabul ettiği müddetçe de gerçeği bulamayacak ve maalesef Atatürk düşmanlığı sonlanmayacaktır.
Atatürk’ün Allah’ın sevdiği bir kul olduğu muhakkak ise de O’na dini bir takım mertebeler yakıştırmak doğru değildir. Bu sebeple O’nu bir kahraman liderden ötelere taşımak ne denli sakıncalı ise, O’nu sözde aydın kesimin ilah gördüğünü iddia etmekte o denli yanlıştır.
Lakin bugün din alimlerinin bir kısmında bile bu yanılgı vardır. Komik olan Atatürk’e sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanmış kurban olarak tanımlayanlar, yaşayan bir takım insanların söz ve düşüncelerini tartışmasız kılarak, o kimseler önünde düğme ilikleyerek ve onların hoşnutluğunu arayarak, onlardan medet umarak, onlardan rızık bekleyerek asıl şirk’e tabi olmaktadır.
Trajikomik bu meselenin doğrusu şudur ki Allah’tan başka ilah yoktur, son Peygamber Hz. Muhammed (sav) dünyaya gelmiş ve ahirete göçmüştür, başkaca Peygamber gelmeyecektir.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE DÜŞMANLIK
Arap örflerine duyulan katıksız ve tartışmasız sevginin temelinde, cahil ve aşiret mantığına dayalı bir kavimsel devlet yaratmak arzusu vardır. Bu arap örfçülüğü o denli güçlüdür ki uydurma hadislerin neredeyse beş milyonu, din diye pazarlanan inançların yarıdan fazlası ‘Arap olmayanların cennetlere giremeyeceği’ tezine dayalı vaziyettedir.
Arapçanın, vahyin üzerine çıkartılmasında da bu mantık vardır ki zaaf akıl ve bilimi inkar edip, teknolojiyi reddedip eski ilkel metodlara dönmek suretiyle Asr-ı Saadet huzurunu yakalamak yanılgısındadır.
Oysa cennetlere sadece iman edenler girecektir, kutsal olan arapça değil vahyin kendisidir, akıl ve bilim Kur’an’ın emridir, Kur’an’ın savaşı zulümledir ki cehalette bir zulümdür.
Atatürk milliyetçiliği işte bu arap örfçülüğüne düşmandır ve Türklüğün kaybedilmiş değerlerini yeniden hatırlatarak dev bir ulusu uyandırmıştır. Bu uyanıştan rahatsız olanların, bu uyanış sürdüğü müddetçe Türk’ün bileğini bükemeyeceklerini anlayanların gayesi milliyetçiliği Türklük yerine Arapçılık mihverine oturmaktır.
Oysa Anadolu İslam’ı ile Ortadoğu İslam’ı arasında devasa bir fark vardır ve bu laiklik anlayışıdır.
Çünkü laiklik dini esas alır ve vicdanlara bağlarken, devleti medeniyet yolcusu ve aklın önderliğinde bir yapıya ulaştırmayı hedef alır. Bu yapılırken de tüm halkın eşit ve aynı haklara sahip olmasını değişmez kural olarak belirler, yasalara herkese eşit uygular, din ve devlet işlerini birbirinden ayırır, azınlıkların inançlarını da garantiye alır, dini suiistimallerin ve yanlış dini bilgilerin önünü tıkar.
Laik olmayan ve arap kültür-örflerine bağlı Ortadoğu İslam’ı ise Türklüğün saygın değerlerinden uzak, Allah sevgisinden ziyade Allah korkusuna dayalı, siyasal ve hatta ılımlılaştırılmış bir dindir, şekilcidir, muhabbet ve samimiyetten uzaktır. Türklerin tasavvuf kültüründen uzak olan bu dini anlayış bu sebeple terör üretmeye de, tarikatlaşmaya da, kişilerin üstünlüğünü kabul etmeye de, mezhep ayrılıkları için devletlerarası savaşlar çıkartmaya da gayet meyillidir.
Bu sebeple Atatürk milliyetçiliğine düşman olmanın ardındaki maksat işte bu arap milliyetçiliğini özendirmek ve dini de sadece Araplara has kılmak ve bu suretle Türklüğü unutturmak arzusudur.
İSRAİLİYAT’TAN HABERSİZLİK
Siyonizm, dişlerini ve tırnaklarını çoktandır ulusların ve bilhassa ulus devletlerin sırtına geçirmiş vaziyettedir ki tezgahladıkları yeni dünya düzeni sistematiğinde ulus devletlere (ve onların liderlerine, fikirlerine) yer yoktur, laik, örnek ve güçlü bir Türk devletine yer yoktur, şeytani fikirlerini din diye sunmak arzusundaki siyonistlerin Kur’an İslam’ına asla tahammülleri yoktur.
Bu sebeple de Türk ve İslam olan bir devlet, Atatürk ilkelerine bağlı çağdaş ve aklı rehber edinen bir ulus, tek vatan ve o vatanın bölünmez bütünlüğüne sadık vatandaşlar, onurla dalgalanan şanlı bayrak siyonist hayalcilerin en son isteyeceği şeydir.
Yazık ki gerek yabancı olan ve gerekse siyonist dolarlarla satın alınan yerli hainler eliyle Cumhuriyet ve İslam delik deşik edilmeye çalışılmakta, masonik görüş maske ile dolaşıp dost görünürken, yandaşları ile birlikte devletin ve inançların altını oymaktadır.
Acı olan ise siyonizmi hala tanımayanların, siyonizme çoktandır esir oluşları ve yahudileştiklerinin farkına dahi varamayışlarıdır.
ÖZET
Atatürk düşmanlığı suni bir projedir, dış kaynaklıdır, batıl ve yanlıştır, gerçeklerle alakası olmayan bir uydurma, maksatlı bir gayedir.
Kullar ve toplum Kur’an’a yakınlaştıkça bu gerçeği daha iyi anlayacağı için de asırlar boyu Arapçaya mahkûm edilmiştir.
Atatürk hepimizden de Müslümandır, güzel bir mü’mindir.
O’nun tüm dünyada dine hizmetlerinin son iki asırdır çeyreğini dahi hayata geçirebilen lider yoktur.
Cehalet, ihanet, menfaat beklentisi, Arapçılık sevdası, hilafet ve saltanat aşıklığı, siyonizm zehirleri, menfaat beklentisi veya başka suretle olsun, Atatürk’ün tüm inanç ve amellerine rağmen düşmanlık yakıştırması yapmak küfre hizmet etmektir, haksızlıktır, Allah’ın yardım ettiği bir kula savaş açmaktır.
Atatürk sevdası demek yurdu, vatanı, bayrağı, Cumhuriyet’i, Türk’ü ve Türklüğü sevmek, Kur’an İslam’ına taraftar olmaktır, iman kardeşliğinden yana olmak, cihat etmek, zulme karşı direnmektir.
Atatürk düşmanlığı yapmak ise oyuna gelmek ve aldanmaktır.
Zaman hakikatleri görmek ve öğrenmek zamanıdır, kanmalardan uyanıp Türk ve İslam olabilmek zamanıdır.
Bunun yolu ise Kur’an’a ve Atatürk’ün devasa Nutku’na müracat etmektir.
O’na sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanan kurban olarak tarif etmek isteyenler evvela kendilerinin kişi ve makamları, servet ve güçleri nasıl ilahlaştırdıklarına bakmalı, tevhid ve şirk konusuna bir kez daha çalışmalıdır.
Laiklik işte bu aydınlanmayı sağlayan, İslam’ı yaban otlarından temizleyen, merdiven altı Siyonist-arapçı İslam’a düşman olan bir Kur’ani iman meselesidir.
Kitleler Atatürk ve laikliğe düşman olanların, Türklüğe de, yurda da düşman olduğunu artık görmek mecburiyetindedir.
Çünkü bu vatan Türk’ün öz vatanı, İslam’ın Mekke’den sonra ikinci beşiğidir.
Düzenle
Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Kişisel Özellikleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>En büyük Türk, asker ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk, gerek askeri başarıları ve gerekse iç ve dış politikada sergilediği şaşmaz politikaları ile deha ve örnek bir önder olmayı başarabilmiş, son yüzyılların en büyük insanıdır. Sadece Türk Ulusu’nun değil, tüm mazlum ulusların örnek alıp kalbine yerleştirdiği Mustafa Kemal Atatürk’ün, bilime verdiği önem, milletine duyduğu sarsılmaz sevgi ve güven, cesaret ve öngörüsü, barışseverlik ve fakat haysiyetli dik duruşu O’nu çağın en büyüğü yapmış, zamanının en başarılı lideri olarak gelecek yüzyıllara da sadece tarihsel bir not değil bir umut ve başarı örneği olmayı başarabilmiş bir sistem adamıdır.
Çünkü O, hayatın tüm alanlarında bilgi sahibidir, akla önem vermektedir, tarih ve kültürden, aziz milletinden ve imanından aldığı güçle esaret kabul etmeyen bir karakterdedir ve bu sayede de iç ve dış düşmanların tamamına meydan okuyabilmiş ve onların oyunlarını bozmuş bir çağ ötesi liderdir.
Vatanseverliği:
Atatürk’ün tüm başarılarının altında öncelikle vatan sevgisi yatar ki saraylarda çok yüksek mertebelere gelebilecek, müstesna servetlere kavuşabilecek birisi olduğu halde o egemenlik ve bağımsızlık uğruna milletine duyduğu sevgi ve güven ile ve yine milletinden ve inancından aldığı kudret ile büyük işler başarabilmiş birisidir. Milli mücadele ve inkılaplar sürecinde maddi ve manevi olarak gösterdiği fedakarlıklar O’nun bu sevgisinin en yüce delilleridir. Cepheden cepheye koşarak destansı zaferlerin kahramanı olmuş eşsiz asker Atatürk, çoğu zaman sağlığına dahi aldırış etmeden vatana hizmeti aziz bilmiş, vatan için sürekli çalışmayı esas almış birisidir. Bir karış vatan toprağının dahi düşmana ilelebet terk edilmesine rıza göstermeyen Atatürk’ün vatan uğruna verdiği mücadele ve sürdürdüğü dava gösterir ki vatan sevgisi O’nun için kutsal bir sevgidir.
Milletine duyduğu güven:
Atatürk’ün gençliğinde tohumlanan, Çanakkale savaşında yeşeren bu güven, omuz omuza çarpıştığı Mehmetçik’ten aldığı güç ve ilham, O’nu destansı İstiklal Harbine adeta mecbur bırakmıştır. Çünkü O, Çanakkale’de Mehmetçiğin azim ve inancına yakından şahit olmuş, unutulan Türklük değerleri yeniden hatırlandıkça ortaya çıkan kahramanlıkları fark etmiş ve bu gücün karşısında kimsenin duramayacağını idrak edebilmiş bir dehadır. O’nun milletinden aldığı bu güven hissidir ki sayısız muharebeye ve demokratik hamleye atılabilmiş ve ardında hep milletin sevgi ve desteğini bulmuştur.
Bağımsızlık ve özgürlük sevdası:
“Ya istiklal ya ölüm” parolası ile yola çıkan, işgal edilen ve tüm varlıklarına el konulan bir ülkeyi düşmanlardan temizleyen, sömürgeciliğe karşı çıkan, “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” sözü ile hürriyet aşkını açığa vuran Atatürk, Türk milletinin esaret altında yaşamasına karşıdır, her alanda tam bağımsızlık yanlısıdır.
Cesareti:
Gerek asker olarak ve gerekse sivil idareci – siyasi olarak O’nun cesareti dudak uçuklatıcı cinstendir. Bir yanda yokluklarla başlanılacak sonu karanlık bir mücadele, bir yandan yurt içi ihanet şebekeleri ve suikastçi çeteler, bir yandan yedi düvel düşman ve bir yanda halkın içinde bulunduğu koyu karanlık cehaletlere rağmen O, cesur duruşu ile düşmandan evvel kabul ve korkuları yenmiş bir liderdir. Kendisinden misliyle fazla olan düşmana, ağır silahlarına rağmen taarruz edecek kadar cesur Atatürk’ün, hatların en önünde düşmanla burun buruna verdiği mücadeleler, sivil atılım ve inkılaplar sürecinde de verdiği korkusuz ve istikrarlı gayretleri cesaretine ispattır.
Bilgiye olan inancı ve hakikati arama gücü:
“Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur.” diyen Atatürk’ün din ile devlet işlerini birbirinden ayrı tutması ve medeniyet ve ilerleme için evvela bilgi ve aklı esas alması, bunu yaparken de gerçeği nerede olursa olsun bulmaya çalışması gösterir ki O bilgiye ve gerçeğe aşık bir liderdir. İlim ve fenni baz alan, medeniyet nurlarını araştırmayı sürekli teşvik eden, okumayı ve öğrenmeyi şart koşan bir zihniyetle O, eskinin köle, karanlık ve benliğini unutmuş halk kitlesine yeniden öğrenme hevesini verendir. Bu sayededir ki Türkçe ile başlayan aydınlanma inkılapları kısa sürede yurdu sarmış ve gerçek arayışındaki Türk Milleti sahip olduğu değer ve kıymetleri yeniden hatırlayarak, karanlıklardan sıyrılabilmiştir.
İdealistliği:
Hayalleri olan ama hayalci olmayan Atatürk, gerçekleri görebilen, faydasız emellerin peşinde koşmayan ancak olması gerekenden de taviz vermeyen dik duruşuyla Ulusu’na da örnek olmuş ve güç katmış birisidir. Olanı değil olması gerekeni savunan, örnek güzel uygulamaları tespit ve tayin ederek uygulamaya koyan, inkılapları aydınlanmanın vazgeçilmezleri olarak gören Atatürk, ideal devlet ve millet yapısına kavuşmak için tüm varlığını ortaya koymuş, Türklüğün unutulan değerlerini yeniden yeşertmek için dünya üzerindeki uygulamaları incelemiş, halka en uygun idare şekillerini tespit edebilmiş ve bunda isabet sağlamış bir önderdir.
Sabırlı oluşu:
Hızlı ancak acele olmayan kararların adamı Atatürk, sabretmesini bilen, en uygun zaman ve ortamı kestirebilen müstesna bir şahsiyettir. Bu nedenledir ki aklında olan fikirleri hayata geçirmek için yan şartların oluşmasını beklemiş ve kararı verdiği anda gördüğü kabul ile de sabretmesinin mükafatını her defasında almış bir liderdir. Gerek askeri sahada, gerek diplomasi alanında, gerek inkılaplar sürecinde planlı ve sabırlı davranan Atatürk, aceleci olmamasının eseri olarak her bir hamlesinde başarı kaydedebilmiş, hasımlarını şaşırtabilmiş, zaferler kazanmış ve kalıcı etkiler yaratabilmiştir. Büyük taarruz öncesi orduyu bekletişi, saltanat ve hilafetin kaldırılması sürecindeki sabrı bu karakterine delil teşkil eden bazı örneklerdir.
Açık sözlülüğü:
“Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim, yanlışım varsa halk beni tekzip eder”, diyen Atatürk her zaman açık sözlü olmayı tercih etmiştir. Gençliğe, milletine, vekil ve komutan arkadaşlarına daima açık sözlülüğü ve doğruluğu telkin eden Atatürk, dolambaçlı yolları sevmeyen, gizli işler çevirmeyen, tuzaklar kurmayan yönetim anlayışıyla daima net olabilmiş bir liderdir.
İleri görüşlülüğü:
Gerek askeri manevralarda, gerek diplomasi ilişkilerinde tarih bilgisi ve gerçeğe olan inancıyla oluşturduğu engin dağarcığı sayesinde Atatürk, önsezi ve öngörülerinde yanılmamış, yıllar sonrasını o günlerden görüp tedbirler oluşturabilmiş bir asker ve devlet adamıdır.
Disiplinli oluşu:
Atatürk, asker olmasının da verdiği alışkanlıkla düzenli ve tertipli, disiplinli ve zamana riayetli tutumuyla mesaisini, kararlarını, çalışmalarını hep disiplin ile yürütür, etrafındakilerin de aynı ciddiyet ve disipline sahip olmasını isterdi. Nitekim bu disiplini sayesindedir ki planlarının tamamına yakını aynen cereyan etmiş, başarılar kendiliğinden gelmiştir.
Askeri başarıları:
Tarihte girdiği savaşlarda yenilmemiş tek komutan olan Atatürk, mevzisel çekilmeleri hayata geçirmiş olsa da asla muharebe veya savaş kaybetmemiş birisidir. Taktik ve stratejik anlamda askeri dehadır, akla gelmeyen ancak tatbik edilebilir planlarıyla hayranlık uyandırıcı bir liderdir. Planlama öncesi Hz. Peygamber’in savaşlarından eski Türk Hanlarının muharebe yerleşim ve saldırı planlarına kadar derin bir araştırma içerisine giren Atatürk, bunları harmanlayarak ve adeta gözünde canlandırarak muharebelere hazır olmuş, komutanlara fikrini aktarabilmiş ve neticede başarılı olmuş bir komutandır.
Dehası:
Atatürk, aklı ve mantığı ile, yorumlama kabiliyeti ve sentezleme kabiliyeti ile, öz eleştirisi ve gerçeği arayıp buluşuyla, zeki oluşu ve keskin bir hafızaya sahip oluşuyla hayatın her alanında etrafındakileri etkileyebilmiş, akılların savaşı durumundaki muharebeleri ve diplomasi ataklarını başarıyla sonuçlandırabilmiştir. çağının, asrının ve yarınların en büyük dehası Atatürk, bu nedenle ölümsüzdür, eşsizdir.
Çok yönlülüğü:
Dünyada çok başarılı komutanlar, çok etkili liderler, eşsiz matematikçiler, kıymetli sanat tutkunları, halkın sevgisini kazanmış nice siyasiler vardır ancak bunların hepsini aynı bedende buluşturabilen tek lider Atatürk’tür. O her alandaki bilgisi ve öz güveniyle inkılap ve muharebelerin her birine tesir etmiş ve başarıyı getiren kahraman olmuştur.
Mantıklı oluşu:
Atatürk, gerek devlet işlerinde ve gerekse özel hayatında aklın kabul etmeyeceği maceracı işlere hiçbir zaman atılmamıştır. “Akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek bizim en belirgin özelliğimizdir” diyerek devlet ve millet menfaatlerini ilgilendiren konularda mantıklı hareket edilmesi gerektiğini belirten Atatürk akla müracat edilmeden hissiyatla veya acele verilecek kararların isabetli olmayacağını öğreterek detaylı planlama ve cesaretle uygulamayı esas almıştır.
Eğitimciliği:
En büyük özelliği başöğretmen olan Atatürk, hayatın her alanında Ulusu’na öğretmen olmuş, öğretmiş, yol gösterebilmiş bir liderdir ki diğer meziyetlerinin yanında bu mizacı O’nun asli karakteridir. Eğitim ve öğretime verdiği önem ve destekle kısa sürede büyük aydınlanma hamlesi gerçekleştirebilen Atatürk’ün başarısındaki asıl sır eğitime verdiği kıymet ve takipçi kontrol alışkanlığıdır. Bu kontrol sadece öğrencileri değil öğretmenleri de kapsamaktadır ve sınav kağıtlarını okumayı isteyebilecek kadar eğitimin içinde olan Atatürk, yazdığı kitaplarla da eğitime katkı sağlamış müstesna kabiliyetlerdendir. “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum olarak yaşatır; ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” diyen Atatürk’e göre yarınların teminatı çağdaş eğitim ve öğretim usulleriyle yetişmiş vatansever Türk gençliğidir.
İkna ediciliği:
Sahip olduğu bilgi, detaylı planlama, cesaretli ve tarafsız idrakiyle Atatürk, fikirlerine taraf olmayanları dahi ikna edebilen, bunu baskıyla değil izah ve hoşgörü ile yapabilen bir liderdir.
İnsan ve millet sevgisi:
İnsanı, insanlığı ve aziz milletini canından çok seven Atatürk, tüm mücadelesini bu değerlerin bekası için ortaya koymuş bir dehadır. Öyle ki tarihten gelen kudret ve kültürüyle Türk kavramını yeniden şahlandıran Atatürk, sevgisi, güveni ve inancıyla halkına ve milletine yakın olabilmiş, mazlum tüm uluslar ile sevgi bağları kurabilmiş bir liderdir.
Yöneticiliği (Liderlik özelliği):
Askerlik yıllarında ki katı ve istikrarlı kararlılık ve cesareti, sivil ve diplomasi alanında da aynen görülen Atatürk’ün yöneticilik kabiliyeti tartışılmaz bir mahiyettedir. O kadar ki O, ne yaptığını bilen, vereceği emirlerin uygulanıp uygulanmadığını sürekli kontrol eden, verdiği kararların uygulanmasını sağlayan, yöneticilik (liderlik) vasıflarının en güzel örneklerini tavır ve konuşmaları ile üzerinde taşıyan bir önderdir. Tavır ve davranışlarıyla örnek olan Atatürk, emir veren veya yaptıran konumunda kalmamış, yapan ve yerinde kontrol eden hüviyeti ile daima en önde ve en kritik yerde olabilmiştir. “Büyük kararlar vermek kâfi değildir. Bu kararları cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır.’” diyen Atatürk’e göre gayeler ancak tatbik edilebilirse hedeftir ve hedefler ancak ele geçirilebiliyorsa makbuldür.
Planlı çalışma alışkanlığı:
Rastgele, düzensiz, acele plan, fikir ve tasarruflardan uzak olan Atatürk, daima mantıklı bir planlama takip etmiş, planların nihayete kadar plana uygun sürmesini dilemiş, aksayan noktalarda tedbir getirebilmiş bir dehadır.
Alçakgönüllülüğü:
Tüm başarı ve zaferlerine rağmen Atatürk, yapılan işleri ve elde edilen başarıları asla kendine mal etmemiş, kendini övmemiş, başarıyı halka ve millete, orduya ve dava arkadaşlarına mal etmiştir. Böbürlenmek, kibirle büyüklenmek huyu olmayan Atatürk tüm dehasına ve galibiyetlerine rağmen tevazuyu terk etmeyen, halktan kopmayan bir şahsiyettir.
Sanatsever kişiliği:
Bilim ve bilgiye olan aşkı kadar sanata da yakın ve aşık olan Mustafa Kemal Atatürk, “Efendiler, milletvekili olabilirsiniz, cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.”, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” diyerek bilim ve sanata verdiği önemi göstermiş, açtığı okul ve müzelerle, sergi ve etkinliklerle, yurt dışına tahsile gönderdiği öğrencilerle Türk Kültür ve sanatına kalıcı tesir edebilmiş müstesna bir kabiliyettir.
Umudunu yitirmemesi:
O tüm inanç, plan ve cesareti ile, en zor anlarda dahi umudunu yitirmeyen, asla teslim olmayı düşünmeyen, vazgeçmeyen, ertelemeyen, üşenmeyen bir yapıdadır. O, Sakarya savaşının en zor günlerinde gerekirse yurt savunmasını tek başıma üstlenirim diyebilecek kadar cesur ve cesaretlendirici, barış görüşmelerinde bağımsızlıktan taviz vermektense uzun savaş yıllarını göze alabilecek kadar kahraman bir dehadır ve milletin layık olduğu seviyeye erişinceye kadar her türlü mücadeleyi, şartlar ne denli zor olursa olsun yapmakta kararlı bir dehadır. En yakınındakilerin manda veya himaye ile kurtulmaktan başka çare olmadığını dillendirdiği anlarda bile O milletine olan inancı ve orduya olan sarsılmaz güveniyle esaret altında yaşamaktansa ölmeyi tercih edecek kadar kahraman ve alsa yeise düşmeyen bir sarsılmaz irade sahibidir.
Şekilci ve aldatıcı olmayan sarsılmaz imanı:
Atatürk düşmanlarının sıkça dillendirdiğinin aksine Atatürk, Allah’a, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e sevgi ve itimat besleyen, yazı, makale, mektup ve demeçlerinde Allah adını ağzından düşürmeyen, sıkça dua eden, hutbeler verebilen, meal ve tefsir hazırlatması ile İslam’ı yaban otlarından temizleyen duru bir Allah inancına sahiptir. Arap örfçülüğüne ve israiliyatın tüm unsurlarına düşman Atatürk’ün tek gayesi İslam’ı yeniden Kur’an dini yapabilmek ve halkı din ile buluşturup, dini, Kur’an’ı anlaşılır hale getirmektir. Keza O’nun İslam’a hizmetleri cami yapım ve onarımlarından, diyanet işleri başkanlığına kadar uzanan geniş bir yelpazededir ve dincilerin asıl nefret duyduğu da bu dinsel aydınlanma sürecidir. Oysa Atatürk, inancını aziz milletinden ve Yüce Rabbinden alan, Hz. Peygamberin insanüstü başarılarından çokça etkilenen birisidir. Riya ve gösteriş ile şekilci İslam’a karşı olan Atatürk, ana dilde ibadeti de teşvik ederek halkın okuduğu Kur’an’ı anlamasını dileyen ve bunu en yüce ibadetlerden sayan bir şahsiyettir.
***
Elbette Atatürk’ün yüce şahsiyetini bu satırlara sığdırmak mümkün değildir. Burada yazılanlar öne çıkanlardır ve Atatürk deha, örnek, cesur, asırlarca bir daha nasip olmayacak bir yüce varlıktır, Türk’ün atasıdır, Türkçülüğün parlayan güneşi, mazlum tüm devletlerin umut ışığıdır.
Gençlere ve gençliğe sonsuz güven besleyen Atatürk eğitim ve öğretim ile çağdaş medeniyet seviyesi yakalanırken kültür ve örflerden taviz vermemek gerektiğini savunan milli ve yerli bir kahramandır, dine ve devlete saygılıdır, asker, siyaset adamı ve önderdir, başöğretmendir.
Bizlere düşen ise bu aziz liderin hatırasına sahip çıkmak ve ilkeleri istikametinde yorulmadan, yorunulsa da durmadan, üşenmeden yürümeye devam etmektir.
Bu yazı Atatürk’ün Kişisel Özellikleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>bakınız; Atatürk’ün dil üzerine veciz sözleri
Ulu Önder Atatürk’ün, askeri ve siyasi başarılarının çok ötesinde ölümsüzlüğünü sağlayan alanlar daha ziyade fikirsel alanlardır ve O’nun Türk tarihi ile Türk diline ait araştırmaları sonuca ulaşamamış, durdurulmuş (!), engellenmiş olsa da halen potansiyel gerçekleri içermektedir.
Millet ve Türk olma bilincinin kaçınılmazı olan Kültürün bu iki temel taşına dair Atatürk’ün gösterdiği ışık ve verdiği destek sayesindedir ki zor savaş yıllarından çıkmış halk moral bulmuş, kültürel kimliğine adım atmış, esaretin her türlüsüne baş kaldırarak yerli ve milli olma yoluna girmiştir.
Türk Dil Kurumu’nun teşkiline de esas teşkil eden bu husus, dünya dillerinin Türkçe’den kaynaklandığı, en azından feyz aldığı teorisine dayanır ki, Türk Tarih tezinde de görüldüğü gibi medeniyetin en eski kavimlerinden olan Türkler varlıkları, coğrafyaları yanı sıra dilleriyle de cihana tesir etmiştir.
Atatürk’ün araştırılmasını istediği, bu maksatla kurumlar, dergiler tesis ettirip, kongreler düzenlediği bu konu araştırılmaya değerdir ve tarih tezinin kardeşidir. Öyle ki tarih ve dil tezleri birbirinden ayrı olarak değerlendirilemez.
Maalesef tarih tezi gibi dil tezi de tozlu raflara kaldırılmış, başka manalara çekilmiş ve özellikle 1929 ekonomik krizi nedeniyle de bir hayli yara almıştır. Acı olan ise bazı kesimlerce ve hatta Türk Dil Kurumu’nca bu gayretlerin safsata veya boş olarak kıymetlendirilmesidir. Bu maksatlı gayret ve engellemenin millete ihanet olduğu ise açıktır çünkü adı üstünde bu bir tez veya teoridir ve incelenmelidir. En azından aziz Atatürk’ün hatıra ve saygısı adına ihtimal dahilinde bile olsa bu yapılmalıdır ki yapılmamıştır. Bağımsız ve medeni bir Türkiye için tüm engellemelere rağmen, ırkçılık, komünistlik veya başkaca taraflara çekilmeden, konu her daim canlı tutulmak ve incelenmek mecburiyetindedir ki Türk’ün tarihi, dili ve medeniyeti ile bir bütündür.
Güneş Dil Teorisi kuramı
Güneş-Dil Teorisi Türkçenin tüm dillerin atası olarak kabul edildiği bir teoriydi. Bu teoriye göre tüm diller Türkçe’den türemişti. Teoriye Atatürk Avusturyalı dilci Kvergic’in kendisine yolladığı Moğol, Macar, Mançu-Tunguz, Japon ve Hitit dilleri arasında akrabalık tespiti amaçlayan bir broşürden yola çıkılarak bu görüşe destek vermiştir ve araştırılması talimatı vermiştir. Akdeniz ve Avrupa coğrafyalarına hakim olan dillerin kaynaklarının Orta Asya’dan geldiği görüşü yine bu teorinin içindedir.
İnsanın dış dünya ile her zaman iç içe olduğunu ve bu doğrultuda insanın öncelikle kendini ısıtan ve aydınlatan varlık olan güneş ile aralarında etkileşim gerçekleştirdiği ilk düşünmenin kendini ısıtan ve aydınlatan güneşin ne olduğu sorusunu kendine soran insanoğlunun bu yolla ilk sözcük olarak da güneş sözcüğünü oluşturduğu varsayımına dayanan bir teoridir. Üzerine çokça gidilmiş bir teoridir. Ancak uluslararası camiada çok fazla destek görmediği için vazgeçilmiştir.
Güneş dil teorisi, Osmanlı döneminde farsça ve arapça’nın gerisinde kalmış, ikinci plana itilmiş olan Türkçe’ye, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra eski itibarını kazandırmak amacı ile Atatürk’ün tarih tezi doğrultusunda geliştirilmiş teoridir. Bu teoriye göre türkçe, dünya tarihindeki ilk ve en kapsamlı lisanlardan biridir. Bu teoriye esin kaynağı; Sırp asıllı Avusturya’lı dilbilimci Dr. Phil. Hermann Kvergic’in “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” isimli 41 sayfalık basılmamış Fransızca eseridir. Kvergic bu eserinin bir nüshası Atatürk’e gönderilmiş, gazi’de yaptığı inceleme sonucu türk dilinin diğer dillerle benzerliği ve etkileşimi hakkında çalışmalar başlatmış, hatta Türk dil kurumu‘nu kurdurmuştur.
Güneş Dil Teorisinin temelini, bütün dillerin Türkçeden geldiği tezi teşkil eder. Bu dilbilim kuramı, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenmiş ve bizzat geliştirilmiş, ancak dilbilimciler tarafından zamanında kabul görmemiş ve kısa sürede kenara konmuştur. Yine Atatürk’ün 1938 yılında vefatının ardından İbrahim Necmi Dilmen Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi ile ilgili derslerine son vermiş, öğrencileri bunun sebebini sorduklarında ‘Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi’ diye cevap vermiştir.
Atatürk Güneş Dil Teorisi’ni, Türk Tarih Tezi’ni güçlendirmek için ileri sürmüştü. Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi’ne göre “doğal nedenlerle Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanma göç eden Türklerin gittikleri yerlere dillerini de götürdükleri” mantıksal çıkarımına dayanıyordu.
Güneş Dil Teorisi’ni kanıtlamak için, daha önce de ifade edildiği gibi, özellikle “kökeni belli olmayan kelimeler” Türk dilbilgisi kurallarına göre yeniden anlamlandırılıyordu.
Atatürk, Güneş Dil Teorisi’yle, Batı’nın küçümsediği, aşağıladığı Türk ulusunun dilinin, tüm dünya dillerini beslediğini kanıtlamak istiyordu. Böylece Batı’nın Hint-Avrupa Dil Teorisi’ni çürütmek istiyordu. Batı, sahiplenmek istediği ileri eski çağ uygarlıklarına, kendi dil grubu olan “Hint-Avrupalı” damgasını basıyor, böylece tarihsel iddialarını “dile” güçlendirmeye çalışıyordu.
Fakat Batı’nın Hint-Avrupa Dil Teorisi konusunda çok büyük bir sorunu vardı: Batı tüm çabasına karşın bir türlü Hint-Avrupa Dil Grubu’nun bulamamıştı. Atatürk, Batı’nın bu sorununu çözmek istiyordu (!) İleri sürdüğü Güneş Dil Teorisi’ne göre Hint- Avrupa Dil Grubu’nun kökeninde Türkçe vardı. Eğer bu iddia kanıtlanabilirse “Batı merkezli dil tezinin” yerle bir olması işten bile değildi.
En önemlisi: “Bence Güneş Dil Teorisi tutmuştur. Hint-Avrupa dilerine de uygulanabilir.” diyen Atatürk, bu teoriye gerçekten inanıyordu. Atatürk: “Bence Güneş Dil Teorisi tutmuştur” derken yıl 1937’dir. Yani, Toktamış Ateş ve onun gibilerin sürekli tekrarladıkları: “Atatürk Türk Tarih Tezi’ne ve Güneş Dil Teorisi’ne gerçekten inanmıştı. Sonradan bu tezlerden vazgeçmişti” biçimindeki değerlendirmelerinin aksine Atatürk, ömrünün sonlarında bu tezden vaz geçmiş değildi; bu teze yürekten inanmaktaydı. Hatta öyle ki kendisine yıllar önce matematik öğretmeni tarafından verilen Arapça “Kemal” adının Türkçe “Kamal” şeklinde yazılıp söylenmesine izin verecek kadar çok inanmaktaydı.
Güneş-Dil Teorisinin meydana gelişinde Dr. Kvergié’in oynadığı rol
Güneş-Dil Teorisinin ortaya konmasında rol oynayan önemli eserlerden biri, şüphesiz Viyana Üniversitesinde Doğu Filolojisi doktorası yapmış olan Hermann F. Kvergié’in (doğ. 1895), 1935 yılı ocak ayında Viyana’da hazırlayıp Atatürk’e göndermiş olduğu “Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi” (La Psychologie de quelques éléments des langues turques) adlı yazısıdır. Atatürk, 1935 yılının Şubat-Ağustos aylarında bu yazı ile yakından ilgilenmiş ve onu incelemiştir. Hatta Jesuit papazı Sümerolog Hilaire de Barenton’la birlikte Dr. Kvergié’i de 1936 Türk Dil Kurultayına çağırmış, onlara birer tez okutmuş, ayrıca Dr. Kvergié’in bir süre Ankara’da kalmasını sağlamıştır. Dilcilik alanında Viyana okulu, Friedrich Müller’den beri (1876), geniş davranan, klasik disiplinin dışına çıkan ve dilciliğe antropoloji ve sosyoloji öğeleri de katan bir okul olarak tanınmıştır. Bu gelenek o zamandan beri değişmemiş, Dr. Kvergié de Prof. W. Czermak’ın öğrencisi olarak bu geleneğe göre yetişmiş, dilbilime Sigmund Freud’un psikanalizini de katmış ve dil çözümlemesi için yeni bir yöntem bulduğunu sanmıştır.
Dr. Kvergié’in 41 daktilo sayfası tutan yazısı 55 bölüme ayrılmıştır. Eserin hiçbir yerinde güneşten söz edilmemişse de Güneş-Dil Teorisinin bazı temel kavramlarına burada rastlanabilir. Zaten bu teorisinin esaslarını anlatan Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili (Ankara, 1935) adlı eserde (s.7), Dr. Kvergié’in yazısı hakkında şöyle denmektedir:
“Bu sırada Dr. Phil. Orient. H. F. Kvergié’in Psychologie de quelques éléments des langues turques adlı basılmamış kıymetli eserini okuduk. Türk dilindeki süfikslerin gösterici manalarını bulmak için Dr. Kvergié’in bu nazariyesini Türk Dil Kurumunun ekler hakkındaki geniş ve çok misalli çalışmaları sayesinde anlayabildik ve istifade ettik.”
Dr. Kvergié’in bu eseri basılmadı. Kendisi bunun bir suretini bana vermiş olduğu için, bunu birkaç satırla özetlemek ve Atatürk’ün “istifade ettik” dediği bazı noktaları burada kısaca anlatmak istiyorum.
Güneş-Dil Teorisi (s.8-11), ilk insanın iç benliğini (ego) ve dış dünyayı birbirinden kesin olarak ayrı gösteriyor. Buna göre, ilk insan “harici dünyadan gelen levhalar” ve “harici dünyayı temsil eden gösterici işaretlerle” karşı karşıya bulunmuştur. Yine teoriye göre, “insan benliğini, kendini saran harici âlemdeki objeleri tespit fikrine eriştiği zaman anlaşılmıştır.” Dr. Kvergié’in eserinde de aynı konu hakkında şu düşünceler geçiyor (s.2 -4): “Beşeri bir dili konuşmak, bize, dışımızda bulunduğunu sandığımız ruhi hayatla asıl iç benliğimizde geçen olaylar arasında bir alışveriş gibi gelir. Dış dünyayı görür ve onu fizik gücümüz veya düşünce ve psişik dilimizle hâkim oluruz… Manevi hayatımızın, harici dünyadan gelen levhalar veya iç benliğimizde geçen ruhi cereyanlar şeklinde beliren en ince teferruatını ancak dil vasıtasıyla tespit edebiliriz.”
Güneş- Dil Teorisi, Dr. Kvergié’in bu son düşüncesini şu kelimelerle anlatmıştır:
“Fikri hayatın en ince teferruatı, harici dünyadan gelen levhalar veya içimizde doğan ruhi cereyanlar şeklinde tezahür eder. İnsan bunları dil vasıtasıyla tespit etmeye muvaffak olur.” Dil felsefesi alanında, Güneş- Dil Teorisi ile Dr. Kvergié’in görüşleri daha başka noktalarda da birleşiyor. Bunlardan biri, teorinin şu paragrafındadır (s.8): “Dilin fonksiyonu, açlığı bildirmek, kuvveti göstermek, zevk hislerini ifade etmek ve bütün fena hislerden ve hayat tehlikesinden nefsi vikaye etmektir.”
Dr. Kvergié aynı fikri şöyle anlatmıştır (s.4): “Dilin ödevi açlığı bildirmek, güç gösterme, zevk hislerine sahip olma, hoşa gitmeyen hislerden ve hayat tehlikesinden kaçınma isteklerini belirtmektir.” Yine, başka bir ilke olarak teori şöyle diyor (s.11): “İlk insanlar, aralarında türlü jestler yaparak anlaşmak devrinden, gayet basit ve mahdut birkaç manalı söze jestlerini katarak anlaşma devrine geçmiş oluyorlar. Dillerin bugünkü tekâmülünde bile insanlar, tam fikir ve maksatlarını anlatabilmek için sözlerine jestler katmaktadırlar.”
Dr. Kvergié’e göre de insanın ilk dili, gösterme esasına dayanan işaret dili olmuş, “lafzi dil”ler de bu “gösterme esası”nı devam ettirmişler; yalnız, “el işareti” yerine “sözlü işaret” kullanmışlardır. Buna göre, ilk insan gibi, gelişmiş insan da konuşurken kendisini merkez (ego) olarak kabul etmiş, dış dünyayı kendisinden belli şekillerde ve belli ölçülerde uzaklaşan ışınlar, alanlar şeklinde kavramıştır.
Bu esası Türkçeye uygulayan Dr. Kvergié, eklerimizi, konuşanın dış dünyasını meydana getiren ve bunun ince bölüntülerini gösteren alanlar, mesafeler şeklinde göstermeye çalışmıştır. Böyle olunca, tabii olarak her ses (harf) bir yön, mesafe, hareket alanı, dolayısıyla da kavram ve anlam değeri kazanıyor, gösterme, çevre, iyelik hareket, soru, olumsuzluk vb. gibi. Bu ses öğeleri birbirleriyle birleştiği zaman özel anlamlar çıkabilir, bunlar bazen birbirine karşıt durumda da olabilir. Mesela, Dr. Kvergié’e göre m, özü, benliği gösteren bir sestir, men (ben), el-i-im, ben-i-im sözlerinde olduğu gibi, n sesi ise, özün yakınını, “muhatab”ı gösterir, se-n, göz-ü-n gibi. z’nin alanı daha geniştir, bi-z, si-z; s bunun bir değişiğidir, geliyor-s-u-n-u-z örneğinde olduğu gibi.
Güneş-Dil Teorisini açıklayan kitabın başında renkli iki levha vardır. Bunlardan birincisinde, 6 özektaş daire gösterilmiş ve ortadaki daire içni “İlk insanın bulunduğu mıntıka; buradan kendisini saran harici âlemdeki objeleri temaşa ve tetkik ediyor”, öbür daireler içinde “harici âlemi teşkil eden objeler” denmiştir. İkinci levha ise, “İnsan harici âlemdeki objelerin farklarını ve her birinin bulunduğu sahayı, bu sahaların birbirleriyle ve kendi ile olan münasebetlerini gösterebilecek gayreti neticesinde türlü vokalleri ve konsonları icat ediyor” şeklinde açıklanmıştır. Yine teoriyi açıklayan kitap, “Eklerin Rolleri” bölümünde, “objeler veya düşünceler, süjeye nazaran, yakın, uzak başka başka sahalarda bulunabilirler” dedikten sonra, bu sahaları birbirinden şöyle ayırıyor (s.33-35): m, en yakın sahayı, mülkiyeti ve belirme sahasını gösterir, p-b, v-f, ğ-y de bu sahadadır; n, kendine bitişik olan mahdut sahayı gösterir, z, oldukça geniş bir sahadır, s ile ş de bu sahanın içindedir; ç, c, j, esas olarak z sahasında ş, s gibidir, fakat süje ve objeyi gösteren konsonlar yerine de geçebilir; L, en uzak mıntıkalara kadar, her sahadaki objeleri ve hareketleri uzağı, büyüğü, belli olmayanı, enginliği, genişliği gösterir; t/d, çok kuvvetli yapıcı ve yaptırıcı, hâkim bir unsurdur; k, her türlü obje ve düşünceyi tamamlar, manayı tayin eder; r, yakın, belirli bir sahayı ve o sahadaki hareketi gösterir, istenilen şeyin olduğunu ifade eder. Vokallerden a, e, ı, i yakın hatlara, o, ö, u, ü ise uzak hatlara işaret eder.
Bunlar teorinin kullandığı kelimelerle anlatılan sözlerdir. Dr. Kvergié, ben, sen, şu, ol zamirlerine ve işaret edatlarına dayanarak, “b, yakını, s/ş uzağı, L (§ 21) daha uzağı gösterir” dedikten sonra, r, s, d/t’nin “saha ve uzaklık derecesi”ni belirtmeye yaradığını, L’nin geneli, uzağı, genişi, katmerliyi ve sınırsızı” gösterdiğini, t’nin “yapıcı ve yaptırıcı (§ 44) olduğunu, r’nin (§ 50) “bitmişi, erişilmişi, tamamlanmışı, istenilen şeyin yapılmış olduğunu” anlattığını, k’nin “bağ kurma ve belirtme” öğesi olduğunu, vokallerden (§ 28, 29), a, e, i’nin “yakın olana”, o, u, ö, ü’nün de “uzakta bulunana” işaret ettiğini birer birer açıklamıştır.
Bilindiği gibi, dillerin doğuşu konusunda dilbilimciler arasında birbirinden farklı görüş ve açıklama eğilimleri yer almıştır. Bazı dilbilimciler, ilk insanın konuşmasını çeşitli tabiat olayları ile ilgili sesleri taklit etme eğilimine bağlarken bazıları da bu konuda sosyoloji ve antropoloji yöntemine başvurmuşlardır.
Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kıvergitsch, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşleri ile birleştirerek dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmak istemiştir. Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi adlı incelemesinde ileri sürdüğü teorinin özü, Türkçenin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün bazı ses değişme ve gelişmelerine bağlanmasıdır. Bu temel görüşten yararlanarak Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili adlı kitapçığı hazırlamış olan Atatürk, teoriden iki şekilde yararlanmak istemiştir:
1. Türk milletine; eski, köklü tarihi ile olduğu kadar, eski ve köklü dili ile de gurur duyabileceğinin aşılanması,
2. 1932-1936 yılları arasındaki özleştirme çalışmalarında temel alınan tasfiyeciliğin frenlenmesi.
Atatürk, bu çalışmayı incelemiş ve çok beğenmiştir. Bunun üzerine çalışmayı, incelenmesi üzerine dil heyetine göndermiştir. Fakat dil heyetindeki kişiler, çalışmanın incelemeye değer bir içerik sunmadığını ve temelsiz olduğunu söylemişlerdir. Atatürk’ün ısrarı üzerine, Abdülkadir İnan, Naim Nazım ve Hasan Reşit gibi bilim adamları, bu çalışmadan hareketle “Güneş Dil Teorisini” oluşturmuşlardır. Atatürk, bu çalışmayı desteklemiş ve 3. Dil Kurultayı’na davet edilen yabancı dil bilimcilere de sunulmasını sağlamıştır.
Atatürk’ün görüş ve amaçları
Atatürk‘ün bu çalışmayı desteklemesinin bazı nedenleri bulunmaktadır. Bu dönemde dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtarılmak istenirken, daha kötü bir çıkmaza sokulmuştur. Bunun için dilin önündeki engeli kaldırarak, daha düzenli ve bilinçli Türkçeleştirme yapılabilmesi için bu teori bir çıkış yolu olarak görülmüştür. Ayrıca o dönemde halk, yüzünü Batı’ya dönmüş durumdadır. Uygarlığın ve gelişmişliğin ölçüsü olarak, Batı’yı kabul etmeye başlayan toplumu, öz değerlerimiz içinde yüceltebileceğimiz yönünde düşündürmek için, önce batılı bilim adamlarının Türk Dili üzerindeki yanlış düşüncelerini yıkmak gerektiği düşünülmüştür. Böylece halkı daha “milliyetçi” bir duruşa çekebilmek için, bu teori desteklenmiştir.
Güneş Dil Teorisi, temel olarak dünyadaki bütün dillerin “güneş” sözcüğünden başlayarak oluştuğunu kabul eder. Bu teoriye göre, bütün dünya toplumları için güneş çok önemlidir. Çünkü güneş, “ısıtma, ışıtma ve yükselme” özellikleriyle, bütün toplumların nazarında değerli ve yüce görülmüştür. Isıtma özelliği, ateş, duygu, heyecan ve sevgi; ışıtma özelliği, aydınlık, zeka, parlaklık ve güzellik; yükselme özelliği ise, esas, sahip, efendi, çokluk ve güç olarak kabul edilmiştir. Isısının insanların yaşamlarını devam ettirmesini sağlaması, ışığının yol gösterici olması, insanların yiyeceklerini güneş sayesinde bulmaları nedeniyle, insanların güneşe bu kadar önem vermeleri, onu bir şekilde ifade etme isteğini doğurmuştur. Bunu da en kolay ifade edilebilen “A” sesiyle dillendirmiştir. İlk bilinçli ses olan “A” sesinin yanında, sanki bir “Ğ” sesi de varmış gibi görünmektedir. Ömer Asım Aksoy’a göre yalnızca bu bile, fonetik olarak bu sözcüğün Türkçe kökenli olduğunu göstermeye yeterlidir; çünkü “Ğ” sesi, yalnızca Türkler‘de bulunmaktadır.
“A” sesinden sonra gelen “Ğ” sesinin yerine, “Y, G, K, H, U, B, M, P, T” sesleri de kullanılabilmektedir. Bunları 8 sesli harfle birleştirdiğimizde 72 tane kök oluşturulur. Bunlara da “birinci dereceden prensibal kökler” denir. Belirtilen harflerin dışındaki sessiz harflerle 8 ünlünün birleştirilmesinden ise 88 kök oluşur. Bunlara da “ikinci dereceden prensibal kökler” denir. böylece Türkçenin 168 tane ana kökü meydana getirilmiş olmaktadır. Bu ana köklerden hareketle, güneş sözcüğünün Türkçe kökenli olduğu kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Arapçadaki “şems” sözcüğünün de “güneş” sözcüğündeki seslerin yer değiştirmesiyle oluştuğu kabul edilmektedir. Ayrıca bazı adların da Türkçe kökenli olduğu, “Amazon” sözcüğünün “amma uzun” ifadesinden oluştuğu veya “Niyagara” adının “ne yaygara” ifadesinden oluştuğu gibi örnekler verilerek kanıtlanmaya çalışılmıştır.
Bu teori, dünyanın en eski dilinin Türkçe olduğunu ortaya koyma çabası içerisindedir. Yapılan çalışmalar sonucunda, Türkçenin insanoğlunun konuşmaya başladığı en eski dil olduğu ve son derece düzenli olduğu için bütün dillerin anası konumunda olduğu kabul edilmiştir. Zaten bugün yapılan araştırmalar da, Türkçenin en eski yazılı kaynaklara sahip dil olduğunu ortaya koymuştur. Güneş Dil Teorisi çalışmaları çok sağlam kaynaklara dayanılarak oluşturulmamış olabilir; fakat Türkçeleştirme çalışmalarının daha sistemli ve bilinçli olarak yapılmasında büyük rol oynamıştır.
Atatürk 1936 yılında dil konusunda yaptığı bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ‘ketebe’, ‘yektübü’ Arabındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türkündür” diyordu. O, bu sözleriyle, elbette tarihî görevini tamamlamış olan Osmanlı Türkçesine dönüşü kastetmemiştir. Çok açık olarak halkın diline girip benimsenmiş olan sözlerin değil, daha üzerinden yabancı damgasını atamamış olan sözlerin üzerinde durulması gereğine işaret ederek gidilecek doğru yolu belirlemiştir.
Atatürk, Türk dili hakkındaki olumlu görüşlerine daha çok antropoloji yoluyla varmıştır. Bu konu hakkında, Jacques de Morgan’ın “Tarih-Öncesinde İnsanlık” (L’Humanité préhistorique, 1921) adlı eserini okumuş, İsviçreli Antropolog Eugène Pittard’la Türkiye’de birkaç kez görüşmüş, onun “Irklar ve Tarih” (Les races et I’historie, 1924) adlı eserini ve genel olarak bu profesörün görüşlerini beğenmişti. Atatürk’ün, Türklerin tarih başlangıcı hakkındaki görüşü şöyle özetlenebilir:
Tarih öncesi çağında yeryüzünde birçok ırklar yaşamakta idiler. Bunlar arasında Türklerle doğrudan doğruya bir ilgisi olmayanlar da vardı. Bunlar kendilerine göre birer uygarlığa sahiptirler. Türlü yerlerde yapılan kazılar, bize bu ırk ve uygarlık tabakalarını tanıtmıştır. Çok kere uygarlıkla ırk arasında sıkı bir bağ bulunuyor, ırkı da bıraktığı iskeletlerden ve özellikle kafataslarından tanıyabiliyoruz. Mesela Akdeniz çevresinde yapılan bir kazı, alt tabakada uzunkafalı bir ırkın bulunduğunu, bunun da ancak “çamur ve balçık uygarlığı” içinde yaşanış olduğunu gösteriyor. Üst tabakaya çıkıldığında, maden uygarlığının izlerine raslanıyor; aynı tabakadaki kafatasları incelendiği zaman da bunların yuvarlak kafalı olduğu ortaya çıkıyor.
Demek oluyor ki, üstün uygarlığı, yuvarlak kafalı bir ırk getirmiştir. Yuvarlak kafalı, yani dağlı Alpin ırkın anayurdu da Orta Asya olduğu için, üstün nitelikte olan maden uygarlığının, Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dan Akdeniz’e ve başka yerlere dağılmış olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu tarih görüşüne ekli olan dil görüşüne göre de Orta Asyalı ırkın türlü kolları Cilalıtaş çağında anayurttan dağıldıklarında, üstün uygarlıkta kullanılan eşya ve kavram adlarını da birlikte götürmüşler, bunlar o yerlerde konuşulan dillere alıntı olarak girmiştir. Bu konularda Atatürk’ün görüşü kısaca bu olmuştur. O, “Bütün ırklar Türk ırkından, bütün diller de Türkçeden çıkmıştır” diye bir yargıda bulunmamıştır.
Atatürk, eski Türk kültür kelimelerinden birinin yal- kökü olduğuna inanıyordu. Bu kanışını 1936 Türk Dil Kurultayına gelen yabancı dilcilere kurultaydan önce Dolmabahçe Sarayında verdiği bir çay toplantısı sırasında açıkladı ve savundu. Yal-yıl- (mesela, Uygur Türkçesinde yaltırık=ışık, Karahanlı Türkçesinde yalduruk=parlak, ayrıca yaldız, yıldız, yıldırım vb.) Türkçede ışığı, parlaklığı anlatan bir köktü; Macarcada vil- “ışık” demekti; Hint-Avrupa dillerinde de, électriquen’in kökü olan ulek (Sanskritçe ulka=parlak cisim, Yunanca êlêktôr parlak cisim, güneş, êlektron=altın ve gümüş karışımı, altın parlaklığı, kehlibar) “parlaklık” anlamını veriyordu; Hint-Avrupa ailesinde bu kökten ancak, dört beş kelime türemişti, oysa ki Türkçede yal-/yıl- kökünden olma yüze yakın kelime vardı.
Atatürk aynı yaltırık kelimesini kurultayda okuttuğu tezde de (Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936. Tezler, Müzakere Zabıtları, İstanbul 1937, s.219-220) ele almış ve teoriye göre açıklamasını yapmıştır. “Güneş-Dil Teorisi’nin Analiz Metodu Tatbikatı” başlığını taşıyan bu tez tamamıyla Atatürk tarafından yazılmış, 27 Ağustos 1936 perşembe günü kurultayda, ad verilmeden, İsmail Müştak Mayakon tarafından okunmuştur.
1937 Eylülünde İkinci Tarih Kurultayı bu hava içinde toplandı. Birçok yabancı bilginlerin de katıldığı bu kurultayda okunan tezlerden pek çoğu tarih tezimizi ele almış veya onun çevresinde dolaşmıştır. Kurultaya katılan İsveçli Arkeolog T.J. Arne, yurduna döndükten sonra, 25 Ekim 1937 de, “Sveske Dagbladet” gazetesinde, “Atatürk’ün Dil ve Tarih Teorisi” başlıklı bir yazı yayımlayarak, Atatürk’ün görüşlerini çürütmeye çalıştı. Bu yazı Türkçeye çevrilerek Atatürk’e sunuldu, ertesi akşam Çankaya’ya çağrıldık.
Atatürk yazıyı okumuştu; biz de öyle. Biraz görüşüldükten sonra, “Yani demek istiyor ki”, dedi Atatürk, “Orta Asya’nın altı bomboştur.” Yumruğunu masaya indirdikten sonra şöyle devam etti: “Fakat emin olunuz ki, arkadaşlar, günün birinde, bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar (yani Avrupalılar) verecektir.”
İsveçli profesörün yazısında Atatürk’ün hoşuna giden şu cümle de vardı: “Türkmen bozkırlarında Milattan Önce 1500 yıllarına doğru, uygarlığın aşırı derecede gerilediği tespit edilebilmiştir; sebebi bilinmeyen bu gerileme, yukarıda anılan Türk göçünden sonra meydana gelmiştir.” Bu cümleyi okuduktan sonra Atatürk şöyle dedi: “İşte ilk itiraf burada. Bu bozkırlarda uygar Türkler oturuyordu. Onlar göçe çıkınca, uygarlık tabii geriler.”
Ertesi yıl Atatürk’ü kaybettik, az sonra savaş başladı, yabancı dergilerin çoğu piyasadan çekildi. Fakat 23 Aralık 1940’ta elime geçen bir antropoloji dergisinde şu haberi okudum: 1939 yılının Temmuz ayında, genç Rus arkeologlarından Dr. Aleksey P. Okladnikov ve eşi, Orta Asya’nın tam göbeğinde, Taşkent yakınında bulunan Teşik-Taş adlı mağaradan, Homo neanderthalensis denilen tarih öncesi bir insan ırkından olan sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun kafatasını ortaya çıkarmışlar.
O sırada Rusya’da çalışmakta olan tanınmış Amerikalı Antropolog Hrdliˇcka, bu kafatasını ve mağarayı inceledikten sonra, bu buluşun antropoloji ve Orta Asya’nın tarih öncesi bakımından “son derece önemli” olduğunu söylemiştir. Kafatası, Yontmataş çağının Muster tabakasına ait olduğu için, 150.000 yıllık bir eskiliği vardı. Çocuk kafatasının yanı başında, Muster uygarlığı tipinde, çakmaktaşından âletler, o çağa ait hayvan kemikleri ve kül kalıntıları görünüyordu.
Bu haberi okurken, Atatürk’ün masa başındaki sevimli yüzü, indirdiği yumruk ve “günün birinde bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar verecektir” şeklindeki sezgisi bütün parlaklığı ile gözümde belirdi. Artık Orta Asya’nın alt tabakası “bomboş” sayılmayacaktı. Orada, Aşkabad dolayındaki eski Anau kültüründen (M.Ö. dokuzuncu bin yıl), hattâ Cilalıtaş çağından çok önce, Yontmataş çağının alt tabakalarında, Orta Asya halkının atalarına ait, gözle görülür, elle tutulur ve 150.000 yıllık bir eskiliği olan kafatasları, ateş kalıntıları ve uygarlık aletleri vardı. Atatürk, ölümünden sonra da bir yengi kazanmıştı.
Türkçenin eski bir kültür dili olduğuna inanan Atatürk, bu dilin birçok nedenlerden dolayı bin yıldan beri işlenmemiş olduğunu da biliyordu. Bu açığı kapatmak, Türk dilini yine işlenmiş ve işlek bir kültür dili durumuna getirmek için de Türk Dil Kurumunu kurmuş, Türk dilinin yapı kurallarına uygun olarak Türkçe köklerden yine Türk ekleriyle yeni kelimeler türetmiş ve dilimizin çeşnisini büyük ölçüde özleştirmiştir. Bu arada matematik terimleri üzerinde de önemle durmuş, hatta 1936 -1937 kış aylarında Dolmabahçe Sarayına çekilerek, geometri öğretenlere ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olmak üzere küçük bir geometri kitabı yazmıştır.
Yazdığı eser de yazar adı gösterilmeden, 1937’de İstanbul Devlet Basımevinde Milli Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır. Bu eseri yazarken göz önünde bulundurmak istediği Fransızca kitapları Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman’la birlikte Beyoğlu’ndaki kitabevlerinden seçerek aldık ve saraya götürdük. Atatürk okullarda kullanılmakta olan geometri kitaplarını da incelemiş ve bu arada Hasan Fehmi Hocanın bir kitabında dik paralelyüz (parallélepeipède droit) şeklinde örnek olarak aynalı dolabın verildiğini görünce hocayı saraya çağırmış ve Türkiye’de kaç köy çocuğunun aynalı dolabı bildiğini bir eğitim sorunu olarak güler yüzle sormuştur. Hoca ile tatlı bir söyleşiden sonra, “aynalı dolap” silinmiş yerine “kibrit kutusu” konmuştur.
Atatürk’ün “Geometri” adını taşıyan 48 sayfalık kitabında bütün terimler Atatürk tarafından bulunarak konmuştur; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, yay, kiriş, çember, teğet, açı, taban, eğik, yatay, düşey, dikey, üçgen, dörtgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yamuk, eşit, çarpı, bölü, oran, orantı, alan, varsayı, artı, eksi, kesit, türev, konum, gerekçe, yöndeş vb.
Bunlardan, mesela açı’ya biz eskiden “zaviye” derdik; açıortay’a “munassıf”, geniş açı’ya (zaviye-i münferice”, açı uzaklığı’na “bud-ü müzevva”, iç tersaçılar’a da “zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”. Eğitim ilkelerine göre, bir kavramı anlayabilmek için çocukta zihnin açık bulunması gerekir. Yukarıda anılan yabancı asıllı ve yabancı kurallı kelimeler tam tersine olarak, çocuğun zihnini tıkıyordu. İşte Atatürk’ün önderliğiyle ulusal dil kaynağından türetilmiş bu yeni terimler, zihni çelen ve tıkayan binlerce yabancı asıllı terimleri silmiş süpürmüş, zihinleri açmıştır.
Atatürk’ün de amacı zaten bu idi: Ulusal dilin benliğini ortaya çıkarmak, onunla övünmek, onu işlemek, anlamayı ve anlaşmayı kolaylaştırmak.
Atatürk Haklıydı
“Türkçe, dünyadaki en eski dillerden biridir, hatta en eski dildir ve dünya’daki diğer dilerin pek çoğu Türkçe’den doğmuştur.” dediği ve bu doğrultuda araştırmalar yaptırdığı için Atatürk’ü eleştirenler, bugün Atatürk’ün haklı olabileceğini görmelerine karşın bu gerçeği seslendirmekten ısrarla uzak durmaktadırlar.
Atatürk’ün 1930’larda Güneş Dil Teorisi çerçevesinde gerçekleştirdiği dil araştırmaları sonunda ulaştığı bulgular, (Türk dilinin en eski dil olduğu vb.) 80 yıl sonra bu gün, bu konuda yapılan az sayıdaki fakat çok önemli çalışmalarla doğrulanmaktadır.
Batı merkezli tarihin dar kalıplarını parçalayan yerli ve yabancı bilim insanları (Kazım Mirşan, B. Gerey, Osman Nedim Tuna vb.) bugun, Türkçe’nin çok eski bir geçmişe sahip en köklü dilerden biri olduğunu kanıtlama noktasına gelmişlerdir.
Örneğin Osman Nedim Tuna, 40 yıl süren bilimsel araştırmalar sonunda Türk Dillerinin MÖ. 10.000’lere kadar dayanan çok köklü bir dil olduğunu kanıtlamıştır.
Osman Nedim Tuna, 1989 yılında yayınlanan “Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk DilininYaşı Meselesi” adlı eserininde Türk dilinin “eskiliği” konusunda şu çarpıcı değerlendirmelere yer vermektedir:
“Türk dilinin zamanımızdan 3500 yıl önce müstakil ve iki kollu bir dil olarak varlığı ıspatlanmıştır(…) İlk Türkçe ve ana Türkçenin muazzam bir zaman önce yaşamış olması gerekir. Bu sonuç, benim 1978 yılı sonunda tamamlayıp 1983 ağustosunda yayınladığım, Altay Dilleri Teorisi adlı çalışmamda, Türk dilinin arkelogy ve glottochronology araştırmalarından hareketle ileri sürdüğüm yaşı, en pinti hesaplara göre, 8500’dür. (s.52-55) Şimdi bu rakam doğrulanmaktadır. Çünkü ana Türkçeden ana Doğu ve Batı Türkçesine kadar geçen zamanı da hesaba katarsak bu devreden zamanımıza kadar geçen 5.500 yılın ikiye katlanması mümkündür.”
Yani, Türk dilinin kökleri MÖ.11.000’e uzanmaktadır ki bu tarih, Batı merkezli tarihin ve o tarihin esiri olan bilim insanlarının telaffuz bile edemeyeceği kadar “eski” bir tarihtir.
Başka bir dil araştırmacısı Selahi Diker, 35 yıl kadar süren araştırmaları sonunda kaleme aldığı “Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı eserinde Sümer dili, Lidya dili, Hurri dili, Frig dili, Hatti dili, Truva dili, Etrüsk dili vb. Antik Çağ dillerinin Türkçe kökenli olduğunu çok kapsamlı analizlerle ortaya koymuş ve Türk dilinin MÖ. 5000’lere kadar uzandığını belirtmiştir: “Yazılı Türk tarihi ise, çağımızdan beş bin yıl öncesine, yazının Sümerler tarafından icadına kadar uzanmaktadır. “
1936-1938 Dönemi
Bu dönem dilde yer alan kelimelerin sadeleştirilmesi, özleştirilmesi döneminin zirve yaptığı dönemdir. Bu dönemde özellikle ders ve okul terimleri üzerinde durulmuş, çeşitli bilim dallarına giren orta öğretim terimleri için yoğun çalışmalar yapılmıştır. Fizik, kimya biyoloji, zooloji, botanik vb. müspet bilim dallarına başarılı Türkçe terimler kazandırılmıştır. Atatürk, bu çalışmalara öncülük ederek, terimleri de kendisine ait olan 48 sayfalık bir geometri kitabı hazırlamıştır. Bu terimler 1938 yılında okul kitaplarına geçmiştir. Böylece Osmanlı Türkçesinden gelen; mustatîl, tamamlayan zaviye, hattı munassıf, muhit-i daire gibi terimlerin yerini; dikdörtgen, tümey açı, açıortay, çember gibi Türkçe terimler almıştır.
Bu dönemde 24 Eylül 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda açılan III.Türk Dil Kurultayı’nın son toplantısında, Kurumun adı da Türk Dil Kurumu’na çevrilmiştir.
Dil ve tarih alanındaki çalışmalar süregelirken, Atatürk, 9 Ocak 1936’da Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurdu. Bu fakülte Türk dilini, Türk tarihini, Türk coğrafyasını kaynaklarına inerek araştıracak, gerekli eleman ve bilim adamlarını yetiştirecek bir fakülte olarak düşünülmüştür. 1936-1938 yılları arasında yapılan Türk dili çalışmalarını bilim temeline yerleştirilecek tedbirlerin getirildiği bir dönem olarak nitelendirebiliriz.
Atatürk’ün Dil ve Tarih Kurumları’na ilişkin bu arzusu, 1983 yılında, 2876 sayılı kanunla devlet himayesinde bir akademik kuruluşa dönüştürülerek gerçekleştirilebilmiştir.
Atatürk’ün Türk dili ile ilgili yaptığı çalışmalar, Türkçe’nin gelişimi adına olumlu sonuçlar vermiş, Türk dili kendi benliğine kavuşma yolunda hızla ilerlemiştir.
3. Türk Dil Kurultayı’nda 1936’da bütün yönleriyle incelenmiş tüm bulgular ortaya konmuştur. Bu kurultaydan sonra elde edilen veriler 1935-1938 yılları arasında 25 ciltlik bir kitap halinde bastırılmıştır. Dilden atılmak istenen sözcükler diğer dillere de Türkçe’den geçtiği için bunları korumanın bir zararı yoktur düşüncesi hakimdi. Bu hararetli tartışmanın sona ermesiyle gelinen noktada bu görüşü savunmanın gereksiz olduğu düşüncesiyle bu teoriden vazgeçildi. Güneş-Dil Teorisi geçerliliğini yitirmesiyle birlikte Türkçe etrafında tartışılan birçok konu rafa kaldırılmıştır.
Dil devriminin 1936-1938 yılları arasındaki dönemi, çalışmaların genellikle yaşayan Türkçe temelinde normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu dönemde, terimler ve özellikle okul terimleri üzerinde durulmuş; matematik, fizik, kimya, biyoloji, botanik, zooloji gibi müspet bilim dallarına başarılı terimler kazandırılmıştır. Hattâ, bu yöndeki çalışmalara Atatürk’ün kendisi bile öncülük etmiştir. Onun müstakil, müselles, mütesaviyü’l-adla gibi öğrenilmesi güç Arapça terimler yerine; kare, dikdörtgen, eşkenar, üçgen, açı, teğet vb. Türkçe karşılıkları da kendisinin koymuş olduğu 48 sayfalık küçük bir geometri kitabı vardır. Böylece, verimli bir çalışma dönemine girilmiş oluyordu. Atatürk 1938 yılının, Meclisi açış konuşmasında okunan yazısında, o yıl öğretime Türkçe terimlerle yayılmış kitaplarla başlanmış olmasının, kültür tarihimiz için önemli bir olay olduğunu kaydetmiştir.
Atatürk, 1932-1936 yılları arasında gönüllüler eliyle yürütülen ve “dil sofrası” diye adlandırılan Çankaya toplantılarında da ele alınan dil çalışmalarının beklenen başarıya ulaşmadığını görüyor ve biliyordu. Bu durumun temel nedeni, çalışmaların bilim kaynağından beslenmemiş olmasıydı. Ancak, ülkenin o gün içinde bulunduğu koşullar ve bu iş için hazırlıklı bir bilim kadrosunun bulunmaması, ister istemez işin bir süre gönüllüler eliyle yürütülmesini gerekli kılmıştır. Dil davasını boşlukta bırakmak mümkün değildi. Onun için TDK’nın Öztürkçecilik”, “arı Türkçecilik”, “dilde ilericilik” ve “devrimci görüş” gibi adlar altında yeniden dilde ırkçılık ve tasfiyecilik niteliğindeki aşırı özleştirmecilik hareketine yönelmiştir. Her ne kadar bu görüşü benimsemiş olan kesimlerce, bu yönlendirme, dil devrimini, Türkçeleşme yolunda daha ileri bir düzeye ulaştırma diye gösterilmişse de, uygulamalara bakılınca, bu eğilimin ulaşmak istediği amaç ve hedefler bakımından dil devrimi ile birleştirilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü, kökence Türkçe olmayan her sözü dilden atma amacı güden “arı Türkçecilik”, dilcilik anlayışı ve dilin sosyal gerçekliği ile bağdaştırılamadığı gibi, dil devriminin temel felsefesi ile de bağdaştırılamaz. Çünkü;
1. Bir sözün Türkçe sayılıp sayılmamasının ölçüsü, onun kökeni değildir. Ses yapısı, zevk ölçüsü, kullanılış biçimi ve anlam bakımından dilin kendi ölçülerine aykırı düşmemesi, o sözün dilde yerleşmiş ve herkes tarafından anlaşılır olup olmamasıdır. Her dil gibi Türkçe de çeşitli dillerden kelime almış ve onlara kelime vermiştir. Dilimize bu yolla girmiş akıl, aşk, bülbül, eser, hasta, hastahane, hatır, hatır saymak, kira, kiracı, kitap, kültür, mantı, sınır gibi sözler, dilin kendi potasında eritilip Türkçeye kazandırıldığı ve Türkçenin gelişmesini de engellemediği için, bunları arı Türkçecilik anlayışı ile dilden atmak, Türkçeye hiçbir şey kazandırmaz; aksine, çeşitli yönlerden zarar verir.
2. Türkçenin malı olmuş bu türlü bir kısım alıntı sözlerin, zamanla kazandığı yeni anlamlar ve kavram incelikleri vardır: kalp’in yerine yürek’i getirerek kalp kırmak yerine yürek kırmak diyebilir miyiz? kalpsiz “merhametsiz” ile yüreksiz “korkak” aynı şeyler midir? Arapça kafa’nın yerine Türkçe baş’ı getirmekle sorun çözülür mü? Kafasız adam’la başsız millet, kafayı çekmek deyimi ile başı çekmek deyimi aynı anlamlara mı gelmektedir? Elbette hayır! Akıllı kimse ile akılsız kimse’yi uslu kimse, ussuz kimse diye mi nitelendireceğiz? Akıl akıldan üstündür deyimini us ustan üstündür’e çevirsek aynı anlam ve zevk dolgunluğunu verebilir mi? Görülüyor ki, bir dilin söz varlığı, o toplum bireylerinin düşünce yapısından kavram alanı genişliğine ve oradan da zamana bağlı dil-kültür ilişkisine uzanan bir gelişmenin ürünüdür. Bunlar ayak altına alınarak dil geliştirilemez. Dile işleklik kazandırmanın yolu, dili toplumla ve sosyal yapı ile bütünleştiren ölçülere, yani dil sisteminin gereklerine uymaktır. Oysa, dilde devrimci görüş anlayışı ile ortaya atılan sözlerin çoğunda sistemlilik yerine sistemsizlik ve başıboşluk yer almıştır. Bunlar bağlantı yerine bağıntı; baskı yerine bası; düşünce, fikir yerine düşün; eser, kitap, araştırma yerine yapıt (yapmak: örtmek, kapatmak anlamındadır.) ruhi, ruhsal yerine tinsel; yaban, yabancı yerine yabanıl sözlerini kullanmaktan çekinmemişlerdir. “Devrimci görüş kuralların tutsağı olmaz” ilkesine bağlanarak bir süre kuralsızlığı kurallaştırmaya çalışmışlardır. Dilin yapı ve işleyiş özellikleri ile bağdaşmayan bu tutum, toplum bireyleri arasında bir ayrım yaratma tehlikesi de doğurmuştur.
3. Öte yandan, arı Türkçecilik tutkusuyla, belirli sözlere saplanıp kalma eğilimi, dilin anlatım gücünü de sınırlamaya ve daraltmaya başlamıştır. Söz gelişi derece, devre, kademe, safha, hamle kavramları için yalnız aşama; taarruz, tecavüz, hücum için yalnız saldırı; sebebiyle, vasıtasıyla, münasebetiyle, yüzünden, bakımından vb. sözler yerine hep nedeniyle sözünün kullanılması dili bir anlatım kısırlığına doğru sürüklemiştir.
4. Bu türlü uygulama sakatlıklarını dile getirenler de dilde “ilericilik”, “gericilik” tartışmasına çekilmek istenmiştir. Bu noktada farklı eğilimler de gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak, şurası kesinlikle bilinmelidir ki, Osmanlı Türkçesi artık kendi devrini tamamlamış ve tarihe mal olmuştur. Günümüz Türkiye Türkçesi ise, zamana bağlı çeşitli değişme ve gelişme süreçlerinden geçerek bugüne ulaşmış; toplumun farklı sosyal ve kültürel gereksinimlerinden yararlanarak biçimlenmiş bir dildir. Burada yapılacak şey, yapılmış ve yerine oturmuş ögeleri yerinden oynatıp boş şeylerle uğraşmak yerine, dilimize akın etmekte olan, dilimizin yapı ve işleyiş ölçülerine de uymayan yeni yabancı söz ve terimlere karşılıklar bularak dilin güçlendirilmesi ve zenginleştirilmesi olmalıydı. Ne yazık ki, bu fırsat pek değerlendirilememiştir. Gerçi 1980 sonrası yıllarda, arı Türkçecilik yolundaki sakat eğilim terkedilmiş ise de, dilde bu eğilimin bıraktığı bazı kayıplar da olmuştur.
Atatürk’ün Türk Dili ile İlgili Yaptığı Çalışmalar
Bir milletin birlik ve varlığını sürdürebilmesinde dilin çok önemli bir yeri vardır. Bunu çok iyi bilen Atatürk, Türk Dili’nin zenginleşmesi ve sadeleşmesi için çalışmalar yapmıştır.
Yazı İnkılâbı (Yeni Türk Alfabesi)
Atatürk’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar uzanır. Atatürk’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine ayak uyduramamış ve imlânın kelime kalıpları halinde klâsikleştiği devirden başlayarak birçok sorunlar ortaya çıkmıştır.
Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk girişimler 1923 yılında başladı. Ancak, her şeyden önce toplumun bu yeniliğe hazır hale getirilmesi gerekiyordu. 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda TBMM’nde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresi olmuştur. Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 26 Haziran 1928’de resmen çalışmaya başlayan Dil Encümeni, Lâtin alfabesi temelinde fakat her yönü ile Türkçe’nin ses yapısına uygun bir milli Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiştir. Atatürk yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihi konuşması ile açıklamıştır. Yazı inkılabı daha sonraki günler de başöğretmen sıfatı ile bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir. Türk alfabesi 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.
Dil İnkılâbı (Türk Dil Kurumu)
Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında, sade bir Türkçe kullanılıyordu. Zamanla Arapça ve Farsça’dan birçok kural ve kelime dilimize girdi. Böylece Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan Osmanlıca karma bir dil olarak ortaya çıktı. Yöneticiler ve aydınlar Osmanlıca’yı kullanırken, halk Türkçe konuşuyordu. Dildeki bu ayrılık Türkçe’nin gelişmesini ve milli bütünlüğün kurulmasını engelliyordu.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren dilin sadeleşmesi ile ilgili çalışmalar yapıldı. Fakat olumlu bir sonuç alınamadı. Cumhuriyetin ilânından sonra, Türkçe’nin yabancı dillerin etkisinden kurtarılması çalışmalarına hız verildi. Türk dili ile ilgili çalışmalar yapmak üzere Atatürk’ün emriyle Türk Dilini Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kuruldu (1932). Bilim ve fikir adamlarının katıldığı bir dil kurultayı toplandı.
26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, kurumun çalışma programını kapsayan şu maddeleri tespit etti:
Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, hazırlanmış mükemmel bir çalışma programı olduğu halde, Kurum’da bu işleri yürütecek bir bilim kadrosu bulunmadığı için çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt halinde Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla yayımlanmıştır. Ancak, bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tavsiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım” sözleri ile açıklamıştır. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu adlı iki küçük kılavuzda toplanmıştır.
Bu dönem, birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı özleştirmecilik dönemidir. Ancak bu dönem çalışmaları da Atatürk için sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, kılavuzda aslında Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen kelimeler vardı. Ayrıca yayın hayatında yer alan devlet, devir, hâtıra, hükümet, kitap, kalem, sabah, millet gibi artık dilin yapısına sinmiş ve Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmakta kolay değildi. Atatürk bütün bunları görüyordu. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgatten ibaret. Bu tarama dergileri cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”
TÜRK DİL KURUMU, Tarihçe
Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün talimatıyla kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif’at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri’dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif’at’tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak tespit edilmiştir. Atatürk’ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır.
26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun “Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın” adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934’te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936’daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur.
Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür:
Atatürk’ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940’larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır.
Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü’yle ilgili çalışmalar da Atatürk’ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin grameri, sözlüğü, imlâsı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.
Türk Dil Kurumunun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede çok hızlı bir arılaştırma akımı da başlamıştır. Bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği, Türk dilinin yabancı kökenli sözlerden temizlenmesi akımı 1935 güzüne kadar sürmüş; halkın diline girip yerleşmiş kelimelerin dilden atılması işleminden bu tarihte vazgeçilmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuş ve özellikle 1960’tan sonra Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmaya devam etmiştir. 1980’den sonra tartışmalar durulmuş, bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır.
Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığını Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bırakmıştır. Bu iki kurumun bütçesi bugün de Atatürk’ün mirasından karşılanmaktadır. Bu miras bugün Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan Türkiye İş Bankası sermayesinin %28,9’unu oluşturmaktadır.
Türk Dil Kurumunun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk’ün sağlığında Millî Eğitim Bakanının Kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951’de değiştirilmiş; böylece Kurumun devletle bağlantısı koparılmıştır. İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982’de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınmış; böylece devletle olan bağlar yeniden ve daha güçlü olarak kurulmuştur.
Atatürk, 1 Kasım 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. dönem 2. yasama yılını açış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti:
Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar)Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir.
Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.
Atatürk’ün bu dileği dikkate alınarak her iki kurum da böylece akademik bir yapıya kavuşturulmuştur.
Bugün Türk Dil Kurumu, 20’si Yüksek Öğretim Kurumu; 20’si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu tarafından seçilen 40 asıl üyeye sahiptir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlardır. Başbakanın önerisiyle Cumhurbaşkanınca tayin edilen Kurum Başkanı ve 40 asıl üye Bilim Kurulunu oluşturur. Kurumun bilimsel çalışmaları bu kurul tarafından plânlandığı gibi yönetim işlerini üstlenen Yürütme Kurulu ile bilimsel çalışmaları yürüten Kol ve Komisyonların üyeleri de bu kurul tarafından seçilir.
SONUÇ
Dil çalışmalarındaki asıl gerçek: Türk dilinin parçalı halden kurtarıp sadeleştirilmesi ve halkın konuşma dili ile yazı dili arasında birliğin, ahengin kurulmasıydı.
Dil devrimi, 70 yıllık uygulama sürecinin ortaya koyduğu dalgalanma ve bazı yanlış uygulamalara rağmen, genellikle çok başarılı olmuştur. Bu yönlendirme sayesinde, dilimiz, kendisine yabancı kalmış ve halkın diline mal edilememiş yüzlerce Doğulu ve bir kısım Batılı söz ve kurallardan arındırılarak, bunların yerine Türkçeleri getirilerek kendi yapı ve işleyiş ölçüleriyle yol alabilecek sağlıklı bir temele oturtulmuştur. Türkiye Türkçesi, bu yolla pek çok Türkçe söz kazandığı gibi, bilim, sanat ve teknik alanlarının pek çok terimi de Türkçeleştirilmiştir.
Böylece, genel yapısı itibariyle sağlıklı bir yazı ve bilim dili olma niteliği kazanmıştır. Ancak, uzun bir tarihî süreçten geçen yoğun çabalarla bu düzeye gelmiş olan Türkçemiz, eğitim yetersizliği ve ana dili bilincinin körlenmesi başta gelen çeşitli etkenlerle son yıllarda yeniden bir kirlenme ve yozlaşma eğilimine girmiş ve çözüm bekleyen birtakım sorunlar ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır.
Bu sorunlar İngilizce söz ve terimlerin dile akın etmiş olması, imlâ ve söyleyiş yanlışları, anlatım yetersizliği, söz varlığındaki daralma ve büzülme gibi, dil devriminin temel ilkelerini zedeleyen noktalarda toplanabilir. Dilimizin, iç ve dış yapısında kendini gösteren bu bozulma eğiliminden kurtarılarak kendi kültür değerlerini ve kimliğini koruyan bir çizgiye çekilmesi, ivedili ve etkili önlemlerin alınabilmesine bağlıdır.
Dil yalnızca bir konuşma aracı değil, aynı zamanda düşünceyi anlatıma dönüştürme aracı olduğu için, kültürün yaratıcısı ve geliştiricisi görevini de yüklenmiş bulunuyordu. Dolayısıyla dil, millî kültürün temel direği durumunda idi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.”, “Millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” sözleriyle kültüre büyük değer veren Mustafa Kemal Atatürk, dilin bir ulus varlığı için ne denli kutsal bir değer taşıdığını dikkate alarak dil ile kültür arasındaki sıkı bağlantıyı da şu açık seçik sözlerle dile getirmiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”
Atatürk’ün Türk Dili ile İlgili Sözleri
» Dilimiz çok zengindir, güzeldir. Bunu ortaya çıkaracaklar, sizin gibi duygusu derin, yorulmaz Türk gençleridir. Türkçemizi günün en ileri bilgi dili yapmak, değerli araştırmanızdan beklenir. Sizlere uğurlar dilerim. (27 Ağustos 1932)
» Türk demek Türkçe demektir; ne mutlu Türküm diyene.
» Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. (1929)
» Zengin sözlüğümüzün toplandığı gün, milli varlığımız en kuvvetli bir dal kazanacaktır. Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğinin korunmasıyla mümkün olacaktır. (1938)
» Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin.
» Türk milleti demek Türk Dili demektir. Türk Dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, menfaatlerinin kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk Dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir. (1929)
» Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. (1928)
» Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır. (1930)
» Gaye, bugünkü ve yarınki Türk’ün medeniyetini kucaklayacak en güzel ve en ahenkli Türkçe’dir. (1932)
» Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir.
» Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz. (1924)
» Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bilim dili terimleri tesbit edilecektir.
» Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da millî yapmak zarureti münakaşa edilemez.
» Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tesbit edilmiş, bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim.
» Atatürk’ün Türk bilimci ve eğitimcisine vasiyeti:
“Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz, ölene dek Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçe’nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye ve Türklük, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir.”
» Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, ilgili olmasını isteriz (Söylev ve Demeçler, C. I, S. 311)
» Unutulmamalıdır ki, Devletimizin birinci görevi -Anayasa’da da belirtildiği gibi- Türk adının, kimliğinin, onun için de Türkçe’nin ilelebet yaşamasını sağlamaktır. Çünkü varolma savaşında hiç ihmal edilmeyecek tek cephe bu.
» Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.
» Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. (1930)
» Türk dilinin kendi benliğine, aslında güzellik ve zenginliğe kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, ilgili olmasını isteriz. (1932)
» Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz. (1938)
» Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. (1931)
» Başka dillerdeki her bir sözcüğe karşılık olarak dilimizde en az bir sözcük bulmak ya da türetmek gerekir. Bu sözcükler kamuoyuna sunulmalı, böylece, yaygınlaşıp yerleşmesi sağlanmalıdır.
» Kat’î olarak bilinmelidir ki Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatında egemen ve esas kalacaktır. (1933)
Bakınız;
Atatürk ve Güneş Dil Teorisi (Pdf) Doç Dr. A. Melek ÖZYETGİN
Türk tarih tezi ile Türk dil tezinin kavşağında güneş-dil teorisi, Gökhan Yavuz DEMİR
Kaynaklar;
www.dilbilgisi.net/dilimiz/ataturk-ve-turk-dili/
www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi-zeynep-korkmaz/
www.turktoresi.com/viewtopic.php?f=2&t=12270
isteataturk.com/g/icerik/Turk-Dil-Kurumu/722
www.dildernegi.org.tr/TR,457/ataturk-ve-turkce.html
www.bilgiustam.com/gunes-dil-teorisi-nedir/
www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi/
Atatürk ve Türk Dili, TDK Yayınları, 1963, s. 41-52
Bu yazı Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürkçü düşünce kuruluşlarının, araştırma merkezlerinin ve hatta Atatürkçü yazarların dahi ihmal ettiği bu konu, Atatürk Türkiye’sinde öne çıkan millileştirme ve Türk Kültürü ile yeniden tanıştırma ve bu sayede Ulus’a moral ve manevi güç verme, millet olma bilincine katkı sağlama gayretlerinin en önde gelenlerinden idi. Bir diğer konuda elbette Türk Dil Tezi idi. Yazık ki anılan Türk Tarih Tezi onca gayret ve alınan mesafeye rağmen unutuldu, yerine Türk İslam sentezi egemen oldu ve bugün bu alanda yazılı bir eser dahi bulmak oldukça güç.
Oysa Atatürk’ün kendisi ve ilk kez bir İzmir ziyaretinde Namazgah’taki bir ilkokulda sunum yaparken tanıdığı ve çok etkilendiği Afet İnan aracılığı ile modern Türk tarihçiliğinin oluşumunda önemli etkiler yaratmak için verdiği emek azımsanamayacak kadar çoktur ve bu tarihçi anlayış çok eskilere, Mu kıtasına ve hatta daha da eskilere kadar gider. Sonuçta ana arayış şudur; Türkler zaten Türk nüfusu barındıran Anadolu’ya büyük kafilelerle medeniyetin asıl beşiği Orta Asya’dan gelmiştir, peki, Orta Asya’ya nereden gelmiştir? Arayışlar bunun içindir ve bu sorunun bilimsel cevapları dünya tarihini değiştirecek niteliktedir.
Çünkü detaya inildiğinde görülecektir ki bugün dünyada yer alan pek çok ulus Türk kökenlidir, Türk kavmidir, dinini, dilini, topraklarını değiştirse de Türk’tür.
Afet (İnan) Hanım, gerek yurt dışında tahsil ederken ve gerekse 1927 yılından sonra Ankara’da “Türk Tarih Tezi”nin oluşumunda çok önemli katkılar sunmuştur. Öyle ki; Batı’nın Türkleri aşağılayan ve “ikinci sınıf bir millet” olarak gösteren oryantalist yayılma tezlerine ve Türkleri göçebe, medeniyete hiçbir katkısı olmayan, “yerleşik bir halk” olarak görmeyen “barbarlar” diyerek niteleyen ırkçı ve yayılmacı yakıştırmalarına karşı “Türk Tarih Tezi”ni oluşturmuştur. Ve bunu İsviçre’de doktora tezi hazırlayarak yapmıştır. Ve O bu tez ile emperyalist Batı’ya Türk milli devletinin tarihsel köklerinin ne kadar derin ve zengin olduğunu, Türklerin medeni bir topluluk sayılmaları gerektiğini, tarihsel ve kültürel kanıtlarla belgelemiştir. Türk Tarih tezi diye anılan çalışmaların ana fikri ve gayesi de aslen budur.
Ulu Önder Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı. Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye’de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler.
Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk’e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere “Türk Tarih Heyeti” kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” demiştir.
26.9.1932 tarihinde Ankara’da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.” Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.
Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.
Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi’nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi’ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür:
Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar’dan, daha sonra da Türkiye’den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini, “Türkler’in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır” sözleriyle ortaya koymuştur.
Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamız ve bunları belgelerle, keşiflerle ispat edemeyişimizdir. “Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.”
“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk’ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir.
Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak.
İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak.
Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.
Bu üç hususu ise Atatürk “tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır” şeklinde ifade etmiştir.
Atatürk’ün, Türk Tarih Tezi’nde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz:
Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir. Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi’nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır.”
Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.
Tarih, milli kültürü sadece taşıyan basit bir vasıta değil, aynı zamanda milli bilinci yaratan ve onu daima canlı tutan bir ana kaynaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı tarihçiliği, Tanzimat dönemine kadar aktarmaya dayalı, edebi ve tasviri bir karaktere sahiptir. Bu eski tarihçiliğimizde İslam tarihi ve Osmanlı tarihi dışında, dünya tarihine ilgi duyulmamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar hâkim olan bu tarih anlayışına, “Ümmet Tarihi” anlayışı denir. Bu dönemde Müslüman Türklerin tarihi, İslam tarihi içinde değerlendirilmiştir. Ayrıca, İslam tarihinin ana kaynakları Arapça olduğu ve bunlar da Türkçeye çevrilmedikleri için, diğer bilim alanlarında olduğu gibi tarih alanında da kaynak sıkıntısı çekilmiştir.
Dünya tarihine, ancak Batı dilleri öğrenildikten sonra ilgi duyulmaya başlanmıştır. Tanzimat’tan sonra tarih yazıcılığımızda, Avrupa tarihçilerinin eserleri hiçbir incelemeye tabi tutulmadan ya aynen ya da kısaltılarak alınmıştır. Çoğu zaman genel tarih adıyla kaleme alınan bu tip kitaplar, Batı örneğinde kurulan Osmanlı okullarında da ders kitabı olarak okutulmuşlardır. Tanzimat devrinde Ümmet Tarihi anlayışına paralel olarak gelişen bu tarih anlayışına “Devlet Tarihi” anlayışı denir. Bu anlayış, Müslim ve gayrimüslim halkın kanun önünde eşit sayılmasına yönelik ıslahat hareketlerinin doğal bir sonucudur. Bu tarih anlayışına “Osmanlı Tarihi” anlayışı da denir. Çünkü bu anlayışın amacı, Müslim ve gayrimüslim halkın hepsini “Osmanlılık Siyaseti” altında ve “Osmanlılık İdeali” etrafında birleştirmektir.
Bu anlayışın ürünü olan tarih kitaplarında, Osmanlı Devleti’nin tarihine ve Osmanlı Devleti’yle ilişkileri ölçüsünde Avrupa devletlerinin tarihine yer verilmiştir. Osmanlı tarihi için başlangıç olarak da Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi kabul edilmiştir. Bu tarihten önceki Türk tarihine ilgi gösterilmediği gibi, Türklerin Osmanlı Devleti’nin kurulmasındaki hizmetlerine de yer verilmemiştir. Ayrıca, Tanzimat’tan sonra tarihle ilgilenenlerin çoğu iyi bir medrese öğretimi görmediklerinden, yeteri kadar Arapça ve Farsça da bilmiyorlardı. Bundan dolayı, İslam kaynaklarına inememişler ve Türk tarihi İslam tarihi içinde kalmıştır. Bunlar bildikleri Batı dillerinden yararlanarak, Avrupalı yazarların tarih kitaplarını ya aynen ya da kısaltarak Türkçeye aktarmakla yetinmişlerdir.
Ayrıca, Batılılaşma döneminde genellikle fen bilimleri ve askeri bilgilerin öğretimine ağırlık verilmiş ve sosyal bilimlerin öğretimi ihmal edilmiştir. Sosyal bilimlerin öğretiminin zayıf kalmasında, Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid iktidarının yıkılması endişesinin de etkisi olmuştur. Bu nedenle Abdülhamid’in uzun iktidarı döneminde sosyal bilimlerin programlarına müdahale edilmiştir. Sosyal bilimlerin programdan büyük ölçüde çıkarılmasının nedeni, öğretmenlerin bu derslerde hükümete eleştirici yorumlarda bulunmasıydı. Özellikle Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu yeni fikirler büyük ölçüde kısıtlanmıştır.
Bütün bu kısıtlamalara ve devletin iyi niyetle giriştiği ıslahat hareketlerine rağmen, Osmanlılık siyaseti toplum hayatına hâkim kılınamamış ve İmparatorluğu yıkmaya yönelik ayrılıkçı hareketler önlenememiştir. Daha doğrusu ‘’Osmanlılık’’, bir mefhum olmaktan öteye gidememiştir. Nihayet, Balkan devletlerinin teker teker ayrılarak bağımsızlıklarını elde ettiğini gören bazı Türk aydınları, milli tarih anlayışına sarılmak gerektiğini anlamışlardır.
Türk tarihi üzerindeki çalışmalar, I. Meşrutiyet devrinde başlamış, ancak esas yoğunluğunu II. Meşrutiyet döneminde kazanmıştır. Türk tarihi üzerindeki çalışmaların doğmasında Avrupa’daki Türkoloji araştırmalarının etkisi olmuştur. Ayrıca Orta Asya’nın Ruslar, Hindistan’ın İngilizler tarafından istila edilmesinin, diğer İslam ülkelerinin ise Avrupalıların nüfuz ve istilası altına girmesinin, Osmanlı İmparatorluğu içinde yarattığı manevi çöküntünün de bunda etkisi olmuştur.
Yukarıdaki faktörlerin etkisiyle Türk tarihine ilgi duyan aydınların çoğu, Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkındaki fikir ve kanaatlerini ciddi bir şekilde incelemeden aynen aktarmışlardı. Böylece Türk tarihi hakkında yanlış bilgiler, anlamsız iddialar ve hatta iftiralar da memleketimizde yerleşmeye başlamıştır. Türk tarihi hakkındaki bu yanlış bilgi ve görüşlerin yanında, XVIII. yüzyıldan itibaren Batı medeniyetinin üstünlüğüne duyulan hayranlığın da etkisiyle toplumda bir aşağılık kompleksi de yerleşmiştir.
bahsedilen bu tarih anlayışları, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Oysa Osmanlı Devleti parçalanmış, Saltanat ve Hilafet makamları kaldırılmış, bunların yerine milli egemenliğe dayalı yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Mustafa Kemal, milletin içine düşmüş olduğu felaketten kurtulması için, her alanda milli ve modern bir politika izlenmesi gerektiğini devamlı olarak belirtmiş, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda yeni Türk Devleti’nin yapısına uymayan bu tarih anlayışlarından ayrılmak gerektiğini açıklamıştır.
Türk Devleti yeni olmakla beraber, bu devleti kuran millet uzun ve şerefli bir geçmişe sahipti. Onun için Türk Milleti, bu şerefli geçmişine uygun tarih anlayışına kavuşmalıydı. Daha doğrusu Millet Tarihi anlayışının kabul edilmesi gerekiyordu.
Atatürk’ün Millet Tarihi anlayışını kabul etmesinde yukarıdaki temel nedenlerin dışında, bazı özel sebeplerin de etkisi olmuştur. Bunların başlıcaları: Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, Türklerin medeni kabiliyetten yoksun olduğuna dair bilim ve gerçek dışı iddialar, Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialardır.
Birçok Avrupalı düşünür, Türklerin sarı ırka mensup ve Avrupalılara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduklarını iddia etmiştir. Türklerin sarı ırka mensup gösterilmesinin bir sonucu olarak; medeni kabiliyetten mahrum bulundukları, medeniyet tarihinde hiçbir medeni eser yaratmadıkları, kurmuş oldukları ordularla yerleşik medeniyetler için her zaman bir tehlike kaynağı olan barbar ve göçebe topluluklar oldukları, bundan dolayı Avrupa’dan Asya’ya kovulmaları gerektiği görüşündeydiler.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi üzerine, Türk topraklarının paylaşılması sırasında, asırlarca Türk yurdu olan topraklar üzerinde hak iddia eden devletler ve çevreler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Yunanlılar, Batı Anadolu ve Trakya üzerinde; İtalyanlar ise Güney Anadolu üzerinde tarihi iddialar ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Doğu Anadolu’da Ermeni, Doğu Karadeniz’de Pontus devletleri kurulması için tarihin şahitliğine başvurulmuştur. Sevr Antlaşması da bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine dayandırılarak hazırlanmış ve Osmanlı Hükümeti’ne imzalatılmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine düşman orduları, Türk yurdundan temizlenmiş ve yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı Lozan’da dünyaya kabul ettirilmiş olduğu halde, bazı emperyalist devletler Türk toprakları üzerinde tarihi hakları olduğunu ileri sürerek istilacı bir programı uygulamaya koyacaklarını göstermişlerdir. Bu durum, savaş meydanlarında ve konferans masalarında elde edilen maddi sonuçları, manevi alanda yapılacak çalışmalarla takviye etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur.
Bu nedenle Ulu Önder Atatürk; devamlı olarak aleyhimize kullanılan bu tahrif edilmiş tarih anlayışına karşı milli tarihimizi gerçek yapısıyla gün ışığına çıkarma çalışmalarını başlatmıştır.
Türk tarihi üzerindeki çalışmalarını 1928 yılından itibaren hızlandırmış ve yoğunlaştırmış olsa da aslında Atatürk’ün Türk Tarih Tezi doğrultusundaki çalışmaları Milli Mücadeleyle birlikte başlamıştır. İlk Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur tarafından Bakanlık bünyesinde kurulan birkaç daireden bir tanesi Türk Asar-ı Atikası Dairesi (Türk Eski Eserleri Dairesi)’dir. Bu dairenin görevi; Anadolu’daki Türk eserlerini araştırmak ve ortaya koymak, bunları Türk ve dünya kamuoyuna tanıtmaktır. Anadolu’da başlayan Atatürk hareketine uygun kültür politikası, Hamdullah Suphi Bey’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde (14.12.1920-20.11.1921) uygulanmaya başlamıştır.
Hamdullah Suphi Bey, Osmanlı Devleti’nin İstanbul merkezli politikasına karşılık, bütün Anadolu’yu içine alan yaygın bir kültür politikası izlemek gerektiğini savunmuştur. Hamdullah Suphi Bey, Bakanlık teşkilatını İstanbul’dan gelen memurlarla doldurduğu iddiasıyla hakkında verilen gensoru üzerine 4 Nisan 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle demektedir:
“Arkadaşlar, bir esas fikir vardır. Anadolu’muz İstanbul lehine olmak üzere devamlı soyulmuştur. Bütün büyük medreselerimiz İstanbul’dadır. Bütün yüksekokullarımız İstanbul’dadır. Bütün bilim adamlarımız İstanbul’dadır, sadece az bir kısmı kendi kendini yetiştirmeleri neticesi memleket içinde, Anadolu içerisinde kalmıştır. Biz fikir ve sanat bakımından kıymetli adamlarımızı İstanbul’da toplamışızdır. Eğer gaflette devam etmek istemiyorsak Erzurum gibi, Sivas gibi, Konya gibi, Ankara gibi Anadolu’nun bütün büyük şehirlerini bir fikir merkezi ve bir sanat merkezi haline koymamız gerekir. Biz uğradığımız felaketten bir ders çıkararak, zararımızı yarı yarıya indiririz. İstanbul içerisinde (kendi aleyhimize olarak) hapis kalmış olan bilim ve sanat erbabını Anadolu içerisine yaymamız gerekir. Şimdiye kadar bunu yapmamak gördünüz ki İstanbul ile Anadolu arasında büyük uçurum yaratmıştır. Bundan sonra iyi seçim yapmak şartıyla, kaliteli adamlarımız sayesinde endişelerimize ve gerilemelere son verebiliriz.’’
Hamdullah Suphi Bey’in Anadolu üzerine yoğunlaştırılmış kültür politikasının ana ilkelerinden birincisi, İstanbul’da birikmiş bilim, kültür ve sanat adamlarının Anadolu’ya aktarılması ve bunların Anadolu’nun kalkınmasında görevlendirilmesidir; ikinci ana ilkesi de Anadolu’nun tarih, kültür ve medeniyetinin araştırılması ve incelenmesidir. Bu amaçla Anadolu’nun tarihine, kültürüne ve eğitimine hizmet edenler ve bu alanlarda eser yazanlar ödüllendirilmiş ve desteklenmişlerdir.
Nitekim Antalya bölgesini araştırarak kitap haline getiren Şükrü Efendi’ye, Konya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren Abdülkadir Efendi’ye ve Kütahya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren İsmail Hakkı Bey’e ödül verilmiştir. Bu konular hakkında sorulan sorulara 10 Kasım 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verdiği cevapta bakan Hamdullah Suphi, şunları söylemiştir:
“Anadolu, yabancı bir memleket kadar bizim için yabancı bir yerdir. Ne eski eserlerini inceledik, ne kitabelerini (yazıtlarını) inceledik, ne şarkılarını toplamışızdır. Anadolu bizim için meçhul (bilinmeyen) olan bir memlekettir. Arkadaşlar! Bunları kim incelemiştir bilir misiniz? Ermeniler incelemiştir. Komidos Varteks isminde bir Ermeni, Anadolu’nun bütün şarkılarını toplamış ve bütün bunları Avrupa’da kitap halinde bastırmıştır. Avrupa’da bu şarkılar Ermeni musikisi olarak çalınıyor.
Bir Macar gelip Anadolu’da kelimeleri ve şarkıları toplamıştır. Birtakım yabancılar gelerek memleketimizin çeşitli kısımlarını ve mesela Konya bölgesini incelemiş, gitmiş Sivas’ı incelemiş, fakat biz memleketimizi incelememişizdir. Özel bir maksatla kendi yaşadığı memleketi, kendi milliyetine ait olan tarihi ve oradaki eserleri incelemiş bir kişiye ödül verdiğimizden dolayı takdir mi yoksa tenkit mi edilmeliyim?”
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’nin ön hazırlığı olarak değerlendirilebilecek bir çalışma da Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1922-1926 yılları arasında çoğunluğu Türk tarihi, Anadolu tarihi ve Türk düşünürleri ve yazarları hakkında kitapların yayınlanmasıdır. Yine 1922 yılında Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti (Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü) tarafından yayımlanan Pontus Meselesi isimli kitabın girişinde Anadolu’da büyük bir medeniyet kuran Sümerler ve Etiler’in Turani kavimler olduğu ileri sürülmüştür.
1928 yılında Afet İnan, Atatürk’e Türklerin sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupalılara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek “bu böyle midir?” diye sormuştur. Atatürk, “hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” cevabını vermiş ve bundan sonra tarihle yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır. Atatürk tarih araştırmalarını devletin önemli işleri arasına almış ve belli bir vaktini bu işe ayırmayı kararlaştırmıştır. İlk önce tarih konusunda çıkmış yeni kitaplarla bir kitaplık kurmuştur. Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarihle uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeye koyulmuştur. Bakanlardan, milletvekillerinden, profesör ve öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışma görevi vermiştir.
Bu çerçevede tercüme edilmiş kitapların özeti çıkarılmış, incelenen konular üzerinde raporlar hazırlanmış ve Atatürk’e sunulmuştur. Böylece Türk tarihi üzerinde geniş çaplı bir araştırma başlatılmıştır. Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk Tarihi Tetkik Heyeti’nin kurulması ile uğraşılmıştır. 23 Nisan 1930 tarihinde toplanan Türk Ocakları Kurultayında, Atatürk’ün direktifleriyle “Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu heyetin ilk işi, bir komisyona Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlatmak olmuştur.
Bu komisyonun üyeleri; Tarih ve Medeni Bilgiler Öğretmeni Afet Hanım ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mehmet Tevfik, Çanakkale Milletvekili Samih Rifat, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Akçuraoğlu Yusuf, Aydın Milletvekili Dr. Reşit Galip, Bolu Milletvekili Hasan Cemil, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Sadri Maksudi, Sivas Milletvekili Şemseddin Günaltay, İzmir Milletvekili Vasıf Çınar ve İstanbul Hukuk Fakültesi Profesörü Yusuf Ziya Bey’di. İncelenmek üzere önce 100 adet basılan kitabın önsözünde Türk Tarihi Tetkik Heyeti‘nin kuruluş amacı şöyle açıklanmıştır:
“Bu kitap, belirli bir amaç gözetilerek yazılmıştır. Şimdiye kadar memleketimizde yayınlanan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara kaynak olan Fransızca tarih kitaplarında, Türklerin dünya tarihindeki rolleri bilinçli ve bilinçsiz olarak küçültülmüştür. Türklerin, ataları hakkında böyle yanlış bilgiler edinmesi, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini geliştirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla ulaşılmak istenen asıl amaç, bugün bütün dünyada yayılan ve bu şuurla yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların düzeltilmesidir.
Aynı zamanda bu, son büyük olaylarla ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk Milleti için milli bir tarih yazmak ihtiyacı yolunda atılmış ilk adımdır. Bununla, milletimizin yaratıcı kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak, Türk zekâ ve üstün yaratılışının sırrını meydana çıkarmak, Türkün özelliklerini ve gücünü kendine göstermek ve milli gelişmemizin derin ırki köklere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz. Bu deneme ile muhtaç olduğumuz o büyük milli tarihi yazdığımızı iddia etmiyoruz. Ancak bu konuda çalışacaklara genel bir yön ve hedef gösteriyoruz”.
Bu kitap; İnsanlık Tarihine Giriş, Türk Tarihine Giriş, Çin, Hint, Mezopotamya (Kalde, Elam ve Asur), Mısır, Anadolu, Ege Havzası, Eski İtalya ve Etrüskler, İran, Orta Asya olmak üzere on bir bölümden oluşuyordu. 1931 yılında ise Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” haline dönüştürülmüştür. Atatürk’ün yüksek himayesi altına alınan Cemiyetin amacı, yönetmeliğinde şöyle belirlenmiştir:
Madde 3- Cemiyetin amacı, Türk tarihini incelemek ve elde edilen sonuçları yayımlamak ve duyurmaktır.
Madde 4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, amacına ulaşmak için aşağıdaki vasıtaları kullanır:
a) Toplanıp bilimsel müzakerelerde bulunmak,
b) Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp yayımlamak,
c) Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak bilgi ve belgeyi elde etmek için gerekli yerlere araştırma, kazı ve keşif ekipleri göndermek,
d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti çalışmalarının sonuçlarını her türlü yollarla yayımlamaya çalışmaktır.
Böylece Türk Tarihi üzerindeki araştırmalar, bir ocak ortamından çıkarak kurum statüsüne yükselmiştir. Bu zamana kadar genellikle dokümanter bir nitelik taşıyan Türk tarihi araştırmaları, arkeolojik ve antropolojik araştırmalarla da desteklenerek, teorik görüşleri doğrulama imkânına kavuşmuştur.
Atatürk’ün Tarih merakı
Atatürk tarihe, özellikle Türk tarihine daha okul sıralarındayken ilgi duymaya başlamış ve bu ilgi hayatı boyunca artarak devam etmiştir. Bu ilgisi sonucu hayatının her döneminde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Atatürk’ün tarihe ilgisini özel kütüphanesinde bulunan tarih kitaplarından da anlamak mümkündür. Kütüphanesindeki 4.289 eserden 885 tanesi tarih kitabıdır. Yaklaşık yüz çeşit konu içinde tarih kitaplarının bu sayıda olması, Atatürk’ün tarihe olan ilgisi hakkında açık bir bilgi vermektedir.
Atatürk daha Türk Tarihini Tetkik Heyeti kurulmadan önce (1930), Türk tarihi hakkında geniş ve doğru bir bilgiye sahipti. Atatürk’ün bu kuvvetli tarih bilgisinin Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında olduğu gibi inkılâpların gerçekleştirilmesinde de önemli etkileri olmuştur. O, savaş meydanlarında askerlik sanatı hakkındaki bilgi ve tecrübelerine harp tarihi hakkındaki bilgilerini de katarak tarihi, milli bir heyecan kaynağı şeklinde kullanarak başarıya ulaşmıştır. Yine Atatürk tarihi, gerçekleştirmek istediği inkılâplar için bir dayanak olarak kullanmıştır. Ömrünü tamamlamış olan Osmanlı kurumlarını kaldırırken, onların artık işlevlerinin kalmadığını göstermiştir.
Tarihsel araştırma sonuçları
Atatürk’ün önderliğinde Türk tarihi üzerinde yapılan araştırmaların sonuçları, 1932 yılında I. Türk Tarih Kongresi’nde Türk bilim çevrelerine ve kamuoyuna, 1937 yılında II. Türk Tarih Kongresi’nde de dünya bilim çevreleri ve dünya kamuoyuna sunulmuştur. Arkeolojik, antropolojik ve dilbilim araştırmaları üzerine temellendirilen Türk Tarih Tezi’nin daha iyi anlaşılması için bazı ön bilgiler vermek yararlı olacaktır. Yapılan araştırmalara göre, insanın yeryüzünde ilk çıkışı son jeolojik (Antropozoik) zamanda olmuştur. İnsanın ilk çıkışını açıklayan “monogenizm” ve “poligenizm” adlı iki teori vardır.
Bunlardan monogenizme göre, insan ilkönce bir bölgede meydana gelmiş ve diğer bölgelere buradan dağılmıştır. Poligenizme göre ise, insan aynı anda çok sayıda bölgede birden meydana gelmiştir. Doğal bir varlık olan insanın, belli bir ortamın hazır olmasıyla meydana gelmesi akla daha yakındır. Ancak insanların her yerde aynı tarzda hayat yaşadıklarını iddia etmek oldukça zordur. Bu nedenle insanlığın ilk doğuş yeri tek olarak kabul edilmese de, insanlığın kültür beşiği tek merkez olarak kabul edilebilir. O merkez de Orta Asya’dır. İnsanın meydana geldiği Antropozoik zaman dilimi, kendi içinde Paleolitik (eski taş), Mezolitik (orta taş), neolitik (yeni taş) ve maden devirlerine ayrılır. İnsanlar yazıyı maden devrinde bulmuştur.
İnsanlık tarihi, yazının icadından önceki Prehistorik (tarih öncesi) devir ve yazının icadından sonraki Historik (tarihi) devir olmak üzere ikiye ayrılır. Yalnız, yazının icadı insanların yaşadığı her bölgede aynı zamanda gerçekleştirilmemiştir. Yani insanlık, tarihî devirleri aynı anda yaşamamıştır. Örneğin Orta Asya’da Türkler yontma taş devrini MÖ 12.000 yıllarında yaşarken, Avrupa bunu 5.000 yıl sonra yaşamıştır.
IV. zamanın paleolitik devrinde dünyanın verimli birçok bölgelerinde (Afrika, Avrupa) dolikosefal tipi insanlar vardır. Bu insanlar bir hayli yayılmış olmakla beraber, sadece Orta Asya’da bu tip insanlara rastlanmamıştır. Bu sırada Orta Asya’da neolitik devreye erişmiş bir insan tipi olarak brakisefaller görülmektedir. Böylece bu devirde yeryüzünde dolikosefal ve brakisefal olmak üzere iki ırk vardır. Mezolitik devirde ise Çin, Hint, Hindiçin ve Avrupa’da hem dolikosefal hem brakisefal hem de ikisinin karışımı olan mezosefal tipi insanlar görülmektedir. Bu karışım, brakisefal insanların esas yurtları olan Orta Asya’dan çıkarak dünyanın dört bir yanına dağılmalarıyla olmuştur. Çünkü paleolitik devirde Afrika ve Avrupa’da brakisefal, Orta Asya’da ise dolikosefal insan tipine rastlanmamıştır.
Türklerin atası olan beyaz tenli insanlar, iklimin değişmesi sonucunda yurtlarını terk ederek doğu, batı ve güney yönlerinde göç etmek zorunda kalmışlardır. MÖ 6000–5000 yıllarında başlayan göçler, hep birden değil, art arda dalgalar halinde olmuştur. Türkler, yaratmış oldukları yüksek medeniyeti ve bu medeniyetin unsurlarını gittikleri yerlere beraberlerinde götürmüşlerdir. Tahıl tarımı, evcil hayvanlar, tekerlek, su üzerinde ulaşım, madencilik bu unsurlar arasında en önemlileridir. Bu maddi medeniyet unsurlarıyla birlikte bunların isimleri de daha doğrusu Türk dili de gitmiştir. Böylece dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olan Türklerin göçleri sonucunda, insanlık tarihinde köklü bir sosyal değişim meydana gelmiştir. Türkler bu hareketleriyle dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu kültür ve medeniyeti dünyaya yaymışlardır.
Ancak, Atatürk Türklerin Avrupa’ya, Çin’e ve Hindistan’a giden kollarından çok; batı yönünde ilerleyen, Yakındoğu’ya gelerek buralarda Sümer, Hitit ve diğer Anadolu medeniyetlerini kuran kollarıyla ilgilenmiştir. Buna, bugünkü yurdumuzun tarihini aydınlatması ve Türklerin dünya medeniyeti içindeki yerinin tespit edilmesi bakımından önem vermiştir. Bu konuya ağırlık vermekle birlikte, Türk tarihinin zaman ve mekân içindeki birliğini ve bütünlüğünü hiçbir zaman gözden uzak tutmamıştır.
Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri ve önemi
Bu konuda Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan yayımlar esas alınmıştır. Bu yayınlar; Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan kitaplar, kazı ve inceleme raporları, “Belleten” dergisinde çıkan makaleler, Tarih Kongreleri zabıt tutanaklarıdır. Bu yayınlar üzerinde yapılan incelemelerden şu sonuçlar elde edilmiştir:
Türk tarihi araştırmalarında Göktürk-Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti olarak, coğrafi bakımdan kuzeyde bulunan Türklere ağırlık verilmiştir. Buna karşılık Uygurlar-Karahanlılar-Gazneliler-Tolunlular-İhşidiler gibi güneyde bulunan Türkler hakkında çok az araştırmaya rastlanmaktadır. Bunlar dışında Altınordu, Kırım, Timurlar, Memluklular ve Hindistan Türk İmparatorluğu hakkında kuzey Türklerine göre az, güney Türklerine göre daha çok araştırma yapılmıştır.
1940 yıllarından itibaren Türk tarihinin İslami dönemine ait araştırmaların diğer araştırmalara oranı devamlı olarak artmıştır. Bu artış, Osmanlı ve Selçuklu tarihleri üzerindeki araştırmaların artmasından ileri gelmiştir.
1940 yıllarından itibaren Yunan ve Roma tarihine ait araştırmalar da devamlı artmıştır. Bu artış ise Anadolu’da eski Yunan ve Roma yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların artmasından kaynaklanmıştır.
Eski Anadolu tarihine ait araştırmalar, Anadolu medeniyetlerinden özellikle Hitit tarihi üzerindeki araştırmalar, hiçbir kesintiye uğramadan devam etmiştir. Hitit tarihinin yanında Asur, Fenike, Sümer, Frigya, Lidya, Babil, son zamanlarda da Urartu kavimleri üzerinde araştırmalar da yapılmıştır.
Atatürk ve Cumhuriyet tarihi üzerindeki araştırmalar 1940 yılları hariç, 1950’li yıllardan itibaren devamlı olarak artmıştır.
Yabancı dillerde yayımlanmış Türk tarihinin kaynakları ile Türk tarihine dair araştırmalar, özellikle 1940’lı yıllarda Türkçeye çevrilmiş, ondan sonra da azalarak devam etmiştir.
Türk Tarih Tezi, bazı Avrupalı tarihçilerin araştırmalarına dayanılarak ileri sürülmüş, ancak daha sonra bu tez arkeolojik, antropolojik ve dilbilimsel araştırmalar ve delillerle desteklenmeye ve temellendirilmeye çalışılmıştır.
Özellikle Atatürk döneminde Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar, birbirine bağlı ve birbirini destekleyici bir nitelikte yürütülmüştür. Ancak daha sonra Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar gittikçe birbirlerinden ayrılmıştır. Bu ayrılmada Türk Dil Kurumunun araştırmalarında dilin sosyal, tarihi ve kültürel temellerini incelemekten çok, büyük ölçüde sözlük çalışmalarına ve edebiyat araştırmalarına ağırlık vermesinin rolü olmuştur.
Yukarıdaki tespitlere dayanarak Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri hakkında bir değerlendirme yapıldığında görülebilecek en önemli hususlar şunlardır:
* Türk tarihinde birlik ve bütünlüğün kurulmasının sağlanmasıdır.
* Türk tarihinin İslam tarihi dışında bağımsız olarak araştırılmasıdır.
* Bazı Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkında ileri sürdükleri yanlış bilgilerin, Türk milleti üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesidir.
* Türklerin ikinci anayurdu olan Türkiye’nin tarihinin aydınlatılması yolunda önemli adımların atılmış olmasıdır.
Fakat çağdaş medeniyetin temelinde Türk medeniyetinin bulunduğu yolundaki Türk Tarih Tezi’nin önemli bir iddiasının topluma ve bilim âlemine mal edilmesi hususunda beklenen başarı sağlanamamıştır. Tam tersine, çağdaş medeniyetin temelinde Yunan medeniyetinin bulunduğu şeklinde bir yanlış anlayış zamanla Türkiye’de de yerleşmiştir. Bu anlayışın yerleşmesinde eski Yunan ve Roma medeniyetleri hakkında yapılan incelemelerin ve bu toplumlara ait Anadolu’daki eski yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların etkisi olduğu gibi, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun çalışma ve araştırmalarının birbirinden kopuk olması nedeniyle, Türk Tarih Tezinin lengüistik delillerden mahrum bırakılması da etkili olmuştur. Bunların dışında, bu anlayışın yerleşmesinde, 1940’larda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tercüme ettirilerek yayımlanan ve okul kitaplıklarına konulan Yunan, Roma ve Batı klasiklerinin de etkisi olmuştur.
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu’nun yayımlanmasına kadar dernek statüsünde çalışmışlardır. 1982 Anayasası’nın 134. maddesi uyarınca 2876 sayılı Kanun ile Atatürk’ün manevi himayesinde, Cumhurbaşkanı’nın gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulmuştur. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, bu yüksek kuruma bağlanmışlardır. Ayrıca bu Kanun, Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi adında iki yeni kurumun daha kurulmasını sağlamıştır.
Böylece günümüzde; Atatürk, Türk tarihi, Türk dili ve Türk kültürü konuları bu yüksek kurum tarafından incelenmektedir. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun yanında Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi’nin kurulması olumlu olarak değerlendirilmektedir. Ancak Atatürk’ün arzusu, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun birlikte Türk Bilimler Akademisi haline getirilmesiydi. Bu arzusu tam olarak yerine getirilemediği gibi, “Türk Tarihi” ve “Türk Dili”nin yanında bu değerlerin oluştuğu mekân olan “Türk Coğrafyası” da eksik bırakılmıştır. Böylece, Atatürk’ün Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurmasındaki asıl amaç tam olarak yerine getirilememiştir. Aslında Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi birlikte düşünülmelidir.
“Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.” (Ord. Prof. Dr. Enver Ziya KARAL)
Genel Sebepler:
Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.
Bu iş kolay olmadı. Atatürk milli tarih anlayışını kurmak için ilkin Osmanlı İmparatorluğu devrinde değer kazanmış tarih anlayışını çürütmek zorunda olduğunu anladı. Osmanlı tarih anlayışı üç konaktan geçerek gelişmiş bulunuyordu. İmparatorluğun kuruluşundan Tanzimat’a kadar süren devirde, ümmet tarihi anlayışını görüyoruz.
İslâm uleması, İslâmlık temellerine dayanan İmparatorluğun İslâm halkı arasında ortak bir kültür vasıtası yaratmak için tarihten faydalanmağı düşünmüş ve İslâm tarihini, bu maksatla devlet tarihi olarak kabul etmişlerdi. İslâm tarihinde Türklerin İslâmlıktan Önceki tarihleriyle, İslâmlığın yayılmasında gördükleri büyük hizmetten hiç bahsedilmiyordu, Tanzimat devrinde ümmet tarihine paralel olarak devlet tarihi anlayışı gelişmeğe başladı.
Bu yeni anlayış, İslam ve Hristiyan halkının kanun önünde eşit sayılmağa başlamasının bir neticesi idi. İslam tarihinin medreselerde okutulmasına devam edildi. Fakat medrese dışında açılan okullarda İslâm tarihi yanında Osmanlı tarihi öğretimi başladı.
Yeni tarih anlayışında, Osmanlı devleti için başlangıç olarak, Osmanlı devletinin kuruluş tarihi, kabul ediliyordu. Bu tarihten önceki Türk tarihi ile Osmanlı devletinin kurulmasında Türk Milletinin sarf ettiği gayretler, belirtilmek şöyle dursun, işaret bile edilmemişti. Tanzimat ve birinci Meşrutiyet, Osmanlı halkım ortak değerlere kavuşturmadıktan başka, milliyetçilik cereyanlarını da önleyemedi.
İmparatorluğun türlü taraflarında bağımsız devletler kurulması üzerine Türk münevverlerinden bazıları milli tarih anlayışına, sarılmak gereğini duydular. Bunlar, Türklerin, Osmanlı tarihiyle İslâm tarihinde yaptıkları büyük işin belirtilmesini istedikleri gibi, bu iki tarihin ötesindeki Türk tarihinin kaynaklarına gidilmesi lüzumunu da belirttiler. Bu yeni tarih anlayışı istikametinde başlayan çalışmalar en çok ikinci Meşrutiyet devrinde gelişti.
Devlet bu çalışmalara karışmadı, Aydınlardan tarihe merak sardıranlar, Avrupalı bilginlerin Türk tarihi alanında edinmiş oldukları bilgileri ve kanaatleri, ya hiçbir kritiğe tâbi tutmadan ve yahut gevşek bir kritikten geçirerek derlemeğe ve yaymaya başladılar.
Bu suretle Türk tarihi hakkında, gerçeğe uymayan birçok bilgiler, manasız iddialar ve hatta iftiralar memleketimizde de yerleşmeğe başladı. Osmanlı İmparatorluğunda geliştiklerine kısaca işaret ettiğimiz bu üç tarih anlayışı, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına kadar, yan yana yaşamağa devam ettiler.
Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması ve halifeliğin kaldırılması, ümmet tarihi anlayışını, Osmanlı Devletinin yıkılması da, manasını yalnız Osmanlı tarihinde bulan devlet tarihi anlayışını modası geçmiş tarih anlayışları durumuna düşürmekte idi.
Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkomutan ve Devlet Başkanı olarak söylediği nutuklarda fırsat buldukça bu tarih görüşlerinden ayrılmanın gereğini ve yeni bir tarih görüşüne varmanın önemini belirtti. Lozan Muahedesinin imzalanmasından sonra bu düşünce üzerinde ısrarla durdu. Türk Milleti dünyaca tanınan ve sayılan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurmuştu. Devlet yeni, fakat millet uzun ve şerefli bir geçmişe malikti. Milletin kendi adını taşıyan tarihine kavuşması muhakkak lazımdı. Bunun için de millet tarihi anlayışını kabul etmekten başka çare yoktu.
Özel Sebepler:
Bu genel sebep yanında, Atatürk’ü, millet tarihi anlayışını kabul etmeye zorlayan, aşağıdaki sebepleri görüyoruz:
Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler: Avrupa düşünürlerinden bir kısmı, ya din gayretkeşliği veya sadece siyasi düşüncelerle Türkün sarı ırka mensup, Avrupalılara göre ikinci neviden bir insan tipi olduğu bilgisini yaymışlardı. Bu bilgi okul kitaplarına bile geçmiş bulunuyordu. Türkiye’de tarih araştırmaları gelişmiş bulunmadığı ve tarih yazarlarımızdan büyük bir kısmı Avrupa tarihlerinden tercümeler yaparak, Tarih kitabı yazdıkları için, Türklerin ikinci nevi bir insan tipi olduğu yolundaki yanlış bilgiler memleketimizi de istila etmiş bulunuyordu.
Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum oluşu: Türklerin sarı ırktan gösterilmesinin bir neticesi olarak medeni kabiliyet ve istidattan mahrum bulundukları da kabul edilmekte idi. Yakın çağlarda, Osmanlı İmparatorluğunda yapılan Islahat hareketlerini beğenmeyen, bir çok Avrupa tarihçileri ve siyasileri, Türkleri anlayışsızlık ve kabiliyetsizlikle itham ettikten başka, hiç bir medeni eser yaratmadıklarını, Avrupa’da ordu kurmuş bir insan topluluğu mahiyetinde olduklarını, ileri sürmüşlerdir. Hattâ Türkiye’de ara sıra patlak veren siyasi buhranlar sebebiyle Türklerin Avrupa’dan Asya’ya kovulması icabeden barbarlar olduğu bile söylenmiş ve yazılmıştı.
Türk toprakları üzerinde tarihi iddialar: Osmanlı devletinin birinci cihan harbini kayıp etmesi üzerine, Osmanlı topraklarının taksimi, bir olupbitti gibi kabul edilmişti. Bu toprakların taksimi sırasında Anadolu ve Trakya gibi öz ve öz Türk toprağı olan yerlere hak iddia eden devletler çıktı. Yunanlılar batı Anadolu ile Trakya’ya, İtalyanlar’da güney Anadolu’ya yerleşmek için bu topraklar üzerinde tarihi iddialar ileri sürdüler. Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulması için tarihin şahitliğine başvuruldu. Sevr Muahedesi bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine hazırlanarak, Osmanlı Devletine imzalatıldı.
Kurtuluş savaşımızla, topraklarımızı yabancı ordulardan temizledik ve istiklâlimizi Lozanda dünyaya tanıttık. Fakat Türk milletiyle Türk toprakları hakkında yüzyıllardan beri sakat tarih bilgisiyle beslenmiş olan, dünya umumi efkârını her an düşman olarak karşımızda bulabilirdik.
Nitekim Lozan antlaşmasından sonra bile emperyalist bazı devletlerin, Türk toprakları üzerinde tarihi haklar serdederek istilâcı birer programın tatbikine hazırlanmakta oldukları, söz ve hareketlerinden anlaşıldı.
Bu da gösteriyor ki kurtuluş savaşımızda elde edilmiş olan maddi neticeleri, manevi alanda yapılacak çalışmalarla tamamlamak lazımdı. Bunun için de aleyhimizde kullanılmış olan silahın cinsinden bir silah ile kendimizi müdafaa etmekten başka çare yoktu. Aleyhimize kullanılan silah tahrif edilmiş olan tarihti.
O halde bize düşen görev, tarihimizi gerçek yapısı ile meydana, koymak ve şaşırtılmış bulunan efkârı umumiyeyi, Türk milleti ile Türk toprakları hakkında aydınlatmaktı. Buraya kadar yapılan kısa açıklama Atatürk’ün Türk Tarih tezine vermiş olduğu önemi belirtecek karakterdedir.
Atatürk’te tarih merakı ve sevgisi okul sıralarında başlar. Kurtuluş savaşında türlü vesilelerle söylediği nutuklarında fikirlerini kuvvetlendirmek için, daima tarihten misaller getirdiğini görüyoruz. Tarihle uğraşmak hususundaki düşüncelerine ilk defa olarak, 1923’de kendisine fahri Profesörlük ünvanını vermiş olan, İstanbul Edebiyat Fakültesinin, fahri Profesörlük beratını Ankara’ya getirmiş olan, heyetine söylemiştir. Bu heyette bulunmuş olan Prof. Şemseddin Günaltay, Belleten de yayınladığı bir yazıda Atatürk’ün sözlerini şöyle nakletmektedir:
“Beratı takdim ve lütfen fahri müderrisliği kabul buyurduklarından dolayı müderrisler meclisinin şükranlarını arz ettik. Heyetimize iltifatta bulunan Gazi bir aralık kendisinin mektep sıralarından beri çok sevdiği tarihle daima meşgul olduğunu, bu itibarla fahri müderrisliğinin Edebiyattan ziyade tarihe ait olmasının daha münasip olacağını söylediler“.
Bu sözlere rağmen Atatürk’ün 1923’den 1928 yılına kadar tarihle yakından alakadar olduğunu görmüyoruz. 1928’de Bayan Afet (İnan) kendisine, Türk ırkının Sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci “Secondaire” nev’i bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek: – Bu böylemidir? diye sormuştur.
Atatürk’ün verdiği cevap şudur: “Hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” bundan sonra Atatürk devamlı ve sıkı bir şekilde tarihle uğraşmaya başlamıştır. Onun yıllardan beri aydınlatılmasını gerekli bulduğu belli başlı tarih meseleleri şunlardı:
Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir?
Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir?
Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir?
Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kuruluşu için başka bir izah bulmak lâzımdır.
İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslâm tarihinde rolü ne olmuştur?
Atatürk, bu meseleler üzerinde milletimizi ve dünyayı eski ve hatalı tarih anlayışından, yeni ve doğru bir tarih anlayışına getirmenin kolay olmadığını biliyordu. Bu önemli iş için her şeyden önce, teşkilâta sistemli, devamlı ve sabırlı bir çalışmaya lüzum görüyordu. Atatürk tarih tetkiklerini büyük devlet işleri arasına alınca, belli bir vaktini bu işe hasretmeği kararlaştırdı.
İlkin tarih sahasında çıkmış en yeni kitaplarla bir kitaplık kurdu.
Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeğe koyuldu, Bakanlardan, Milletvekillerinden Profesör ve Öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışmak vazifesi verildi.
Tercüme edilmiş kitapların özü çıkarılmakta, incelenen meseleler üzerinde raporlar hazırlanmakta ve Atatürk’e sunulmakta idi.
Böylece Türk Tarihi üzerinde büyük ölçüde bir anket işi başlamış oldu.
Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk tarihinin incelenmesi ile devamlı olarak çalışmak üzere Türk Tarihi Tetkik Heyetinin, kurulması ile uğraşıldı.
Tarih çalışmalarının ilk mahsulü 1930’da yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları’’ isimli kitap oldu. Atatürk bu kitabın birçok yerlerini beğenmedi. Bu kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra da Türk Tarihi Tetkik Heyeti resmen kurulmuş oldu. Heyetin kurulmasıyla çalışmalar hızlandı.
O kadar hızlandı ki, Türk Tarihi Tetkik Heyeti bir aralık gezici bir hal aldı. Çankaya’da, Yalova’da, Dolmabahçe’de, vapurda, trende, sözün kısası Atatürk’ün çalışmak için vakit bulduğu yerlerde toplantılar yapıldı. Toplantı saatlerinin yalnız başlangıcı belli idi. Bazen 24 saat fasılasız çalışıldığı da olurdu.
Çalışmalar çok kere münakaşalı geçerdi. Atatürk’ün münakaşalarda haklıyı ayırt etmek için kullandığı usul hakkında bir fikir edinmek için Prof. Muzaffer Göker’in Belletende yayınladığı “Atatürk’ün huzurunda” başlıklı yazısında şu satırları alıyoruz:
“Bir gün Ankara Halkevindeki Tarih Kurumu Dairesinde müsveddeleri okumak için toplanmıştık. Müzakereler hararetli oldu. Bilhassa iki arkadaş arasında müzakere, münakaşa şeklini aldı, O akşam Atatürk lütfen cemiyet azalarını sofralarına davet buyurdular. Günlük mesai hakkında malumat aldıktan ve her zaman olduğu gibi çalışmaları iltifatları ile teşvik ettikten sonra söz sırası günün münakaşa mevzuu olan meseleye geldi.
Münakaşadan son derece zevk alan Atatürk gayet neşeli bir halde günün hadisesini hülâsa ettikten sonra münakaşanın huzurlarında devamını kendilerine has nezaketiyle rica ettiler. Arkadaşlar mevzuu anlatmağa başladılar: Onları dinledikten sonra kâğıt ve kalem getirilmesini emrettiler. Zaten kâğıt ve kalem yemek odasının demirbaş eşyası sırasına girmişti. Salonun bir ucunda kara tahta, kenarda etajerlerin üzerinde lügatler, ansiklopediler yemek odasına bir mektep manzarası hali vermişti. Ve orası hakikatte bir mektepti. İstenilen şeyler geldikten sonra Atatürk her iki arkadaştan iddialarını yazı ile tespit etmelerini istedi.
Münakaşalarda başlangıçtaki iddiaların unutulması sık sık görülen birşey olduğu için buna lüzum görüldüğünü ilave etti. Sonra arkadaşlardan sözlerini teyit için ne gibi ilmi vesikalara ve mehazlara müracaat edeceklerini sordu. Bunlar da kâğıda yazıldı. Kütüphaneden istenilen kitaplar geldikten sonra okuma ve tercüme başladı. Neticede bir taraf hak kazandı. O zaman Atatürk kaybeden arkadaşımıza dönerek bu neticenin kendisinin yüksek kıymetini küçültecek bir hadise olmadığını ilâve ederek gönlünü aldı.
Yalnız dedi ki:
“Size her zaman söylerim. Yalnız kendi başınıza ve kendiniz için çalıştığınız zaman herkes gibi böyle bir netice ile karşılaşmanız mümkündür. Hatta sık sık olabilir. Cemiyeti ben bunun İçin kurdum. Buradaki üyeler yurt içinde ve dışında tarihe ait yapılan çalışmalarda ve kendi tetkikleri neticelerinden birbirlerini haberdar ederek birbirlerini tamamlayarak çalışırlarsa netice daha müsbet olur. Bunu yaparken şahsınıza ait bir buluşun başkaları tarafından kullanılmasından ve mesut neticelerin isminize değil, mensup olduğunuz cemiyete ve millete mal edilmesinden endişeniz olmasın. Millet bunun kadrini bilir. Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanan hepsi milletin eseridir dedim. Aranacak olursa doğmanda budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımıza ileri süremeyiz. Bu güne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük İşlerimiz vardır, kimi araştırmalar da bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem budur: Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliği ile çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur.”
Atatürk, Türk Tarihi Tetkik Heyetinden, çok istifadeli çalışmalar bekliyordu. Fakat heyette bazen her şey beklediği gibi gitmiyordu. Ara sıra heyet üyelerini irşad edecek yolda direktifler vermek mecburiyetinde kalıyordu. Tarih çalışmalarının ayarlanmasında ve istenilen istikamette yönetilmesinde tesir yapan bu direktiflerin önemlilerinden bazıları şunlardır.
“Büyük Devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetikik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha, büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır,”
“Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nadim olmaktansa hiç bir eser vücuda getirmemek, aczini itiraf etmek evlâdır.”
“Biz tarih yazarken aport değil bizzat fiiller ve hadiseler arayan adamlarız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmiyelim.”
“Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız, Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikatta her şeyden ve herkesten evvel, kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu nokta-i nazarlardan kıskanç olmak İsal edebilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatan ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının… baziçesfi kalırsınız.”
“Tarih hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmağa çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmeden çekinmeyelim.”
“Biz daima hakikat arayan ve buldukça, bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlarız.”
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.”
Bu direktiflere göre yürütülen tarih çalışmaları neticesinde 1931 yılları sonlarında okullar için dört ciltlik bir umumi tarih serisi ortaya kondu.
Ağırlık noktasını Türk Tarihi teşkil eden bu serinin müsveddelerini Atatürk baştan aşağı okudu ve tashih etti.
Yeni Türk Tarih Tezi yazılımı
Yeni tarih kitaplarımız Milli Tarih Tezimizi de ihtiva etmekte idi. 1932’de Ankara’da Tarih Profesör ve Öğretmenlerinin iştiraki ile ilk defa olarak toplanan Türk Tarih Kongresinde Türk Tarih Tezi geniş ölçüde açıklamalar ve tartışmalarla millete mal edildi. Kültür alanımızda bir inkılâp ifade eden bu tezin esası şudur:
“Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.”
“Türk ırkı, çok kere öne sürüldüğü gibi sarı değildir. Türkler beyaz insanlardır ve brakisefaldir. Bu günkü yurdumuzun sahipleri, en eski kültür kurucularıyla aynı vasıfları taşıyan çocuktandır,”
“Türkler yayıldıkları yerlere medeniyetlerini de götürmüşlerdir. Irak, Anadolu, Mısır, Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalılardır. Biz bugünkü Türkler de Orta Asyalıların çocuklarıyız.”
Türk Tarih Tezi, Tarih alanında yapılan en yeni çalışmalarla Arkeolojik, Antropolojik araştırmalar neticesinde elde edilmiş olan vesikalara dayanmaktadır.
1937’de toplanan ikinci Türk Tarih Kongresinde Tarih tezimiz yabancı ilim adamlarının da tetkikine arz edildi. Kongrenin komisyonlarında ve genel toplantılarında yapılan açıklamalara göre Türk Tarih Tezi âlemşümul bir tarih gerçeği olarak kabul edildi. Türk Tarih Tezinin kabul edilmesi ile milli tarihimiz gerçek karakterini millet ve dünya nazarında kazanmış oldu. Türkleri medeni milletler birliğinden ayırmak ve onları insan yapısıyla medeni vasıfları bakımından ikinci neviden saymak gibi yalnız kin ve garaz mahsulü olan bir edebiyat da gene tarih tezimizle çürütülmüş oldu.
Türk Tarih Tezinin, cihan tarihi anlayışında da ileri bir adım olduğunu kabul etmek lazımdır. Tezimiz beşer kültürüne Orta Asya’yı beşik göstermekle bütün dünya milletlerinin hasretini asırlardan beri çektikleri ortak bir kültür temeli de yaratmaktadır. İlk anlarda, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi istikametinde yönetilmiş çalışmalarında ırkçı ve emperyalist düşüncelerin izlerini arayanlar oldu. Fakat onun bütün hayatı, bütün düşünce ve çalışmaları milliyet ile insanlığın uzlaşacağı yolunda bir inanın örnekleri ile süslenmişti. Bu örneklerden birini Balkan milletlerinin üyelerine bir antanta varmak için Türkiye’de çalıştıkları sıralarda söylediği şu sözlerde görüyoruz.
“Balkan Milletleri İçtimai ve siyasi ne çehre arz ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş yakın soylardan, müşterek cetleri olduğunu unutmamak lâzımdır.”
“Karadeniz’in Şimal ve Cenup yolları ile binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlarda yerleşmiş olan insan kütleleri, başka başka adlar taşımış olmalarına rağmen, hakikatte bir tek beşikten çıkmış kardeş kavimlerden başka bir şey değildirler.”
Atatürk, Türk Tarih Teziyle insanların aralarında anlaşmak ve müşterek saadetleri yolunda çalışmak için muhtaç oldukları kültür ortaklığının kuvvetli bir adımını da atmış oluyor.
O, “İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırmak, birbirlerini sevdirmek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir.” sözü ile de, Türk milletinin saadetine verdiği değeri diğer milletler içinde tanımış olmuyor mu?
Ölümünde Türk milleti kadar bütün dünyanın da onun için göz yaşı dökmesi, belki de milliyet manasını ve insanlık idealini en güzel anlatmış olmasından ve bu uğurda açık gönül ile çalışmasından ileri gelmiştir.
Türk Tarih Tezi’nin iki temel amacı
Türk ulusunu odak alarak tarihi yeniden yazarak bir Türk ulusal kimliğinin yaratılmasına katkıda bulunmak, bu şekilde Cumhuriyet’in temel amacı olan ulus-devlet yaratma sürecine tarihsel bir referans oluşturmak.
Türklerin dünya uygarlıklarının gelişiminde önemli bir yere sahip olduğu tezini kanıtlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetinin tarihsel olgularca doğrulandığını göstermek.
Temel kabuller
Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre çeşitli göç dalgaları halinde Orta Asya’dan dünyaya yayılan Türkler dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur. Türk Tarih Tezi’nin temel kabulleri şu şekilde özetlenebilir:
*Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır,
*Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır,
*Göçler sonucu Türkler birçok yere yayılmış ve uygarlaşmayı tetiklemiştir,
*Anadolu’nun ilk yerli halkları Türklerdir; Hititler vs. halklar dahil,
*Kürtler dağ Türk’üdür. Bu yüzden 80 yıl önce Kürtlere dağ Türkü denilmişti,
*İtalya’da yaşamış Etrüskler Türk’tür,
*Irak’ın güneyindeki Sümer uygarlığını Türkler kurmuştur,
*Mısır medeniyetinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal Türklerdir,
*Maya, Aztek ve İnka Amerika uygarlıklarını Türkler kurmuştur,
*70 bin yıl önce Asya ve Amerika kıtası arasından batmış Mu kıtasında konuşulmuş olan Mu dili Türkçedir,
*Peygamber Hz. Nuh Türktür. (Hz. İbrahim’in ve hatta Hz. Muhammed (sav)’in Türk’lüğü kuvvetle muhtemeldir.
Görüldüğü gibi, Türk Tarih Tezine göre Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir: Hitit, Sümer, Etrüsk, Rum, Yunan, Kürt, Macar vs. halklar Türk sayılmaktadır. Başka bir deyişle, bu teze göre Avrupa’dan Çin’e kadar uzanan coğrafyadakilerin çoğu Türktür.
Atatürk’e göre Türk tarihi
“Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir” sözü de Anadolu’da Türklerin varlığının Malazgirt Savaşı’ndan çok öncelere dayandığı anlamını taşımaktadır; Anadolu’nun en eski halkları Atatürk’e göre Türk’tür.
Bu gerçekliği Atatürkün kendi yazdığı şiirdede görebiliriz: “Gafil, hangi üç asır, hangi on asır / Tuna ezelden Türk diyarıdır. / Bilinen tarihler söylememiş bunu / Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, / Dinleyin sesini doğan tarihin, / Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak / Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. / Asya’nın ortasında Oğuz oğulları, / Avrupa’nın Alpleri’nde Oğuz torunları / Doğudan çıkan biz / Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz / Türk sadece bir milletin adı değil, / Türk bütün adamların birliğidir. / Ey birbirine diş bileyen yığınlar, / Ey yığın yığın insan gafletleri / Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, / Hakikat nerede?”
Bu şiirden anlaşıldığı kadarıyla Atatürk’e göre Alp Dağları’na kadar uzanan yerdekiler Türk’tür. Tuna nehrinin “ezelden beri Türk diyarı” olduğunu belirterek de Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna gibi Tuna havzası ülkelerinin üzerinde yaşamış olan halkların Türk olduğu tezini ortaya koymaktadır.
Atatürk, Türk Tarih Tezi’nde dile getirilen göç hareketleri ve “Kayıp Kıta Mu” efsanesi arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüş ve bu konuda araştırma yapmak için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bu efsaneye göre Pasifik Okyanusu’nda, Asya ve Amerika kıtaları arasında bulunan ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde olan Mu Kıtası 70 bin yıl önce batmıştı. Atatürk, Türk halkının Mu kıtasından dünyaya yayılmış olabileceğini düşünerek bir araştırma başlattı; Meksika’ya elçi olarak atanan Tahsin Mayatepek’i, Türkçe ile Maya dili benzerliğin araştırılmasıyla görevlendirdi.
SONUÇ
Mustafa Kemal Atatürk’ün esaretten kurtulma, var olma ve en az medeni dünya seviyesinde kültür ve bilim üretme heves ve arzusu, tarihten gelen benlik ve kudrete bağlıydı. Delile muhtaç bu iddiaların en yücelerinden birisi de Tarih Tezi’ydi. Gerek yurt dışındaki kaynakları okuyarak, gerekse yurt içindeki arkeolojik kazı ve incelemelere ön ayak ve destek olarak Mustafa Kemal Atatürk, mevcut tarihin aksayan yönlerini tespitte, yanlışları ortaya çıkarmakta bir tarihçi titizliği ile de öncüydü.
Dahası o bilgi birikimi ile ve yönlendirmeleri ile Milli şuuru, millet olma ve medeniyetin beşiği olma idrakini toplumuna izaha çalışırken, bir yandan da ilim dünyasına bu tezini ispata çalışıyordu.
Mertliği tarihe armağan etmiş Türk’lerin ezeli ve ebedi medeniyet nurlarını ispat için ömrünün son zamanlarını bu inanca ayıran Atatürk, kurduğu Türk Tarih Kurumu ile de bunu sistematikleştirmiş, bilimsel hüviyete sokmuş ve kurumsallaştırmıştır. Mu kıtasından itibaren Türk’lerin anayurdu arayışlarını ispata çalışan Atatürk, Türklerin sanılanın aksine sarı ırktan olmadığını, barbarlıkla alakası olmadığını, pek çok ulus ve devletin Türk kökenli olduğunu tespit ve ispat etmiştir.
Lakin batının yerleşik tarihi ve o tarihi yazanlar güçlüdür, yerleştirdikleri Türk düşmanlığını silmeye razı değillerdir ve bunun yerine Türklüğü, İslamcılıkla yer değiştirmek hevesindedirler. halen de bu misyon devam etmektedir. Çünkü zayıf bir Türkiye ve tarihinden habersiz bir millet bu kahpe senaryoya çok daha uygundur.
İşte Ulu Önder’in gaye ve davası da bu oyunu bozmaktır ve kısmen başarılı da olmuştur. hatta bu uğurda Afet İnan’a Ertuğrul gemisini tahsis etmiş, adalardaki kazılara maddi destek sağlamış, kurul ve toplantılara muhakkak katılmıştır. Çıkarılan dergi ve gazetelerin, toplantı tutanaklarının tanzim ve yayımı, müzelerin kurulması ve ziyarete açılması hep bu maksat iledir.
Maalesef Atatürk’ün vefatı ile bu tez önce zayıflamış ve sonra terk edilmeye mahkûm bırakılmıştır. Bu sayede de Türk’lük mazisini ve kudretini bilmez halde, “Araplaştırma” kastı ile, kopya ve sahte batılı tarihlere maruz bırakılmıştır. Bu ise bugün dahi yaşanan sorunların temelidir.
Cumhuriyetçi aydın yazarlara, araştırmacılara ve özellikle Türk Tarih Kurumu’na düşen görev, bu tezi doğruluğunu ispat edemese ve ikna edemese bile takip etmek, aksi ispatlanana kadar pes etmemek, halkı da bu tez istikametinde aydınlatmaktır.
Çünkü tarih, dünya ve medeniyet Türk’tür. Bu elbet anlaşılacaktır. Lakin bu anlayışta en büyük sorumluluk ve görev bizlere düşmektedir. Oysa bizler hala Atatürk’ün sağladığı huzur ve güven ortamında mışıl mışıl uyumakta olduğumuzdan, hala batının yazdığı empoze tarihe tutsağız.
Uyanmak ve tarihimize sahip çıkmak umuduyla …
Kaynaklar;
https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1582
https://www.cukurovader.org.tr/wp-content/cache/all/ataturkun-turk-tarihi-tezi/index.html
https://www.turkcebilgi.com/t%C3%BCrk_tarih_tezi
Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı 19 Mayıs’a doğru adım adım ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Mustafa Kemal Atatürk’ün, İstanbul’un işgali esnasında söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözünü yüreğinde daima canlı tutarak, kurtuluş ve bağımsızlığın Anadolu’dan başlayacak bir direniş ile gerçekleşeceğine olan inancı kendisini Kıta müfettişi olarak Anadolu’ya atandırması, İzmir’in bir gün önce yaşanan kanlı işgalinin de etkisiyle İstanbul’da gerekli görüşmeleri yaptıktan hemen sonra hareketi, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Samsun’a ulaşarak burada Milli Mücadeleyi başlatması, dünya tarihinin son asırlarda gördüğü en yüce kurtuluş ve aydınlanma hareketinin ilk adımıdır.
Bu yolculuk sıradan bir gemi yolculuğundan çok öte umuda yolculuktur ve her Türk genci tarihin şanlı sayfalarında yer alan bu İstanbul’dan ayrılış ve Samsun’a varışı, saltanatın sonu ve Cumhuriyet tohumlarının atılışı olarak okumak zorundadır.
Çünkü Samsun’a atılan o ilk adım her şeyin başladığı andır ve o andan sonra Türk topraklarında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
İşte bu destansı yolculuğun gün gün hikayesi…
15 Mayıs 1919
– Yunanlıların İzmir’e çıkması. Elefterios Venizelos’un devamlı gayretleri ve diğer büyük devletlerin desteklemesi sonucunda İzmir’e Yunan askeri çıkarılması 15 Mayıs 1919 tarihinde uygulamaya konuldu. 16 Yunan gemisinin taşıdığı, 4 İngiliz ve 2 Yunan muhribinin refakat ettiği işgal donanması İzmir’e çıktı. İşgal başladığı sırada İzmir limanında ayrıca İngiltere, ABD, Fransa, İtalya ve Yunanistan’a ait 30’dan fazla savaş gemisi vardı.
– Sabahtan itibaren yaklaşık onikibin kişiyi bulan Yunan kuvvetleri İzmir’e çıkmaya başladı. Kadifekale’ye Yunan topları yerleştirildi.
– Hukuk-ı Beşer gazetesinde günlerdir direniş çağrıları yapan gazeteci Hasan Tahsin (Osman Recep Nevres) şehir içinde zafer yürüyüşü yapan işgalcilerin (Yunan Efzon alayının) bayraktarını tabancasıyla vurdu. Bunun üzerine işgalciler Hasan Tahsin’e kurşun yağdırarak, şehit etti. Yunan güçlerine ilk kurşunu atan Hukuku Beşer gazetesi Başyazarı Hasan Tahsin (Osman Nevres) ile Askerlik Şube Başkanı Albay Süleyman Fethi şehit edildiler. (15 Mayıs sabahı saat 8’den itibaren müttefik donanmasının şehre dönük toplarının himayesinde, Yunan birlikleri İzmir’i işgale başladılar. Karaya çıkan birlikler, yerli Rumların taşkın ve coşkun gösterileri ortasında, İzmir Metropoliti Hrisostomos tarafından takdis edildikten sonra, Konak istikametinde yürüyüşe geçtiler. Efzon alayı “Zito Venizelos” naraları arasında Kemeraltı köşesini dönerken atılan bir kurşunla Yunan bayraktarı yerlere yuvarlandı. Rumlar panik halinde kaçışmaya başladılar. İlk şaşkınlığı attıktan sonra, Efzonlar silâha sarılıp etrafı taramaya başladılar. Özellikle Sarıkışla yarım saat tarandı. Sonra Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, elinde beyaz teslim bayrağı olduğu halde, subay ve askerleriyle dışarı çıkarıldı ve ağır hakaretlere maruz kaldı. Türk askerleri “Zito Venizelos” diye bağırmaya zorlandı. Bağırmayanlar süngülendiler.)
– Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı.
– İzmir, işgaline karşı ilk silahlı direniş başladı.
– Şehirdeki telgrafçılar işgali bütün Anadolu’ya bildirmeye başladı.
– Yağma ve katliama başlayan Yunan askerleri şehirde terör estirdi.
– İzmir’in işgalinden 4 saat 10 dakika sonra, Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendinin başkanlığında, “Denizli Heyeti Milliyesi” kuruldu. İzmir’in işgalinden hemen sonra düzenlediği mitingde “işgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir.” diyen Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin etrafında Denizlililer hemen birleşmişlerdi.
– Muğla’da, İzmir’in işgalini protesto amacıyla miting. Denizli’de, Aydın’da, Muğla’da, Konya’da ve Burdur’da işgale karşı mitingler yapıldı.
– Atatürk Samsun’a hareket öncesi, sabah Genelkurmay Başkanlığı’na giderek Cevat (Çobanlı) ve Fevzi (Çakmak) Paşalara ve Babıâli’ye giderek Hükûmet üyelerine veda etti. (Atatürk Babıâli’ye geldiği zaman Kabine toplantı halinde idi ve Yunanlıların İzmir’e çıkışını görüşüyordu. Atatürk Sadaret bekleme salonunda Dahiliye, Hariciye ve diğer bir kısım nazırlarla görüşerek onlara veda etti.)
– Mustafa Kemal, Yıldız Sarayı Küçük Mabeyn Köşkü’nde Padişah Vahdettin ile görüştü. Padişah yaveri Naci (İldeniz) Paşa beyanına göre Vahdettin o görüşmede adının ilk harfleri yazılı bir saati Mustafa Kemal’e armağan etti. Atatürk’ün anlattığına göre Vahdettin o görüşmenin bir yerine, “Paşa, paşa! Devleti kurtarabilirsin!” demişti. Vahdettin’in ne demek istediğini Atatürk sonraları şöyle anlatacaktı: “Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğruluğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım.”
– Atatürk, Bandırma vapuru kaptanı İsmail Hakkı (Durusu) Bey’i Şişli’deki evine çağırarak hareket şekline dair bilgi aldı.
– İzmir’in işgali esnasında görevli olan Mümin, kendisini ordudan attırarak, işbirlikçi rolüne başladı. Oysa Mustafa Kemal’in istihbarat elamanıydı. Deşifre olup Yunan ordusunca tutuklanınca idama mahkûm edildi. 1923’de Atatürk’ün özel takibiyle esir edilen Trikopis’e karşılık takas edildi ve orduya geri döndü. İstiklal Madalyası aldı, Aksoy soyadını aldı. Albay rütbesinden emekli oldu. 1948’de vefat etti. İzmir Balçova mezarlığında yatıyor.
– Fevzi çakmak Paşa genelkurmay Başkanlığı görevini Cevat Çobanlı Paşa’ya devretti. (Fevzi Paşa İzmir’de işgal güçlerine silahla direnme emri verdiği için bu görevden alınmış ve 1 nci ordu birlikleri müfettişliğine atanmıştır.)
– Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a hareketinden hemen önce Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa ile gizli ve özel bir şifre kararlaştırması.
– Harbiye Bakanlığı Mustafa Kemal ve kuruluna, Karadeniz’e çıkış vizesi almak ,için İngiliz İstihbarat Bürosuna başvurdu. Heyetin listesi İngiliz Binbaşı Milligan tarafından 15 Mayıs 1919 tarihinde onaylandı. 9 ncu Ordu Müfettişliği kıtasının vizesini ise İngiliz istihbarat subayı Yüzbaşı Bennet imzaladı. Listenin arka sayfasında Yüzbaşı Bennet tarafından imzalanıp mühürlenen vize bölümüne “Müttefik Pasaport kontrol bürosu, İngiliz bölümü Samsun için 16.5.1919 tarihinde geçerlidir” yazılıdır. (Yüzbaşı Bennet, işgal İstanbul’unun işkenceci İngiliz subayıdır.)
16 Mayıs 1919
– İstanbul Galata Rıhtımı’nda olağanüstü bir kalabalık vardı. Seyyar satıcılardan, ayakkabı boyacılarından, polislerden, jandarmalardan ve hamallardan geçilmiyordu. Bunlar, gizli örgüt MM Grubu’nun tepeden tırnağa silahlı adamlarıydı. Görevleri, Mustafa Kemal Paşa ile 19 kişilik maiyetinin Bandırma Vapuru’na sağ salim binmesini sağlamaktı. Operasyonu rıhtımda yöneten Topkapılı Cambaz Mehmet, iyi yüzme bilen, iyi silah kullanan 50 İnebolulu fedai genci de Bandırma Vapuru’nun içine yerleştirmiş, bunlara gerekli talimatı vermiş ve Samsun’a kadar sürecek yolculuğun tüm güvenlik önlemlerini almıştı.
– Öğleden sonra Rum çetelerle destekli Yunan birlikleri, Urla’daki askeri birliğe ve Türk mahallelerine saldırdı. Urla’da Yarbay Kazım Bey’in elinde 173. Alay’a mensup sadece 18 er vardı. 120 kadar gönüllü, bu 18 kişilik birliğin yardımına geldi. Urla’da asker-sivil birlikte bir gün boyunca düşmana direndi. 17 Mayıs’ta Urla Yunan işgaline girdi. Halk ve ordu tarafından yapılan ilk kurşun savaşı buydu.
– Yurdun dört yanına telgraflar çekilmeye, mitingler yapılmaya, direniş için örgütlenilmeye başlandı.
– İzmir’in işgali bütün Anadolu’da protesto edilmeye başladı.
– Atatürk, Yıldız’da Hamidiye Camii’ndeki cuma selâmlığından sonra mahfil-i hümayun’da Padişah Vahdettin tarafından kabul edildi ve veda etti. (Mustafa Kemal Paşa, müfettişlik karargâhının seferi karargâh sayılmasını ve personelin 3 aylık maaşlarının önceden verilmesini istedi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra sadrazam ve Padişaha veda etti. Veda esnasında Padişahın sözleri anlamlıydı: “Paşa, paşa şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba geçmiştir. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemlidir. Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin.” Güven ve ümit ifade eden bu sözlere, Paşa saygı ve teşekkür ifade eden cümlelerle karşılık verdi.)
– Atatürk, cuma selâmlığını takiben Şişli’deki evine döndü, annesi ve kız kardeşine veda etti.
– Denizli, Tavas, Kastamonu’da İzmir’in işgalini protesto mitingleri yapıldı.
– Seferihisar Yunanlılar tarafından işgal edildi.
– Güllük İtalyanlar tarafından işgal edildi.
– Sarayköy Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi, 16 Mayıs 1919 tarihinde düzenlediği mitingde halka İzmir’in kâfir Yunanlılar tarafından işgal edildiğini, bu kâfirlerin bulunduğu yerde Cuma namazı kılınamayacağını ve kılınmasının da caiz olmadığını bildirerek, düşmana karşı konulmasını istedi.
– Mustafa Kemal, 9 uncu Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya geçmek ve milli mücadeleyi başlatmak üzere, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a 16.30’da yola çıktı. (Atatürk, Galata rıhtımından bir motorla Kızkulesi açığında demirli bulunan Bandırma vapuruna geçmiş, vapur buradan hareket etmiştir). (Bandırma Vapuru; Küçük bir yolcu vapuruydu. 1878 yılında İskoçya’nın Paisley kentinde yapılmıştı. Kardeş gemisi yoktu. Demir uskurlu ve buharlıydı. Boyu 47,97 metre, eni ve derinliği 8,5 metreydi. 1891’de Marmara denizinde Erdek’te batan bu gemi daha sonra kurtarılarak yüzdürüldü ve İdare-i Mahsusa gemiyi satın aldı. Adı ‘Panderama’ olarak değiştirildi. 1910 yılında ismi bu kez ‘Bandırma’ yapıldı. 28 Ekim 1909’dan itibaren gemi posta vapuru olarak kullanılıyordu. (Samsun’a çıkıştan sonra gemi İstanbul’a döndü ve 1923 sonuna kadar posta vapuru olarak kullanıldı. Bu tarihten sonra Tekirdağ – Mürefte posta vapuru görevine başladı. 1925 yılında arızalanınca onarılamadı, gemi hurdacısı İlhami Söker’e satıldı ve dört ayda söküldü, jilet olmaktan kurtulamadı.) Bandırma vapurunda toplam 48 yolcu vardı ve bu 48 kişiden 23’ünü Mustafa Kemal Paşa ile karargáh mensupları, 25’ini de er ve erbaşlar teşkil ediyordu.
– Atatürk’ün, Bandırma vapurunun Kız kulesi açıklarında İngilizlerce durdurulup aranmasını takiben düşman zırhlıları arasından geçerek İstanbul’u terk ederken, güvertede arkadaşlarına söyledikleri: “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silâh kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Sersem herifler! Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz!”
– Atatürk’ün, gece Bandırma vapuru kaptanına direktifi: “Düşman devletlerinin herhangi bir vasıtasının gadrine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Şayet kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!”
– Balıkesirliler, işgali protesto ve silahlı mücadele kararı aldı.
– Yunanlılar, Urla’yı işgal etti.
17 Mayıs 1919
– Denizli-Çal Müftüsü Ahmet İzzet (Çalgüner) Efendi de ilçesinde ve çevresinde halkın ulusal harekete katılmaları için çalışmalarda bulunan din adamlarının ilklerindendir. O, 17 Mayıs 1919 günü Çal halkını Çarşı Camii’nde toplayarak onlara düşman istilasına karşı seyirci kalınmamasını ve silahla karşı konulmasının gerekli olduğunu anlatmıştır. Daha sonraki günlerde de aynı camide yapılan toplantılarla halkı düşmana direnme konusunda bilinçlendirmeye ve örgütlemeye çalışmıştır. Bu amaçla, ilçenin nüfuzlu kişileri ile toplantı yapmıştır. “Allah’ımız bir, kitabımız bir, vatanımız bir olduğuna göre korumaya da mecburuz. Kutsal değerlerimizi savunmak için Allah’ın ve Peygamberin emirlerine uymak gereklidir.”
– İstanbul Darülfünunu’nun (İstanbul Üniversitesi) hocaları ve öğrencileri, üniversitede İzmir’in işgalini kınadı.
– Refet Bey (Bele), Sivas’ta 3. Kolordu komutanlığına atandı.
– İtalyanlar Söke’yi işgal etti.
– Yunanlılar Çeşme’yi işgal etti.
– Bandırma vapuru, gece saat 23.00 sıralarında İnebolu’ya geldi. (Şiddetli fırtına sebebiyle Atatürk ve arkadaşları karaya çıkmaksızın yolculuğa devam etmişlerdir.)
– Atatürk’ün, Ömer Sezai (Madra) Bey’e mektubu: “Azizim Sezai Bey, vazifeli olarak Anadolu’ya hareket ediyorum. Sizde korunan emanete ait senedi, anneme bıraktım. Dönüşünüzde, emanetle senedin değiştirilmesi için Vasıf Bey biraderimize rica ettim. Gözlerinizden öperim.”
– Atatürk’e verilen müfettişlikle ilgili talimat, Vükelâ Meclisi’nde kabul edildi.
18 Mayıs 1919
– Balıkesirliler, Alacamescid toplantısını düzenledi. Kuvayı Milliye hareketi ve kongre toplanması kararı alındı.
– İşgale karşı tüm Anadolu’da protesto mitingleri yapıldı. Erzurum’da yapılan gösteride Dursunzade Cevat (Dursunoğlu), tek çarenin silahlanıp, düşmana karşı koymak olduğunu dile getirdi.
– İstanbul’da Ömer Besim Paşa’nın yönetiminde toplanan binlerce Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) öğrencisi işgali lanetledi.
– Bandırma vapuru ile yola çıkan Mustafa Kemal saat 12.00 sıralarında Sinop limanına girdi. (Şiddetli fırtına sebebiyle Atatürk karaya çıkmamış, ancak, Üsteğmen Hikmet (Gerçekçi) Bey’i, vapuru yanaşan bir sandal aracılığıyla kıyıya göndererek, Samsun’daki Tümen Komutanlığı’na, -gelmekte olduklarını bildiren- bir telgraf çektirmiş, sonra yola devam edilmiştir.
– Atatürk’ün, kendisini karaya davet eden Sinop Mutasarrıfı Mazhar Tevfik Bey’e Bandırma vapurundan gönderdiği kart: “Sinopluların hakkımda gösterdikleri duygulara teşekkür ederim. Rahatsızlığım dolayısıyla davetlerine uyamadığımdan üzgünüm. Kendilerine selâm ve sevgilerimin iletilmesini rica ederim.”
19 Mayıs 1919
– Atatürk’ün sabah Samsun’a çıkışı. Bandırma vapuru, sabah saat 06:00 sıralarında Samsun limanına girmiş, sandallar aracılığıyla arkadaşlarıyla beraber 07:00 sularında karaya çıkan Atatürk, askeri bando eşliğinde halk tarafından sevgi ile karşılanmıştır. Milli mücadele aslen bu ilk adımla başlamıştır. Atatürk 25 Mayıs tarihine kadar Samsun’da kalmıştır.
– Atatürk’ün, Samsun’dan, emrindeki vilayetler mülki amirleri ile 15. ve 20. Kolordu Komutanlıklarına bölgelerindeki asayiş durumunu belirten bir rapor göndermeleri hakkında telgrafı.
– Damat Ferid Paşa, ikinci hükümetini kurdu. (Damat Ferit Paşa’nın ikinci defa kabine kuruşu (Damat Ferit, 15/16 Mayıs 1919’da Sadaret’ten istifa etmiş, aynı gün yeni kabineyi kurma görevi yine kendisine verilmiştir.)
– Fenerbahçe, Kurtuluş Savaşı’nın gizli örgütlerinden Mim Mim Grubu gibi örgütlerde koordineli bir şekilde çalışarak Kurtuluş Savaşı’nın en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur. Nitekim Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihinde FB’nin Altıyol’daki kulüp binasında çok özel bir toplantı yapılmıştır. FB’nin önde gelen yöneticilerinden Ali Naci Karacan ve bazı arkadaşları bir yıl kadar önce Mustafa Kemal’in de oturduğu o masanın etrafında oturtarak, işgal boyunca FB’nin izleyeceği politikayı tartışmışlardır. O toplantının sonunda alınan kararlar, FB’nin işgal İstanbul’unda toprak sahalarda yapacağı maçların artık “ulusal çıkarlara” hizmet edeceğini göstermektedir. Ali Naci Karacan, o gün aldıkları kararları sonradan şöyle açıklamıştır: “1. FB’yi Mütareke döneminin İstanbul’a döktüğü işgal kuvvetlerine mensup takımlarla çarpıştırarak, mümkün olduğu kadar galibiyetlere sevk etmek. 2. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve bilhassa Rumlar, Ermeniler ve bunların muhtelifleriyle yapılacak maçları gazetelerde mümkün olduğu kadar anlatarak, FB’yi milli bir mücadele bayrağı haline koymak ve halka sevdirmek 3. Bir taraftan ve mütemadiyen maçlar ve diğer taraftan bu maçların gazetelerde propagandasını yaparak büyük kitlelerin futbola karşı alakasını hareketlendirmek….” FB, Kurtuluş Savaşı yıllarında, adeta üzerine ölü toprağı serilen, işgal altındaki İstanbul’un tek gurur ve neşe kaynağı haline gelmişti. Çünkü FB, işgal İstanbul’unda İngiliz-Fransız işgal takımlarıyla 50 maç yapmış, bunların 41’ini kazanıp 4’ünde berabere kalırken sadece 5’ini kaybetmiştir. Bu maçlarda düşman filelerine 193 gol atan FB sadece 37 gol yemiştir. FB, ayrıca Ermeni ve Rum takımlarıyla yaptığı 16 maçın da tamamını kazanmıştır. Toplam 66 maç yapan FB, bunların 57’sini kazanmış, sadece 5’ini kaybetmiştir. Bazı FB’lilerin gizlice Anadolu’ya gizlice silah kaçırdıkları, bazılarının elde silah cepheden cepheye koştukları dikkate alınacak olursa FB’nin yetersiz kadrosuyla işgal takımlarına karşı elde ettiği başarının boyutları çok daha iyi anlaşılacaktır.
– Aydın ve İstanbul’da İzmir’in işgalini protesto mitingleri yapıldı. (İşgal bütün yurtta protestolara, mitinglere yol açtı. Özellikle İstanbul’da 17,19 ve 23 Mayıs tarihlerinde düzenlenen mitinglerde Türkün hak ve adalet isteyen sesi heyecanla, coşku ile dile getirildi. Özellikle Halide Edip Hanım’ın şu unutulmaz sözleri toplu bir and içmeye dönüştü: “Türk’ün büyük ve şanlı tarihine ağlayan şu minareler altında beraber yemin ediniz ve benimle birlikte tekrar ediniz. Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna, ataların emanetlerine, vatanın tek taşına ve bir karış toprağına hiyanet etmeyeceğiz.” Yüz bini aşkın kalabalık yemini coşku ve heyecan içinde tekrarladı.)
– İngiliz Karadeniz orduları kumandanı General Milne 19 Mayıs 1919 tarihinde Türk Harbiye bakanlığına gönderdiği nota ile Mustafa Kemal ve yanındakilerin Samsun’a gidiş sebebinin bildirilmesini istedi. (Bu soruya beş gün sonra 24 Mayıs 1919’da verilen cevapta; Mustafa Kemal’in İngilizlerin isteği üzerine ateşkes hükümlerini denetlemek amacıyla Samsun’a gönderildiği bildirilmiştir.) Yani, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı gün İngilizler bu işten kuşkulanmaya başlamışlardır.
– Atatürk’ün, Samsun’dan Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya telgrafı: “İzmir’in Yunan askerleri tarafından işgali hadisesi, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu tasavvur ve tasvir edilemeyecek derecede üzmüştür. Ne millet ve ne ordu, mevcudiyetine karşı yapılan bu haksız tecavüzü kabul etmeyecektir!”
– Atatürk’ün, İngilizlerin Samsun’a bir kısım asker çıkarmaları sebebiyle, bu gibi tecavüzlerin men’i ile siyasî vaziyetten gerektikçe haberdar edilmesi hakkında, Harbiye Nezareti’ne telgrafı.
– Samsun’da görevli İngiliz askerî temsilci Yüzbaşı Hurst’un, Atatürk ile bölgedeki umumî durum hakkında görüşmesi.
NOT: Detaylı kronolojik bilgi için buradan, o ilk adımla ilgili yazımıza buradan ve aynı konulu şiirimize buradan ulaşılabilir.
Bu yazı 19 Mayıs’a doğru adım adım ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk Cumhuriyeti neden gençliğe emanet etmiştir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Gençliğe hitabe, dünya siyasi tarihinde ve edebiyatında eşine rast gelinmeyen bir sanat, bildiri, özet, liderlik şaheseridir. Ulu Önder’in bu kısacık metinle anlattıkları ciltler dolusu ansiklopediye sığamayacak kadar çoktur ve adeta İstiklal harbi ile inkılapların ve Cumhuriyet tarihinin özeti durumundadır. Keza Nutuk’un kısa özetidir.
Bu hitabe ile Mustafa Kemal Atatürk, İstiklal ve Cumhuriyeti koruma ve muhafaza etme görevini hem de sonsuza dek, gençliğe birinci vazife olarak verirken, milletin ve geleceğin bekasını Cumhuriyeti temin ve idameye bağlı bir şart olarak ifade etmiştir.
Gençliğe verilen bu kutsal görevde yine hitabeden anlaşıldığı üzere gelecekte de İstiklal harbi öncesi vahim duruma benzer şartların yaşanmaması için dikkatli, kararlı, çalışkan ve inançlı olmak gereği, bu kötü senaryo en vahim halde gerçekleşse dahi gençliğe düşen görevin yeni bir İstiklal harbine başlamak olduğu hatırlatılmaktadır.
Tüm bu koruma ve kollama görevi ise gençliğe emanet edilmiştir ki yarının gençleri çocuklar da bu muhafız gruba dahildir.
Atatürk, dava ve silah arkadaşları ile birlikte, en çetin şartlardan pırıl pırıl bir esenlik ve Cumhuriyet çıkarabilmiş, Allah’ın izni ve inancın gücüyle, vatan aşkından kaynaklanan azim ve irade ile, medeni ve güçlü bir Cumhuriyet Türkiye’si yaratabilmiştir.
Lakin yapılanlar, yapılacakların yarısı dahi değildir. Üstelik medeniyet yolunda durmak, yeterli bulmak hataların en büyüğüdür, kazanılanların da yitirilmesine sebeptir. Değişen dünya, farklılaşan dengeler, varılan bilim seviyesine ayak uyduramayan toplumlar yerinde sayıyorlarsa geçilmeye ve bir müddet sonra da köleleşmeye mahkûmdur. Üretemeyen toplumlar acizliğe, bağımsız olamayan milletler yok olmaya mahkûmdur. Tüm bunlar dikkate alınınca da anlaşılır ki gençlik atik, canlı, bilgili ve kararlı olmalıdır ki inancıyla, çalışmasıyla Cumhuriyet ilkelerine sahip çıkabilsin ve medeniyet yarışından kopmasın.
Elbette bunları yaparken kültür ve kimliği kaybetmemek de mühimdir ki kopya bilimler arasına karışan kopya kültürlerin acısını bu millet onlarca yıldır çekmektedir. Çoğu empoze bu kültür deformasyonundan korunmak ve kurtulmak için de gençliğe vazifeler vardır ve ülke üstünde oynanan oyunlar sinsi bir istikrar ile önce milli benliği ve sonra ülkeyi yok etmeye yöneliktir.
Bu noktada Atatürk’ün gençliğe hitabesinin önem ve değeri daha iyi anlaşılmaktadır ki iç ve dış tehditlere aralıksız maruz kalan Türkiye Cumhuriyeti’nin var ve bağımsız olabilmesi gençliğin kalite, azim ve çalışmasına bağlıdır.
Bu yolda vazgeçmek, üşenmek, ertelemek yoktur.
Gençlik akıl ve bilimi rehber edinerek ama manevi mukaddesatına da sahip çıkarak, Türk ve İslam olduğunu bir an unutmayarak, oyuna gelmeyerek, ayrışmayarak, Cumhuriyet ilkelerinden vazgeçmeyerek … çalışmak ve çok çalışmak mecburiyetindedir.
Böl, parçala, yönet mantığıyla milliyetleri sindirmeye çalışan yeni dünya düzeni safsatacıları için dünya medeniyetinin son kalesi Türkiye’dir.
Bir yanda emperyalizme karşı alınmış en büyük zaferin sahibi, bir yanda Müslüman dünyasının laik lideri, bir yanda Türki Cumhuriyetlerin ağabeyi, bir yanda dünyanın merkezinde harika bir coğrafyaya sahip toprakları ile Türkiye Cumhuriyeti tarihten gelen kültür ve şerefiyle dünya milletleri arasında emsalsiz bir değer ve kıymettedir.
Gençliğin sahip çıkarak yücelteceği bu devlet var oldukça, yeryüzündeki asayiş ve huzur temin edilecek, bu kale yıkılırsa mazlum devletleri, İslam’ı ve Türklüğü kurtaracak da kalmayacaktır.
Bu kutsal görev, KADERİN TÜRK MİLLETİNE VERDİĞİ KAÇINILMAZ MESULİYETTİR.
Türkiye Cumhuriyeti var olmalıdır, var olacaktır. Bunu temin ise gençliğin vazifesidir.
O halde gençlik, çalışmak, araştırmak, objektif ve bilgili olmak, yargısından meclisine, üniversitesinden camisine, sanattan ekonomiye her alanda üretmek, milli, doğru, güzel, örnek, bağımsız, korkusuz ve çağdaş olmalıdır.
Gelecek Türk’lerindir. Laik ve demokrat Türkiye, gençlik aksini dilemedikçe, vazgeçmedikçe, yanılıp kanmadıkça yıkılmayacaktır. Çünkü Atatürk’ün manevi evlatları, Çanakkale’nin ve İstiklal harbinin maneviyatıyla, inkılapların ruhuyla, Cumhuriyet ışığıyla yürümeye devam edecek ve ülke aşkıyla hem yurdun dört yanını aydınlatacak hem de cihana örnek olacaktır.
Anadolu toprakları çağdaş, adil, bilimsel, insani değerlerin el üstünde tutulduğu bir cihan devletidir, esaret bilmeyen Türk’ün köklerinden doğan fidandır. Tam bağımsızlık ve milli egemenlik tohumları yurdun dört yanından fışkırdıkça Türk’e esaret olmayacaktır.
Bu uğurda görevin yücesi gençliğe düşmektedir.
Gençleri yetiştirmekle mükellef olanlar ise hem anne ve babalar, hem öğretmenler, hem tüm ulustur. kendisini genç hisseden herkes gençtir. Çocuklar yarının gençleridir. Dolayısıyla tüm Ulus tüm farklılık ve husumetleri bir yana bırakıp birlik olmak, ortak gayede buluşmak zorundadır.
Çünkü adaletten, hukuktan, sağduyudan uzaklaşan bir Türkiye, birliği sağlamaktan uzak, bekadan uzak, yarınlara güvenle bakmaktan uzaktır.
Bu gençliğe bir başka görev verir ki bu da; mevcudiyetine ve istikbaline düşman olan unsurları tanıma ve etkisiz hale getirme görevidir. Gençlik, benliğine düşman unsurları tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendisini daha emin hissedecek, atalarını tanıdıkça ilerlemek için daha güçlü ve kararlı olacaktır.
Damarlarında dolaşan asil Türk kanıyla her genç, önce Allah’a ve sonra vatana karşı vazifelerinde istekli ve kararlı oldukça da düşmanları ondan korkacaktır.
Güçlü Türkiye; kardeş olabilmiş, farklılıkları hoşgörü ile aşabilmiş, demokrasi, hukuk ve laiklik tabanında buluşabilmiş, her alanda tam bağımsız ve milletin egemen olduğu yönetim derecesinde demir atmış, özgürlüklerin yaşandığı, yüzlerin güldüğü, cüzdanların dolduğu, terörün dize getirildiği, sanal düşman yaratanların etkisizleştirildiği, dini bölenlerin susturulduğu, halkı kutuplaştırmaya çalışanların yönetimlerden uzaklaştırıldığı, beyinlerin durmaksızın ürettiği, eğitimin doğru ve milli olarak verildiği, vicdanların hür olduğu, Cumhuriyetin temel ilke kabul edildiği … Atatürk Türkiye’si ruhuna sıkı sıkı sarılmış bir Türkiye’dir.
Bu gaye milli hedeftir. Bu milli hedefin temini ise gençliğe görevdir.
Milli gücün unsurlarının her birinde güçlü olmak beka şartıdır. Mili menfaatler uğruna ter dökmek her gencin vazifesidir. Genç olmak, Atatürk genci olmak … mesuliyettir!
Bu yazı Atatürk Cumhuriyeti neden gençliğe emanet etmiştir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Tam yüz yıl önce 16 Mayıs günü hava nasıldı, rüzgârlı mıydı veya bulutlar ne renkti bilemiyoruz. 1919’un o işgal kokan karanlık günlerinde güneş utancından bulutların ardına saklanıyordu herhalde, rüzgâr ise muhtemelen o puslu havayı dağıtamamak korkusuyla esmiyordu.
…
Oysa o gün bir Mustafa Kemal vardı, güneşten, rüzgardan, bulutlardan da cesur, bir Mustafa Kemal vardı güneşli günleri yakın gören. ‘Geldikleri gibi giderler’ diyen Mustafa Kemal.
Bir bandırma vapuru vardı, kırık dökük. Anasıyla, bacısıyla helalleşmiş, anasının kefen parasını millet uğruna harcamaktan çekinmeyen Mustafa’yı, dava ve silah arkadaşlarını yaşlı bedeni, bozuk pusulası ile umut seferine çıkaracak.
Karadeniz vardı sevinçle, dalgalarıyla bandırmayı okşayan. Adeta yol açar gibiydi umuda.
Samsun, bekliyordu. Umudu, güneşi, Anadolu’ya ışık olma şerefini taşıyacak olmanın haklı gururuyla.
Sabırsızdı kaptan, tam yol gidiyordu Bandırma, gerilmiş ok gibi hazırdı Milli Heyet sahile adım atmaya, bekliyordu Samsun o ilk adımı, heyecanla, umutla bekliyordu Anadolu İstanbul’dan yola çıkan, karanlık bulutları dağıtacak özgürlük yellerini.
Sahildeydi halk, bayraklarla, davullarla, yaşlısından gencine, çoluğundan çocuğuna.
Nihayet vardı Bandırma sahile. Bismillah demir attı yorgun bedeniyle. Umut yolcularının devasa ağırlığıyla bitkindi ama mutluydu kutsal vazifesini yerine getirmenin şanlı onuruyla.
Mustafa vardı gemide, daha inmeden sahile baktı o Karadeniz dağlarına, gördü dağların ardındaki özlemleri. Denize baktı sonra şükranla. Aklından neler neler geçiyordu kim bilir? Korku yoktu, üşenmek, vazgeçmek yoktu aklında ama kolay da değildi.
O ilk adımı atmak için gelmişti ama o ilk adımı atmalı mıydı?
Filistin’de gördüğü kahramanlıklara, İstanbul’da demirden dev gövdeleriyle sükse yapan düşman zırhlılarının heybetine, Çanakkale’de şahit olduğu maneviyata, yol arkadaşlarının gözlerindeki suallere, sahilde bekleyenlerin akıllarındaki sorulara, kalplerdeki endişelere rağmen o ilk adımı atmalı mıydı?
Dökülecek binlerce gencin kanına, uzun savaş yıllarına, açlık ve yorgunluğa değer miydi o ilk adım?
Değerdi!
Baktı arkadaşlarının gözlerine sevinçle parlıyordu her biri. Baktı sahildekilerin alkışlardan kabarmış ellerine gözleri yeşermişti. Baktı bandırma Kaptanına haydi diyordu gururla, inin sahile. Baktı bulutlara dağılmaktaydılar.
O ilk adımı attı.
Çınladı tüm İstanbul, sarsıldı Anadolu toprakları, tüm Anadolu’da yüreklere inanç yelleri değdi.
O ilk adımla yeniden yazıldı Türk’ün tarihi.
O ilk adımla değişti Türk’ün makûs mukadderatı.
O ilk adımla yeniden Türk vatanı olabildi Anadolu.
O ilk adımla bir kez daha şahlandı Allah’ın orduları.
O ilk adımla ağlamayı kesti bebekler.
O ilk adımla parladı süngü uçları.
O ilk adımla yarınların kaderi çizildi.
O ilk adımla gönlüne su serpildi anaların.
O ilk adımla toprağına buğday tohumu atan çiftçi amcanın gözbebeklerinde bir umut yeşerdi.
O ilk adımla karanlıklara mahkûm kız çocukları yeniden doğdu.
O ilk adımla karınları deşilen namuslu Türk kadınlarının kanı yerde kalmadı.
O ilk adımla yanan yakılan evlerden yeniden umut dumanları yükseldi.
O ilk adımla beyinlere, kalplere, ayaklara vurulan prangalar sökülüp atıldı.
O ilk adımla İslam’a vurulan batıl darbeler silinip atıldı.
O ilk adımla bilime düşman edilmiş akıllar bilimle kucaklaştı.
O ilk adımla korku bulutları dağıldı, utanç kaleleri yıkıldı.
O ilk adımla üzerlerdeki ölü toprakları silkelendi.
O ilk adımla esaretten hürriyete yürüyüş başladı.
O ilk adımla “Dev” uyandı.
…
O ilk adımla yüzyıl kaybetti sömürgeci, işgalci karanlık zihniyetler.
O ilk adımla sarayın ihanet kokulu gafletleri suya gömüldü.
O ilk adımla can suları kesildi kara cehaletlerin.
O ilk adımla menfaat odaklarının çıkarlarına tökezler konuldu.
O ilk adımla işbirlikçi hainlerin gırtlakları düğümlendi korkudan.
O ilk adımla korktu işgal güçlerinin kumandanları.
O ilk adımla bir telaş kapladı yandaş basını.
O ilk adımla imparatorluğu çöktü yobaz zihniyetin.
O ilk adımla sömürünün, yayılmanın meyvelerinden mahrum kaldı işgalci şeytanlar.
O ilk adımla … Türk’ü yok etmeye yeminlilerin planları bozuldu.
O ilk adımla yeniden başladı cihan harbi.
O ilk adımla geri dönmeye mecbur bırakılan işgalcilerin valizleri toplanmaya başladı.
…
O ilk adım korkusuz, kahraman, vatansever, deha, lider, önder, komutan, devlet adamı, başöğretmen Mustafa kemal Atatürk’ün öngörülü, milletine ve Allah’a güvenen, kararlı fikriyatının, özgürlük emelinin, vatan sevgisinin, esaret bilmeyişinin, güneş gibi doğuşunun ilk adımıydı.
O gün, orada, o anda başlayan Türk destanı sayesinde şahlandı Anadolu, o sayede yeşerdi umutlar, o sayede vatan kurtuldu, o sayede Cumhuriyet meşalesi yurdu baştan sona dolaşabildi.
O ilk adımla değişen dünya tarihine Türklük bir kez daha altın harflerle yazıldı.
O ilk adımla atıldı yüz yıl sonra yaşanacak kutlamaların tören programları.
…
Vatanın kurtuluş ve yüceltilmesinde, esaretlerin bitirilip hürriyetlerle kucaklaşmada, vatanın selameti ve esenliğinde, namus ve şereflerin kurtarılmasında, zulümlerin bitirilip sevginin kazanmasında, haklının galip getirilip haksızlığın yenilmesinde, aydınlıkların yaşanmasında, sevinç çığlıklarında, var olmanın temininde, hür ve bağımsız yaşamın elde edilmesinde, çağdaş ve modern yaşama hakkında, geleceğe güvenle bakmakta o ilk adım ilk kurşundu.
O gün o ilk adımı atan başta Mustafa Kemal Atatürk’e ve dava arkadaşlarına, İstiklal ve Cumhuriyet uğruna can ve mallarıyla, yıllar boyu yokluklar içinde fedakârca mücadele eden kahraman Türk Milletine, asil Türk ordusuna, inançlı halka, işgale ve zulme sessiz kalmayanlara, ya istiklal ya ölüm diyebilenlere … bu millet ebediyyen minnet borçludur.
O ilk adımla başlayan Türk destanını yazanlara selam olsun.
O ilk adımla Türklüğü yeniden hatırlatanlara şükranlar olsun.
O ilk adımla bizlere bugünleri armağan edenlerden Allah razı olsun.
O ilk adımı atan Mustafa Kemal Atatürk’e bu vatanın tüm hakları “HELAL” olsun.
Bu yazı O ilk adım – 19 Mayıs’a doğru ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Dillere dolanmış, sloganlaştırılmış bu üç kelime basitçe modern demokratik cumhuriyet rejimlerinin hukuk devleti olmasının ve vatandaş hak ve hürriyetlerine saygılı olunmanın ve özellikle adaleti tesis ve idame ettirme kararlılığının adıdır ki, bunun açılımı; kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı ve devlet-vatandaş ilişkilerinde partizanlıktan uzak, bilimsel yaklaşım ile laikliğin esas alınması, karşılıklı hak, görev, yetki ve sorumlulukların yerine getirilmesi, yerine getirmeyenlerden hesap sorulmasıdır.
Daha basit ve kısa söylersek bu üç kelime ile kast edilen; hakların korunması, görev ve yetkilerin anayasa ile belirlenmesi, adaletin kesinlikle sağlanması ve aksamaya sebep unsurların düzeltilmesi ve aksatan kişilerin cezalandırılması suretiyle devletin beka ve idamesinin çağdaş olarak sağlanmasıdır.
Detaya inildiğinde ise HAK kelimesinden; kişi ve toplumun, fert ve kamunun karşılıklı olarak sahip olduğu kabiliyet, hürriyet ve irade serbestliği anlaşılır ki herkesin hakkı bir diğer hakkın başladığı yere kadardır. Kamunun hakları ise fert haklarının genel toplamı olmak yanında bir de statü gereği sahip olduğu kurumsal haklardır. Hak, haklı olmak, hakkaniyet anlamlarında kullanılan bu kelime, en temel ve insani değerler olan yaşamak ve ifade hürriyetinden başlamak üzere, sağlık hizmeti alma, eğitim görme, ticarete atılabilme gibi sayısız hakkı içerir. Hatta bu hak kelimesi kişinin istediği dine mensup olma hatta dini toptan inkâr yetisini dahi ifade eder. Burada tek nüans hakların kullanımında başkaca haklara tecavüz etmemek ve yasalara karşı gelmemektir.
Yasalar denilince de karşımıza hukuk çıkar ki hukuk yasaların toplamı ile tesis edilen yasalaştırma, yasaları uygulama ve yargılama sisteminin genel adıdır. Hukuk çatısı altında yazılı ve sözlü hukuk kuralları olduğu gibi bu işi hukuk adına yapanların da tamamı yer alır. Hukuk, öz itibarıyla mevcut ve kabul edilmiş haklara saygılı ve uygun olmak mecburiyetindedir, hakkı sahiplerine iade ettirmeyi hedeflemelidir, haksızlıklara mani olmalıdır ve hakkaniyeti kesin kez sağlamalıdır ki bu hakkaniyetin adı adalettir.
Adalet bir kadın ismi değil, hak ve hürriyetlere sadık kalarak tesis edilmiş, kurumsal, modern ve eşitlikçi hukuk sistemi ile adil kanunlaştırma veya yargılama ile temin edilen hakkaniyetin adıdır. Yani haklardan doğan ve hakları gözeten hukuk, modern ve laik yapısıyla öyle adil bir düzen ve sistem yaratmalıdır ve hukuksal sonuçları öylesine kabul edilir ve vicdanları rahatlatır olmalıdır ki sonuçlar berrak, saf ve tartışmasız olsun. İşte adalet çoğunluğun memnuniyetini temin eden, haklar çatıştığında dahi orta yolu bulan, bekayı temin eden hukukun tarafsız meyvesinin adıdır.
Anlaşıldığı üzere hak, hukuk ve adalet üçlemesi modern ve çağdaş devletlerin vazgeçilmezi, aynı zamanda dinlerin tamamının emridir. Bilhassa İslam dininde Yüce Allah haklara koşulsuz riayeti, bağımsız ve tarafsız yargılamayı, kesin kez sağlanması gereken adaleti emretmekle ve hatta Peygamberini mealen adaleti temin etmek ve yerleştirmek için seçtiğini buyurarak konunun önemine vurgu yapmaktadır.
Konu bu kadar hassas ve mühimdir, sistemi tesis ve idameden sorumlu olanların görev ve mesuliyetleri bu denli büyüktür.
Atatürk ilke ve inkılaplarının gayesi; modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuvvetler ayrılığı prensibiyle çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak, bu yapılırken fert ve devlet dengesi kurarak, karşılıklı hak ve hürriyetleri belirlemek, toplumsal huzur ve kardeşliği tesis ederken devletin bekasını gözetmek, yasaları tartışılmaz, sabit, anlaşılır ve eşitlikçi hale getirmek, anlaşmazlıkları yine sulh yoluyla çözmek ilkesine sadık kalmaktır.
Hakları elinden alınmış, hukuk diye dini hurafelere mahkûm edilmiş, adaletten uzak köhne saltanat ve hilafet sisteminin kadı sistemi ile bu refahın yakalanamayacağını bilen kurucularca, yeni Türkiye Cumhuriyeti çağdaş yasalara ve bilimsel kabullere dayalı tesis edilmiş, sayısız ülkenin yasaları ve medeni kanunları incelenerek ortaya milli bir yasal irade çıkartılmıştır.
Zamanın darlığına, teknolojisine, siyasi gelişmelerine, ekonomik imkânlarına, yaşanan savaş yıllarına ve isyan ve ayaklanmaların huzuru zorlayan şartlarına rağmen Atatürk ve dava arkadaşları yapılabilecek en uygun ve milli anayasayı hazırlayarak milletin irade ve onayına sunmuştur.
Öyle ki aslen bu ilk anayasa tüm zorluk ve aksamalara rağmen bazı değişikliklere uğradıysa da bu zamana kadar gelebilmiş yani yüz yıl kadar ömürlü olmuştur. İnşallah ilelebet de daim olacaktır.
Lakin değiştirilen, sözde modernleştirilen, insan haklarına daha uygun hale getirilen, siyasi ve diplomatik gereklerle çerçevesi değiştirilen mevcut anayasal sistemde ve uygulanırlığında, kuruluş yıllarındaki tarafsız ve adil azimden uzaklaşıldığını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Sözde esnekleştirilen hukuk sistemi, tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetmekle kalmamış, uygulama olarak da eşitlikten her geçen gün daha da uzaklaşmış, keyfiyet kazanmıştır.
Bu sistemin meyvesi durumundaki adalet dinin en temel öğelerindendir ve konuyu dini pencereden incelemek isteyen okurlar buradan bilgi edinebilirler.
Toplumsal huzur ve barışı teminde etkin rol oynayan adaletin tesis edilememesi veya tam olmaması, ülkelerin ekonomiden sanata, tarımdan sanayiye, spordan dış politikasına kadar her alanda menfi etki yaratacak ve vatandaş kardeşliğini bozacak kadar vahim bir noksanlıktır ki ülkemizde ve tüm İslam âleminde halen yaşananlar buna delildir.
Disiplinler zorla tesis edilse de yüceltilmeleri sevgiyledir. Şayet diretme ve dayatmalar hukukun her anına ve alanına yayılıyorsa, bazı kesimler kayrılıyor, adaletten sapılıyorsa, keyfilik hâkimse, eşitlik ve tarafsızlık temin edilemiyorsa, maksatlı olarak imtiyazlar bazı kesimler lehine kullanılıyor ve takdir hakları hep aynı kesim lehine kullanılıyorsa o ülke veya coğrafyada adaletten söz edilemez, hukuk ve haktan bahsolunamaz.
Adalet ve hukuka güven sarsılınca da motivasyon düşer, ilişkiler şüphe gölgesi altında kalır, kardeşlik duyguları zayıflar, bir kesimin diğerine hırsı artar, husumetler yükselir ve Allah korusun herkes kendi adaletini sağlama cihetine gider.
Suçların cezasız kaldığı, suçluların ortalıkta serbestçe dolaştığı, kamu ve kişilere musallat olan tacizcilerin cezalandırılamadığı, yasaların adalete değil bazı kesimlerin menfaati istikametinde çıkarıldığı bir ortamda ise adaletsizlik, toplumu saran bir mikrop gibi tüm işlevsel fonksiyonları hasta eder, kanser eder.
Atatürk Türkiyesi’nin en mühim kelimelerinden olan “namus”, adaletin tesis etmekle mükellef olduğu hür ve adil düzenin, şerefli ve haysiyetli vatandaşlarının adıdır. Bu kelime, kişisel ve toplumsal ahlakın tek kelimelik halidir ve adaletin sağlamayı hedef aldığı örnek insan tipini işaret eder. Yani adaletsizlik aynı zamanda namussuzluktur.
İtirazlar, karşı çıkmalar olsa da tüm bunlar adil ve herkesçe aynı şekilde uygulanabilir olduğu müddetçe sıkıntı yoktur, olsa da kısa sürede toplumsal uzlaşma ile çözülebilir. Lakin yasalar herkese aynı uygulanmıyorsa adalet olmadığı gibi toplumsal uzlaşma da mümkün değildir. Bu uzlaşma olmadan da refah ve huzur arayışları çözümsüz kalmaya mecburdur.
Zorla tesis edilen haklar yasalaştırılabilir ve hatta meşruluk kazandırılabilir ama bu meşruluk tartışılırdır ve dinen caiz olması da şüphelidir. Yine meşruluk ve caizlik mukayesesine dini pencereden bakmak isteyen okurlar buraya göz atabilir.
Hak ve hürriyet arayışları en temel haklardandır. Lakin herkese aynı ölçüde kullandırıldığı ve sonuçlarının da aynı istikamette sonuçlandırıldığı takdirde. Yol veya şekil itibarıyla farklı olan uygulamalar, kelime oyunlarıyla süslense de kamu vicdanı, gerçeği ve tam adaleti görmek ister ki tüm adalet aynı zamanda mutlak adalete hizmet etmekle mükelleftir. Mutlak adalet ise hakların sahiplerine iade edildiği, dinen de makul olan adalettir. Yani kişisel yorumlardan uzak, tarafsız ve objektif adalet, mevcut yasalar yürürlükte olduğu sürece her zaman ve herkese eşit uygulanandır.
Yasaların yorumları hukuk içinde kaldığı müddetçe ve müteakip kararlarda bunlara sadık kalınıp aynı tepkiler verildikçe muteberdir. Sonuçta adalet haklıların gücüdür, güçlülerin hakkı değildir. Bu anlamda, lehte veya aleyhte olsun hukuki meselelerde varsa yasalara yoksa içtihatlara müracatlar hep aynı esas ve çerçevede yapılmalı ve aynı sonuçlar alınmalıdır ki halkın hukuka güveni temin edilebilsin.
Yöneticilerin en büyük veballerinden olan bu hususta Cumhuriyet kurucuları yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini birbirinden ayırarak kayırma ve eşitsizlik tehlikelerinin en baştan önünü kesmiş ve alınabilecek tedbirleri en baştan almıştır. Lakin zaman içinde bu güven sarsılmış ve yakın zaman uygulamaları ile güven sarsılmıştır.
Devletler gibi tüm kurumlar ve kişilerde hak, hukuk ve adalet anlamında aynı kaidelere uygun davranmak zorundadır ki herkes bir şekilde bir sistem veya kümenin yöneticisi durumundadır. Mahiyetlerin veya akraba yahut ailenin içinde adalet tesis edilemiyorsa o aile, akrabalık veya şirket batmaya mahkûmdur, dağılmak zorunda kalacaktır. Hak geçirmemek, hakkaniyetli olmak diye adı konan haklara riayet konusu bu nedenle adaletin tesisinde büyük rol oynar ve bu adaleti sağlayabilen yönetici kadro daha uzun ömürlü olur. Aksi halde ise adaletsizliğe tahammülsüzlük o toplumu o denli rahatsız eder ki bir zaman sonra en fanatikler dahi bundan rahatsız olur.
Adalet herkese ve her zaman lazımdır. Bugün yaptığı haksızlıktan menfaat elde edenler bir zaman sonra o haksızlığa kendisi uğrayacak, adaletsizlik yapanlar bir zaman sonra adalet arayışına girecektir. Oysa olması gereken adil bir sistem tesis ederek, bunu haklara saygı çerçevesinde işletmek ve refaha hizmet eder hale getirmektir.
Herkesi memnun etmek veya her hakkı müdafa etmek her zaman mümkün değildir, hatta bazı hakların tesisi için bazı hakların gaspı bile söz konusudur. Buna örnek kamu hakları ile kişi haklarının çatıştığı durumdur ki kamu hakları her daim önde olmalıdır. Yine iki kişi arasında doğan hak çatışmasında arayı adil olarak bulmak ve hak kaybına uğrayanı küstürmeyecek tedbirler almak adalet dağıtıcıların bir diğer görevi olmalıdır.
Oldubitti ile tesis ve idame edilemeyecek büyük bir kıymet olan adalet, terk olunur veya terazisi bozulursa hakkaniyet zarar görür ve unutulmamalıdır ki adaletin simgesi tanrıçanın elinde terazi varken gözleri bağlıdır. Bu kimseden korkmadan ve baskı altında kalmadan adil karar verileceğine olan yemindir. Bu adalet dağıtıcıların unutmaması gereken bir husustur, gözler önündedir. Korku ve baskı ile adalete zarar verenlerin ise hukuk ile zaten alakaları yoktur, olamaz da.
Hukuk, şerefle ve onurla korunması gereken bir manevi değerdir, mesuliyettir. Hukukun üstünlüğü temel ilkedir ve bu husus sosyal hayattan, demokrasiye kadar pek çok alanda itibar sebebidir, çağdaşlaşma ölçüsüdür.
İşi siyaset olanların yasa üretme sürecinde adaleti baz ve vazgeçilmez kabul ederek, sistemi ve devlet düzenini koruyucu tedbirler alması başlıca vazifesidir. Yoksa yasama görevi belli kesimlerin meşru olmayan hallerinin meşru hale getirilmesi gayreti demek değildir.
Adaletin savunulması dinen Allah adınadır ve adaletin dimdik ayakta tutulması farzdır. Ana baba, kardeşler hatta kendi aleyhimize dahi olsa Yüce Allah’ın emri adaleti dimdik ayakta tutmaktır. Bunun ötesinde adaleti temin ve yasaları egemen kılmak anayasal bir görevdir. Yani adaletsizliğe sebep olanlar hem dini hem de ceza hukuku açısından suçludur.
Tüm kurum ve kuruluşlar, tüm organ ve kuvvetler anaysa ile çerçevesi çizilmiş hukuka uymak mecburiyetindedir. Bunun istisnası yoktur ve uymayanlara öngörülen cezaların tatbiki de yine yargılama mensuplarına görev olarak verilmiştir.
Hukuk kavramsal olarak, iş hukuku, borçlar hukuku, İslam hukuku, medeni hukuk, devletler hukuku gibi bölümlere ayrılmışsa da ana esasları aynıdır ve hedefi adaleti temindir. Adaleti temin edemeyen hukuk yasal ve meşru değildir, tanzime muhtaçtır.
Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen, sorgulayan, takip edip hesap soran hukuk sistemi, görev ve sorumlulukları da belirlemek suretiyle bir ceza ve ödül sistemini de tesis etmiştir. Bu şu demektir ki hukuka uygun iş üretenler mükâfatlandırılacak, hukuka aykırı davrananlar cezalandırılacaktır. Adalet tüm bu ceza ve mükâfat bahislerinde de vazgeçilmez olarak aranması gereken ana unsurdur.
Sonuç olarak
Hak, hukuk ve adalet bir slogandan çok öte, devlet olmanın, kardeş olmanın, huzur ve refahın ortak adı ve idealidir. Tesis edilebildiği takdirde barış ve huzuru getiren adalet, hak ve hürriyetlerin özgürce kullanılabildiği, hukukun herkes için eşit uygulandığı ortamdan doğan uygun ve herkesçe kabul edilen tatlı meyvelerin adıdır.
Adaleti tesis ve temin edemeyen tüm hukuk, hak ve hürriyetler meşruluktan uzaktır, vicdanlara hitap edemez ve tanzime muhtaçtır. Çünkü adaletin varlığı, sadece yasalarla belirlenmiş mevzuat miktarınca değil, aynı zamanda vicdanlarda aldığı kabul oylarının nispetincedir.
Adalet tesis ve dağıtmakla mükellef olanlar önce Allah’a ve sonra devlete karşı yükümlüdür, adil olmak zorundadır, tarafsız ve korkusuz olmalıdır. Olamıyorsa o iş zaten ona göre değildir, o kişi o işe ehil ve layık değildir, ettiği yemine aykırı davranıyordur. Halbuki işin ehil ve liyakatli olana verilmesi de Allah emridir.
Adalet zulüm değil barış üretmeli, karmaşa değil huzur ve refah doğurmalıdır. Kabulü imkansız olan çözümleri dayatmakla, taraflı yorumlar ile gerçekleri saptırmakla tesis edilemeyecek adalet, faydadan çok zarar verir ve devletin temellerini dipten sarsar. Kamunun göreceği bu zarar ise fertlerin hayatına dek tesir ederek kardeşlik hislerini, mukaddesatı bozar ve kutuplaştırır. bu da yine Allah’In kardeş olun emirlerine aykırı bir durum teşkil eder ki adaletsizlikler her bakımdan dine de, modern yaşama da, akla da aykırı durumlar oluşturur.
İtibarsızlaştırılan tüm geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin ana sorunu hukuk sitemlerindeki yanlışlardır. Bunun telafisi ise toplumsal uzlaşma ve hürriyet alanlarının dokunulmazlığının sağlanması ile mümkündür.
Güçlüden ve zenginden yana olan bir hukuk sistemi yerine makul ve doğru olan tarafsız ve bağımsız bir sistemdir. Hatırlanmalıdır ki at semeri çalan sahabenin yargılanmasında Hz. Peygamber, dava edilen ve haksız yere suçlanan masum yahudiden yana olmuş ve ayetle övülmüştür. Nitekim daha sonra o sahabe münafıklaşmış, küfre dalmış bir başka hırsızlık yaparken gebermiştir. Tume bin Ubeyrık kıssasına buradan bakabilirsiniz.
Netice olarak diyoruz ki adalet herkese ve her zaman lazımdır, adaletsizliklerle kazanılanlar kaybedilmeye mahkûmdur, haksızlıklar elbet hesaba çekilir. Tüm hukuksal sistem ve kimseler adalet duygusu ile yaşamalı ve ölmelidir ki ADALET sadece bir anayasal bir mecburiyet değil aynı zamanda ve daha çok Allah EMRİDİR.
Adaletsizlik durumunda mazlumların ahı yerde kalmaz ve hesap bir gün mutlaka sorulur.
Adaletli olunması durumunda ise fertler mutlu ve huzurlu, devlet daim ve güçlü olur.
Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Türk bayrağındaki ay ve yıldızın anlamı nedir? ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bazı arkadaşların yoksulluk içinde bu büyük dâvanın başarılamayacağını zannederek, memleketlerine dönmek arzusunda olduklarını duydum. Arkadaşlar! Ben sizleri bu millî dâvaya silâh zoruyla davet etmedim, görüyorsunuz ki sizi burada tutmak için de silâhım yoktur. Dilediğiniz gibi memleketlerinize dönebilirsiniz. Fakat şunu biliniz ki, bütün arkadaşlarım beni yalnız bırakıp gitseler, ben bu Meclis-i Âli’de tek başıma kalsam da, mücadeleye ahdettim. Düşman adım adım her tarafı işgal ederek Ankara’ya kadar gelecek olursa, ben bir elime silâhımı, bir elime de Türk bayrağını alıp Elma Dağı’na çıkacağım. Burada tek başıma son kurşunuma kadar düşmanla çarpışacağım. Sonra da bu mukaddes bayrağı göğsüme sarıp şehit olacağım. Bu bayrak kanımı sindire sindire emerken, ben de milletim uğruna hayata veda edeceğim. Huzurunuzda buna and içiyorum. (Mustafa Kemal Atatürk, 1920-Birinci Büyük Millet Meclisi’nin gizli celsesinde)
Her gün kalbimizde bir kez daha taht kuran, gördükçe göğsümüzü kabartıp aziz şehitlerimizi ve Cumhuriyetimizin fedakâr atalarını hatırlatan, bir ve kardeş olduğumuzu vurgulayan şanlı bayrağımızın nazlı dalgalanışı kendini Türk hisseden herkes için vazgeçilmez bir sevda ve gurur kaynağıdır.
Hürriyet ve istiklalin vazgeçilmez olduğunu hatırlatan bu bayrak, insanlığın var olduğu günden beri var olan Türk’lüğün esaret bilmez, yok olmaz şerefli kültür ve varlığının simgesidir, dünya var oldukça da dalgalanmaya devam edecektir.
Peki, gözümüz gibi kıymetli bayrağımızın üzerindeki ay ve yıldız ne anlama gelmektedir?
Bu konuda pek çok görüş vardır.
En muteber görüş, hilalin yani ayın ‘İslamiyet’i ve yıldızın ‘Türklüğü’, kırmızı rengin ise toprağa karışan ‘şehit kanlarını’ temsil ettiğidir.
Bir diğer görüş, Ay-Yıldızın Orta Asya’dan gelen “Türklüğü”, kırmızı zeminin ise “vatanı” temsil ettiğidir.
Yine bir başka bir görüşe göre; bu bayrak Osmanlı Devleti Bayrağının değiştirilmiş bir versiyonudur.
Başka bir görüşe göre; yarım ay “yenilenme”yi, yıldız “Türklüğü” temsil etmektedir.
Diğer bir görüşe göre; yarım ay “Allah”ı, yıldız “Peygamber”i temsil etmektedir.
Bir başka bir görüşe göre; savaşta ölen askerden oluşan kan gölünden ay ve yıldızın gösterilişidir.
Farklı bir görüşe göre de yıldız “demokrasi” eşitlik ve özgürlüğü, hilal “İslam”ı simgeler.
Genel olarak; Ay motifi, yani hilal, pek çok İslam ülkesinin bayrağında yer almakta, yine yıldız motifine daha ziyade parlak gelecek umut ve hayal eden Müslüman ülke bayraklarında rastlanmaktadır.
Öte yandan Yıldız motifi, gelecek, üstün başarı, isim yapma, talih, şans, erişilmez olma… anlamları taşırken aynı zamanda tarihte yer almış ancak şimdi var olmayan devletlerin sembolü olarak da kullanılır. (Cumhurbaşkanlığı forsundaki Türk devletlerini simgeleyen yıldızlar buna örnektir.) Yıldız o milletin parlak geleceğinin simgesidir, varlığını asırlar ötesine taşıyacağına olan inancın vurgusudur. Yıldız motifleri askeri birliklerde de sıklıkla birlik seviyesi ve rütbe göstergesi olarak kullanıldığından bir de şeref, yükseklik, kıdem, korkusuz kahramanlık anlamlarına sahiptir.
Bayrak kanununda veya bir başka yerde bu simgelerden hangisinin esas alındığına dair kayıt olmadığı için kesin bir şey söylemek zor olsa da bayrağımızın taşıdığı anlama dair hâkim görüş İslam ve Türklük motifi ile bezenmiş şehit kanlı vatan toprağı düşüncesidir. Ancak bu diğer manaları da yok saymaya gerekçe değildir.
Çünkü Türk’ün bayrağı diğer ulusların sıradan çizgili bayrakları ile mukayese edilemeyecek kadar şanlı ve şerefli bir maziye sahip, yok edilememiş, tarihten silinememiş, esaret altına alınamamış bir bayraktır.
Sonuç olarak;
Bayrağımızdaki “ay”, tamamıyla İslami referanslıdır. Müslüman olmanın, Müslümanlarla kardeş olmanın, Müslümanlık uğruna, Allah yolunda cihadın, şehadet özleminin simgesidir. Malum olduğu üzere, İslami görüşe göre zamanın derecelenmesine esas ay takvimidir, 355 gündür (Bu yüzden dini bayramlar her sene on gün kayar), karanlıkları aydınlatan ay mübarek bir kandildir, güneş ile birlikte vazifesini eksiksiz yapan bir varlıktır. Ay aynı zamanda gaybı ve ahiret alemini de kısmen anımsatan ay motifi bir de tevazuyu ancak sağlam duruş ve kudreti simgeler.
“Yıldız” Türklüktür, Türk olma gururudur, Türk gibi hissetme, Türk gibi mert ve kahraman olmaktır. Hilalin aksine yıldız, parlamak, parlak gelecek, sönmemek, semadaki yıldızlar gibi uzun ömürlü olmak, Allah’tan başkasınca ışığı söndürülemez olmak, aydınlatmaya devam etmek anlamları taşır. Dini manada ise yıldız mazlumlara yardımı, Allah yoluna daveti, karanlıklara savaş açmayı, Türk olmanın kader tarafından verilmiş mesuliyetine uygun olarak cihana mertliği yaymayı simgeler.
Kırmızı renk ise şehadeti imandan sayan, vatan aşkıyla yanan Türk milletine hastır.
Ay, yıldız ve kırmızı renk birlikte düşünüldüğünde ise karşımıza mübarek bir sancak çıkar ki bir inanışa göre Allah’ın yeryüzündeki orduları olan Türklerin, Kur’an ve Türk kültürü ile yanıp tutuşan bedenlerinin zulme ve küfre karşı, dünyayı kan gölüne çevirenlere karşı, cehalet ve kötülüklere karşı şehadet özlemiyle en önde ve korkusuzca mücadele ettiğini ve edeceğini simgeler.
Müslüman ve Türk olmanın vazgeçilmezliğini de hatırlatan bayrağımız, şehit kanları üzerine resmedilen ay ve yıldız ile aynı zamanda şehit kanlarının yerde kalmayacağına, egemenlik ve bağımsızlıktan vazgeçilmeyeceğine, Türklüğün şerefine, İslam’ın güzelliğine, vatanın bölünmezliğine de kutsal bir yemindir.
Bayrağımız, desinatörlerin çizip meclislerin kabul ettiği bir bayrak olmaktan çok öte tarihi şan ve şerefle dolu kahraman Türk ulusunun, maddi anlamda onur ve haysiyetini, manevi anlamda iman ve Allah bilincini simgeler. Çünkü Türklük, bağımsızlık ve mevcudiyetini tüm düşmanlara karşı bileğinin ve imanının gücüyle tesis ve muhafaza etmiş tek millettir. Bu yüzden dir ki bu uğurda dökülen şehit kanları bayrağa renk vermiş ve Türklük ve İslam’ı simgeleyen ay ve yıldız bu yüzden kan rengiyle kardeş olmuştur.
Özetle; şehit kanlarıyla sulanmış mübarek vatan topraklarını simgeleyen kırmızı rengin üzerindeki ay ve yıldız, adalet, hak ve hukuktan vazgeçmeyen, esaret kabul etmeyen, bağımsızlık, egemenlik ve Cumhuriyetten vazgeçmeyen şerefli Türklüğü, küfür ve zulümle ilelebet cihat edecek, cihana mertliği yayacak, Müslümanları kardeş bilecek, doğruluktan ayrılmayacak, karanlıkları aydınlatacak, yarınları hür kılacak bir inancın resmidir.
Bu bayrak, göklerde ilelebet dalgalanacak, kutsal vatan toprakları nice şehit kanlarıyla sulansa da bu bayrak inmeyecek ve bu kahraman Ulus esaret bilmeyecektir. Ya İstiklal ya ölüm inancıyla, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ışığında, şanlı ecdadımızın şerefli bayrağı altında yaşamakta olan Türk Milleti sonsuza dek var, kardeş ve güçlü olacaktır.
Bu yüzden bayrağa saygı, atalarımıza, inançlarımıza, şehitlerimize, hürriyetimize ve Cumhuriyetimize saygıdır. Bu yüzden İstiklal marşımız bu bayrakla daha da güzeldir. Bu yüzden bayrak kimse karşısında eğilmez ama herkes onun karşısında eğilir.
Yüce Allah’ın izni ve ruhsatıyla bu bayrak tüm İslam alemini ve cihanı; Türklüğün şerefi ve imanın gücü istikametinde ilelebet aydınlatmaya, zulüm ve haksızlığa karşı her daim cephe almaya, mazlumun yanında olmaya, inmeden dalgalanmaya devam edecektir.
Bu vatan üzerinde nefes alan herkes, kalbi Allah için atan her kul bu nedenle bayrağımıza ve marşımıza saygı göstermek mecburiyetindedir. Bunu istemeyenlerin ise Türklüğü ve Müslümanlığı zaten yok veya zayıf demektir ve onların bu kutsal topraklarda yeri de yoktur. Çünkü Türklükle kast olunan tüm ecdadımız ve tarihte var olan Türk devletlerinin tamamı yani Türk hissetme bilinci, Müslümanlık ile kast edilen başta Yüce Allah ve Kur’an olmak üzere, Hz. Peygamber dahil tüm mukaddesatımızdır. Ve yine şehit kanı en mübarek şefaat vesilesidir. Bayrağa saygıda kusur edenler bu hususu unutmamalı, bayrağın bir bez parçasından öte kutsal bir yemin olduğunu her daim hatırlamalıdır.
Bu yazı Türk bayrağındaki ay ve yıldızın anlamı nedir? ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Üretim ve tüketim toplumları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>İstiklal harbinin ve inkılapların gücüyle kalpleri fetheden, aydınlanmayı sağlayan ve cihana ve bu arada en çok da mazlum devlet ve halklara emsal olan Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel özelliği üretici olmaya duyduğu heves ve üretmekteki kabiliyetidir.
İman, kahramanlık, şehitlik arzusu, mertlik, cesaret, vatanseverlik gibi sayılabilecek daha pek çok erdem arasında üretmek ve üretmeyi dilemek vasfı ön sıralardadır ve aslen üretememekten, tüketmekten kaynaklanan Osmanlı hastalığının tedavisi Cumhuriyet’in bu üretme aşkıyla şifa bulabilmiştir.
İnanç üretmek, imkan üretmek, güven üretmek, ders üretmekle başlayan Türk İstiklal harbi yoktan var edilen bir ordu üreterek, bir inanç heyeti teşkil ederek, halkı istiklale taşıyacak bir inanç ve bağımsızlık rüzgarı üreterek muzaffer olmuştur.
Anlaşmaların, ayaklanmaların bastırılışının, dev işgal ordularına direnişin, vatan uğruna ölmeyi dilemenin, bağımsız yaşayamamaya yemin etmenin ardında hep bu üretilen inanç ve gayeler vardır.
İnkılapların topraktan çıkan bir filiz gibi yeşermesi, umutların tüm Anadolu’ya yayılması Atatürk ve dava arkadaşlarının kalplere ektikleri inanç, azim ve güven tohumları iledir. Çünkü o kurucu kadro çok iyi bilmektedir ki üretmek, ortaya çıkarmak, muhtaç olmamak ayakta, dik ve bağımsız olmanın tek şartıdır.
Fikir bazında da madde bazında da bu böyledir ve bu nedenle dikilen her tohum anında yeşermiş, önce bağımsızlık ve sonra insanca yaşam nasip olabilmiştir. Bu tohumlar sayesindedir ki karanlıklar kaybolmuş, beyinlerde haysiyet ve namus kavramları yeniden hayat bulmuş, bedenler tembellik ve üşengeçlikten sıyrılarak yeniden çalışmaya ve üretmeye koyulmuştur.
Düşünülsün ki memleketteki kağnı sayısı dahi parmakla gösterilecek kadar az iken, para, mal, yiyecek, kıyafet yok denecek kadar az iken, elektrik, su, yol gibi alt yapılar bilinmez iken, fabrika, tesis, kurumlar demode veya hiç yok iken, velhasıl her şeyi dışarıdan alan, üretmeyi akıl dahi etmeyen, borçlandırılan, kapitülasyonlara mahkûm edilen Osmanlı’dan üreten ve kendine yeten bir ülke çıkarmak ancak Türk Cumhuriyeti’nin mucizesidir.
Parasız, yorgun, tükenmiş Anadolu insanının evvela düşmanları, sonra cehaleti ve sonra yoklukları yenmesi ancak bu üretme azim ve inancıyladır.
O kadar ki yolsuz, barajsız, alt yapısız, elektriksiz memleketin imarı, tohumsuz, gübresiz, bilgisiz demode tarımın şahlandırılması, makinesiz, teknolojisiz, bilimsiz sanayinin çarklarının döner hale getirilmesi, tasarrufun özendirilmesi, gaye birliği edilmesi, imece ile kooperatif mantığıyla kalkınmanın sağlanması hep bu üretim arzu ve gayesi ile mümkün olmuştur.
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, medeni çağdaş ülkeler hizasına erişmenin ancak akıl ve bilimle olduğunu bilen, muhtaç olunan kudretin damarlarda bulunduğunu bilen, milletine güvenen ve çalışmaktan asla vazgeçmeyen yapısıyla örnek olan dünya dâhisidir.
Maneviyatla maddiyatı ortada buluşturabilen, yorgunlukları umut ve hedeflerle azaltan Atatürk, aşıladığı inanç ve ektiği azim tohumlarıyla Türk Milletine yeni bir var olma imkânı sağlayan ve bunu yaparken de gelecek yüzyılları da teminat altına aldıran ilkeleriyle evvela bağımsızlık ve egemenliği şart koşmuş, bu incileri her alanda şart koşarak ekonomi, imar, sanayi ve tarıma verdiği önemle hem lokomotif görevi görmüş hem de planlı vaziyette başarılan her bir hamle ile halkın bir kez daha şahlanmasına öncülük etmiştir.
Yerli malı kullanmaya ve tasarrufa özendiren bu anlayış, “milli” kavramını ön plana çıkararak boyundurukları kırmayı başarmış, on beş yıl gibi kısa bir sürede Osmanlı’nın muhtaç, parasız, zavallı tebası, üreten ve kendine yeten, borçsuz bir Türk halkına dönüşmüştür.
Üretmeyi düşünmek yerine satın almayı düşünen, modern teknolojileri hem de din adına reddeden Osmanlı’nın sonunu asıl bu cehalet getirmiştir. Bu cehalet iledir ki evvela bilim askıya alınmış, ardından teknolojiden uzak ordu zayıflamış, idareler batıl ve demode akımlara teslim edilmiş, çaresizlikle dini aldatışlar devreye sokulduysa ve bu bir süre zaman kazandırdıysa da kaçınılmaz son olan çöküş yaşanmış ve Osmanlı tüm damarları ile dışa muhtaç ve borçlu hale getirilmiştir.
Bu borçlu olma hali kaçınılmaz olarak tavizleri ve imtiyazları getirmiş, ödenen yüksek faizler ile gelirlerden de fazla giderler devletin sonunu getirmiştir.
Tüm bu hakikatleri çok önceden gören Ulu Önder Atatürk ise evvela üretime ve borç ödemeye kıymet ve önem vererek, ardından borçsuz, tasarrufa dayalı ve israfa engel olucu tedbirler üreterek Türk halkının kabiliyetlerine uygun, kültür ve geleneklerinden kaynaklanan sanat ve imallerini gün ışığına çıkarmış, bu üretimleri ahilik kültürü ile buluşturarak ahlakı ticaretin tam ortasına yerleştirmiş, ülkece planlı ve zamana yayılı bir kalkınma süreci başlatarak evvela dışa bağımlılığı ve kendine yeterliliği temine çalışmıştır.
Nitekim on – on beş yıl sonra ülke üreten ve kendine yeten vaziyete geçmiş bu sayede sadece borçlardan kurtulmakla ve borç almadan yaşama şansı bulmakla kalmamış aynı zamanda borç verenlerin yüzsüzce istediği tavizlerden de kurtulmuştur.
Üretilen her bir şey bir başka üretimi mümkün kılmış, imkân sağlamış ve üretim zinciri hem alansal hem de coğrafi olarak artarak devam etmiştir. Sözgelimi evvela pamuk üretimi, ardından o pamuğu işleyecek kumaş fabrikası ve nihayet o kumaştan elbise dokuyacak tesis hayata geçirilerek hem üretim hem istihdam (iş imkânı) sağlanmış, dış alımların azalmasıyla para kıymetlenmiş, ücretler yeterli hale gelmiş, yerli malı rafları doldurmuş, enflasyon kelimesi sözlüklerden çıkarılmıştır.
Hem fikirsel hem de madde anlamında üretime yönelen Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin aynı zamanda tüketimleri dizginlemek ve Milli mal kullanımını teşvikleri artırmak gayeleri neticesinde israf azalmış, gelir dağılımı sağlanmış, paylaşma ve yardımlaşmanın huzuru ile kardeşlik bağları kuvvetlendirilmiş, kurulan sosyal vakıf ve kurumlarla muhtaçlar, öksüzler, fakirler ve üretemeyecek durumda olanlar devletin şefkatli kolları ile sıcacık yuvalara kavuşturulmuştur.
Yani üreten Türkiye’ye geçiş aynı zamanda tüketimi dizginleyen bir anlayışla başarılı olmuştur ki sınırsız harcamanın ve üretilenden fazla tüketmenin zararının fazlasıyla farkında olan Cumhuriyet kurucuları halkı eğiterek, kooperatifleştirerek, üretici ve tüketici arasındaki mesafeleri kısaltıp, aracıları devreden çıkartarak kazancın helak olmamasına ve hak edenin kazanmasına gayret etmiş, alın terinin karşılığına saygı duymuştur.
Sigortalaşmayı dahi akıl eden bu yeni Cumhuriyet kadrosu, Zonguldak maden işletmelerinden başlayarak üreten-çalışanların haklarını teminat altına almakla örnek olmuş, maaş ve sosyal koşullarda yaptıkları iyileştirmelerle geleceğe de ışık tutmuşlardır.
Kendisini güvende ve devlet garantisinde hisseden halk böylece daha büyük bir motivasyonla çalışmaya başlamış ve üretim kotaları her seferinde artmıştır.
Üretime dönük çıkartılan yasal mevzuatlarla anayasal olarak bu kalkınma ve üretme süreci kanunlaştırılmış, gerek seferberlik kanunlarıyla ve gerekse demiryolu işçiliğinde kısa süreli çalışma mükellefiyeti kanunlarıyla bedelsiz olarak bazı hizmetlerin hayata geçirilmesi sağlanırken ülkedeki kalkınmadan hoşnut olan halk bir tek itiraz dahi etmemiştir.
Vergi toplanması ve vergi adaleti sayesinde devletin kasası kısa sürede dolmuş, kaçak ve kayıplar engellenerek, lüzumsuz harcamaların önüne geçilerek, horum ve kayırmalar reddedilerek müteakip yatırımlar için ihtiyaç duyulan sermayeler bu sayede toplanmıştır.
Başta Ulu Önder Atatürk olmak üzere devletin ileri gelenlerinin mal varlıklarını devlete hibe etmeleri, kişisel servet yığma hevesine düşmemeleri sayesinde zenginleşme kişisel değil toplumsal bazda olmuştur.
Başta Sovyet Rusya olmak üzere, Hindistan ve Mısır’dan alınan kurumsal ve kişisel yardımların da bu kalkınma sürecinde etkili olduğu muhakkaktır ki bu maddi yardımlar ile Cumhuriyet nefes alabilmiş, İstiklal harbini yapabilmiş ve geleceğe dair ilk tohumları atabilmiştir.
Ama cevher ve öz milletin kendisidir, çalışma arzusu ve hevesidir, geçmişten alınan derslerdir, Ulu önderin işaret ve ilkeleridir.
Eğitim bu üretim sürecinin en büyük kaçınılmazıdır ki daha İstiklal harbi yaşanmadan ileri görüşlülükle yurt dışına tahsile gençler gönderen Atatürk, teşkil ettirdiği kongre ve toplantılarla aydınlatma sürecini çok önceden başlatmış, özellikle okullarda ve kitaplardaki bilim ışıklarının gayeye yönelik olarak anlaşılmasına bizzat öğretmenlik yaparak sürecin kolay ve kısa sürede yaşanmasına imkan sağlamıştır.
Başöğretmen ve Başkomutan Atatürk’ün milletin güvenine layık olarak halkın akıl ve kalbine hitap edebilmesi, Türk ulusunu kaderin kendisine verdiği mesuliyet istikametinde liderlik mevkine oturmasına imkân sağlamıştır.
Velhasıl kısa sürede borçlarını ödeyen, tüm alanlarda tam bağımsızlığına ve kendine yeterliliğe kavuşan Modern Türkiye Cumhuriyeti bu mucizevi başarısına üretmekle kavuşmuştur.
Çünkü onlar bilmektedir ki üretmeden tüketmek yok olmak, özgürlükten yoksun kalmaktır.
Çünkü onlar bilmektedir ki israf ve lüks düşkünlüğü sonsuz bir cehalettir.
Çünkü onlar bilmektedir ki ekonomik bağımsızlığına erişemeyen milletler diğerlerine köle olmaya mahkumdur.
Çünkü onlar bilmektedir ki üretmek geleceğe hem maddi hem manevi anlamda irfan tohumları ekmektir.
Türk İstiklal harbinin, Türk Cumhuriyeti’nin, Atatürk ilke ve inkılaplarının gençliğe ve çocuklara emanet edilmesi dahi geleceğe atılan tohumlardır, üretime yönelik yatırımlardır.
Alfabeden tahsile, spordan sanata, siyasetten askerliğe her alanda üretime dayandırılan Türk ekonomisi bu sayede var ve güçlü olabilmiştir.
Modern zamanlarda sistem ve teknolojilerin değişmiş olması bu ana ilkelerden sapmaya asla gerek doğurmaz ve Atatürk ilkeleri özellikle devletçilik ilkesi güçlü Türkiye için her daim kılavuz olmak durumundadır.
Milli, yerli, yeterli, kontrollü, denetimli bir ekonomiyi emreden, israfa mani olan, devlet ve özel sektörü aynı idealde buluşturan, işbölümünü esas alan, millet ve devletin bekasını ekonomik bağımsızlıkla denk tutan bu yaklaşım ile Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği de teminat altındadır.
Yeter ki bu ilkelerden sapılmasın ve sapmak isteyenlere imkân verilmesin.
Bugün Rusya ve Çin gibi süper güçlerin taklide çalıştığı bu devletçilik ilkesi dünyanın arzuladığı ve ders olarak ele aldığı bir konuyken, bunun hem de sahibi olan Türk Ulusu’nca reddediliyor olması anlaşılır bir şey değildir.
Çünkü bu ilkeden verilen her taviz evvela ekonomi ve hükümdarlığı ve ardından bağımsızlığı yok edecektir.
Ülkenin bugünkü halinin geldiği kritik noktada burasıdır ve ülke ekonomik olarak Atatürk ilkelerinden uzaklaştığı içindir ki uçurumun kıyısına gelmiştir.
Üretimi sıfırlayan ekonomik politikalarla gelinen bu kıyamet noktası evvela mutluluk ve refahı, sonra kardeşlikleri, sonra servetleri mahvedecek, dışa bağımlılığı kaçınılmaz kılarak, halkı köleleştirecek, bir dilim ekmeğe muhtaç edecek, ulusu sömürgeleşmiş bir ülke haline getirecektir.
Bu ise evvela Türklüğün kahramanlıkla dolu tarihine, sonra kaderin Türk’e verdiği mesuliyete ve Allah’ın Türk Ulusu’ndan beklediklerine ihanet etmek demektir.
Çünkü Türk; dünyaya mertliği ve çalışmayı tanıtan, namus ve şeref timsali, karanlıkları aydınlatan güneştir.
Bunu zedeleyen herşey … Türklüğe düşman olmaktır.
Çare ise Atatürk ve ışığındadır.
Bu yazı Üretim ve tüketim toplumları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>