Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com Bir Mustafa Kemal Atatürk sitesi Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.9.11 http://ataturkicimizde.com/wp-content/uploads/2018/09/cropped-512512-1-32x32.png Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com 32 32 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR http://ataturkicimizde.com/29-ekim-gelecegimizdir/ http://ataturkicimizde.com/29-ekim-gelecegimizdir/#respond Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8174 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR 29 Ekim var olmanın adıdır. Bedenen var olsa da, kula kul edilmiş halkın, yabancıların aşağıladığı bir yaban veya barbar görülen Ulusun görünür...

Bu yazı 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
29 EKİM GELECEĞİMİZDİR

29 Ekim var olmanın adıdır.

Bedenen var olsa da, kula kul edilmiş halkın, yabancıların aşağıladığı bir yaban veya barbar görülen Ulusun görünür olduğu tarihtir 29 Ekim.

Dağlarda, kalelerde, kulelerde dalgalanan şanlı bayrağın, yeniden saygıyı hak ediş günüdür 29 Ekim.

Kısık, korkak, ertelenmiş, baskılanmış, yasaklanmış ezanın gür ve hür çıkmasıdır yeniden 29 Ekim.

29 Ekim, işgal altında inleyen, zulüm ve gözyaşını kader bilmiş bir vatanın, yeniden şahlanışı, namerde dur deyişidir.

Ordusu lağvedilmiş, silahları elinden alınmış, çetelere, eşkıyaya teslim edilmiş, tersaneleri kapatılmış bir Ulusun, esarete dur deyişidir 29 Ekim.

Ya İstiklal ya ölüm diye haykıran neferlerin, şehadete koşan Mehmetçiğin, ilk hedefiniz Akdeniz’dir diyen komutanların inancıdır 29 Ekim.

Vatan ve Allah sevgisinden kaynaklanan inancın ve imanın adıdır 29 Ekim.
29 Ekim, bacıların, anaların, evlatlarıyla, beyleriyle cepheye koşuşlarının tarihidir.

***

Yemeksiz, doktorsuz, topraksız, çulsuz, parasız kalan ülkenin, umududur, hayalidir Cumhuriyet.

Gelecektir, fazilettir, erdemdir namuslu ve saygıdeğer, çağdaş yarınlar için.

Çocuklarımıza bırakacağımız mutlu yarınlar, soyadımızı taşımaya devam edecek torunlarımıza bırakacağımız güzel ve şerefli miraslardır.

Cumhuriyet, bayramdır, sevinçtir, insanca yaşam, hür ve asil olmak, eşdeğer saygı ve şerefe ortak olmaktır.

Cumhuriyet, elele, sırt sırta, bir ve beraber olmak, kalkındırmaktır ülkeyi bir baştan bir başa.

Meteliksizken, umutsuzken, yorgun ve bitkinken, ayağa kalkıp ileri yürümektir Cumhuriyet.

***

29 Ekim Cumhuriyet Bayramıdır.

Meclisin bayramı, Cumhuriyetin bayramı, Ulusun bayramı, gençlerin bayramı, mazlum tüm devletlerin bayramıdır.

29 Ekim, ışıktır, gelecek umududur aydınlığa muhtaç akıllara, karanlıklara mahkum edilmiş halklara, çağ dışı kalmış yorgun ve ezik uluslara, hürriyete inanmayan köhne kalplere.

29 Ekim, Cumhuriyetin de bayram edişidir, ilk defa bir millete bu denli çok yakışışıdır.

***

29 Ekim, Atatürk’tür.

Bu memleketin imzasıdır Mustafa Kemal, bu yurdun yeminidir hürriyet, bu vatanın asil kanıdır şehadet şerbetleri, bu sınırlar namusun kırmızı çizgileridir.

Edirne’den Ardahan’a uzanan, bir Anadolu türküsüdür Cumhuriyet.

Okullardaki siyah önlük, sabahları okunan andımız, söylenen milli marşımızdır gururla.

Tüten fabrika bacaları, ip gibi uzanan yollar, yükselen kulelerdir 29 Ekim.

***

Cumhuriyet, kadın hakkı, çocuk hakkı, adil mahkeme hakkıdır, kolayca ana dili okuyup yazma, iş bulma, çalışma ve çalıştırma hakkıdır.

Cumhuriyet, eşitlik, hürriyet ve adalettir.

Sosyal ve demokratik olmak, hürriyet ve istiklal ile nefes alıp vermek, sınıflara, tarikatlara, mezheplere, klanlara, aşiretlere, örflere, çetelere, coğrafyalara, etnik ve dini hiçbir kökene bölünmemek, Türk olmak, Türk gibi elele olabilmektir Cumhuriyet.

***

Türkçe’dir, Türklüktür, Türkiye’dir, Ne mutlu Türküm diyene! diyebilmektir Cumhuriyet.

29 Ekim, Türk’ün, Türklüğün, Türk gibi hür ve aydın yaşamanın teminatıdır.

Cumhuriyet alın teri, helal kan, adanmış hayatlardır vatana ve Allah’a.

Gelecek, Cumhuriyet’tir.

Cumhuriyet, gelecektir.

29 Ekim, insanca ve hür yaşamanın, zulme dur demenin, aklı egemen kılmanın, yobaza, haine, işbirlikçiye set çekmenin andıdır.

***

29 Ekim, egemenliğin kişiden alınıp halka verilmesi, meclisin halk adına karar ve iradesi, halkın kulluktan insanlığa terfisidir.

Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.

Sıcacık şefkat elidir Devletin.

Cumhuriyet, erdemdir, namustur, anddır, vasiyettir, mirastır, kutsal yeminin adıdır.

Ezelden beri hür yaşamış, devletsiz kalmamış Türk’ün en genç devletidir Cumhuriyet.

Yedi düveli dize getiren kahraman Mehmetçiğin, mermisini bebeğinden aziz bilen anaların, ayakkabısını atına nal diye giydiren şanlı neferlerin mirasıdır Cumhuriyet.

***

Cumhuriyet, Hakk’a tapan milletimin hakkıdır!

Bu yazı 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/29-ekim-gelecegimizdir/feed/ 0
Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti http://ataturkicimizde.com/ataturku-dine-dusman-gostermek-isteyenlerin-niyeti/ http://ataturkicimizde.com/ataturku-dine-dusman-gostermek-isteyenlerin-niyeti/#comments Wed, 03 Jul 2019 13:56:05 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8161 Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti Ulu önder Atatürk, muhafazakar bir anneden dünyaya gelmiş, namuslu bir tüccarın oğlu, çocukluk ve gençliği zor şartlar altında ve...

Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti

Ulu önder Atatürk, muhafazakar bir anneden dünyaya gelmiş, namuslu bir tüccarın oğlu, çocukluk ve gençliği zor şartlar altında ve çokça zulüm çetelerinin baskıları altında ve dahi kaybedilen savaşlarla geçmiş, erken yaşta asker ocağına dahil olmuş, sayısız savaşa katılmış, onlarca cephede çarpışmış, kahramanlığına ve askeri dehasına kimsenin söz edemeyeceği şekilde hiç savaş kaybetmemiş, milletinden aldığı güçle hareket eden, araştırmacı, öngörülü, milletine aşık, sivil hayatta da dehası ve doğru kararları ile başarıya ulaşmış, ilkeleri ve hedefleri ile ölümsüzleşmiş bir kahraman asker, önder, vatansever ve iman adamıdır.

Mektuplarına Allah’ın adını anmadan başlamayan, duaları eksik olmayan, kritik kararlar öncesi Allah’tan yardım dileyen, meclisi dahi mübarek güne denk getirip dualarla ve Kur’an okumalar ile açan Mustafa Kemal Atatürk … çoğumuzdan da çok daha dindar ve mü’mindir.

Öncelikle Allah’a inanan, şirk ve şeytana asla boyun eğmeyen, Hz. Peygamber’e derin saygı duyup O’nun hayatını ve savaşlarını detayına kadar inceleyen, sözleri ve demeçleri ile Hz. Peygamber’i sürekli yücelten, İslam’ı yeniden Kur’an mihverine oturtmaya çalışan, İslam’ı yaban otları dediği hurafe ve arap örflerinden temizlemeye gayret eden, dini tanıtmak-sevdirmek-anlaşılır kılmak için meal ve tefsir hazırlatan, diyanet işleri başkanlığını bizzat kurduran Atatürk, dine verdiği hizmetler ile çok yüce mevkilerdedir.

Her biri cihat sayılacak sayısız sefer ve savaşa katılarak canını vatan ve din uğruna ortaya koyan Atatürk, bu inancıyla da hem rüştünü ispat etmiş ve hem de ulusuna bağımsız ve korkusuz ezan sesleri dinlemeyi nasip etmiş birisidir.

Onarttığı, inşa ettirdiği, yapımına maddi destek sağladığı camilerin sayısı belli bile değildir.

Bizzat hutbe verecek kadar alim, Kur’an okuyuşlarındaki yanlışları tespit edebilecek kadar bilgili olan Atatürk, dinciliğe ve dinden menfaat sağlamaya kalkmayan, ibadet ve amellerini gizlice ve sadece Allah rızası için yerine getiren, noksan olsa da ibadeti inkar etmeyen, akıl ve bilimi rehber gösterse de asla dini ve imanı yok saymayan bir karakter ve ruh haline sahip kurucu liderdir.

İşgal kuvvetlerinin zulüm ve baskılarına, sarayın ve içteki hainlerin işbirlikçi gafletlerine rağmen, hakkında verilen idam kararına dahi aldırmadan vatan ve hürriyet uğruna canını ortaya koyan bu insana yakıştırılan din düşmanı ifadesi elbette boşuna değildir.

Elbette on üç yıl boyunca masonluğun, tüm teşkilleriyle başını kaldıramamasına sebep Atatürk’ten birilerinin rahatsız olması gayet normaldir.

Atatürk’ü din düşmanı gösterme gayretinin temelinde de işte bu yukarıdaki hususlar yatmaktadır. Oysa onlar dahi çok iyi bilmektedir ki Atatürk bir Kur’an mü’minidir, ibadeti noksan veya az olsa da imanı tamdır, Allah sevgisi ve korkusu hepimizden de yücedir.

Kaldı ki muzaffer olan Türk Ordusunun tüm savaşlarında, inkılapların başarılmasında Yüce Allah’ın yardımı vardır ve Allah imanlı kulu Atatürk’e ve dava arkadaşlarına yardım etmiş, muzaffer olmalarını dilemiştir.

Bunun aksi olsaydı, Atatürk din düşmanı bir zalim olsaydı Yüce Allah yardım etmez, Atatürk’le beraber bütün ulusu da işgalci güçlerin eline bırakır ve tecavüzler, işkence ve zulümler bitmez, karanlıklar dağılmaz, Türk milleti aydınlık medeniyet seviyelerini yakalayamazdı.

O’na sırf hilafeti ve saltanatı kaldırdığı için düşman olan sayısız insan vardır. Yine tekke ve zaviyeleri kapattığı, eğitimi millileştirdiği, dini sistemsel vaziyette devlet kontrolüne aldığı için de O’ndan nefret eden pek çok insan vardır. Maalesef bu insanların çoğu … art niyetlidir.(!)

Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın siyasi, askeri, mali, sanatsal, idari vs. hiçbir yolu yoktur. Bu yazı kapsamındaki iftiralar ise kanması nispeten kolay olan cahil halk kitlelerinin, her zamanki gibi dinlerini suistimal ederek ve ayetleri saptırarak, din elden gidiyor naraları ile yapılmış oynamalardır.

Kurduğu mecliste vekillerin neredeyse üçte biri din adamıyken, sayısız din adamını istiklal mahkemelerinin yargılamasından kurtarmışken, Mehmet Akif Ersoy’un dahi takdirini kazanmışken, kanaat önderlerinden tam not almışken, ezan ve mevlütleri, hatta ibadetleri ana dilde yaptırdığında tüm din alimlerinin onayı alınmışken, O’na reva görülen bu sahte düşmanlıklar en büyük haksızlıktır.

İşte Atatürk düşmanlığı yaratmak isteyenlerin maksat ve temennileri …

BÖLÜCÜLÜK VE İHANET

Tamamına yakını Türk ve Müslüman olan bu Ulusu, Atatürk (laiklik) ve din (şeriat) olarak ikiye bölmek arzusu, yobaz zihniyetin damarlarında dolaşan şeytani bir arzudur. Bu kutuplaştırma ve bölme arzusu ise evvela dini bölmek, iman kardeşliğine zarar vermek ve ulusu etnik kökenlere göre ayrıştırıp, bireyleri ve toplumları diğerine düşman etmektir ki kökten yanlıştır.

Kaldı ki liderler ve kahramanlar yaptıkları hizmetler ile anılır ve fakat dini inançları yönünden sorgulanamaz. Çünkü din vicdan meselesidir, kişiseldir, Allah ile kul arasındadır, dinde zorlama yoktur.

Dış güçlerin hayal ve arzuları istikametinde davranan bir kesimin ısrarla ve yalan yanlış beyanlarla bu düşmanlığı körüklemeye çalışmasındaki gaye, sistemle sorunları olan dış güçlerin ülke üzerindeki emellerine hizmet etmekten öte bir şey değildir.

Yurdu savaşlarla ele geçiremeyen düşmanların, işbirlikçilerin ihanetleri ile ele geçirmek istemesi onlar adına doğal karşılanabilirse de, yurduna ve dinine saygılı kimselerin bu ihaneti kabul edilir bir şey değildir.

PARASAL RANT VE SİYASAL KAZANIMLAR

Atatürk düşmanlığı ardındaki en büyük etken şüphesiz O’nun hayata geçirdiği sistemi yıkmak arzusudur ki bu sistem kurumsallaşmış haliyle demokratiktir, laiktir, sosyaldir, hukuka dayalıdır. Ülkenin yönetim şekli Cumhuriyet’tir, vatan sınırları bellidir, bayrak Ay yıldızlı şanlı Türk bayrağıdır, dili Türkçe’dir.

İşte bu değişmez sistemi hayata geçirenlere düşmanlık etmenin ardındaki gerekçe bu yapısal sistemi bozmak, evvela kaos yaratıp halkı bölmek ve acılara sevk etmek, sonra bir umutla maziye dönüşü temin etmektir. Yine siyasi olarak bilhassa sağ kesime ve sözde Türk Milliyetçiliğine sempatik görünmek arzusu da bu yanlışta büyük etkendir. Maalesef bu gayret başarı kaydetmekte ve çokça taraftar toplayabilmektedir. Çünkü maddi çıkar ve mevki elde etmek hırsındaki kesim birilerini din ile sorgularken, dine aykırı davranmayı umursamaz haldedir ve bu cehalet sağ ve sol arasında derin uçurumlar yaratmaktadır.

Oysa Atatürk, savaş sonrası mübadelede Türk kelimesi yerine Müslüman ifadesi kullanacak kadar inançlı birisidir. Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göç etmesine, “Müslüman değiller” diye karşı çıkan O’dur. En önemlisi, Vehhabi Suudi Kralının, Hazreti Muhammed’in mezarını kaldırma kararına, “Peygamberimizin mezarına dokunursan, ordumla beraber aşağı inerim” diyen O’dur ki, bu bilgiyi Türkiye ile paylaşan namazlı-abdestli Prof. Nevzat Yalçıntaş’dır.

Camilerde cuma günleri okusun diye, toplumsal meselelere dini yaklaşımları konu alan pek çok hutbeyi (51 adet) hazırlatan da yıllarca okutan da O’dur.

CEHALET VE KUR’AN’SIZLIK

Atatürk düşmanlığının sisteme ihanet ve maddi beklentili dincilik gayretlerinden de önce en büyük sebebi cehalettir, Kur’an’a yabancı olmaktır. Bu yüzden dinci tayfa Kur’an’ın anlaşılarak okunmasına karşıdır, bu yüzden Atatürk Kur’an’ı meal ve tefsirler halka tanıtıp sevdirmeye çalışmıştır.

Çünkü kitleler ayetlerin hükmünü anlamaya başladığı anda din tacirlerinin ekmek kapısı kapanacak, işbirlikçi hainler ile dış güçlerin hayalleri suya düşecektir.

Kitleler ayetlerde yazılı emir ve yasakları hazmettiği anda adaletsizlik, haksızlık, liyakatsizlik, haram ve günah, şirk ve küfür tanınır olacak, yanlışta ısrarlı kitleler batılı terk edip hak olana yönelecek, aldatılmalar son bulacak ve kan emici dincilerin münafıklık maskeleri düşecektir.

Atatürk’ün halkı bu uyandırma isteğinden ziyadesiyle rahatsız olan dinci tayfanın doğal olarak müracat edeceği yol, O’nu dine düşman göstermeye çalışmaktır ki bu sayede gayretleri toplumda yer bulamasın.

Maalesef yeterli alt yapıya sahip olmayan kitleler, dine hizmet ile dine düşmanlık kutuplarını tam zıt yaşamakta ve kanmaya devam etmektedir. Hilafeti kaldırıp laikliği sistemsel hale getiren Atatürk ve dava arkadaşlarına sanki yanlış yapmış gibi cephe almak, Kur’an’dan habersiz olmanın da ispatıdır.

ATATÜRK’Ü ŞİRK İLE BAĞDAŞTIRMA YANILGISI

Yine cehaletle kol kola bu husus çokça mühimdir ki dinci tayfa, Atatürk’e saygı için sunulan bir çiçeği kurban tanımına sokmaya, O’na gösterilen minneti şefaat ummaya benzetmeye çalışmaktadır. Oysa Atatürk ne evliyadır, ne Peygamber ve ne de İlah. O sıradan bir insandır, beşerdir, O’na duyulan saygı ve minnet dini değil vatani bir meseledir.

O’na saygı ve sevgi beslemek, bağımsızlık ve egemenliği tesis ve idame ettiren bir lidere şükrandır.

O’nun dini bir vasfı olmadığı için de O’ndan kimsenin şefaat, hayır veya dua beklentisi yoktur. Bunun aksini iddia edenlerin işin doğrusunu bildiğine şüphe yoktur ama kandırdıkları halk kitleleri bu yalana kanmakla bir demet çiçeği, ilahlara kurban adamak olarak kabul ettiği müddetçe de gerçeği bulamayacak ve maalesef Atatürk düşmanlığı sonlanmayacaktır.

Atatürk’ün Allah’ın sevdiği bir kul olduğu muhakkak ise de O’na dini bir takım mertebeler yakıştırmak doğru değildir. Bu sebeple O’nu bir kahraman liderden ötelere taşımak ne denli sakıncalı ise, O’nu sözde aydın kesimin ilah gördüğünü iddia etmekte o denli yanlıştır.

Lakin bugün din alimlerinin bir kısmında bile bu yanılgı vardır. Komik olan Atatürk’e sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanmış kurban olarak tanımlayanlar, yaşayan bir takım insanların söz ve düşüncelerini tartışmasız kılarak, o kimseler önünde düğme ilikleyerek ve onların hoşnutluğunu arayarak, onlardan medet umarak, onlardan rızık bekleyerek asıl şirk’e tabi olmaktadır.

Trajikomik bu meselenin doğrusu şudur ki Allah’tan başka ilah yoktur, son Peygamber Hz. Muhammed (sav) dünyaya gelmiş ve ahirete göçmüştür, başkaca Peygamber gelmeyecektir.

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE DÜŞMANLIK

Arap örflerine duyulan katıksız ve tartışmasız sevginin temelinde, cahil ve aşiret mantığına dayalı bir kavimsel devlet yaratmak arzusu vardır. Bu arap örfçülüğü o denli güçlüdür ki uydurma hadislerin neredeyse beş milyonu, din diye pazarlanan inançların yarıdan fazlası ‘Arap olmayanların cennetlere giremeyeceği’ tezine dayalı vaziyettedir.

Arapçanın, vahyin üzerine çıkartılmasında da bu mantık vardır ki zaaf akıl ve bilimi inkar edip, teknolojiyi reddedip eski ilkel metodlara dönmek suretiyle Asr-ı Saadet huzurunu yakalamak yanılgısındadır.

Oysa cennetlere sadece iman edenler girecektir, kutsal olan arapça değil vahyin kendisidir, akıl ve bilim Kur’an’ın emridir, Kur’an’ın savaşı zulümledir ki cehalette bir zulümdür.

Atatürk milliyetçiliği işte bu arap örfçülüğüne düşmandır ve Türklüğün kaybedilmiş değerlerini yeniden hatırlatarak dev bir ulusu uyandırmıştır. Bu uyanıştan rahatsız olanların, bu uyanış sürdüğü müddetçe Türk’ün bileğini bükemeyeceklerini anlayanların gayesi milliyetçiliği Türklük yerine Arapçılık mihverine oturmaktır.

Oysa Anadolu İslam’ı ile Ortadoğu İslam’ı arasında devasa bir fark vardır ve bu laiklik anlayışıdır.

Çünkü laiklik dini esas alır ve vicdanlara bağlarken, devleti medeniyet yolcusu ve aklın önderliğinde bir yapıya ulaştırmayı hedef alır. Bu yapılırken de tüm halkın eşit ve aynı haklara sahip olmasını değişmez kural olarak belirler, yasalara herkese eşit uygular, din ve devlet işlerini birbirinden ayırır, azınlıkların inançlarını da garantiye alır, dini suiistimallerin ve yanlış dini bilgilerin önünü tıkar.

Laik olmayan ve arap kültür-örflerine bağlı Ortadoğu İslam’ı ise Türklüğün saygın değerlerinden uzak, Allah sevgisinden ziyade Allah korkusuna dayalı, siyasal ve hatta ılımlılaştırılmış bir dindir, şekilcidir, muhabbet ve samimiyetten uzaktır. Türklerin tasavvuf kültüründen uzak olan bu dini anlayış bu sebeple terör üretmeye de, tarikatlaşmaya da, kişilerin üstünlüğünü kabul etmeye de, mezhep ayrılıkları için devletlerarası savaşlar çıkartmaya da gayet meyillidir.

Bu sebeple Atatürk milliyetçiliğine düşman olmanın ardındaki maksat işte bu arap milliyetçiliğini özendirmek ve dini de sadece Araplara has kılmak ve bu suretle Türklüğü unutturmak arzusudur.

İSRAİLİYAT’TAN HABERSİZLİK

Siyonizm, dişlerini ve tırnaklarını çoktandır ulusların ve bilhassa ulus devletlerin sırtına geçirmiş vaziyettedir ki tezgahladıkları yeni dünya düzeni sistematiğinde ulus devletlere (ve onların liderlerine, fikirlerine) yer yoktur, laik, örnek ve güçlü bir Türk devletine yer yoktur, şeytani fikirlerini din diye sunmak arzusundaki siyonistlerin Kur’an İslam’ına asla tahammülleri yoktur.

Bu sebeple de Türk ve İslam olan bir devlet, Atatürk ilkelerine bağlı çağdaş ve aklı rehber edinen bir ulus, tek vatan ve o vatanın bölünmez bütünlüğüne sadık vatandaşlar, onurla dalgalanan şanlı bayrak siyonist hayalcilerin en son isteyeceği şeydir.

Yazık ki gerek yabancı olan ve gerekse siyonist dolarlarla satın alınan yerli hainler eliyle Cumhuriyet ve İslam delik deşik edilmeye çalışılmakta, masonik görüş maske ile dolaşıp dost görünürken, yandaşları ile birlikte devletin ve inançların altını oymaktadır.

Acı olan ise siyonizmi hala tanımayanların, siyonizme çoktandır esir oluşları ve yahudileştiklerinin farkına dahi varamayışlarıdır.

ÖZET

Atatürk düşmanlığı suni bir projedir, dış kaynaklıdır, batıl ve yanlıştır, gerçeklerle alakası olmayan bir uydurma, maksatlı bir gayedir.

Kullar ve toplum Kur’an’a yakınlaştıkça bu gerçeği daha iyi anlayacağı için de asırlar boyu Arapçaya mahkûm edilmiştir.

Atatürk hepimizden de Müslümandır, güzel bir mü’mindir.

O’nun tüm dünyada dine hizmetlerinin son iki asırdır çeyreğini dahi hayata geçirebilen lider yoktur.

Cehalet, ihanet, menfaat beklentisi, Arapçılık sevdası, hilafet ve saltanat aşıklığı, siyonizm zehirleri, menfaat beklentisi veya başka suretle olsun, Atatürk’ün tüm inanç ve amellerine rağmen düşmanlık yakıştırması yapmak küfre hizmet etmektir, haksızlıktır, Allah’ın yardım ettiği bir kula savaş açmaktır.

Atatürk sevdası demek yurdu, vatanı, bayrağı, Cumhuriyet’i, Türk’ü ve Türklüğü sevmek, Kur’an İslam’ına taraftar olmaktır, iman kardeşliğinden yana olmak, cihat etmek, zulme karşı direnmektir.

Atatürk düşmanlığı yapmak ise oyuna gelmek ve aldanmaktır.

Zaman hakikatleri görmek ve öğrenmek zamanıdır, kanmalardan uyanıp Türk ve İslam olabilmek zamanıdır.

Bunun yolu ise Kur’an’a ve Atatürk’ün devasa Nutku’na müracat etmektir.

O’na sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanan kurban olarak tarif etmek isteyenler evvela kendilerinin kişi ve makamları, servet ve güçleri nasıl ilahlaştırdıklarına bakmalı, tevhid ve şirk konusuna bir kez daha çalışmalıdır.

Laiklik işte bu aydınlanmayı sağlayan, İslam’ı yaban otlarından temizleyen, merdiven altı Siyonist-arapçı İslam’a düşman olan bir Kur’ani iman meselesidir.

Kitleler Atatürk ve laikliğe düşman olanların, Türklüğe de, yurda da düşman olduğunu artık görmek mecburiyetindedir.

Çünkü bu vatan Türk’ün öz vatanı, İslam’ın Mekke’den sonra ikinci beşiğidir.

Düzenle

Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturku-dine-dusman-gostermek-isteyenlerin-niyeti/feed/ 2
Atatürkçülüğün dini yönden analizi http://ataturkicimizde.com/ataturkculugun-dini-yonden-analizi/ http://ataturkicimizde.com/ataturkculugun-dini-yonden-analizi/#respond Mon, 24 Jun 2019 06:45:55 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8157 Atatürkçülüğün dini yönden analizi İslam dini, ahiret yaşamı dahil kıyamete dek ve kıyamet sonrası tüm yaşamların tek ve son dinidir. On dört asır evvel vahyolunmuş...

Bu yazı Atatürkçülüğün dini yönden analizi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürkçülüğün dini yönden analizi

İslam dini, ahiret yaşamı dahil kıyamete dek ve kıyamet sonrası tüm yaşamların tek ve son dinidir. On dört asır evvel vahyolunmuş bu din, diğer tüm tahrif edilmiş din ve kitapları ortadan kaldıran, evrensel ve tamam olan tek Kutsal dindir, Allah’ın dinidir.

Bu din, Hz. Peygamber’in risaleti ile ve Allah korumasına alınan Kur’an ayetleri ile tesis edilmiş, insan haklarını ve hakkaniyeti esas alan, sevgi ve barışı gaye edinen, aklı ve bilimi öne çıkartan, zulmü ve cehaleti düşman edinen, şeytanı en büyük düşman gösteren, imanı cennet anahtarı olarak tanıtan ve sadece zulme karşı savaşı caiz gören bir kutsal nimettir.

Türkler çok uzun asırlar önce bu dine girmiş, adeta bayraktarlığını yaparak, bölgesel veya kavimsel İslam’ı yeryüzü dini haline getirmiş bir Millet’tir. Bu sayede İslam, sıkışıp kaldığı Ortadoğu topraklarından Asya içlerine, Avrupa içlerine dek uzanmış, oralara eşitlik, özgülük ve adalet götürerek, orada başkaca dinler ve o dinin din adamları kıskacında hayat yaşamaya mahkum edilen sayısız halklara umut olmuştur.

Nitekim Hz. Peygamberin vefatında yüzbin kadar olan İslam alemi bugün 2,5 milyar gibi bir sayıya ulaşabilmiştir. Kavramsal olarak mahiyet kan kaybı yaşasa da, sayısal olarak durum budur. Türklerin bu tabloda payı büyüktür ve bu yüzen de Türkler Allah’ın yeryüzündeki ordularıdır. Ve yine bu yüzden Türk kelimesinin sözlük anlamı “Türk ve Müslüman” şeklindedir.

Batının ve medeniyetin, kültür temaslarının, bilhassa vazgeçmez ve uslanmaz siyonizmin etkisiyle Türklük ve Müslümanlık üzerine emeller tükenmediği, zaman zaman acımasız boyuta vardığı ve öfke-kin karışımı ihanetlerle topraklar kana bulandığı için tarih sürecinde Türk vatan toprakları 250 yıl boyunca küçülmüş, din Anadolu’nun temiz ve saf halinden uzaklaşıp, Arap örfüne dayalı bir hal almıştır.

Velhasıl Kurtuluş savaşının hemen öncesindeki durum; yok olmaya yüz tutmuş bir ülke ve dindir.

Türk İstiklal Harbinin mana ve önemi de buradadır ki yok olmaya yüz tutan bu değerleri kanının son damlasına dek müdafa etmeye yemin etmiş Atatürk ve dava arkadaşlarının gayreti kurtarmıştır. Yani İstiklal harbi ve sonrasındaki inkılapların sadece beşeri hayata dair olduğunu düşünmek en büyük hatadır.

Atatürkçülük denilen şey (diğer adıyla Kemalizm) vatan toprakları üzerinde, Türk kültür ve bilinciyle, aynı bayrak ve tek ulus devlet çatısı altında, halkların ve kendisini Türk hissedenlerin kardeşliği dahilinde ve şüphesiz Atatürk dava ve felsefesinde bir arada yaşamak özlemi, bu istikamette dost ve düşmanları yeniden belirleme arzusu, Cumhuriyet ve demokrasi tabanına dayalı bir laik yaşam modelinin fikir akımıdır.

Yani savaş ve inkılap adına yaşananların tamamı Atatürkçü düşünce sisteminin ürünleridir.

Atatürkçülüğün felsefesi evvela tam bağımsızlık ve sonra ulusal egemenlik, refah ve huzur, barış, bilim, hoşgörü ile medeniyet meşalesini taşıma gayretidir. Altı ilke ile belirlenen, yedi tamamlayıcı ilke ile tarif edilen bu sistemin din ile ilişkisinin temelini ise laiklik ve laik devlet anlayışı oluşturur ki her zaman dediğimiz gibi zamanın köhne yönetim ve anlayışlarının yıkılması ancak bu ilke ile mümkün olmuş, tekrar aynı yanlışa dönülmemesi için anayasalar bu ilke istikametinde tanzim edilmiştir.

Bunda gaye dini toplumdan uzaklaştırmak yahut devleti diğer dinlere yem etmek değil, devlet işlerinde aklı ve bilimi rehber ederken, bireysel vicdanları hür bırakmaktır.

Türk İstiklal Harbi en kutsal cihattır

Daha detaya girecek olursak İstiklal Harbi (Kurtuluş Savaşı) baştan sona cihattır, cihatların en yücesidir. Çünkü Kur’an ile tarif edilen cihadın tüm tariflerine uymaktadır ve küfür ordusunun var gücüyle, işbirliği içinde yaptığı saldırılara, zulüm ve işkencelere, tecavüz ve şiddete direnmek, karşı koymak gayesiyledir. Esaret tanımamak, kötülüğü kabul etmemek, haysiyetten vazgeçmemek, can korkusuyla imandan dönmemek için verilen bu savaş en kutsal cihatlardandır ve sadece Türkiye için değil tüm mazlum milletler için bir var olma mücadelesidir.

Bu sebeple de o cihatta yer alan, gazi veya şehit olan tüm atalarımızın inşallah ahiret yurdundaki makamları da çok yüce olacaktır.

Bu savaş sayesindedir ki susturulan ezan sesleri yeniden ve hür olarak çıkabilmiş, bayrak b savaşın zaferi ile yeniden dalgalanmaya başlamış, vatan topraklarının tamamı düşman işgalinden kurtarılmış en mühimi işgalcilerin zulüm, işkence ve tecavüzleri bu zaferle bitmiştir. Anadolu’da kaçarken bile onbinlerce ev yakan bu işgal ordularının yaptığı zulüm malumdur ve Kur’an’ın tek düşmanı zulümdür. Bu nedenle de İstiklal harbi kutsaldır, cihattır.

İnkılaplar ve atılımlar

Cihadın sadece kılıçla olmayacağı malumdur. Allah yolunda, Allah emirleri ve sınırları dahilinde, yeryüzünde huzur ve barışı tesis etmeye yönelik her türlü gayret cihattır ki inkılaplar günlük yaşamlardan devlet yönetimine, dinin toplumdaki yerinden uluslararası diplomasiye kadar her alanda akıl ve bilimi esas alırken aynı zamanda Kur’an’ın “aklı işletmek” emrine de uygun hareket etmektedir. Çünkü bu emrin içerisinde hurafelerden sıyrılmaktan bilime ve alime değer vermeye kadar her şey vardır ve medeni yaşamın her safhasında aklı egemen kılmak yobaz zihniyetlere savaş açmak demektir.

Yukarıda bahsolunduğu gibi laiklik ilkesi en mühim vicdan hürriyetidir. Keza Cumhuriyetçilik ilkesi istişare ve biat emreden Kur’an’a tek uygun yönetim şeklidir ve tek adam rejimi yerine çoğulcu katılımı emreden Kur’an istikametinde meclisi kurup işleten kadrolar ayetlerin emrini de bu sayede yerine getirmiştir.

Milliyetçilik ve halkçılık ilkeleri bireylerin eşitliğini temin etmiş, sınıflar ile kutuplaştırmaya engel olmuş, kardeşlik ve birlik bağlarını kuvvetlendirmiştir ki bu eşitlik ve kardeşlik duygusu zaten Kur’an emridir.

Devletçilik ilkesi ile sergilenen tam bağımsızlık ve kendisine yeterlik, çalışmak ve üretmek gayretleri de ayet emridir ki Allah çalışmayı, helal yoldan kazanmayı, üretmeyi ve paylaşmayı emreder.

Eğitim ve yargı alanında yapılan reformlar ile hak, hukuk ve adalet kavramları teminat altına alınmış, eşitlik sağlanmış, şeffaflık model olarak belirlenmiş, bu sayede azınlıklar dahil tüm vatandaşların hürriyet ve yaşamsal özgürlükleri korunmuştur. Bu arada devletin de bekası muhafaza edilmiş, suç ve ceza mekanizması modern ve çağdaş bir yapıya kavuşturulmuştur.

Kadın ve çocukların toplumdaki yerleri, koyu karanlık mahzenlerden gün ışığına çıkarılan tohumlar gibi erkeklerle eşit hak ve hürriyetlere kavuşturulmuş, bu haklar yasalarla teminat altına alınmış, aile içi ve iş hayatındaki statüleri ancak bu Atatürkçü Felsefe ile çağdaş ve yakışır bir hale getirilmiştir.

Eğitim ve öğretimde atılan adımlar, özellikle dini alanda hüküm süren cehalet avcılarının (dini yobazların) ekmeğine mani olmuş, dilini öğrenen halk, haberleri ve ayetleri okuyup anlayarak başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş, medeniyet ve akılla tanışarak kendisini asırlarca kandırmakta olan zihniyetleri sırtından silkeleyip atmıştır.

Hoşgörü ve ortak insanlık değerleri Atatürkçülük sayesinde yaşamın en meşru kabulleri arasına girmiş, barış ve anlaşmalar yoluyla çözülen sorunlar çatışmaları önlemiş, kardeşlikleri güçlendirmiş, yardımlaşma ve paylaşmayı mümkün kılarak toplumsal barışa hizmet etmiştir.

Medeni kanundaki değişiklikler ile mal durumundan birey durumuna getirilen insanlar, eşit hak ve hürriyetlere kavuşturulmuş, yasalar önünde masumiyet karinesi esas kabul edilmiş, suç ve ceza mekanizmasında adalet ve merhamet egemen olmuştur. Ortak insanlık değerlerini kaçınılmaz farz olarak gören Kur’an istikametinde eşitlik ve adalette bu sayede tesis edilmiştir.

Milet meclisi ile halkın yönetime doğrudan tesir etmesine imkân tanınmış, halkın geleceğini kendi seçtiği vekiller marifetiyle belirleyebilmesine imkan tanınmıştır.

Devletin güçlenmesi, gelirin halka dağıtılması, refah ve huzurun artması ile neticelenen bu dini ve milli uyanışın tümü bu nedenle kutsaldır, dine ve ayetlere uygundur, Atatürkçülüğün tüm hedef ve çabası cihat mahiyetindedir.

Buradan hareketle şu denebilir ki Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü din dışı veya dine düşman göstermeye çalışmak, maksatlı bir yobazlık veya ihanet, geriye dönüş özlemi, karanlık cehaletlerden kan emmeye devam etme arzusudur, dine düşman olmaktır.

Laiklik

Burada çok mühim bir nokta vardır ki bunu yazılarımızda da sayısız kez tekrar etmiş vaziyetteyiz; Atatürkçülüğün dini yönü konusunda öne çıkan en mühim şey laiklik ilkesidir ki bu kapsamda yapılanlar Atatürkçülüğün neredeyse tamamını dine aykırı göstermek isteyenlerce (yobaz şeriatçılar ve tarikat yuvalarınca) manipüle edilmeye çalışılmaktadır.

Bu nedenle laiklik konusuna biraz daha değinmek lazım gelecektir. Bu bahiste de ilk öne çıkan husus elbette hilafetin kaldırılması ve ana dilde ibadet meselesidir ki halkın anlaması ve öğrenmesi için evvela okuma yazma seferberliği ve sonra Kur’an’ı anlayabilmesi için ana dilde meal ve tefsir hazırlayan Cumhuriyet kadrolarının hedefi halkın koyu cehaletlerden sıyrılması ve yobazların hegemonyasından kurtulmasıdır ki bu başarılmıştır.

Başarılmıştır ama ana dilinde ayetleri okuyup anladıkça, yobazlardan uzaklaşan halk sayesinde gelir ve güçlerinde azalma yaşayan yobaz zihniyet buna şiddetle karşı çıkmış, adeta işgalcilerle bir olarak İstiklal harbinde karşı cephede yer almıştır.

Keza hilafetin kaldırılması da dinde aslında hiç olmayan din sınıfının ve halifelik sisteminin, Cumhuriyet kadrolarınca terk edilmesi, halkı sınava tabi bireyler haline getirmiş, iradeleri hür bırakmıştır. Halkı sömürme ve yozlaştırma, kul etme gayretiyle sisteme asırlar önce dayatılan bir makam olan halifelik, diğer yandan da mezhepleri canlı tutarak, sünniler dışındaki tüm İslam alemini adeta düşman ve aşağı göstermek hevesiyle, iman kardeşliğini de engellemiştir ki hilafetin kaldırılmasıyla bu zehirli yaklaşım engellenebilmiştir. Keza diyanet işleri başkanlığı sünni istikamette tesis edilmiş olsa da diğer mezhep ve hiziplere de Kur’ansal doğru yolu göstererek dinin doğrusunu halka tanıtmaya ve eğitmeye muvaffak olmuştur.

Atatürkçülük kısaca hem dini hem de beşeri ilimler ve sosyal yaşam alanında kültürlü, eşit, hür, bilime saygılı bir nesil yaratmış, vatan toprakları işgal ve zulümden kurtulurken, akıllar çağların örümcek ağlarından temizlenmiştir. Bu felsefe ile din tanınır ve anlaşılır olmuş, ibadet ve ameller Kur’an’a yaslandırılmış, vicdanlar hür bırakılırken yasalarla haklar korunur olmuş, geleceğe ve bekaya dair sağlam adımlar atılmıştır.

İşte tüm bu sayılanlar aslında Kur’an’ın bir Müslüman toplum için emrettikleridir ve Atatürk ve dava arkadaşları sadece bedenleri değil ruhları ve vicdanları da işgalden kurtarmış, akılları hür bırakarak Türk tarih ve kültürünün durmak bilmez, esaret tanımaz haysiyetli yürüyüşünü kaldığı yerden yeniden başlatmıştır.

Sonuç

Bu nedenle son söz olarak denilebilir ki Atatürkçülük tüm dokunduğu alanlarda dine ve imana dair doğru olanı yapmış, yobaz ve köhne zihniyete dur diyerek, ahtapot gibi yurdu sarmaya hevesli siyonizmi 13 yıl gibi uzun bir süre yurttan kovarak, arap örfçülüğü yerine Türk Milliyetçiliğini getirerek, aklı ve bilimi rehber edinerek, bu yapılırken vicdanları hür bırakarak iman savaşı ve mücadelesi vermiştir.

Bu kutsal cihadda yazık ki küfür cephesinde sadece gayri müslimler yoktur ve pek çok adı Müslüman kendisi münafık olan kimse de küfür cephesiyle ortak hareket etmiştir. Bunların varlığına ve isimlerine tarih de Yüce Allah da şahittir.

Milli mücadelenin kahramanları ise canlarını iman ve vatan uğruna ortaya koyan, vatanından ve kalbindeki imandan aldığı güçle yola çıkan, mukaddesat uğruna, vatanı ve dini için şehit olmaktan çekinmeyen imanlı kullardır.

Atatürk’ün Peygamberin hayatını, mücadelesini ve savaşlarını biliyor ve anlıyor olması, örnek alması, O’nun Peygamberliğini yücelten sözler etmesi de gösterir ki Atatürk ibadet alanında olmasa dahi iman bahsinde asırlar süren Türk varlığında çok üst mertebelerde yer alan bir şahsiyettir.

O’nun kişisel olarak Allah adı ile söze, mektuba, işe başlaması, sıkça dua etmesi, İslam’ın yaban otlarından temizlenmesi için şahsi bir ilave emek ortaya koyması da gösterir ki Atatürk tıpkı meal ve tefsir çalışmalarındaki gibi daima başroldedir, vicdanı ve merhameti ile daima doğruluk ve haktan yanadır, imanlıdır.

Sayısız cami onartan, inşa ettiren, yurt dışındaki camilerin onarımlarına şahsi gelirinden destek veren Atatürk, İslam’ın son ve mükemmel din olduğunu bilen ve bunu izaha çalışan bir insandır.

Atatürk düşmanlığına, sömürüye müsait din bahsinden başka bir vesile bulamayan çaresiz ve gafil küfür cephesi, kandırdıkları ve şeytani ağlarına düşürdükleri cahil halk kitlelerini, O’na düşman ederek ve bunu din düşmanlığı yaptı şeklinde servis ederek, servetler yığma ve güç kazanma arzusunda olsalar da hakikat birdir, değişmez, örtülemez.

Milli mücadelenin ve inkılapların, velhasıl Cumhuriyet’in kurucu kadroları imanlı, haysiyetli, namuslu, vatansever, hakkaniyetli, doğru ve güzel insanlardır. Bu sayededir ki tüm Ulus onlar etrafında kenetlenmiş, tüm halk işgale ve zulme karşı onların liderliğinde imanla ölümü göze alan bir işe kalkışmış ve başarıya ulaşmıştır.

Bu sebeple Atatürkçülüğü dine tezat halde telaffuz edenler evvela Kur’an’ı okumalı, dinini öğrenmeli, imanı tanımalı ve sonra bolca tevbe ederek af dilemelidir. Çünkü bu gafil münafıkların tamamı sadece zulüm üretmekle kalmamış, ihanete imza atmamış, aynı zamanda bolca şehitlerin, gazierin, tüm vatanseverlerin hakkını yemiştir. Bunlar ise dinen büyük suçlardır.

Hilafet veya saltanat uğruna dininden vazgeçen kandırılmış halk kitlelerinin şeriat isteriz sloganları arasında Kur’an isteriz sloganı yoktur ve yoksa konu iyi değerlendirilmelidir. Bu Atatürk düşmanları Kur’an İslam’ını mı istemektedir? Yoksa arzuları iç ve dış düşmanların servet ve güçleriyle desteklenmiş olarak dini bahane edip Cumhuriyeti yıkmak ve ulusu yeniden işgalci güçlerin zulüm arenası yapmak mıdır?

Tekke ve zaviyeleri kapatan Cumhuriyet’in gayesi dinin parçalanmasını, yobazlaşmasını ve merdiven altına inmesini engellemek, iman kardeşliğini korumak, temiz ve doğru dini sadece Kur’an’a kılavuzlamaktır. Şimdilerde yerden ot biter gibi türeyen tekkelerin varlığı sorgulanırsa çoğunun şirk mantığıyla ve dış destekli faaliyet gösterdiği de anlaşılacaktır.

O halde Cumhuriyet rejimi doğruyu yapmıştır ve din selamete çıkmadıkça vicdanlar esaretten kurtulamaz. Vatanı kurtaran kahramanlar işte aynı zamanda bu ruhları da kirlerden kurtarmaya muvaffak olmuştur.

Nihayet Atatürk, dünyaya gelen nadir insanlardandır. O’nun bu millete nasip olması Allah’ın bir lütfudur. Buna çokça şükretmek ve O’nun izinden ayrılmamak lazım ve güzel olandır. Çünkü O ve arkadaşları, tıpkı Hz. Peygamber ve sahabeler gibi bir cihat vermiş ve küfür cephesini yenmişlerdir.

Kirlenmeye ve unutulmaya yüz tutmuş İslam’ın ve Türklüğün ayağa kaldırılması ve yeniden rayına oturtulmasını başaran Atatürk ve dava arkadaşlarının asıl başarısı “ya onlar olmasaydı” veya “ya onlar başaramasaydı” sorusuna verilecek cevaplarda anlaşılıcaktır.

Bu düşünülmesi dahi korkunç bir ihtimaldir ve şükür ki Allah’In rahmet ve merhameti Türk Ulusuyladır.

HALA AKLINIZDA ŞÜPHE VARSA DA ŞURAYI İYİ OKUYUN; Şayet Atatürk ve dava arkadaşlarının yapmaya çalıştıkları şeyler dine ve imana aykırı olsaydı, Atatürk ve arkadaşları dine düşman olsaydı … Allah onlara yardım eder, muzaffer kılar ve kalıcı eserler bırakmalarına müsaade eder miydi? Allah, onlara yardım etmeseydi yedi düvel düşmanla, içteki, hainlerle başa çıkabilirler miydi?

HAYIR! Demek ki Allah onlardan razıdır, Allah onlara yardım etmiştir, Allah onların muzaffer olmasını istemiştir.

O HALDE ATATÜRK VE DAVA ARKADAŞALRI İLE YAPTIKLARI imanidir, Kur’anidir ve İslam’a tamamen uygundur. Bu da demektir ki Atatürk’e karşı olanlar dini akide ve inançlarını yeniden gözden geçirip, bir an önce tevbe etmelidir.

Bu yazı Atatürkçülüğün dini yönden analizi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkculugun-dini-yonden-analizi/feed/ 0
Karadeniz vapuru Mustafa Kemal projesiydi http://ataturkicimizde.com/karadeniz-vapuru-mustafa-kemal-projesiydi/ http://ataturkicimizde.com/karadeniz-vapuru-mustafa-kemal-projesiydi/#respond Tue, 18 Jun 2019 20:17:41 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8152 Karadeniz vapuru Mustafa Kemal projesiydi Karadeniz vapuru bizzat Mustafa Kemal’in projesiydi, yüzen fuar’dı, dünyada ilkti. 1924 de Hollanda’dan satın alındı. 130 metre boyunda, 16 metre...

Bu yazı Karadeniz vapuru Mustafa Kemal projesiydi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Karadeniz vapuru Mustafa Kemal projesiydi

Karadeniz vapuru bizzat Mustafa Kemal’in projesiydi, yüzen fuar’dı, dünyada ilkti.

1924 de Hollanda’dan satın alındı. 130 metre boyunda, 16 metre genişliğindeydi. Aslında siyahtı. Haliç’e çekildi bembeyaz boyandı kuğu gibi oldu. 1926’da Cumhuriyetin ilanından sadece 3 yıl sonra hazırdı.

Mustafa Kemal Mudanya’dan bindi, son denetlemeyi bizzat yaptı. Salonları, standları, güverteyi, kamaraları, mutfağı tek tek dolaştı, ürünlerimizi tek tek inceledi, personelle tek tek tanıştı. Geminin hatıra defterine “muvaffak olmuş bir iştir, bende gayet iyi izlenimler meydana getirdi, sunuş tarzı çok iyidir, takdir ve tebrik ederim” diye yazdı. Bandırma’ya kadar Karadeniz Vapuru’yla geldi, rıhtımdan uğurladı.

Gemide Türk Malı ürünlerden oluşan bir sergi vardı. İçinde üzüm, incir, Hereke halıları, Kütahya çinileri, lokum, Edirne sabunu, nakışlar, bakır tepsiler, tütün, yün, deri, koza, fındık tamamı Türk Malı ürünler olan sergiydi. Sergi salonları Sanayi Nefise Mektebi öğrencilerin yaptığı heykel, resim ve biblolarla süslenmişti. İbrahim Çallı gibi ressamlarımızın tabloları asılıydı. (Hereke halılarından Kütahya çinilerine, Hacıbekir lokumlarından Edirne sabunlarına kadar, nakışlar, çeşmibülbüller, bakır tepsiler, tütün, yün, deri, koza, fındık, incir, üzüm, haşhaş, tamamı Türk malı ürünlerden oluşan sergiydi. Camekânlar içinde, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden seçilmiş antik eserler vardı.)

Dünyanın bize gelmesini beklemeyelim biz dünyaya gidelim vizyonuydu. Genç Türkiye’nin uluslararası halkla ilişkiler gemisiydi. 180 yolcusu 105 mürettebatı vardı, yolcuları Türkiye’nin aydınlarıydı.

Atatürk Karadeniz vapurundaVâlâ Nureddin, Mahmut Baler, Kemalettin Kamu, Celal Esat Arseven, ilk kadın milletvekillerimizden Mebrure Gönenç, ilk kadın gazetecilerimizden Bedia Celal, ilk kadın heykeltıraşlarımızdan Nermin Faruki, ses sanatçılarımız, tiyatro sanatçılarımız… Limanlarda gemiye binen yabancı konukları ağırlama görevini üstleniyorlardı.

Milletvekilleri gazeteciler heykeltraşlar, ses sanatçıları tiyatro sanatçıları, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, İstiklal Marşı’nın bestecisi Zeki Üngör ve yönetimde 47 sanatçısıyla gemideydi. Her gidilen limanında o ülkenin milli marşı çalınıyor, konserler veriliyordu.

Kaptanlığını Atlantik’i geçen ilk yolcu gemimiz Gülcemal’in efsane kaptanı Lütfü bey yapıyordu. Liman İşletmeleri Genel Müdürü Rauf Manyas’da sergilerin müdürüydü. 7 lisan bilen Semiha Hanım protokol müdürüydü, dekorasyonu mimar Naci bey tarafından yapılmıştı. Bu kadroyu Mustafa Kemal seçmişti.

Vapur için özel logo hazırlanmıştı. Haber tanrısı Hermes, Karadeniz Vapuru’nun önünde yürüyordu, elinde asa yerine denizcilik işletmelerinin amblemini taşıyordu.

İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça broşürler basıldı. Ürünlerin üzerinde 4 lisanda etiketler yapıştırılmıştı. Yabancı tüccarların Türkiye’den ithal bağlantısı kurabilmesi için standlar vardı. İş Bankası şubesi bile vardı. Her standın başında iki üç dil bilen öğrenciler vardı.

Güvertede balolar tertipleniyordu, dans ediliyordu. Şehirlerin ileri gelenleri yemekli gecelerde ağırlanıyordu. 100 binden fazla insan ziyaret etti. Sırf Londra’da 25 bin kişi gezdi. Barcelona’da 15 bin kişi gezdi. İzdiham oluyordu, saatlerce kuyruk oluyordu. Her binene Hacıbekir şekerlemeleri ikram ediliyordu.

12 ülkede, 16 şehri ziyaret etti. İspanya Barcelona, Fransa Ve hevre, Londra İngiltere, Amsterdam Hollanda, Hamburg Almanya, Stockholm İsveç, Helsinki Finlandiya, Leningrad Rusya,Gdansk Polonya, Kopenhag Danimarka, Anvers Belçika, Marsilya Fransa, Cenova İtalya, Napoli İtalya, limanlarına uğradı. Yolculuğu 86 gün sürdü.

İngiliz, Fransız ve Alman gazeteleri “Kemal Paşa’nın kısa saçlı kızları” manşetleri atmıştı, mürettebatın yarısından fazlası kolejlerden seçilen İngilizce, Fransızca konuşan kızlarımızdı. Saçları açıktı, rengarenk elbiseler giymişlerdi, Avrupa kültürüne hâkimdiler. Fesli insanların ülkesi İmajını bir anda yıkmışlardı. Avrupa hayretler içinde Türkiye’nin çağdaş yüzü ile tanışıyordu.

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestramız yanaşılan şehirlerin meydanlarında parklarında konserler veriyordu Amsterdam’daki konserde adeta izdiham yaşanmıştı, on bin civarında insan izlemişti. Karadeniz Vapuru’nun pürüzsüz İngilizce konuşan Bediha Celal’in rehberliğinde gezen Amsterdam Belediye Başkanı ‘böyle bir Türk kadını ile karşılaşacağımı düşünemezdim’ diyordu.

Erkek mürettebatımız, Lacivert ceket, lacivert pantolon, tiril tiril beyaz gömlekler giyiyordu. Zarif boyun bağları takıyorlardı. Doğudan gelen bir vapurun “Orient esintisi” getireceğini düşünenler fena halde yanılıyordu.

Güler yüzlü modern Türklerle karşılaşmışlardı.

Mustafa Kemal zekâsının yansımasıydı. Türkiye’nin sosyoekonomik tanıtımını yapan, bu yüzden fuar İzmir Enternasyonal Fuarı’nın işaret fişeğiydi. Ekonomi o yıllarda ve o şartlarda böyle yapıldı.

Alıntı; Mustafa Kemal, Yılmaz ÖZDİL

Bu yazı Karadeniz vapuru Mustafa Kemal projesiydi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/karadeniz-vapuru-mustafa-kemal-projesiydi/feed/ 0
Atatürk’ün Kişisel Özellikleri http://ataturkicimizde.com/ataturkun-kisisel-ozellikleri/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-kisisel-ozellikleri/#respond Tue, 11 Jun 2019 14:24:31 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8148 Atatürk’ün Kişisel Özellikleri En büyük Türk, asker ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk, gerek askeri başarıları ve gerekse iç ve dış politikada sergilediği şaşmaz...

Bu yazı Atatürk’ün Kişisel Özellikleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün Kişisel Özellikleri

En büyük Türk, asker ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk, gerek askeri başarıları ve gerekse iç ve dış politikada sergilediği şaşmaz politikaları ile deha ve örnek bir önder olmayı başarabilmiş, son yüzyılların en büyük insanıdır. Sadece Türk Ulusu’nun değil, tüm mazlum ulusların örnek alıp kalbine yerleştirdiği Mustafa Kemal Atatürk’ün, bilime verdiği önem, milletine duyduğu sarsılmaz sevgi ve güven, cesaret ve öngörüsü, barışseverlik ve fakat haysiyetli dik duruşu O’nu çağın en büyüğü yapmış, zamanının en başarılı lideri olarak gelecek yüzyıllara da sadece tarihsel bir not değil bir umut ve başarı örneği olmayı başarabilmiş bir sistem adamıdır.

Çünkü O, hayatın tüm alanlarında bilgi sahibidir, akla önem vermektedir, tarih ve kültürden, aziz milletinden ve imanından aldığı güçle esaret kabul etmeyen bir karakterdedir ve bu sayede de iç ve dış düşmanların tamamına meydan okuyabilmiş ve onların oyunlarını bozmuş bir çağ ötesi liderdir.

Vatanseverliği:

Atatürk’ün tüm başarılarının altında öncelikle vatan sevgisi yatar ki saraylarda çok yüksek mertebelere gelebilecek, müstesna servetlere kavuşabilecek birisi olduğu halde o egemenlik ve bağımsızlık uğruna milletine duyduğu sevgi ve güven ile ve yine milletinden ve inancından aldığı kudret ile büyük işler başarabilmiş birisidir. Milli mücadele ve inkılaplar sürecinde maddi ve manevi olarak gösterdiği fedakarlıklar O’nun bu sevgisinin en yüce delilleridir.  Cepheden cepheye koşarak destansı zaferlerin kahramanı olmuş eşsiz asker Atatürk, çoğu zaman sağlığına dahi aldırış etmeden vatana hizmeti aziz bilmiş, vatan için sürekli çalışmayı esas almış birisidir. Bir karış vatan toprağının dahi düşmana ilelebet terk edilmesine rıza göstermeyen Atatürk’ün vatan uğruna verdiği mücadele ve sürdürdüğü dava gösterir ki vatan sevgisi O’nun için kutsal bir sevgidir.

Milletine duyduğu güven:

Atatürk’ün gençliğinde tohumlanan, Çanakkale savaşında yeşeren bu güven, omuz omuza çarpıştığı Mehmetçik’ten aldığı güç ve ilham, O’nu destansı İstiklal Harbine adeta mecbur bırakmıştır. Çünkü O, Çanakkale’de Mehmetçiğin azim ve inancına yakından şahit olmuş, unutulan Türklük değerleri yeniden hatırlandıkça ortaya çıkan kahramanlıkları fark etmiş ve bu gücün karşısında kimsenin duramayacağını idrak edebilmiş bir dehadır. O’nun milletinden aldığı bu güven hissidir ki sayısız muharebeye ve demokratik hamleye atılabilmiş ve ardında hep milletin sevgi ve desteğini bulmuştur.

Bağımsızlık ve özgürlük sevdası:

“Ya istiklal ya ölüm” parolası ile yola çıkan, işgal edilen ve tüm varlıklarına el konulan bir ülkeyi düşmanlardan temizleyen, sömürgeciliğe karşı çıkan, “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” sözü ile hürriyet aşkını açığa vuran Atatürk, Türk milletinin esaret altında yaşamasına karşıdır, her alanda tam bağımsızlık yanlısıdır.

Cesareti:

Gerek asker olarak ve gerekse sivil idareci – siyasi olarak O’nun cesareti dudak uçuklatıcı cinstendir. Bir yanda yokluklarla başlanılacak sonu karanlık bir mücadele, bir yandan yurt içi ihanet şebekeleri ve suikastçi çeteler, bir yandan yedi düvel düşman ve bir yanda halkın içinde bulunduğu koyu karanlık cehaletlere rağmen O, cesur duruşu ile düşmandan evvel kabul ve korkuları yenmiş bir liderdir. Kendisinden misliyle fazla olan düşmana, ağır silahlarına rağmen taarruz edecek kadar cesur Atatürk’ün, hatların en önünde düşmanla burun buruna verdiği mücadeleler, sivil atılım ve inkılaplar sürecinde de verdiği korkusuz ve istikrarlı gayretleri cesaretine ispattır.

Bilgiye olan inancı ve hakikati arama gücü:

“Akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur.” diyen Atatürk’ün din ile devlet işlerini birbirinden ayrı tutması ve medeniyet ve ilerleme için evvela bilgi ve aklı esas alması, bunu yaparken de gerçeği nerede olursa olsun bulmaya çalışması gösterir ki O bilgiye ve gerçeğe aşık bir liderdir. İlim ve fenni baz alan, medeniyet nurlarını araştırmayı sürekli teşvik eden, okumayı ve öğrenmeyi şart koşan bir zihniyetle O, eskinin köle, karanlık ve benliğini unutmuş halk kitlesine yeniden öğrenme hevesini verendir. Bu sayededir ki Türkçe ile başlayan aydınlanma inkılapları kısa sürede yurdu sarmış ve gerçek arayışındaki Türk Milleti sahip olduğu değer ve kıymetleri yeniden hatırlayarak, karanlıklardan sıyrılabilmiştir.

İdealistliği:

Hayalleri olan ama hayalci olmayan Atatürk, gerçekleri görebilen, faydasız emellerin peşinde koşmayan ancak olması gerekenden de taviz vermeyen dik duruşuyla Ulusu’na da örnek olmuş ve güç katmış birisidir. Olanı değil olması gerekeni savunan, örnek güzel uygulamaları tespit ve tayin ederek uygulamaya koyan, inkılapları aydınlanmanın vazgeçilmezleri olarak gören Atatürk, ideal devlet ve millet yapısına kavuşmak için tüm varlığını ortaya koymuş, Türklüğün unutulan değerlerini yeniden yeşertmek için dünya üzerindeki uygulamaları incelemiş, halka en uygun idare şekillerini tespit edebilmiş ve bunda isabet sağlamış bir önderdir.

Sabırlı oluşu:

Hızlı ancak acele olmayan kararların adamı Atatürk, sabretmesini bilen, en uygun zaman ve ortamı kestirebilen müstesna bir şahsiyettir. Bu nedenledir ki aklında olan fikirleri hayata geçirmek için yan şartların oluşmasını beklemiş ve kararı verdiği anda gördüğü kabul ile de sabretmesinin mükafatını her defasında almış bir liderdir. Gerek askeri sahada, gerek diplomasi alanında, gerek inkılaplar sürecinde planlı ve sabırlı davranan Atatürk, aceleci olmamasının eseri olarak her bir hamlesinde başarı kaydedebilmiş, hasımlarını şaşırtabilmiş, zaferler kazanmış ve kalıcı etkiler yaratabilmiştir. Büyük taarruz öncesi orduyu bekletişi, saltanat ve hilafetin kaldırılması sürecindeki sabrı bu karakterine delil teşkil eden bazı örneklerdir.

Açık sözlülüğü:

“Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim, yanlışım varsa halk beni tekzip eder”, diyen Atatürk her zaman açık sözlü olmayı tercih etmiştir. Gençliğe, milletine, vekil ve komutan arkadaşlarına daima açık sözlülüğü ve doğruluğu telkin eden Atatürk, dolambaçlı yolları sevmeyen, gizli işler çevirmeyen, tuzaklar kurmayan yönetim anlayışıyla daima net olabilmiş bir liderdir.

İleri görüşlülüğü:

Gerek askeri manevralarda, gerek diplomasi ilişkilerinde tarih bilgisi ve gerçeğe olan inancıyla oluşturduğu engin dağarcığı sayesinde Atatürk, önsezi ve öngörülerinde yanılmamış, yıllar sonrasını o günlerden görüp tedbirler oluşturabilmiş bir asker ve devlet adamıdır.

Disiplinli oluşu:

Atatürk, asker olmasının da verdiği alışkanlıkla düzenli ve tertipli, disiplinli ve zamana riayetli tutumuyla mesaisini, kararlarını, çalışmalarını hep disiplin ile yürütür, etrafındakilerin de aynı ciddiyet ve disipline sahip olmasını isterdi. Nitekim bu disiplini sayesindedir ki planlarının tamamına yakını aynen cereyan etmiş, başarılar kendiliğinden gelmiştir.

Askeri başarıları:

Tarihte girdiği savaşlarda yenilmemiş tek komutan olan Atatürk, mevzisel çekilmeleri hayata geçirmiş olsa da asla muharebe veya savaş kaybetmemiş birisidir. Taktik ve stratejik anlamda askeri dehadır, akla gelmeyen ancak tatbik edilebilir planlarıyla hayranlık uyandırıcı bir liderdir. Planlama öncesi Hz. Peygamber’in savaşlarından eski Türk Hanlarının muharebe yerleşim ve saldırı planlarına kadar derin bir araştırma içerisine giren Atatürk, bunları harmanlayarak ve adeta gözünde canlandırarak muharebelere hazır olmuş, komutanlara fikrini aktarabilmiş ve neticede başarılı olmuş bir komutandır.

Dehası:

Atatürk, aklı ve mantığı ile, yorumlama kabiliyeti ve sentezleme kabiliyeti ile, öz eleştirisi ve gerçeği arayıp buluşuyla, zeki oluşu ve keskin bir hafızaya sahip oluşuyla hayatın her alanında etrafındakileri etkileyebilmiş, akılların savaşı durumundaki muharebeleri ve diplomasi ataklarını başarıyla sonuçlandırabilmiştir. çağının, asrının ve yarınların en büyük dehası Atatürk, bu nedenle ölümsüzdür, eşsizdir.

Çok yönlülüğü:

Dünyada çok başarılı komutanlar, çok etkili liderler, eşsiz matematikçiler, kıymetli sanat tutkunları, halkın sevgisini kazanmış nice siyasiler vardır ancak bunların hepsini aynı bedende buluşturabilen tek lider Atatürk’tür. O her alandaki bilgisi ve öz güveniyle inkılap ve muharebelerin her birine tesir etmiş ve başarıyı getiren kahraman olmuştur.

Mantıklı oluşu:

Atatürk, gerek devlet işlerinde ve gerekse özel hayatında aklın kabul etmeyeceği maceracı işlere hiçbir zaman atılmamıştır. “Akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek bizim en belirgin özelliğimizdir” diyerek devlet ve millet menfaatlerini ilgilendiren konularda mantıklı hareket edilmesi gerektiğini belirten Atatürk akla müracat edilmeden hissiyatla veya acele verilecek kararların isabetli olmayacağını öğreterek detaylı planlama ve cesaretle uygulamayı esas almıştır.

Eğitimciliği:

En büyük özelliği başöğretmen olan Atatürk, hayatın her alanında Ulusu’na öğretmen olmuş, öğretmiş, yol gösterebilmiş bir liderdir ki diğer meziyetlerinin yanında bu mizacı O’nun asli karakteridir. Eğitim ve öğretime verdiği önem ve destekle kısa sürede büyük aydınlanma hamlesi gerçekleştirebilen Atatürk’ün başarısındaki asıl sır eğitime verdiği kıymet ve takipçi kontrol alışkanlığıdır. Bu kontrol sadece öğrencileri değil öğretmenleri de kapsamaktadır ve sınav kağıtlarını okumayı isteyebilecek kadar eğitimin içinde olan Atatürk, yazdığı kitaplarla da eğitime katkı sağlamış müstesna kabiliyetlerdendir. “Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum olarak yaşatır; ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder.” diyen Atatürk’e göre yarınların teminatı çağdaş eğitim ve öğretim usulleriyle yetişmiş vatansever Türk gençliğidir.

İkna ediciliği:

Sahip olduğu bilgi, detaylı planlama, cesaretli ve tarafsız idrakiyle Atatürk, fikirlerine taraf olmayanları dahi ikna edebilen, bunu baskıyla değil izah ve hoşgörü ile yapabilen bir liderdir.

İnsan ve millet sevgisi:

İnsanı, insanlığı ve aziz milletini canından çok seven Atatürk, tüm mücadelesini bu değerlerin bekası için ortaya koymuş bir dehadır. Öyle ki tarihten gelen kudret ve kültürüyle Türk kavramını yeniden şahlandıran Atatürk, sevgisi, güveni ve inancıyla halkına ve milletine yakın olabilmiş, mazlum tüm uluslar ile sevgi bağları kurabilmiş bir liderdir.

Yöneticiliği (Liderlik özelliği):

Askerlik yıllarında ki katı ve istikrarlı kararlılık ve cesareti, sivil ve diplomasi alanında da aynen görülen Atatürk’ün yöneticilik kabiliyeti tartışılmaz bir mahiyettedir. O kadar ki O, ne yaptığını bilen, vereceği emirlerin uygulanıp uygulanmadığını sürekli kontrol eden, verdiği kararların uygulanmasını sağlayan, yöneticilik (liderlik) vasıflarının en güzel örneklerini tavır ve konuşmaları ile üzerinde taşıyan bir önderdir. Tavır ve davranışlarıyla örnek olan Atatürk, emir veren veya yaptıran konumunda kalmamış, yapan ve yerinde kontrol eden hüviyeti ile daima en önde ve en kritik yerde olabilmiştir. “Büyük kararlar vermek kâfi değildir. Bu kararları cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır.’” diyen Atatürk’e göre gayeler ancak tatbik edilebilirse hedeftir ve hedefler ancak ele geçirilebiliyorsa makbuldür.

Planlı çalışma alışkanlığı:

Rastgele, düzensiz, acele plan, fikir ve tasarruflardan uzak olan Atatürk, daima mantıklı bir planlama takip etmiş, planların nihayete kadar plana uygun sürmesini dilemiş, aksayan noktalarda tedbir getirebilmiş bir dehadır.

Alçakgönüllülüğü:

Tüm başarı ve zaferlerine rağmen Atatürk, yapılan işleri ve elde edilen başarıları asla kendine mal etmemiş, kendini övmemiş, başarıyı halka ve millete, orduya ve dava arkadaşlarına mal etmiştir. Böbürlenmek, kibirle büyüklenmek huyu olmayan Atatürk tüm dehasına ve galibiyetlerine rağmen tevazuyu terk etmeyen, halktan kopmayan bir şahsiyettir.

Sanatsever kişiliği:

Bilim ve bilgiye olan aşkı kadar sanata da yakın ve aşık olan Mustafa Kemal Atatürk, “Efendiler, milletvekili olabilirsiniz, cumhurbaşkanı da olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız.”, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” diyerek bilim ve sanata verdiği önemi göstermiş, açtığı okul ve müzelerle, sergi ve etkinliklerle, yurt dışına tahsile gönderdiği öğrencilerle Türk Kültür ve sanatına kalıcı tesir edebilmiş müstesna bir kabiliyettir.

Umudunu yitirmemesi:

O tüm inanç, plan ve cesareti ile, en zor anlarda dahi umudunu yitirmeyen, asla teslim olmayı düşünmeyen, vazgeçmeyen, ertelemeyen, üşenmeyen bir yapıdadır. O, Sakarya savaşının en zor günlerinde gerekirse yurt savunmasını tek başıma üstlenirim diyebilecek kadar cesur ve cesaretlendirici, barış görüşmelerinde bağımsızlıktan taviz vermektense uzun savaş yıllarını göze alabilecek kadar kahraman bir dehadır ve milletin layık olduğu seviyeye erişinceye kadar her türlü mücadeleyi, şartlar ne denli zor olursa olsun yapmakta kararlı bir dehadır. En yakınındakilerin manda veya himaye ile kurtulmaktan başka çare olmadığını dillendirdiği anlarda bile O milletine olan inancı ve orduya olan sarsılmaz güveniyle esaret altında yaşamaktansa ölmeyi tercih edecek kadar kahraman ve alsa yeise düşmeyen bir sarsılmaz irade sahibidir.

Şekilci ve aldatıcı olmayan sarsılmaz imanı:

Atatürk düşmanlarının sıkça dillendirdiğinin aksine Atatürk, Allah’a, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e sevgi ve itimat besleyen, yazı, makale, mektup ve demeçlerinde Allah adını ağzından düşürmeyen, sıkça dua eden, hutbeler verebilen, meal ve tefsir hazırlatması ile İslam’ı yaban otlarından temizleyen duru bir Allah inancına sahiptir. Arap örfçülüğüne ve israiliyatın tüm unsurlarına düşman Atatürk’ün tek gayesi İslam’ı yeniden Kur’an dini yapabilmek ve halkı din ile buluşturup, dini, Kur’an’ı anlaşılır hale getirmektir. Keza O’nun İslam’a hizmetleri cami yapım ve onarımlarından, diyanet işleri başkanlığına kadar uzanan geniş bir yelpazededir ve dincilerin asıl nefret duyduğu da bu dinsel aydınlanma sürecidir. Oysa Atatürk, inancını aziz milletinden ve Yüce Rabbinden alan, Hz. Peygamberin insanüstü başarılarından çokça etkilenen birisidir. Riya ve gösteriş ile şekilci İslam’a karşı olan Atatürk, ana dilde ibadeti de teşvik ederek halkın okuduğu Kur’an’ı anlamasını dileyen ve bunu en yüce ibadetlerden sayan bir şahsiyettir.

***

Elbette Atatürk’ün yüce şahsiyetini bu satırlara sığdırmak mümkün değildir. Burada yazılanlar öne çıkanlardır ve Atatürk deha, örnek, cesur, asırlarca bir daha nasip olmayacak bir yüce varlıktır, Türk’ün atasıdır, Türkçülüğün parlayan güneşi, mazlum tüm devletlerin umut ışığıdır.

Gençlere ve gençliğe sonsuz güven besleyen Atatürk eğitim ve öğretim ile çağdaş medeniyet seviyesi yakalanırken kültür ve örflerden taviz vermemek gerektiğini savunan milli ve yerli bir kahramandır, dine ve devlete saygılıdır, asker, siyaset adamı ve önderdir, başöğretmendir.

Bizlere düşen ise bu aziz liderin hatırasına sahip çıkmak ve ilkeleri istikametinde yorulmadan, yorunulsa da durmadan, üşenmeden yürümeye devam etmektir.

Bu yazı Atatürk’ün Kişisel Özellikleri ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-kisisel-ozellikleri/feed/ 0
Atatürk ve liyakat http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-liyakat/ http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-liyakat/#respond Mon, 10 Jun 2019 09:04:37 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8145 Atatürk ve liyakat Ehliyet ve liyakat, dinin emri olduğu kadar ilim ve fennin, medeniyet ve ilerlemenin, toplumca refah ve huzura yükselebilmenin vazgeçilmez şartıdır. Cumhuriyet Türkiye’sinin...

Bu yazı Atatürk ve liyakat ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk ve liyakat

Ehliyet ve liyakat, dinin emri olduğu kadar ilim ve fennin, medeniyet ve ilerlemenin, toplumca refah ve huzura yükselebilmenin vazgeçilmez şartıdır. Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu kadrolarınca bilhassa dikkate alınan liyakat meselesine dair en çarpıcı anekdotlardan birisi elbette işe girmek için yardım isteyen bir bayan vatandaşın, işe alınmaması sonrası Atatürk’e serzenişte bulunması ve Atatürk’ün bu serzenişe verdiği cevaptır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni Türkiye Cumhuriyeti için iki temel şartının ilki namus ve diğeri liyakatti ki sağlam karakter, vatan sevgisi, kahramanlık ve fedakârlık namusun, bilgi ve ehliyet, ruhsat ve kabiliyet liyakatin alt yapısını oluşturuyordu.

Devletin hiç bir kademesinde en yakınlarını dahi liyakat sahibi değillerse istihdam ettirmeyen Atatürk, bilginin gücünü yüceltmiş, onlarca devrimle bilimin ışığında ilerleyen bir Türkiye inşa etmeye çalışmış, yarınların usta ellerce şekilleneceğini çok önceden görmüştü. Bu nedenle Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kademelerine, mükemmel bir öngörü ile daha savaş yıllarında yurt dışına tahsile gönderilenler, yetenek ve ehliyet sahipleri, o işte ve devlet kademelerinde tecrübe ve bilgi sahibi olan kimseler yerleştirilmişti. Azınlıklar, gayri müslimler bile bu kademelerde yer almaktaydı ve tek şart vatana hizmette öne çıkmaktı.

İşte bu hissiyatı en güzel anlatan hatıralardan birisi Hulusi Köymen tarafından aktarılan bir anıdır ki on yıl gibi kısa bir sürede başarılan muazzam Türk Mucizesine ışık tutacak cinstendir.

Cumhuriyetin ilanından birkaç yıl sonra olsa gerek, Mustafa Kemal Atatürk Mudanya üzerinden Bursa’ya seyahat etmektedir. O esnada Gazi’ye halkın ilgisi büyüktür, aracının yanına gelenler, sevgi gösterisinde bulunanlar… Bir anda kalabalık bir kitle tarafından etrafı sarılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk kalabalığı yararak ona doğru yaklaşan bir kadını görür, kadın yanına geldiğinde elinde bir kâğıt vardır.

Mustafa Kemal Atatürk’e yaklaşır, tedirgindir… Çevredeki herkesin fark edebileceği titrek bir sesle “Beni tanıdın mı oğul?” der ve anlatmaya başlar. “Ben sizin Selanik’ten komşunuzdum. Bir oğlum var, Devlet Demir Yolları’nda işe girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz, fakat müdür dinlemedi. Oğlumu işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.”

Duydukları karşısında Mustafa Kemal Atatürk mutlu olmuş gibi görünüyordu.

Anlatılanları anladığını belli eden bir ifadeyle “Oğlunu almadılar mı?” dedi.

Kadının onaylarcasına bakışları arasında konuşmasına devam etti.

“Ben talimat verdiğim halde mi almadılar? “

“Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar, işte cumhuriyet böyle anlaşılacak.” dedi.

O an ondan yakınındaki bürokratlara emir vermesini bekleyen kadın şaşırmıştı ama Mustafa Kemal mutluydu. Yıllar boyu öncülük ettiği devrimler yerini bulmuştu. Hayalini kurduğu, liyakatin, bilginin yetkili olduğu bir Türkiye inşa edebilmişti…

***

İşte Genç Türkiye’nin on yılda yarattığı Türk Mucizesinin parolası bu hatıranın manasında yatmaktadır. Ehliyet ve liyakat sahibi olmayanların işgal edeceği devlet kadroları halka hizmet değil halka zarardır ve yükselme ve ilerleme ancak ehil eller marifetiyledir. En yüksek mercilerdekilerin ehliyetsiz olan en yakınlarının dahi devlet kadrolarına getirilmesi ve sadakatin ön plana çıkarılması vatana da, ülkeye de, ilerleme ve refaha da aykırıdır.

Atatürk’ün emrini dinlemeyecek kadar liyakata ve vatanseverliğe sahip kadrolar var olduğu içindir ki Cumhuriyet’in temelleri sağlamdır. Sadakat ön plana çıkarılmadığı içindir ki tüm alanlarda başarı yakalanabilmiştir.

Ve Atatürk, emrini dinlemeyen memurlara, mahiyete, vatan evlatlarına dahi sevgi ve hoşgörü gösterecek, onların azarlanmayı göze alıp işlerine sahip çıkmasına sevinecek kadar kadirşinas bir Yüce karakterdir.

Liyakat ve ehliyet, namus ve vatan sevgisi bu nedenle yücedir, vazgeçilmezdir.

Bu yazı Atatürk ve liyakat ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturk-ve-liyakat/feed/ 0
Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti http://ataturkicimizde.com/ataturkun-ardahan-karadaga-yansiyan-silueti/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-ardahan-karadaga-yansiyan-silueti/#respond Thu, 30 May 2019 05:16:34 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8142 Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti Ardahan’ın Damal ilçesindeki Karadağ sırtlarında ‘doğal mucize’ olarak nitelendirilen ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün silueti, bu yıl erken görülmeye başlandı....

Bu yazı Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti

Ardahan’ın Damal ilçesindeki Karadağ sırtlarında ‘doğal mucize’ olarak nitelendirilen ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün silueti, bu yıl erken görülmeye başlandı.

Her yıl 15 Haziran- 15 Temmuz tarihleri arasında ortaya çıkan doğal Atatürk silüeti, bu sene 25 gün önce görülmeye başlandı. Siluet havanın güneşli olması durumunda her gün 17.55- 18.10 saatleri arasında Ata Mahallesi’nden izlenebiliyor. Fotoğraf sanatçıları, Atatürk sulietini görüntülemek için ilçeye akın etti.

Ata Mahallesi’nde oturan gençler, her gün Atatürk’ün silüetini izlediklerini ifade ederek, vatandaşları da ilçeye davet etti. Atatürk silüetini görmek için yerli ve yabancı çok sayıda turistin ilçeyi ziyaret ettiğini belirten gençler, bu doğal mucizenin ilçe için bir bağış olduğunu kaydetti.

SİLÜET NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Atatürk silüeti ilk olarak 1954’te Yukarı Gündeş köyünde çobanlık yapan Adıgüzel Kırmızıgül tarafından fark edildi. Silüetin, 1975 yılında gazeteci Erdoğan Kumru tarafından çekilen fotoğrafları Genelkurmay Başkanlığı’na gönderildi. Bu nedenle 23 yıldan bu yana Damal ilçesinde temmuz ayında ‘Atatürk’ün İzinde ve Gölgesinde Damal Şenlikleri’ düzenleniyor.

Kaynak Yeniçağ: Atatürk’ün silueti bu yıl erken görüldü

Bu yazı Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-ardahan-karadaga-yansiyan-silueti/feed/ 0
ONUNCU ADAM http://ataturkicimizde.com/onuncu-adam/ http://ataturkicimizde.com/onuncu-adam/#respond Wed, 29 May 2019 04:37:51 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8136 ONUNCU ADAM Onuncu adam kural veya felsefesi, çoğumuza yabancı ve tuhaf gelecek şekilde, 2013 yılında bir filmde (Dünya Savaşı Z) telaffuz edilen bir kural veya...

Bu yazı ONUNCU ADAM ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
ONUNCU ADAM

Onuncu adam kural veya felsefesi, çoğumuza yabancı ve tuhaf gelecek şekilde, 2013 yılında bir filmde (Dünya Savaşı Z) telaffuz edilen bir kural veya uygulamadır ve özü; olup bitenler hakkında herkes tam ikna olmuş vaziyette, aynı fikirde olsa bile içlerinden seçilmiş bir kişinin (onuncu adamın) tam aksi istikamette ispata çalışması ve sakınca-hata-hile araması demektir.

Bu felsefe hayatın özellikle kamuya ait tüm alanlarına uygulanabilir ve bizlerce de faydalıdır. Sonucu değiştirecek güce sahip olsun veya olmasın onuncu adamın tüm gayreti ön kabullerden, ön yargılardan veya sunulandan, tüm algılardan sıyrılıp tarafsız olarak, yeni baştan, hatta art niyetle konuya tersten yaklaşması ve açık araması gayretidir.

Ülke gündeminde, bekaya dair meselelerde, siyasi manevralarda, terör sorunlarında, mali politikalarda, üretim, tarım ve sanayide bu kuralı işletmek olası tehdit ve tehlikeleri de görünür kılacak bir antitez çalışmasıdır.

Bilhassa askeri meselelerde bu onuncu adamın görevi düşman veya düşmanların, silahlı veya silahsız hamlelerini sanılanın ve görülenin aksine tespit edebilmek ve erken teşhis ile sorunları önceden bulup tedbir getirilmesini sağlamaktır.

Bu felsefe çoğu akla ters ve gereksiz gelecek olsa da işin en kötüsünü düşünmek, en masum ve haklı görünen meselede dahi bir bit yeniği aramak görülecektir ki çoğu zaman fayda sağlayacak ve oynanan oyunları ortaya çıkaracaktır.

Algılarla yönetilen dünyada sanal veriler ve sahte demeçlerle kandırılan sayısız insan/toplum vardır ile gerçek çoğu zaman farklıdır. Televizyon ve film sektörünün asli görevi insanları eğlendirmek değil, bu algıları zihinlere yerleştirmek, reklamlar ve dizilerle çocukları dahi kendi sistemlerine hazır birer asker yapmak, tüketim toplumları yaratmak, düşünmeyen, para harcayan, bencil ve sanal-bilgisayara bağlı bir gençlik üreterek yarınlarda kurmayı planladıkları yenidünya düzenine altyapı oluşturmaktır.

Sermaye piyasalarındaki dalgalanmalarda, siyasi demeçlerde, başa gelenlerde çoğunluğa ve genel kabule uymak kişilere mutluluk verir çünkü insanlar haklı olduklarını ve doğru tarafta yer aldıklarını sanırlar. Oysa çoğunluk her zaman asla doğru taraf demek değildir. Doğru taraf haklı ve düzgün olan, adil ve güzel olandır.

Algılarla ilgili insanların çoğu umursamaz halde olsa da, bazı akıl sahiplerinin temel kabulleri yıkmak adına işin perde arkasını görmek arzusu ve kabiliyeti sayesinde, insanlık bugünlere daha emin vaziyette gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bunların belki de en yücesidir.

Tüm halkın, meclisin, saray ve halifenin razı olduğu, başkaca yol bulamadığı, korkuyla titrediği bir anda, zulme başkaldıran ve açıkça görünmeyen kurtuluş ışığını “Ya istiklal ya ölüm” parolasında bulabilen Mustafa Kemal Atatürk, tüm yargı ve kabullerin ötesine geçip umut ışığını yakalayandır.

O, kuvvetli önsezisi ile, söz ve hareketlerdeki derin manayı sezişiyle, manevra ve hamlelerin gerçek maksadını tespit edebilme kabiliyeti ile hayatında büyük çaplı ve kalıcı hata yapmamış tek liderdir.

Aynı mantıkla Türk gençliği bugün tüm meselelerine onuncu adam gözüyle bakabilmeli, gözlük, elek ve kalkan modeliyle yarınlara daha emin uzanabilmelidir.

Gözlük ile kast edilen, satır aralarını okuyabilme, perde arkasını görebilme, olayların birbiri ile bağlantısını sezebilme, gerçek maksadı ortaya çıkarabilme kabiliyetidir ki gazeteleri okurken, televizyon izlerken bu göz hep açık olmalı, bakmamalı, görmelidir.

Elek, yaratılmak istenen algıları tespit eden gözlüğün yardımıyla, zararlı algıları beyne ve kalbe sokmamak için elemeye yarayan araçtır ki faydasız, taraflı, yanlış, zararlı algıları daha en baştan reddetmek ve çuvala doldurmamak lazım gelendir.

Kalkan, tüm çabalara rağmen dinmeyecek algı yağmurlarından korunmak için bizleri koruyacak bilgi ve beceriye sahip olmak yetisidir ki bilgiden, akıldan yoksun insan ve toplumlar kalkansız kalacak, oklar vücutlarına acımasızca saplanacaktır.

İşte Türk gençliği, gözlük, elek ve kalkanıyla, onuncu adam mantığıyla kanmamak, aldanmamak, fark etmek ve tedbir almak mecburiyetindedir.

Çoğunluk ne derse desin, ekranlarda neler anlatılırsa anlatılsın, kitaplarda dahi ne yazarsa yazsın, en güvenilir insanlar neyi işaret ederse etsin gerçek tektir, yanlış çoktur. Bu dinde de böyledir, sosyal hayatta da.

Akıl ve bilgiye dost Türk gençliği önce okuyarak, öğrenerek ve aklına ekleyerek, sonra bunları hayata tatbik ederek, bit yeniği arayarak, aldanmayarak, kanmayarak, delil ve ispat arayarak, söze değil harekete bakarak gerçeği aramak ve çıkar yol bulmak zorundadır.

Siyonizm denen bela, algı yaratmakta, sanal saldırılarda, kendisini komplo teorileri sıralamasında en altta göstermekte, tembelliği özendirmekte, bilgiyi uzaklaştırmakta, hatta sahte bilgi üretmekte, sayısız belalar açarken kendisini masum göstermekte, sözle gönül alırken, amel ve eylemle ihanetlerin en yücelerini işlemekte, maske ile dolaşmakta hünerlidir.

Sömürgeci, yayılmacı, demokrasi karşıtı, terör destekli, din odaklı zararlı tüm faaliyetlerin ortak kaygısı GERÇEĞİ kendi lehlerine değiştirmektir. İşte gençliğin vazifesi bu yalın haldeki, el değmemiş gerçeği bulabilmek, değişmişse ilk halini yakalayabilmektir.

Onuncu adam mantığı ile devletlerin bekası temin edilebileceği gibi, kişilerin de huzur ve mutluluğu teminat altına alınabilir. Çünkü saf ve iknaya hazır vaziyette her görülene aldananların ortak adı “aptal”dır. Akıl sahipleri ise hemen alıp kabul etmeyen, sorgulayan ve delile dayandıranlardır.

Mustafa Kemal Atatürk, neredeyse tüm halkın ve yöneticilerin ikna olduğu bir ortamda, yanlışı gören, isabetli ve cesur öngörü sahibi dünya lideri olabilmişse bu vatan ve dinden aldığı iman kadar aynı zamanda sorgulayan beyne sahip olmasındandır ve O bu yüzden gençliğe okumayı, aklı, bilimi emretmiş, rehber olarak işaret etmiştir.

Bu yüzden O, gençliğe hitabesinde özet olarak yaşanan ve muhtemel yaşanacakları işaret etmiş, yüz yıl öncesinden yarınları görebilmiştir.

Hayatında hiç aldanmamış, kanmamış olması Atatürk’ün dehasına ispat, aynı zamanda Cumhuriyet gençliğine de örnektir.

Bu sayılanlar terk edilirse kişi ve toplumlar çokça mutlu olur ama içinde bulunduğu su yavaş yavaş ısıtılan kurbağa misali farkına varmadan kaynama noktasına gelir ve ölürler. Çünkü su aniden ısıtılırsa fark edilir ve kurbağa kaçar.

Bu yüzden acele etmeden, yüz yıllık ihanet yemini ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuyusunu kazmak isteyenler, yarattıkları algılarla, sıkıştırmalar, tehditler, oynamalar, kandırmacalar ve hileler ile suyu yavaş ısıtmakta, bilinçsiz, tüketime dayalı, sorumsuz, bilgiden uzak, tembel gençlik yaratmak, halkı yemek, yatak, lüks, israf ve eğlence denizine sokup düşünemez hale getirmek suretiyle Cumhuriyeti yavaş yavaş yok etmek istemektedir.

Akılların hemen yok artık dediğini duyar gibiyiz.

Çok basit olarak kırk yıl önceki yaşadığınız ortamı düşünün. Yediğiniz şeylerden, para ile satın aldıklarınızın listesine kadar düşünün. Kedileri öldürmek büyük günah ve köpekler şeytan (avludan içeri sokulmaz) iken bugün sizlere algılarla kabul ettirilenlere bir bakın. Kediler nankör ve köpekler en sadık dost olduysa… bu nasıl oldu? Hz. Peygamber Mekke’de bir tek köpek tutmaz ve dağların ardına sürdürürken, nasıl oldu da Müslüman olan bir toplumun evleri, arabaları köpeklerle doldu?

Halk nasıl oldu da üretimi terk edip tüketime odaklandı?

Nasıl oldu da Ulu önder ATATÜRK, aldanmamış, hata yapmamış, devasa başarılar elde etmiş, bu günleri temin etmiş, dine soluk aldırmış, vatanı selamete çıkarmış iken … sorgulanır oldu?

Türklük nasıl oldu da medeniyet beşiği ve ilim-irfan ordusuyken … barbarlar sürüsü yapılıverdi?

Aile ilişkileri, ana babalar, ana-baba kutsallığı nasıl oldu da 18 yaş ile terk edilmesi gereken geri kafalılar yapılıverdi?

Üç kuruş maaş için çalışanlar nasıl oldu da pahalı arabalar ile borçlanır oldu?

Mahalle kızlarına saldırmayı bırakın, yan bakan yabancılar sopalarla dövülürken nasıl oldu da beş yaşındaki kızlara tacizciler sokaklarda cirit atar hale geldi?

Nasıl oldu da yalancı, aldatıcı, münafıklar toplumda adam yerine konmazken, hırsızlara kiralık ev dahi verilmezken şimdilerde hırsızlar beyefendi oluverdi?

Adalet nasıl oldu da baş tacı iken bir kız isminden ibaret oldu?

Cumhuriyet Türkiyesi’nin en kilit kelimesi “NAMUS” iken nasıl oldu da namus ötelendi, örselendi?

Görüldüğü gibi bunları bir kez düşünürseniz oynanan oyunu da fark edersiniz ki az sayıda aydın bunları izah için kendisini paralarken, maalesef toplumun çoğu hala uyumaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk öylesine huzurlu ve refah bir ortam sağlamıştır ki halk hala uyumaktadır.

Atatürk öylesine güçlü bir üretim modeli yaratmıştır ki ülke serveti tüm müdahalelere rağmen hala bitmemiştir.

Cumhuriyet öylesine güçlüdür ki tüm çabalara rağmen hala ayaktadır.

Lakin…. bu umursamazlık ve sorgulamamak belası devam edecek olursa kaçınılmaz son pek de uzak değildir.

İşte tam da bu yüzden gençlik, yarınların teminatı olarak Atatürk olmak, Atatürk gibi düşünmek zorundadır. Herkes onuncu adam mantığıyla, elekle, kalkanla, gözlükle meselelere yaklaşıp aldanmamak mecburiyetindedir.

Çalışmak, aklı rehber etmek, delil ve ispat aramak, sorunlara algılar istikametinde değil sağduyu ve bilgi ile yaklaşmak doğru olandır.

Ulu Önder Atatürk’ün mirası maddi serveti veya eserleri değil, aslen manevi mirasıdır. Bu manevi miras, O’nun fikirlerini anlamak ve takip – tatbik etmektir.

Yoksa bu gaflet uykusu devam ettiği müddetçe, kişilerin huzur ve mutluluğu da, ülkenin bekası da, İslam’ın geleceği de, Türklüğün değerleri de yakın zaman sonra yitirilmeye mahkûmdur. O zaman hürriyet ve istiklalini kaybetmiş toplumların başına gelenler gibi ülkenin kaderi de esaret ve yokluk olacak, en yüce değerler ayaklar altına alınacaktır.

O halde zaman Atatürk gibi düşünmek, Atatürk olmak, Atatürk’ü sadece izlemek değil, Atatürk ile aynı safta cehalet ve gaflete karşı azimle savaşmak zamanıdır.

Sayısız zararlı ve pis kokulu hamle, oyun, tezgah, hile, saldırı, tuzak arasında en gerçek yol gösterici akıl ve bilim, en yüce örnek Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet, manevi rehber Yüce Kur’an, en gerçek ses kalplerin, vicdanların sesidir.

Bu yazı ONUNCU ADAM ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/onuncu-adam/feed/ 0
Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi http://ataturkicimizde.com/ataturkun-gunes-dil-teorisi/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-gunes-dil-teorisi/#comments Thu, 23 May 2019 05:28:00 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8119 Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi bakınız; Atatürk’ün dil üzerine veciz sözleri Ulu Önder Atatürk’ün, askeri ve siyasi başarılarının çok ötesinde ölümsüzlüğünü sağlayan alanlar daha ziyade fikirsel...

Bu yazı Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi

bakınız; Atatürk’ün dil üzerine veciz sözleri

Ulu Önder Atatürk’ün, askeri ve siyasi başarılarının çok ötesinde ölümsüzlüğünü sağlayan alanlar daha ziyade fikirsel alanlardır ve O’nun Türk tarihi ile Türk diline ait araştırmaları sonuca ulaşamamış, durdurulmuş (!), engellenmiş olsa da halen potansiyel gerçekleri içermektedir.

Millet ve Türk olma bilincinin kaçınılmazı olan Kültürün bu iki temel taşına dair Atatürk’ün gösterdiği ışık ve verdiği destek sayesindedir ki zor savaş yıllarından çıkmış halk moral bulmuş, kültürel kimliğine adım atmış, esaretin her türlüsüne baş kaldırarak yerli ve milli olma yoluna girmiştir.

Türk Dil Kurumu’nun teşkiline de esas teşkil eden bu husus, dünya dillerinin Türkçe’den kaynaklandığı, en azından feyz aldığı teorisine dayanır ki, Türk Tarih tezinde de görüldüğü gibi medeniyetin en eski kavimlerinden olan Türkler varlıkları, coğrafyaları yanı sıra dilleriyle de cihana tesir etmiştir.

Atatürk’ün araştırılmasını istediği, bu maksatla kurumlar, dergiler tesis ettirip, kongreler düzenlediği bu konu araştırılmaya değerdir ve tarih tezinin kardeşidir. Öyle ki tarih ve dil tezleri birbirinden ayrı olarak değerlendirilemez.

Maalesef tarih tezi gibi dil tezi de tozlu raflara kaldırılmış, başka manalara çekilmiş ve özellikle 1929 ekonomik krizi nedeniyle de bir hayli yara almıştır. Acı olan ise bazı kesimlerce ve hatta Türk Dil Kurumu’nca bu gayretlerin safsata veya boş olarak kıymetlendirilmesidir. Bu maksatlı gayret ve engellemenin millete ihanet olduğu ise açıktır çünkü adı üstünde bu bir tez veya teoridir ve incelenmelidir. En azından aziz Atatürk’ün hatıra ve saygısı adına ihtimal dahilinde bile olsa bu yapılmalıdır ki yapılmamıştır. Bağımsız ve medeni bir Türkiye için tüm engellemelere rağmen, ırkçılık, komünistlik veya başkaca taraflara çekilmeden, konu her daim canlı tutulmak ve incelenmek mecburiyetindedir ki Türk’ün tarihi, dili ve medeniyeti ile bir bütündür.

Güneş Dil Teorisi kuramı

Güneş-Dil Teorisi Türkçenin tüm dillerin atası olarak kabul edildiği bir teoriydi. Bu teoriye göre tüm diller Türkçe’den türemişti. Teoriye Atatürk Avusturyalı dilci Kvergic’in kendisine yolladığı Moğol, Macar, Mançu-Tunguz, Japon ve Hitit dilleri arasında akrabalık tespiti amaçlayan bir broşürden yola çıkılarak bu görüşe destek vermiştir ve araştırılması talimatı vermiştir. Akdeniz ve Avrupa coğrafyalarına hakim olan dillerin kaynaklarının Orta Asya’dan geldiği görüşü yine bu teorinin içindedir.

İnsanın dış dünya ile her zaman iç içe olduğunu ve bu doğrultuda insanın öncelikle kendini ısıtan ve aydınlatan varlık olan güneş ile aralarında etkileşim gerçekleştirdiği ilk düşünmenin kendini ısıtan ve aydınlatan güneşin ne olduğu sorusunu kendine soran insanoğlunun bu yolla ilk sözcük olarak da güneş sözcüğünü oluşturduğu varsayımına dayanan bir teoridir. Üzerine çokça gidilmiş bir teoridir. Ancak uluslararası camiada çok fazla destek görmediği için vazgeçilmiştir.

Güneş dil teorisi, Osmanlı döneminde farsça ve arapça’nın gerisinde kalmış, ikinci plana itilmiş olan Türkçe’ye, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra eski itibarını kazandırmak amacı ile Atatürk’ün tarih tezi doğrultusunda geliştirilmiş teoridir. Bu teoriye göre türkçe, dünya tarihindeki ilk ve en kapsamlı lisanlardan biridir. Bu teoriye esin kaynağı; Sırp asıllı Avusturya’lı dilbilimci Dr. Phil. Hermann Kvergic’in “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” isimli 41 sayfalık basılmamış Fransızca eseridir. Kvergic bu eserinin bir nüshası Atatürk’e gönderilmiş, gazi’de yaptığı inceleme sonucu türk dilinin diğer dillerle benzerliği ve etkileşimi hakkında çalışmalar başlatmış, hatta Türk dil kurumu‘nu kurdurmuştur.

Güneş Dil Teorisinin temelini, bütün dillerin Türkçeden geldiği tezi teşkil eder. Bu dilbilim kuramı, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenmiş ve bizzat geliştirilmiş, ancak dilbilimciler tarafından zamanında kabul görmemiş ve kısa sürede kenara konmuştur. Yine Atatürk’ün 1938 yılında vefatının ardından İbrahim Necmi Dilmen Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi ile ilgili derslerine son vermiş, öğrencileri bunun sebebini sorduklarında ‘Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi’ diye cevap vermiştir.

Atatürk Güneş Dil Teorisi’ni, Türk Tarih Tezi’ni güçlendirmek için ileri sürmüştü. Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi’ne göre “doğal nedenlerle Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanma göç eden Türklerin gittikleri yerlere dillerini de götürdükleri” mantıksal çıkarımına dayanıyordu.

Güneş Dil Teorisi’ni kanıtlamak için, daha önce de ifade edildiği gibi, özellikle “kökeni belli olmayan kelimeler” Türk dilbilgisi kurallarına göre yeniden anlamlandırılıyordu.

Atatürk, Güneş Dil Teorisi’yle, Batı’nın küçümsediği, aşağıladığı Türk ulusunun dilinin, tüm dünya dillerini beslediğini kanıtlamak istiyordu. Böylece Batı’nın Hint-Avrupa Dil Teorisi’ni çürütmek istiyordu. Batı, sahiplenmek istediği ileri eski çağ uygarlıklarına, kendi dil grubu olan “Hint-Avrupalı” damgasını basıyor, böylece tarihsel iddialarını “dile” güçlendirmeye çalışıyordu.

Fakat Batı’nın Hint-Avrupa Dil Teorisi konusunda çok büyük bir sorunu vardı: Batı tüm çabasına karşın bir türlü Hint-Avrupa Dil Grubu’nun bulamamıştı.       Atatürk, Batı’nın bu sorununu çözmek istiyordu (!) İleri sürdüğü Güneş Dil Teorisi’ne göre Hint- Avrupa Dil Grubu’nun kökeninde Türkçe vardı. Eğer bu iddia kanıtlanabilirse “Batı merkezli dil tezinin” yerle bir olması işten bile değildi.

En önemlisi: “Bence Güneş Dil Teorisi tutmuştur. Hint-Avrupa dilerine de uygulanabilir.” diyen Atatürk, bu teoriye gerçekten inanıyordu. Atatürk: “Bence Güneş Dil Teorisi tutmuştur” derken yıl 1937’dir. Yani, Toktamış Ateş ve onun gibilerin sürekli tekrarladıkları: “Atatürk Türk Tarih Tezi’ne ve Güneş Dil Teorisi’ne gerçekten inanmıştı. Sonradan bu tezlerden vazgeçmişti” biçimindeki değerlendirmelerinin aksine Atatürk, ömrünün sonlarında bu tezden vaz geçmiş değildi; bu teze yürekten inanmaktaydı. Hatta öyle ki kendisine yıllar önce matematik öğretmeni tarafından verilen Arapça “Kemal” adının Türkçe “Kamal”   şeklinde yazılıp söylenmesine izin verecek kadar çok inanmaktaydı.

Güneş-Dil Teorisinin meydana gelişinde Dr. Kvergié’in oynadığı rol

Güneş-Dil Teorisinin ortaya konmasında rol oynayan önemli eserlerden biri, şüphesiz Viyana Üniversitesinde Doğu Filolojisi doktorası yapmış olan Hermann F. Kvergié’in (doğ. 1895), 1935 yılı ocak ayında Viyana’da hazırlayıp Atatürk’e göndermiş olduğu “Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi” (La Psychologie de quelques éléments des langues turques) adlı yazısıdır. Atatürk, 1935 yılının Şubat-Ağustos aylarında bu yazı ile yakından ilgilenmiş ve onu incelemiştir. Hatta Jesuit papazı Sümerolog Hilaire de Barenton’la birlikte Dr. Kvergié’i de 1936 Türk Dil Kurultayına çağırmış, onlara birer tez okutmuş, ayrıca Dr. Kvergié’in bir süre Ankara’da kalmasını sağlamıştır. Dilcilik alanında Viyana okulu, Friedrich Müller’den beri (1876), geniş davranan, klasik disiplinin dışına çıkan ve dilciliğe antropoloji ve sosyoloji öğeleri de katan bir okul olarak tanınmıştır. Bu gelenek o zamandan beri değişmemiş, Dr. Kvergié de Prof. W. Czermak’ın öğrencisi olarak bu geleneğe göre yetişmiş, dilbilime Sigmund Freud’un psikanalizini de katmış ve dil çözümlemesi için yeni bir yöntem bulduğunu sanmıştır.

Dr. Kvergié’in 41 daktilo sayfası tutan yazısı 55 bölüme ayrılmıştır. Eserin hiçbir yerinde güneşten söz edilmemişse de Güneş-Dil Teorisinin bazı temel kavramlarına burada rastlanabilir. Zaten bu teorisinin esaslarını anlatan Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili (Ankara, 1935) adlı eserde (s.7), Dr. Kvergié’in yazısı hakkında şöyle denmektedir:

“Bu sırada Dr. Phil. Orient. H. F. Kvergié’in Psychologie de quelques éléments des langues turques adlı basılmamış kıymetli eserini okuduk. Türk dilindeki süfikslerin gösterici manalarını bulmak için Dr. Kvergié’in bu nazariyesini Türk Dil Kurumunun ekler hakkındaki geniş ve çok misalli çalışmaları sayesinde anlayabildik ve istifade ettik.”

Dr. Kvergié’in bu eseri basılmadı. Kendisi bunun bir suretini bana vermiş olduğu için, bunu birkaç satırla özetlemek ve Atatürk’ün “istifade ettik” dediği bazı noktaları burada kısaca anlatmak istiyorum.

Güneş-Dil Teorisi (s.8-11), ilk insanın iç benliğini (ego) ve dış dünyayı birbirinden kesin olarak ayrı gösteriyor. Buna göre, ilk insan “harici dünyadan gelen levhalar” ve “harici dünyayı temsil eden gösterici işaretlerle” karşı karşıya bulunmuştur. Yine teoriye göre, “insan benliğini, kendini saran harici âlemdeki objeleri tespit fikrine eriştiği zaman anlaşılmıştır.” Dr. Kvergié’in eserinde de aynı konu hakkında şu düşünceler geçiyor (s.2 -4): “Beşeri bir dili konuşmak, bize, dışımızda bulunduğunu sandığımız ruhi hayatla asıl iç benliğimizde geçen olaylar arasında bir alışveriş gibi gelir. Dış dünyayı görür ve onu fizik gücümüz veya düşünce ve psişik dilimizle hâkim oluruz… Manevi hayatımızın, harici dünyadan gelen levhalar veya iç benliğimizde geçen ruhi cereyanlar şeklinde beliren en ince teferruatını ancak dil vasıtasıyla tespit edebiliriz.”

 Güneş- Dil Teorisi, Dr. Kvergié’in bu son düşüncesini şu kelimelerle anlatmıştır:

“Fikri hayatın en ince teferruatı, harici dünyadan gelen levhalar veya içimizde doğan ruhi cereyanlar şeklinde tezahür eder. İnsan bunları dil vasıtasıyla tespit etmeye muvaffak olur.” Dil felsefesi alanında, Güneş- Dil Teorisi ile Dr. Kvergié’in görüşleri daha başka noktalarda da birleşiyor. Bunlardan biri, teorinin şu paragrafındadır (s.8): “Dilin fonksiyonu, açlığı bildirmek, kuvveti göstermek, zevk hislerini ifade etmek ve bütün fena hislerden ve hayat tehlikesinden nefsi vikaye etmektir.”

Dr. Kvergié aynı fikri şöyle anlatmıştır (s.4): “Dilin ödevi açlığı bildirmek, güç gösterme, zevk hislerine sahip olma, hoşa gitmeyen hislerden ve hayat tehlikesinden kaçınma isteklerini belirtmektir.” Yine, başka bir ilke olarak teori şöyle diyor (s.11): “İlk insanlar, aralarında türlü jestler yaparak anlaşmak devrinden, gayet basit ve mahdut birkaç manalı söze jestlerini katarak anlaşma devrine geçmiş oluyorlar. Dillerin bugünkü tekâmülünde bile insanlar, tam fikir ve maksatlarını anlatabilmek için sözlerine jestler katmaktadırlar.”

Dr. Kvergié’e göre de insanın ilk dili, gösterme esasına dayanan işaret dili olmuş, “lafzi dil”ler de bu “gösterme esası”nı devam ettirmişler; yalnız, “el işareti” yerine “sözlü işaret” kullanmışlardır. Buna göre, ilk insan gibi, gelişmiş insan da konuşurken kendisini merkez (ego) olarak kabul etmiş, dış dünyayı kendisinden belli şekillerde ve belli ölçülerde uzaklaşan ışınlar, alanlar şeklinde kavramıştır.

Bu esası Türkçeye uygulayan Dr. Kvergié, eklerimizi, konuşanın dış dünyasını meydana getiren ve bunun ince bölüntülerini gösteren alanlar, mesafeler şeklinde göstermeye çalışmıştır. Böyle olunca, tabii olarak her ses (harf) bir yön, mesafe, hareket alanı, dolayısıyla da kavram ve anlam değeri kazanıyor, gösterme, çevre, iyelik hareket, soru, olumsuzluk vb. gibi. Bu ses öğeleri birbirleriyle birleştiği zaman özel anlamlar çıkabilir, bunlar bazen birbirine karşıt durumda da olabilir. Mesela, Dr. Kvergié’e göre m, özü, benliği gösteren bir sestir, men (ben), el-i-im, ben-i-im sözlerinde olduğu gibi, n sesi ise, özün yakınını, “muhatab”ı gösterir, se-n, göz-ü-n gibi. z’nin alanı daha geniştir, bi-z, si-z; s bunun bir değişiğidir, geliyor-s-u-n-u-z örneğinde olduğu gibi.

Güneş-Dil Teorisini açıklayan kitabın başında renkli iki levha vardır. Bunlardan birincisinde, 6 özektaş daire gösterilmiş ve ortadaki daire içni “İlk insanın bulunduğu mıntıka; buradan kendisini saran harici âlemdeki objeleri temaşa ve tetkik ediyor”, öbür daireler içinde “harici âlemi teşkil eden objeler” denmiştir. İkinci levha ise, “İnsan harici âlemdeki objelerin farklarını ve her birinin bulunduğu sahayı, bu sahaların birbirleriyle ve kendi ile olan münasebetlerini gösterebilecek gayreti neticesinde türlü vokalleri ve konsonları icat ediyor” şeklinde açıklanmıştır. Yine teoriyi açıklayan kitap, “Eklerin Rolleri” bölümünde, “objeler veya düşünceler, süjeye nazaran, yakın, uzak başka başka sahalarda bulunabilirler” dedikten sonra, bu sahaları birbirinden şöyle ayırıyor (s.33-35): m, en yakın sahayı, mülkiyeti ve belirme sahasını gösterir, p-b, v-f, ğ-y de bu sahadadır; n, kendine bitişik olan mahdut sahayı gösterir, z, oldukça geniş bir sahadır, s ile ş de bu sahanın içindedir; ç, c, j, esas olarak z sahasında ş, s gibidir, fakat süje ve objeyi gösteren konsonlar yerine de geçebilir; L, en uzak mıntıkalara kadar, her sahadaki objeleri ve hareketleri uzağı, büyüğü, belli olmayanı, enginliği, genişliği gösterir; t/d, çok kuvvetli yapıcı ve yaptırıcı, hâkim bir unsurdur; k, her türlü obje ve düşünceyi tamamlar, manayı tayin eder; r, yakın, belirli bir sahayı ve o sahadaki hareketi gösterir, istenilen şeyin olduğunu ifade eder. Vokallerden a, e, ı, i yakın hatlara, o, ö, u, ü ise uzak hatlara işaret eder.

Bunlar teorinin kullandığı kelimelerle anlatılan sözlerdir. Dr. Kvergié, ben, sen, şu, ol zamirlerine ve işaret edatlarına dayanarak, “b, yakını, s/ş uzağı, L (§ 21) daha uzağı gösterir” dedikten sonra, r, s, d/t’nin “saha ve uzaklık derecesi”ni belirtmeye yaradığını, L’nin geneli, uzağı, genişi, katmerliyi ve sınırsızı” gösterdiğini, t’nin “yapıcı ve yaptırıcı (§ 44) olduğunu, r’nin (§ 50) “bitmişi, erişilmişi, tamamlanmışı, istenilen şeyin yapılmış olduğunu” anlattığını, k’nin “bağ kurma ve belirtme” öğesi olduğunu, vokallerden (§ 28, 29), a, e, i’nin “yakın olana”, o, u, ö, ü’nün de “uzakta bulunana” işaret ettiğini birer birer açıklamıştır.

Bilindiği gibi, dillerin doğuşu konusunda dilbilimciler arasında birbirinden farklı görüş ve açıklama eğilimleri yer almıştır. Bazı dilbilimciler, ilk insanın konuşmasını çeşitli tabiat olayları ile ilgili sesleri taklit etme eğilimine bağlarken bazıları da bu konuda sosyoloji ve antropoloji yöntemine başvurmuşlardır.

Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kıvergitsch, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşleri ile birleştirerek dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmak istemiştir. Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi adlı incelemesinde ileri sürdüğü teorinin özü, Türkçenin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün bazı ses değişme ve gelişmelerine bağlanmasıdır. Bu temel görüşten yararlanarak Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili adlı kitapçığı hazırlamış olan Atatürk, teoriden iki şekilde yararlanmak istemiştir:

1. Türk milletine; eski, köklü tarihi ile olduğu kadar, eski ve köklü dili ile de gurur duyabileceğinin aşılanması,

2. 1932-1936 yılları arasındaki özleştirme çalışmalarında temel alınan tasfiyeciliğin frenlenmesi.

Atatürk, bu çalışmayı incelemiş ve çok beğenmiştir. Bunun üzerine çalışmayı, incelenmesi üzerine dil heyetine göndermiştir. Fakat dil heyetindeki kişiler, çalışmanın incelemeye değer bir içerik sunmadığını ve temelsiz olduğunu söylemişlerdir. Atatürk’ün ısrarı üzerine, Abdülkadir İnan, Naim Nazım ve Hasan Reşit gibi bilim adamları, bu çalışmadan hareketle “Güneş Dil Teorisini” oluşturmuşlardır. Atatürk, bu çalışmayı desteklemiş ve 3. Dil Kurultayı’na davet edilen yabancı dil bilimcilere de sunulmasını sağlamıştır.

Atatürk’ün görüş ve amaçları

Atatürk‘ün bu çalışmayı desteklemesinin bazı nedenleri bulunmaktadır. Bu dönemde dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtarılmak istenirken, daha kötü bir çıkmaza sokulmuştur. Bunun için dilin önündeki engeli kaldırarak, daha düzenli ve bilinçli Türkçeleştirme yapılabilmesi için bu teori bir çıkış yolu olarak görülmüştür. Ayrıca o dönemde halk, yüzünü Batı’ya dönmüş durumdadır. Uygarlığın ve gelişmişliğin ölçüsü olarak, Batı’yı kabul etmeye başlayan toplumu, öz değerlerimiz içinde yüceltebileceğimiz yönünde düşündürmek için, önce batılı bilim adamlarının Türk Dili üzerindeki yanlış düşüncelerini yıkmak gerektiği düşünülmüştür. Böylece halkı daha “milliyetçi” bir duruşa çekebilmek için, bu teori desteklenmiştir.

Güneş Dil Teorisi, temel olarak dünyadaki bütün dillerin “güneş” sözcüğünden başlayarak oluştuğunu kabul eder. Bu teoriye göre, bütün dünya toplumları için güneş çok önemlidir. Çünkü güneş, “ısıtma, ışıtma ve yükselme” özellikleriyle, bütün toplumların nazarında değerli ve yüce görülmüştür. Isıtma özelliği, ateş, duygu, heyecan ve sevgi; ışıtma özelliği, aydınlık, zeka, parlaklık ve güzellik; yükselme özelliği ise, esas, sahip, efendi, çokluk ve güç olarak kabul edilmiştir. Isısının insanların yaşamlarını devam ettirmesini sağlaması, ışığının yol gösterici olması, insanların yiyeceklerini güneş sayesinde bulmaları nedeniyle, insanların güneşe bu kadar önem vermeleri, onu bir şekilde ifade etme isteğini doğurmuştur. Bunu da en kolay ifade edilebilen “A” sesiyle dillendirmiştir. İlk bilinçli ses olan “A” sesinin yanında, sanki bir “Ğ” sesi de varmış gibi görünmektedir. Ömer Asım Aksoy’a göre yalnızca bu bile, fonetik olarak bu sözcüğün Türkçe kökenli olduğunu göstermeye yeterlidir; çünkü “Ğ” sesi, yalnızca Türkler‘de bulunmaktadır.

“A” sesinden sonra gelen “Ğ” sesinin yerine, “Y, G, K, H, U, B, M, P, T” sesleri de kullanılabilmektedir. Bunları 8 sesli harfle birleştirdiğimizde 72 tane kök oluşturulur. Bunlara da “birinci dereceden prensibal kökler” denir. Belirtilen harflerin dışındaki sessiz harflerle 8 ünlünün birleştirilmesinden ise 88 kök oluşur. Bunlara da “ikinci dereceden prensibal kökler” denir. böylece Türkçenin 168 tane ana kökü meydana getirilmiş olmaktadır. Bu ana köklerden hareketle, güneş sözcüğünün Türkçe kökenli olduğu kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Arapçadaki “şems” sözcüğünün de “güneş” sözcüğündeki seslerin yer değiştirmesiyle oluştuğu kabul edilmektedir. Ayrıca bazı adların da Türkçe kökenli olduğu, “Amazon” sözcüğünün “amma uzun” ifadesinden oluştuğu veya “Niyagara” adının “ne yaygara” ifadesinden oluştuğu gibi örnekler verilerek kanıtlanmaya çalışılmıştır.

Bu teori, dünyanın en eski dilinin Türkçe olduğunu ortaya koyma çabası içerisindedir. Yapılan çalışmalar sonucunda, Türkçenin insanoğlunun konuşmaya başladığı en eski dil olduğu ve son derece düzenli olduğu için bütün dillerin anası konumunda olduğu kabul edilmiştir. Zaten bugün yapılan araştırmalar da, Türkçenin en eski yazılı kaynaklara sahip dil olduğunu ortaya koymuştur. Güneş Dil Teorisi çalışmaları çok sağlam kaynaklara dayanılarak oluşturulmamış olabilir; fakat Türkçeleştirme çalışmalarının daha sistemli ve bilinçli olarak yapılmasında büyük rol oynamıştır.

Atatürk 1936 yılında dil konusunda yaptığı bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ‘ketebe’, ‘yektübü’ Arabındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türkündür” diyordu. O, bu sözleriyle, elbette tarihî görevini tamamlamış olan Osmanlı Türkçesine dönüşü kastetmemiştir. Çok açık olarak halkın diline girip benimsenmiş olan sözlerin değil, daha üzerinden yabancı damgasını atamamış olan sözlerin üzerinde durulması gereğine işaret ederek gidilecek doğru yolu belirlemiştir.

Atatürk, Türk dili hakkındaki olumlu görüşlerine daha çok antropoloji yoluyla varmıştır. Bu konu hakkında, Jacques de Morgan’ın “Tarih-Öncesinde İnsanlık” (L’Humanité préhistorique, 1921) adlı eserini okumuş, İsviçreli Antropolog Eugène Pittard’la Türkiye’de birkaç kez görüşmüş, onun “Irklar ve Tarih” (Les races et I’historie, 1924) adlı eserini ve genel olarak bu profesörün görüşlerini beğenmişti. Atatürk’ün, Türklerin tarih başlangıcı hakkındaki görüşü şöyle özetlenebilir:

Tarih öncesi çağında yeryüzünde birçok ırklar yaşamakta idiler. Bunlar arasında Türklerle doğrudan doğruya bir ilgisi olmayanlar da vardı. Bunlar kendilerine göre birer uygarlığa sahiptirler. Türlü yerlerde yapılan kazılar, bize bu ırk ve uygarlık tabakalarını tanıtmıştır. Çok kere uygarlıkla ırk arasında sıkı bir bağ bulunuyor, ırkı da bıraktığı iskeletlerden ve özellikle kafataslarından tanıyabiliyoruz. Mesela Akdeniz çevresinde yapılan bir kazı, alt tabakada uzunkafalı bir ırkın bulunduğunu, bunun da ancak “çamur ve balçık uygarlığı” içinde yaşanış olduğunu gösteriyor. Üst tabakaya çıkıldığında, maden uygarlığının izlerine raslanıyor; aynı tabakadaki kafatasları incelendiği zaman da bunların yuvarlak kafalı olduğu ortaya çıkıyor.

Demek oluyor ki, üstün uygarlığı, yuvarlak kafalı bir ırk getirmiştir. Yuvarlak kafalı, yani dağlı Alpin ırkın anayurdu da Orta Asya olduğu için, üstün nitelikte olan maden uygarlığının, Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dan Akdeniz’e ve başka yerlere dağılmış olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu tarih görüşüne ekli olan dil görüşüne göre de Orta Asyalı ırkın türlü kolları Cilalıtaş çağında anayurttan dağıldıklarında, üstün uygarlıkta kullanılan eşya ve kavram adlarını da birlikte götürmüşler, bunlar o yerlerde konuşulan dillere alıntı olarak girmiştir. Bu konularda Atatürk’ün görüşü kısaca bu olmuştur. O, “Bütün ırklar Türk ırkından, bütün diller de Türkçeden çıkmıştır” diye bir yargıda bulunmamıştır.

Atatürk, eski Türk kültür kelimelerinden birinin yal- kökü olduğuna inanıyordu. Bu kanışını 1936 Türk Dil Kurultayına gelen yabancı dilcilere kurultaydan önce Dolmabahçe Sarayında verdiği bir çay toplantısı sırasında açıkladı ve savundu. Yal-yıl- (mesela, Uygur Türkçesinde yaltırık=ışık, Karahanlı Türkçesinde yalduruk=parlak, ayrıca yaldız, yıldız, yıldırım vb.) Türkçede ışığı, parlaklığı anlatan bir köktü; Macarcada vil- “ışık” demekti; Hint-Avrupa dillerinde de, électriquen’in kökü olan ulek (Sanskritçe ulka=parlak cisim, Yunanca êlêktôr parlak cisim, güneş, êlektron=altın ve gümüş karışımı, altın parlaklığı, kehlibar) “parlaklık” anlamını veriyordu; Hint-Avrupa ailesinde bu kökten ancak, dört beş kelime türemişti, oysa ki Türkçede yal-/yıl- kökünden olma yüze yakın kelime vardı.

Atatürk aynı yaltırık kelimesini kurultayda okuttuğu tezde de (Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936. Tezler, Müzakere Zabıtları, İstanbul 1937, s.219-220) ele almış ve teoriye göre açıklamasını yapmıştır. “Güneş-Dil Teorisi’nin Analiz Metodu Tatbikatı” başlığını taşıyan bu tez tamamıyla Atatürk tarafından yazılmış, 27 Ağustos 1936 perşembe günü kurultayda, ad verilmeden, İsmail Müştak Mayakon tarafından okunmuştur.

1937 Eylülünde İkinci Tarih Kurultayı bu hava içinde toplandı. Birçok yabancı bilginlerin de katıldığı bu kurultayda okunan tezlerden pek çoğu tarih tezimizi ele almış veya onun çevresinde dolaşmıştır. Kurultaya katılan İsveçli Arkeolog T.J. Arne, yurduna döndükten sonra, 25 Ekim 1937 de, “Sveske Dagbladet” gazetesinde, “Atatürk’ün Dil ve Tarih Teorisi” başlıklı bir yazı yayımlayarak, Atatürk’ün görüşlerini çürütmeye çalıştı. Bu yazı Türkçeye çevrilerek Atatürk’e sunuldu, ertesi akşam Çankaya’ya çağrıldık.

Atatürk yazıyı okumuştu; biz de öyle. Biraz görüşüldükten sonra, “Yani demek istiyor ki”, dedi Atatürk, “Orta Asya’nın altı bomboştur.” Yumruğunu masaya indirdikten sonra şöyle devam etti: “Fakat emin olunuz ki, arkadaşlar, günün birinde, bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar (yani Avrupalılar) verecektir.”

İsveçli profesörün yazısında Atatürk’ün hoşuna giden şu cümle de vardı: “Türkmen bozkırlarında Milattan Önce 1500 yıllarına doğru, uygarlığın aşırı derecede gerilediği tespit edilebilmiştir; sebebi bilinmeyen bu gerileme, yukarıda anılan Türk göçünden sonra meydana gelmiştir.” Bu cümleyi okuduktan sonra Atatürk şöyle dedi: “İşte ilk itiraf burada. Bu bozkırlarda uygar Türkler oturuyordu. Onlar göçe çıkınca, uygarlık tabii geriler.”

Ertesi yıl Atatürk’ü kaybettik, az sonra savaş başladı, yabancı dergilerin çoğu piyasadan çekildi. Fakat 23 Aralık 1940’ta elime geçen bir antropoloji dergisinde şu haberi okudum: 1939 yılının Temmuz ayında, genç Rus arkeologlarından Dr. Aleksey P. Okladnikov ve eşi, Orta Asya’nın tam göbeğinde, Taşkent yakınında bulunan Teşik-Taş adlı mağaradan, Homo neanderthalensis denilen tarih öncesi bir insan ırkından olan sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun kafatasını ortaya çıkarmışlar.

O sırada Rusya’da çalışmakta olan tanınmış Amerikalı Antropolog Hrdliˇcka, bu kafatasını ve mağarayı inceledikten sonra, bu buluşun antropoloji ve Orta Asya’nın tarih öncesi bakımından “son derece önemli” olduğunu söylemiştir. Kafatası, Yontmataş çağının Muster tabakasına ait olduğu için, 150.000 yıllık bir eskiliği vardı. Çocuk kafatasının yanı başında, Muster uygarlığı tipinde, çakmaktaşından âletler, o çağa ait hayvan kemikleri ve kül kalıntıları görünüyordu.

Bu haberi okurken, Atatürk’ün masa başındaki sevimli yüzü, indirdiği yumruk ve “günün birinde bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar verecektir” şeklindeki sezgisi bütün parlaklığı ile gözümde belirdi. Artık Orta Asya’nın alt tabakası “bomboş” sayılmayacaktı. Orada, Aşkabad dolayındaki eski Anau kültüründen (M.Ö. dokuzuncu bin yıl), hattâ Cilalıtaş çağından çok önce, Yontmataş çağının alt tabakalarında, Orta Asya halkının atalarına ait, gözle görülür, elle tutulur ve 150.000 yıllık bir eskiliği olan kafatasları, ateş kalıntıları ve uygarlık aletleri vardı. Atatürk, ölümünden sonra da bir yengi kazanmıştı.

Türkçenin eski bir kültür dili olduğuna inanan Atatürk, bu dilin birçok nedenlerden dolayı bin yıldan beri işlenmemiş olduğunu da biliyordu. Bu açığı kapatmak, Türk dilini yine işlenmiş ve işlek bir kültür dili durumuna getirmek için de Türk Dil Kurumunu kurmuş, Türk dilinin yapı kurallarına uygun olarak Türkçe köklerden yine Türk ekleriyle yeni kelimeler türetmiş ve dilimizin çeşnisini büyük ölçüde özleştirmiştir. Bu arada matematik terimleri üzerinde de önemle durmuş, hatta 1936 -1937 kış aylarında Dolmabahçe Sarayına çekilerek, geometri öğretenlere ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olmak üzere küçük bir geometri kitabı yazmıştır.

Yazdığı eser de yazar adı gösterilmeden, 1937’de İstanbul Devlet Basımevinde Milli Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır. Bu eseri yazarken göz önünde bulundurmak istediği Fransızca kitapları Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman’la birlikte Beyoğlu’ndaki kitabevlerinden seçerek aldık ve saraya götürdük. Atatürk okullarda kullanılmakta olan geometri kitaplarını da incelemiş ve bu arada Hasan Fehmi Hocanın bir kitabında dik paralelyüz (parallélepeipède droit) şeklinde örnek olarak aynalı dolabın verildiğini görünce hocayı saraya çağırmış ve Türkiye’de kaç köy çocuğunun aynalı dolabı bildiğini bir eğitim sorunu olarak güler yüzle sormuştur. Hoca ile tatlı bir söyleşiden sonra, “aynalı dolap” silinmiş yerine “kibrit kutusu” konmuştur.

Atatürk’ün “Geometri” adını taşıyan 48 sayfalık kitabında bütün terimler Atatürk tarafından bulunarak konmuştur; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, yay, kiriş, çember, teğet, açı, taban, eğik, yatay, düşey, dikey, üçgen, dörtgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yamuk, eşit, çarpı, bölü, oran, orantı, alan, varsayı, artı, eksi, kesit, türev, konum, gerekçe, yöndeş vb.

Bunlardan, mesela açı’ya biz eskiden “zaviye” derdik; açıortay’a “munassıf”, geniş açı’ya (zaviye-i münferice”, açı uzaklığı’na “bud-ü müzevva”, iç tersaçılar’a da “zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”. Eğitim ilkelerine göre, bir kavramı anlayabilmek için çocukta zihnin açık bulunması gerekir. Yukarıda anılan yabancı asıllı ve yabancı kurallı kelimeler tam tersine olarak, çocuğun zihnini tıkıyordu. İşte Atatürk’ün önderliğiyle ulusal dil kaynağından türetilmiş bu yeni terimler, zihni çelen ve tıkayan binlerce yabancı asıllı terimleri silmiş süpürmüş, zihinleri açmıştır.

Atatürk’ün de amacı zaten bu idi: Ulusal dilin benliğini ortaya çıkarmak, onunla övünmek, onu işlemek, anlamayı ve anlaşmayı kolaylaştırmak.

Atatürk Haklıydı

“Türkçe, dünyadaki en eski dillerden biridir, hatta en eski dildir ve dünya’daki diğer dilerin pek çoğu Türkçe’den doğmuştur.” dediği ve bu doğrultuda araştırmalar yaptırdığı için Atatürk’ü eleştirenler, bugün Atatürk’ün haklı olabileceğini görmelerine karşın bu gerçeği seslendirmekten ısrarla uzak durmaktadırlar.

Atatürk’ün 1930’larda Güneş Dil Teorisi çerçevesinde gerçekleştirdiği dil araştırmaları sonunda ulaştığı bulgular, (Türk dilinin en eski dil olduğu vb.) 80 yıl sonra bu gün, bu konuda yapılan az sayıdaki fakat çok önemli çalışmalarla doğrulanmaktadır.

Batı merkezli tarihin dar kalıplarını parçalayan yerli ve yabancı bilim insanları (Kazım Mirşan, B. Gerey, Osman Nedim Tuna vb.) bugun, Türkçe’nin çok eski bir geçmişe sahip en köklü dilerden biri olduğunu kanıtlama noktasına gelmişlerdir.

Örneğin Osman Nedim Tuna, 40 yıl süren bilimsel araştırmalar sonunda Türk Dillerinin MÖ. 10.000’lere kadar dayanan çok köklü bir dil olduğunu kanıtlamıştır.

Osman Nedim Tuna, 1989 yılında yayınlanan “Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk DilininYaşı Meselesi” adlı eserininde Türk dilinin “eskiliği” konusunda şu çarpıcı değerlendirmelere yer vermektedir:

“Türk dilinin zamanımızdan 3500 yıl önce müstakil ve     iki kollu bir dil olarak varlığı ıspatlanmıştır(…) İlk Türkçe ve ana Türkçenin muazzam bir zaman  önce  yaşamış olması gerekir. Bu sonuç, benim 1978 yılı sonunda tamamlayıp 1983 ağustosunda yayınladığım, Altay Dilleri Teorisi adlı çalışmamda, Türk dilinin arkelogy ve glottochronology araştırmalarından hareketle ileri sürdüğüm yaşı, en pinti hesaplara göre, 8500’dür. (s.52-55) Şimdi bu rakam doğrulanmaktadır. Çünkü ana Türkçeden ana Doğu ve Batı Türkçesine kadar geçen zamanı     da hesaba katarsak bu devreden zamanımıza kadar geçen 5.500 yılın ikiye katlanması mümkündür.”

Yani, Türk dilinin kökleri MÖ.11.000’e uzanmaktadır ki bu tarih, Batı merkezli tarihin ve o tarihin esiri olan bilim insanlarının telaffuz bile edemeyeceği kadar “eski” bir tarihtir.

Başka bir dil araştırmacısı Selahi Diker, 35 yıl kadar süren araştırmaları sonunda kaleme aldığı “Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı eserinde Sümer dili, Lidya dili, Hurri dili, Frig dili, Hatti dili, Truva dili, Etrüsk dili vb. Antik Çağ dillerinin Türkçe kökenli olduğunu çok kapsamlı analizlerle ortaya koymuş ve Türk dilinin              MÖ. 5000’lere kadar uzandığını belirtmiştir: “Yazılı Türk tarihi ise, çağımızdan beş bin yıl öncesine, yazının Sümerler tarafından icadına kadar uzanmaktadır. “

1936-1938 Dönemi

Bu dönem dilde yer alan kelimelerin sadeleştirilmesi, özleştirilmesi döneminin zirve yaptığı dönemdir. Bu dönemde özellikle ders ve okul terimleri üzerinde durulmuş, çeşitli bilim dallarına giren orta öğretim terimleri için yoğun çalışmalar yapılmıştır. Fizik, kimya biyoloji, zooloji, botanik vb. müspet bilim dallarına başarılı Türkçe terimler kazandırılmıştır. Atatürk, bu çalışmalara öncülük ederek, terimleri de kendisine ait olan 48 sayfalık bir geometri kitabı hazırlamıştır. Bu terimler 1938 yılında okul kitaplarına geçmiştir. Böylece Osmanlı Türkçesinden gelen; mustatîl, tamamlayan zaviye, hattı munassıf, muhit-i daire gibi terimlerin yerini; dikdörtgen, tümey açı, açıortay, çember gibi Türkçe terimler almıştır.

Bu dönemde 24 Eylül 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda açılan III.Türk Dil Kurultayı’nın son toplantısında, Kurumun adı da Türk Dil Kurumu’na çevrilmiştir.

Dil ve tarih alanındaki çalışmalar süregelirken, Atatürk, 9 Ocak 1936’da Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurdu. Bu fakülte Türk dilini, Türk tarihini, Türk coğrafyasını kaynaklarına inerek araştıracak, gerekli eleman ve bilim adamlarını yetiştirecek bir fakülte olarak düşünülmüştür. 1936-1938 yılları arasında yapılan Türk dili çalışmalarını bilim temeline yerleştirilecek tedbirlerin getirildiği bir dönem olarak nitelendirebiliriz.

Atatürk’ün Dil ve Tarih Kurumları’na ilişkin bu arzusu, 1983 yılında, 2876 sayılı kanunla devlet himayesinde bir akademik kuruluşa dönüştürülerek gerçekleştirilebilmiştir.

Atatürk’ün Türk dili ile ilgili yaptığı çalışmalar, Türkçe’nin gelişimi adına olumlu sonuçlar vermiş, Türk dili kendi benliğine kavuşma yolunda hızla ilerlemiştir.

3. Türk Dil Kurultayı’nda 1936’da bütün yönleriyle incelenmiş tüm bulgular ortaya konmuştur. Bu kurultaydan sonra elde edilen veriler 1935-1938 yılları arasında 25 ciltlik bir kitap halinde bastırılmıştır. Dilden atılmak istenen sözcükler diğer dillere de Türkçe’den geçtiği için bunları korumanın bir zararı yoktur düşüncesi hakimdi. Bu hararetli tartışmanın sona ermesiyle gelinen noktada bu görüşü savunmanın gereksiz olduğu düşüncesiyle bu teoriden vazgeçildi. Güneş-Dil Teorisi geçerliliğini yitirmesiyle birlikte Türkçe etrafında tartışılan birçok konu rafa kaldırılmıştır.

Dil devriminin 1936-1938 yılları arasındaki dönemi, çalışmaların genellikle yaşayan Türkçe temelinde normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu dönemde, terimler ve özellikle okul terimleri üzerinde durulmuş; matematik, fizik, kimya, biyoloji, botanik, zooloji gibi müspet bilim dallarına başarılı terimler kazandırılmıştır. Hattâ, bu yöndeki çalışmalara Atatürk’ün kendisi bile öncülük etmiştir. Onun müstakil, müselles, mütesaviyü’l-adla gibi öğrenilmesi güç Arapça terimler yerine; kare, dikdörtgen, eşkenar, üçgen, açı, teğet vb. Türkçe karşılıkları da kendisinin koymuş olduğu 48 sayfalık küçük bir geometri kitabı vardır. Böylece, verimli bir çalışma dönemine girilmiş oluyordu. Atatürk 1938 yılının, Meclisi açış konuşmasında okunan yazısında, o yıl öğretime Türkçe terimlerle yayılmış kitaplarla başlanmış olmasının, kültür tarihimiz için önemli bir olay olduğunu kaydetmiştir.

Atatürk, 1932-1936 yılları arasında gönüllüler eliyle yürütülen ve “dil sofrası” diye adlandırılan Çankaya toplantılarında da ele alınan dil çalışmalarının beklenen başarıya ulaşmadığını görüyor ve biliyordu. Bu durumun temel nedeni, çalışmaların bilim kaynağından beslenmemiş olmasıydı. Ancak, ülkenin o gün içinde bulunduğu koşullar ve bu iş için hazırlıklı bir bilim kadrosunun bulunmaması, ister istemez işin bir süre gönüllüler eliyle yürütülmesini gerekli kılmıştır. Dil davasını boşlukta bırakmak mümkün değildi. Onun için TDK’nın Öztürkçecilik”, “arı Türkçecilik”, “dilde ilericilik” ve “devrimci görüş” gibi adlar altında yeniden dilde ırkçılık ve tasfiyecilik niteliğindeki aşırı özleştirmecilik hareketine yönelmiştir. Her ne kadar bu görüşü benimsemiş olan kesimlerce, bu yönlendirme, dil devrimini, Türkçeleşme yolunda daha ileri bir düzeye ulaştırma diye gösterilmişse de, uygulamalara bakılınca, bu eğilimin ulaşmak istediği amaç ve hedefler bakımından dil devrimi ile birleştirilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü, kökence Türkçe olmayan her sözü dilden atma amacı güden “arı Türkçecilik”, dilcilik anlayışı ve dilin sosyal gerçekliği ile bağdaştırılamadığı gibi, dil devriminin temel felsefesi ile de bağdaştırılamaz. Çünkü;

1. Bir sözün Türkçe sayılıp sayılmamasının ölçüsü, onun kökeni değildir. Ses yapısı, zevk ölçüsü, kullanılış biçimi ve anlam bakımından dilin kendi ölçülerine aykırı düşmemesi, o sözün dilde yerleşmiş ve herkes tarafından anlaşılır olup olmamasıdır. Her dil gibi Türkçe de çeşitli dillerden kelime almış ve onlara kelime vermiştir. Dilimize bu yolla girmiş akıl, aşk, bülbül, eser, hasta, hastahane, hatır, hatır saymak, kira, kiracı, kitap, kültür, mantı, sınır gibi sözler, dilin kendi potasında eritilip Türkçeye kazandırıldığı ve Türkçenin gelişmesini de engellemediği için, bunları arı Türkçecilik anlayışı ile dilden atmak, Türkçeye hiçbir şey kazandırmaz; aksine, çeşitli yönlerden zarar verir.

2. Türkçenin malı olmuş bu türlü bir kısım alıntı sözlerin, zamanla kazandığı yeni anlamlar ve kavram incelikleri vardır: kalp’in yerine yürek’i getirerek kalp kırmak yerine yürek kırmak diyebilir miyiz? kalpsiz “merhametsiz” ile yüreksiz “korkak” aynı şeyler midir? Arapça kafa’nın yerine Türkçe baş’ı getirmekle sorun çözülür mü? Kafasız adam’la başsız millet, kafayı çekmek deyimi ile başı çekmek deyimi aynı anlamlara mı gelmektedir? Elbette hayır! Akıllı kimse ile akılsız kimse’yi uslu kimse, ussuz kimse diye mi nitelendireceğiz? Akıl akıldan üstündür deyimini us ustan üstündür’e çevirsek aynı anlam ve zevk dolgunluğunu verebilir mi? Görülüyor ki, bir dilin söz varlığı, o toplum bireylerinin düşünce yapısından kavram alanı genişliğine ve oradan da zamana bağlı dil-kültür ilişkisine uzanan bir gelişmenin ürünüdür. Bunlar ayak altına alınarak dil geliştirilemez. Dile işleklik kazandırmanın yolu, dili toplumla ve sosyal yapı ile bütünleştiren ölçülere, yani dil sisteminin gereklerine uymaktır. Oysa, dilde devrimci görüş anlayışı ile ortaya atılan sözlerin çoğunda sistemlilik yerine sistemsizlik ve başıboşluk yer almıştır. Bunlar bağlantı yerine bağıntı; baskı yerine bası; düşünce, fikir yerine düşün; eser, kitap, araştırma yerine yapıt (yapmak: örtmek, kapatmak anlamındadır.) ruhi, ruhsal yerine tinsel; yaban, yabancı yerine yabanıl sözlerini kullanmaktan çekinmemişlerdir. “Devrimci görüş kuralların tutsağı olmaz” ilkesine bağlanarak bir süre kuralsızlığı kurallaştırmaya çalışmışlardır. Dilin yapı ve işleyiş özellikleri ile bağdaşmayan bu tutum, toplum bireyleri arasında bir ayrım yaratma tehlikesi de doğurmuştur.

3. Öte yandan, arı Türkçecilik tutkusuyla, belirli sözlere saplanıp kalma eğilimi, dilin anlatım gücünü de sınırlamaya ve daraltmaya başlamıştır. Söz gelişi derece, devre, kademe, safha, hamle kavramları için yalnız aşama; taarruz, tecavüz, hücum için yalnız saldırı; sebebiyle, vasıtasıyla, münasebetiyle, yüzünden, bakımından vb. sözler yerine hep nedeniyle sözünün kullanılması dili bir anlatım kısırlığına doğru sürüklemiştir.

4. Bu türlü uygulama sakatlıklarını dile getirenler de dilde “ilericilik”, “gericilik” tartışmasına çekilmek istenmiştir. Bu noktada farklı eğilimler de gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak, şurası kesinlikle bilinmelidir ki, Osmanlı Türkçesi artık kendi devrini tamamlamış ve tarihe mal olmuştur. Günümüz Türkiye Türkçesi ise, zamana bağlı çeşitli değişme ve gelişme süreçlerinden geçerek bugüne ulaşmış; toplumun farklı sosyal ve kültürel gereksinimlerinden yararlanarak biçimlenmiş bir dildir. Burada yapılacak şey, yapılmış ve yerine oturmuş ögeleri yerinden oynatıp boş şeylerle uğraşmak yerine, dilimize akın etmekte olan, dilimizin yapı ve işleyiş ölçülerine de uymayan yeni yabancı söz ve terimlere karşılıklar bularak dilin güçlendirilmesi ve zenginleştirilmesi olmalıydı. Ne yazık ki, bu fırsat pek değerlendirilememiştir. Gerçi 1980 sonrası yıllarda, arı Türkçecilik yolundaki sakat eğilim terkedilmiş ise de, dilde bu eğilimin bıraktığı bazı kayıplar da olmuştur.

Atatürk’ün Türk Dili ile İlgili Yaptığı Çalışmalar

Bir milletin birlik ve varlığını sürdürebilmesinde dilin çok önemli bir yeri vardır. Bunu çok iyi bilen Atatürk, Türk Dili’nin zenginleşmesi ve sadeleşmesi için çalışmalar yapmıştır.

Yazı İnkılâbı (Yeni Türk Alfabesi)

Atatürk’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar uzanır. Atatürk’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine ayak uyduramamış ve imlânın kelime kalıpları halinde klâsikleştiği devirden başlayarak birçok sorunlar ortaya çıkmıştır.

Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk girişimler 1923 yılında başladı. Ancak, her şeyden önce toplumun bu yeniliğe hazır hale getirilmesi gerekiyordu. 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda TBMM’nde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresi olmuştur. Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 26 Haziran 1928’de resmen çalışmaya başlayan Dil Encümeni, Lâtin alfabesi temelinde fakat her yönü ile Türkçe’nin ses yapısına uygun bir milli Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiştir. Atatürk yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihi konuşması ile açıklamıştır. Yazı inkılabı daha sonraki günler de başöğretmen sıfatı ile bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir. Türk alfabesi 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.

Dil İnkılâbı (Türk Dil Kurumu)

Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında, sade bir Türkçe kullanılıyordu. Zamanla Arapça ve Farsça’dan birçok kural ve kelime dilimize girdi. Böylece Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan Osmanlıca karma bir dil olarak ortaya çıktı. Yöneticiler ve aydınlar Osmanlıca’yı kullanırken, halk Türkçe konuşuyordu. Dildeki bu ayrılık Türkçe’nin gelişmesini ve milli bütünlüğün kurulmasını engelliyordu.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren dilin sadeleşmesi ile ilgili çalışmalar yapıldı. Fakat olumlu bir sonuç alınamadı. Cumhuriyetin ilânından sonra, Türkçe’nin yabancı dillerin etkisinden kurtarılması çalışmalarına hız verildi. Türk dili ile ilgili çalışmalar yapmak üzere Atatürk’ün emriyle Türk Dilini Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kuruldu (1932). Bilim ve fikir adamlarının katıldığı bir dil kurultayı toplandı.

26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, kurumun çalışma programını kapsayan şu maddeleri tespit etti:

  1. Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması
  2. Türk dilinin tarihi ve karşılaştırmalı gramerlerinin yazılması
  3. Anadolu ve Rumeli ağızlarından olan kelimelerin derlenmesi, Osmanlıca kelimelere Türkçe karşılıklar bulunması,
  4. Türkçe bir sözlük hazırlanması,
  5. Kurumun organı olarak bir derginin yayımlanması,
  6. Türk dili üstüne yazılmış yerli ve yabancı eserlerin toplanması ve gerekenlerin çevrilmesi,
  7. Terimlerin Türkçeleştirilmesi.

Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, hazırlanmış mükemmel bir çalışma programı olduğu halde, Kurum’da bu işleri yürütecek bir bilim kadrosu bulunmadığı için çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt halinde Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla yayımlanmıştır. Ancak, bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tavsiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım” sözleri ile açıklamıştır. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu adlı iki küçük kılavuzda toplanmıştır.

Bu dönem, birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı özleştirmecilik dönemidir. Ancak bu dönem çalışmaları da Atatürk için sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, kılavuzda aslında Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen kelimeler vardı. Ayrıca yayın hayatında yer alan devlet, devir, hâtıra, hükümet, kitap, kalem, sabah, millet gibi artık dilin yapısına sinmiş ve Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmakta kolay değildi. Atatürk bütün bunları görüyordu. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgatten ibaret. Bu tarama dergileri cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”

TÜRK DİL KURUMU, Tarihçe

Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün talimatıyla kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif’at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri’dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif’at’tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak tespit edilmiştir. Atatürk’ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır.

26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun “Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın” adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934’te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936’daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur.

Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür:

  1. Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak;
  2. Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmak.

Atatürk’ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940’larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır.

Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü’yle ilgili çalışmalar da Atatürk’ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin grameri, sözlüğü, imlâsı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.

Türk Dil Kurumunun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede çok hızlı bir arılaştırma akımı da başlamıştır. Bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği, Türk dilinin yabancı kökenli sözlerden temizlenmesi akımı 1935 güzüne kadar sürmüş; halkın diline girip yerleşmiş kelimelerin dilden atılması işleminden bu tarihte vazgeçilmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuş ve özellikle 1960’tan sonra Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmaya devam etmiştir. 1980’den sonra tartışmalar durulmuş, bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır.

Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığını Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bırakmıştır. Bu iki kurumun bütçesi bugün de Atatürk’ün mirasından karşılanmaktadır. Bu miras bugün Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan Türkiye İş Bankası sermayesinin %28,9’unu oluşturmaktadır.

Türk Dil Kurumunun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk’ün sağlığında Millî Eğitim Bakanının Kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951’de değiştirilmiş; böylece Kurumun devletle bağlantısı koparılmıştır. İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982’de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınmış; böylece devletle olan bağlar yeniden ve daha güçlü olarak kurulmuştur.

Atatürk, 1 Kasım 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. dönem 2. yasama yılını açış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti:

Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş  derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar)Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir.

Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.

Atatürk’ün bu dileği dikkate alınarak her iki kurum da böylece akademik bir yapıya kavuşturulmuştur.

Bugün Türk Dil Kurumu, 20’si Yüksek Öğretim Kurumu; 20’si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu tarafından seçilen 40 asıl üyeye sahiptir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlardır. Başbakanın önerisiyle Cumhurbaşkanınca tayin edilen Kurum Başkanı ve 40 asıl üye Bilim Kurulunu oluşturur. Kurumun bilimsel çalışmaları bu kurul tarafından plânlandığı gibi yönetim işlerini üstlenen Yürütme Kurulu ile bilimsel çalışmaları yürüten Kol ve Komisyonların üyeleri de bu kurul tarafından seçilir.

SONUÇ

Dil çalışmalarındaki asıl gerçek: Türk dilinin parçalı halden kurtarıp sadeleştirilmesi ve halkın konuşma dili ile yazı dili arasında birliğin, ahengin kurulmasıydı.

Dil devrimi, 70 yıllık uygulama sürecinin ortaya koyduğu dalgalanma ve bazı yanlış uygulamalara rağmen, genellikle çok başarılı olmuştur. Bu yönlendirme sayesinde, dilimiz, kendisine yabancı kalmış ve halkın diline mal edilememiş yüzlerce Doğulu ve bir kısım Batılı söz ve kurallardan arındırılarak, bunların yerine Türkçeleri getirilerek kendi yapı ve işleyiş ölçüleriyle yol alabilecek sağlıklı bir temele oturtulmuştur. Türkiye Türkçesi, bu yolla pek çok Türkçe söz kazandığı gibi, bilim, sanat ve teknik alanlarının pek çok terimi de Türkçeleştirilmiştir.

Böylece, genel yapısı itibariyle sağlıklı bir yazı ve bilim dili olma niteliği kazanmıştır. Ancak, uzun bir tarihî süreçten geçen yoğun çabalarla bu düzeye gelmiş olan Türkçemiz, eğitim yetersizliği ve ana dili bilincinin körlenmesi başta gelen çeşitli etkenlerle son yıllarda yeniden bir kirlenme ve yozlaşma eğilimine girmiş ve çözüm bekleyen birtakım sorunlar ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır.

Bu sorunlar İngilizce söz ve terimlerin dile akın etmiş olması, imlâ ve söyleyiş yanlışları, anlatım yetersizliği, söz varlığındaki daralma ve büzülme gibi, dil devriminin temel ilkelerini zedeleyen noktalarda toplanabilir. Dilimizin, iç ve dış yapısında kendini gösteren bu bozulma eğiliminden kurtarılarak kendi kültür değerlerini ve kimliğini koruyan bir çizgiye çekilmesi, ivedili ve etkili önlemlerin alınabilmesine bağlıdır.

Dil yalnızca bir konuşma aracı değil, aynı zamanda düşünceyi anlatıma dönüştürme aracı olduğu için, kültürün yaratıcısı ve geliştiricisi görevini de yüklenmiş bulunuyordu. Dolayısıyla dil, millî kültürün temel direği durumunda idi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.”, “Millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” sözleriyle kültüre büyük değer veren Mustafa Kemal Atatürk, dilin bir ulus varlığı için ne denli kutsal bir değer taşıdığını dikkate alarak dil ile kültür arasındaki sıkı bağlantıyı da şu açık seçik sözlerle dile getirmiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”

Atatürk’ün Türk Dili ile İlgili Sözleri

» Dilimiz çok zengindir, güzeldir. Bunu ortaya çıkaracaklar, sizin gibi duygusu derin, yorulmaz Türk gençleridir. Türkçemizi günün en ileri bilgi dili yapmak, değerli araştırmanızdan beklenir. Sizlere uğurlar dilerim. (27 Ağustos 1932)

» Türk demek Türkçe demektir; ne mutlu Türküm diyene.

» Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. (1929)

» Zengin sözlüğümüzün toplandığı gün, milli varlığımız en kuvvetli bir dal kazanacaktır. Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğinin korunmasıyla mümkün olacaktır. (1938)

» Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin.

» Türk milleti demek Türk Dili demektir. Türk Dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, menfaatlerinin kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk Dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir. (1929)

» Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. (1928)

» Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır. (1930)

» Gaye, bugünkü ve yarınki Türk’ün medeniyetini kucaklayacak en güzel ve en ahenkli Türkçe’dir. (1932)

» Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir.

» Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz. (1924)

» Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bilim dili terimleri tesbit edilecektir.

» Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da millî yapmak zarureti münakaşa edilemez.

» Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tesbit edilmiş, bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim.

» Atatürk’ün Türk bilimci ve eğitimcisine vasiyeti:

“Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz, ölene dek Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçe’nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye ve Türklük, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir.”

» Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, ilgili olmasını isteriz (Söylev ve Demeçler, C. I, S. 311)

» Unutulmamalıdır ki, Devletimizin birinci görevi -Anayasa’da da belirtildiği gibi- Türk adının, kimliğinin, onun için de Türkçe’nin ilelebet yaşamasını sağlamaktır. Çünkü varolma savaşında hiç ihmal edilmeyecek tek cephe bu.

» Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.

» Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. (1930)

» Türk dilinin kendi benliğine, aslında güzellik ve zenginliğe kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, ilgili olmasını isteriz. (1932)

» Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz. (1938)

» Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. (1931)

» Başka dillerdeki her bir sözcüğe karşılık olarak dilimizde en az bir sözcük bulmak ya da türetmek gerekir. Bu sözcükler kamuoyuna sunulmalı, böylece, yaygınlaşıp yerleşmesi sağlanmalıdır.

» Kat’î olarak bilinmelidir ki Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatında egemen ve esas kalacaktır. (1933)

Bakınız;

Atatürk ve Güneş Dil Teorisi (Pdf) Doç Dr. A. Melek ÖZYETGİN

Türk tarih tezi ile Türk dil tezinin kavşağında güneş-dil teorisi, Gökhan Yavuz DEMİR

Kaynaklar;

www.dilbilgisi.net/dilimiz/ataturk-ve-turk-dili/

www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi-zeynep-korkmaz/

www.turktoresi.com/viewtopic.php?f=2&t=12270

isteataturk.com/g/icerik/Turk-Dil-Kurumu/722

www.dildernegi.org.tr/TR,457/ataturk-ve-turkce.html

www.bilgiustam.com/gunes-dil-teorisi-nedir/

www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi/

Atatürk ve Türk Dili, TDK Yayınları, 1963, s. 41-52

Bu yazı Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-gunes-dil-teorisi/feed/ 1
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi http://ataturkicimizde.com/ataturkun-turk-tarih-tezi/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-turk-tarih-tezi/#respond Wed, 22 May 2019 12:05:51 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8112 Atatürk’ün Türk Tarih Tezi Atatürkçü düşünce kuruluşlarının, araştırma merkezlerinin ve hatta Atatürkçü yazarların dahi ihmal ettiği bu konu, Atatürk Türkiye’sinde öne çıkan millileştirme ve Türk...

Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi

Atatürkçü düşünce kuruluşlarının, araştırma merkezlerinin ve hatta Atatürkçü yazarların dahi ihmal ettiği bu konu, Atatürk Türkiye’sinde öne çıkan millileştirme ve Türk Kültürü ile yeniden tanıştırma ve bu sayede Ulus’a moral ve manevi güç verme, millet olma bilincine katkı sağlama gayretlerinin en önde gelenlerinden idi. Bir diğer konuda elbette Türk Dil Tezi idi. Yazık ki anılan Türk Tarih Tezi onca gayret ve alınan mesafeye rağmen unutuldu, yerine Türk İslam sentezi egemen oldu ve bugün bu alanda yazılı bir eser dahi bulmak oldukça güç.

Oysa Atatürk’ün kendisi ve ilk kez bir İzmir ziyaretinde Namazgah’taki bir ilkokulda sunum yaparken tanıdığı ve çok etkilendiği Afet İnan aracılığı ile modern Türk tarihçiliğinin oluşumunda önemli etkiler yaratmak için verdiği emek azımsanamayacak kadar çoktur ve bu tarihçi anlayış çok eskilere, Mu kıtasına ve hatta daha da eskilere kadar gider. Sonuçta ana arayış şudur; Türkler zaten Türk nüfusu barındıran Anadolu’ya büyük kafilelerle medeniyetin asıl beşiği Orta Asya’dan gelmiştir, peki, Orta Asya’ya nereden gelmiştir? Arayışlar bunun içindir ve bu sorunun bilimsel cevapları dünya tarihini değiştirecek niteliktedir.

Çünkü detaya inildiğinde görülecektir ki bugün dünyada yer alan pek çok ulus Türk kökenlidir, Türk kavmidir, dinini, dilini, topraklarını değiştirse de Türk’tür.

Afet (İnan) Hanım, gerek yurt dışında tahsil ederken ve gerekse 1927 yılından sonra Ankara’da “Türk Tarih Tezi”nin oluşumunda çok önemli katkılar sunmuştur. Öyle ki; Batı’nın Türkleri aşağılayan ve “ikinci sınıf bir millet” olarak gösteren oryantalist yayılma tezlerine ve Türkleri göçebe, medeniyete hiçbir katkısı olmayan, “yerleşik bir halk” olarak görmeyen “barbarlar” diyerek niteleyen ırkçı ve yayılmacı yakıştırmalarına karşı “Türk Tarih Tezi”ni oluşturmuştur. Ve bunu İsviçre’de doktora tezi hazırlayarak yapmıştır. Ve O bu tez ile emperyalist Batı’ya Türk milli devletinin tarihsel köklerinin ne kadar derin ve zengin olduğunu, Türklerin medeni bir topluluk sayılmaları gerektiğini, tarihsel ve kültürel kanıtlarla belgelemiştir. Türk Tarih tezi diye anılan çalışmaların ana fikri ve gayesi de aslen budur.

Ulu Önder Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı. Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye’de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler.

Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk’e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere “Türk Tarih Heyeti” kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” demiştir.

26.9.1932 tarihinde Ankara’da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.” Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.

Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.

Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi’nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi’ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür:

  1. Türklerin sarı ırktan oldukları, dolayısıyla Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılmaları gerektiği,
  2. Türklerin medenî kabiliyetten mahrum oldukları, dolayısıyla medeniyet düşmanı oldukları,
  3. Türklerin yaşadıkları toprakların kendilerine ait olmadığı iddialarıdır.

Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar’dan, daha sonra da Türkiye’den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini, “Türkler’in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır” sözleriyle ortaya koymuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamız ve bunları belgelerle, keşiflerle ispat edemeyişimizdir.  “Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.”

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk’ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir.

Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak.

İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak.

Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.

Bu üç hususu ise Atatürk “tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır” şeklinde ifade etmiştir.

Atatürk’ün, Türk Tarih Tezi’nde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz:

  1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır
  2. Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır.
  3. Anayurtları olan Orta Asya’dan değişik sebeplerle göç eden Türkler böylece dünyaya medeniyeti yaymışlardır.
  4. Anadolu’nun ilk yerli halkları da Türklerdir, dolayısıyla buranın ilk sahipleri Türklerdir.
  5. Türklerin İslâm Medeniyetine katkıları araştırılmalıdır.
  6. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili iddialar araştırılmalı, gerçek ortaya çıkarılmalıdır.

Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir. Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi’nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur.  Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır.”

Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.

Tarih, milli kültürü sadece taşıyan basit bir vasıta değil, aynı zamanda milli bilinci yaratan ve onu daima canlı tutan bir ana kaynaktır.

Bilindiği gibi Osmanlı tarihçiliği, Tanzimat dönemine kadar aktarmaya dayalı, edebi ve tasviri bir karaktere sahiptir. Bu eski tarihçiliğimizde İslam tarihi ve Osmanlı tarihi dışında, dünya tarihine ilgi duyulmamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar hâkim olan bu tarih anlayışına, “Ümmet Tarihi” anlayışı denir. Bu dönemde Müslüman Türklerin tarihi, İslam tarihi içinde değerlendirilmiştir. Ayrıca, İslam tarihinin ana kaynakları Arapça olduğu ve bunlar da Türkçeye çevrilmedikleri için, diğer bilim alanlarında olduğu gibi tarih alanında da kaynak sıkıntısı çekilmiştir.

Dünya tarihine, ancak Batı dilleri öğrenildikten sonra ilgi duyulmaya başlanmıştır. Tanzimat’tan sonra tarih yazıcılığımızda, Avrupa tarihçilerinin eserleri hiçbir incelemeye tabi tutulmadan ya aynen ya da kısaltılarak alınmıştır. Çoğu zaman genel tarih adıyla kaleme alınan bu tip kitaplar, Batı örneğinde kurulan Osmanlı okullarında da ders kitabı olarak okutulmuşlardır. Tanzimat devrinde Ümmet Tarihi anlayışına paralel olarak gelişen bu tarih anlayışına “Devlet Tarihi” anlayışı denir. Bu anlayış, Müslim ve gayrimüslim halkın kanun önünde eşit sayılmasına yönelik ıslahat hareketlerinin doğal bir sonucudur. Bu tarih anlayışına “Osmanlı Tarihi” anlayışı da denir. Çünkü bu anlayışın amacı, Müslim ve gayrimüslim halkın hepsini “Osmanlılık Siyaseti” altında ve “Osmanlılık İdeali” etrafında birleştirmektir.

Bu anlayışın ürünü olan tarih kitaplarında, Osmanlı Devleti’nin tarihine ve Osmanlı Devleti’yle ilişkileri ölçüsünde Avrupa devletlerinin tarihine yer verilmiştir. Osmanlı tarihi için başlangıç olarak da Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi kabul edilmiştir. Bu tarihten önceki Türk tarihine ilgi gösterilmediği gibi, Türklerin Osmanlı Devleti’nin kurulmasındaki hizmetlerine de yer verilmemiştir. Ayrıca, Tanzimat’tan sonra tarihle ilgilenenlerin çoğu iyi bir medrese öğretimi görmediklerinden, yeteri kadar Arapça ve Farsça da bilmiyorlardı. Bundan dolayı, İslam kaynaklarına inememişler ve Türk tarihi İslam tarihi içinde kalmıştır. Bunlar bildikleri Batı dillerinden yararlanarak, Avrupalı yazarların tarih kitaplarını ya aynen ya da kısaltarak Türkçeye aktarmakla yetinmişlerdir.

Ayrıca, Batılılaşma döneminde genellikle fen bilimleri ve askeri bilgilerin öğretimine ağırlık verilmiş ve sosyal bilimlerin öğretimi ihmal edilmiştir. Sosyal bilimlerin öğretiminin zayıf kalmasında, Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid iktidarının yıkılması endişesinin de etkisi olmuştur. Bu nedenle Abdülhamid’in uzun iktidarı döneminde sosyal bilimlerin programlarına müdahale edilmiştir. Sosyal bilimlerin programdan büyük ölçüde çıkarılmasının nedeni, öğretmenlerin bu derslerde hükümete eleştirici yorumlarda bulunmasıydı. Özellikle Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu yeni fikirler büyük ölçüde kısıtlanmıştır.

Bütün bu kısıtlamalara ve devletin iyi niyetle giriştiği ıslahat hareketlerine rağmen, Osmanlılık siyaseti toplum hayatına hâkim kılınamamış ve İmparatorluğu yıkmaya yönelik ayrılıkçı hareketler önlenememiştir. Daha doğrusu ‘’Osmanlılık’’, bir mefhum olmaktan öteye gidememiştir. Nihayet, Balkan devletlerinin teker teker ayrılarak bağımsızlıklarını elde ettiğini gören bazı Türk aydınları, milli tarih anlayışına sarılmak gerektiğini anlamışlardır.

Türk tarihi üzerindeki çalışmalar, I. Meşrutiyet devrinde başlamış, ancak esas yoğunluğunu II. Meşrutiyet döneminde kazanmıştır. Türk tarihi üzerindeki çalışmaların doğmasında Avrupa’daki Türkoloji araştırmalarının etkisi olmuştur. Ayrıca Orta Asya’nın Ruslar, Hindistan’ın İngilizler tarafından istila edilmesinin, diğer İslam ülkelerinin ise Avrupalıların nüfuz ve istilası altına girmesinin, Osmanlı İmparatorluğu içinde yarattığı manevi çöküntünün de bunda etkisi olmuştur.

Yukarıdaki faktörlerin etkisiyle Türk tarihine ilgi duyan aydınların çoğu, Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkındaki fikir ve kanaatlerini ciddi bir şekilde incelemeden aynen aktarmışlardı. Böylece Türk tarihi hakkında yanlış bilgiler, anlamsız iddialar ve hatta iftiralar da memleketimizde yerleşmeye başlamıştır. Türk tarihi hakkındaki bu yanlış bilgi ve görüşlerin yanında, XVIII. yüzyıldan itibaren Batı medeniyetinin üstünlüğüne duyulan hayranlığın da etkisiyle toplumda bir aşağılık kompleksi de yerleşmiştir.

bahsedilen bu  tarih anlayışları, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Oysa Osmanlı Devleti parçalanmış, Saltanat ve Hilafet makamları kaldırılmış, bunların yerine milli egemenliğe dayalı yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Mustafa Kemal, milletin içine düşmüş olduğu felaketten kurtulması için, her alanda milli ve modern bir politika izlenmesi gerektiğini devamlı olarak belirtmiş, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda yeni Türk Devleti’nin yapısına uymayan bu tarih anlayışlarından ayrılmak gerektiğini açıklamıştır.

Türk Devleti yeni olmakla beraber, bu devleti kuran millet uzun ve şerefli bir geçmişe sahipti. Onun için Türk Milleti, bu şerefli geçmişine uygun tarih anlayışına kavuşmalıydı. Daha doğrusu Millet Tarihi anlayışının kabul edilmesi gerekiyordu.

Atatürk’ün Millet Tarihi anlayışını kabul etmesinde yukarıdaki temel nedenlerin dışında, bazı özel sebeplerin de etkisi olmuştur. Bunların başlıcaları: Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, Türklerin medeni kabiliyetten yoksun olduğuna dair bilim ve gerçek dışı iddialar, Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialardır.

Birçok Avrupalı düşünür, Türklerin sarı ırka mensup ve Avrupalı­lara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduklarını iddia etmiştir. Türklerin sarı ırka mensup gösterilmesinin bir sonucu olarak; medeni kabiliyetten mahrum bulundukları, medeniyet tarihinde hiçbir medeni eser yaratmadıkları, kurmuş oldukları ordularla yerleşik medeniyetler için her zaman bir tehlike kaynağı olan barbar ve göçebe topluluklar oldukları, bundan dolayı Avrupa’dan Asya’ya kovulmaları gerektiği görüşündeydiler.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi üzerine, Türk topraklarının paylaşılması sırasında, asırlarca Türk yurdu olan topraklar üzerinde hak iddia eden devletler ve çevreler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Yunanlılar, Batı Anadolu ve Trakya üzerinde; İtalyanlar ise Güney Anadolu üzerinde tarihi iddialar ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Doğu Anadolu’da Ermeni, Doğu Karadeniz’de Pontus devletleri kurulması için tarihin şahitliğine başvurulmuştur. Sevr Antlaşması da bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine dayandırılarak hazırlanmış ve Osmanlı Hükümeti’ne imzalatılmıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine düşman orduları, Türk yurdundan temizlenmiş ve yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı Lozan’da dünyaya kabul ettirilmiş olduğu halde, bazı emperyalist devletler Türk toprakları üzerinde tarihi hakları olduğunu ileri sürerek istilacı bir programı uygulamaya koyacaklarını göstermişlerdir. Bu durum, savaş meydanlarında ve konferans masalarında elde edilen maddi sonuçları, manevi alanda yapılacak çalışmalarla takviye etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur.

Bu nedenle Ulu Önder Atatürk; devamlı olarak aleyhimize kullanılan bu tahrif edilmiş tarih anlayışına karşı milli tarihimizi gerçek yapısıyla gün ışığına çıkarma çalışmalarını başlatmıştır.

Türk tarihi üzerindeki çalışmalarını 1928 yılından itibaren hızlandırmış ve yoğunlaştırmış olsa da aslında Atatürk’ün Türk Tarih Tezi doğrultusundaki çalışmaları Milli Mücadeleyle birlikte başlamıştır. İlk Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur tarafından Bakanlık bünyesinde kurulan birkaç daireden bir tanesi Türk Asar-ı Atikası Dairesi (Türk Eski Eserleri Dairesi)’dir. Bu dairenin görevi; Anadolu’daki Türk eserlerini araştırmak ve ortaya koymak, bunları Türk ve dünya kamuoyuna tanıtmaktır. Anadolu’da başlayan Atatürk hareketine uygun kültür politikası, Hamdullah Suphi Bey’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde (14.12.1920-20.11.1921) uygulanmaya başlamıştır.

Hamdullah Suphi Bey, Osmanlı Devleti’nin İstanbul merkezli politikasına karşılık, bütün Anadolu’yu içine alan yaygın bir kültür politikası izlemek gerektiğini savunmuştur. Hamdullah Suphi Bey, Bakanlık teşkilatını İstanbul’dan gelen memurlarla doldurduğu iddiasıyla hakkında verilen gensoru üzerine 4 Nisan 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle demektedir:

“Arkadaşlar, bir esas fikir vardır. Anadolu’muz İstanbul lehine olmak üzere devamlı soyulmuştur. Bütün büyük medreselerimiz İstanbul’dadır. Bütün yüksekokullarımız İstanbul’dadır. Bütün bilim adamlarımız İstanbul’dadır, sadece az bir kısmı kendi kendini yetiştirmeleri neticesi memleket içinde, Anadolu içerisinde kalmıştır. Biz fikir ve sanat bakımından kıymetli adamlarımızı İstanbul’da toplamışızdır. Eğer gaflette devam etmek istemiyorsak Erzurum gibi, Sivas gibi, Konya gibi, Ankara gibi Anadolu’nun bütün büyük şehirlerini bir fikir merkezi ve bir sanat merkezi haline koymamız gerekir. Biz uğradığımız felaketten bir ders çıkararak, zararımızı yarı yarıya indiririz. İstanbul içerisinde (kendi aleyhimize olarak) hapis kalmış olan bilim ve sanat erbabını Anadolu içerisine yaymamız gerekir. Şimdiye kadar bunu yapmamak gördünüz ki İstanbul ile Anadolu arasında büyük uçurum yaratmıştır. Bundan sonra iyi seçim yapmak şartıyla, kaliteli adamlarımız sayesinde endişelerimize ve gerilemelere son verebiliriz.’’

Hamdullah Suphi Bey’in Anadolu üzerine yoğunlaştırılmış kültür politikasının ana ilkelerinden birincisi, İstanbul’da birikmiş bilim, kültür ve sanat adamlarının Anadolu’ya aktarılması ve bunların Anadolu’nun kalkınmasında görevlendirilmesidir; ikinci ana ilkesi de Anadolu’nun tarih, kültür ve medeniyetinin araştırılması ve incelenmesidir. Bu amaçla Anadolu’nun tarihine, kültürüne ve eğitimine hizmet edenler ve bu alanlarda eser yazanlar ödüllendirilmiş ve desteklenmişlerdir.

Nitekim Antalya bölgesini araştırarak kitap haline getiren Şükrü Efendi’ye, Konya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren Abdülkadir Efendi’ye ve Kütahya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren İsmail Hakkı Bey’e ödül verilmiştir. Bu konular hakkında sorulan sorulara 10 Kasım 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verdiği cevapta bakan Hamdullah Suphi, şunları söylemiştir:

“Anadolu, yabancı bir memleket kadar bizim için yabancı bir yerdir. Ne eski eserlerini inceledik, ne kitabelerini (yazıtlarını) inceledik, ne şarkılarını toplamışızdır. Anadolu bizim için meçhul (bilinmeyen) olan bir memlekettir. Arkadaşlar! Bunları kim incelemiştir bilir misiniz? Ermeniler incelemiştir. Komidos Varteks isminde bir Ermeni, Anadolu’nun bütün şarkılarını toplamış ve bütün bunları Avrupa’da kitap halinde bastırmıştır. Avrupa’da bu şarkılar Ermeni musikisi olarak çalınıyor.

Bir Macar gelip Anadolu’da kelimeleri ve şarkıları toplamıştır. Birtakım yabancılar gelerek memleketimizin çeşitli kısımlarını ve mesela Konya bölgesini incelemiş, gitmiş Sivas’ı incelemiş, fakat biz memleketimizi incelememişizdir. Özel bir maksatla kendi yaşadığı memleketi, kendi milliyetine ait olan tarihi ve oradaki eserleri incelemiş bir kişiye ödül verdiğimizden dolayı takdir mi yoksa tenkit mi edilmeliyim?”

Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’nin ön hazırlığı olarak değerlendirilebilecek bir çalışma da Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1922-1926 yılları arasında çoğunluğu Türk tarihi, Anadolu tarihi ve Türk düşünürleri ve yazarları hakkında kitapların yayınlanmasıdır. Yine 1922 yılında Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti (Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü) tarafından yayımlanan Pontus Meselesi isimli kitabın girişinde Anadolu’da büyük bir medeniyet kuran Sümerler ve Etiler’in Turani kavimler olduğu ileri sürülmüştür.

1928 yılında Afet İnan, Atatürk’e Türklerin sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupalılara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek  “bu böyle midir?” diye sormuştur. Atatürk, “hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” cevabını vermiş ve bundan sonra tarihle yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır. Atatürk tarih araştırmalarını devletin önemli işleri arasına almış ve belli bir vaktini bu işe ayırmayı kararlaştırmıştır. İlk önce tarih konusunda çıkmış yeni kitaplarla bir kitaplık kurmuştur. Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarihle uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeye koyulmuştur. Bakanlardan, milletvekillerinden, profesör ve öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışma görevi vermiştir.

Bu çerçevede tercüme edilmiş kitapların özeti çıkarılmış, incelenen konular üzerinde raporlar hazırlanmış ve Atatürk’e sunulmuştur. Böylece Türk tarihi üzerinde geniş çaplı bir araştırma başlatılmıştır. Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk Tarihi Tetkik Heyeti’nin kurulması ile uğraşılmıştır. 23 Nisan 1930 tarihinde toplanan Türk Ocakları Kurultayında, Atatürk’ün direktifleriyle “Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu heyetin ilk işi, bir komisyona Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlatmak olmuştur.

Bu komisyonun üyeleri; Tarih ve Medeni Bilgiler Öğretmeni Afet Hanım ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mehmet Tevfik, Çanakkale Milletvekili Samih Rifat, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Akçuraoğlu Yusuf, Aydın Milletvekili Dr. Reşit Galip, Bolu Milletvekili Hasan Cemil, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Sadri Maksudi, Sivas Milletvekili Şemseddin Günaltay, İzmir Milletvekili Vasıf Çınar ve İstanbul Hukuk Fakültesi Profesörü Yusuf Ziya Bey’di. İncelenmek üzere önce 100 adet basılan kitabın önsözünde Türk Tarihi Tetkik Heyeti‘nin kuruluş amacı şöyle açıklanmıştır:

“Bu kitap, belirli bir amaç gözetilerek yazılmıştır. Şimdiye kadar memleketimizde yayınlanan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara kaynak olan Fransızca tarih kitaplarında, Türklerin dünya tarihindeki rolleri bilinçli ve bilinçsiz olarak küçültülmüştür. Türklerin, ataları hakkında böyle yanlış bilgiler edinmesi, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini geliştirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla ulaşılmak istenen asıl amaç, bugün bütün dünyada yayılan ve bu şuurla yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların düzeltilmesidir.

Aynı zamanda bu, son büyük olaylarla ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk Milleti için milli bir tarih yazmak ihtiyacı yolunda atılmış ilk adımdır. Bununla, milletimizin yaratıcı kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak, Türk zekâ ve üstün yaratılışının sırrını meydana çıkarmak, Türkün özelliklerini ve gücünü kendine göstermek ve milli gelişmemizin derin ırki köklere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz. Bu deneme ile muhtaç olduğumuz o büyük milli tarihi yazdığımızı iddia etmiyoruz. Ancak bu konuda çalışacaklara genel bir yön ve hedef gösteriyoruz”.

Bu kitap; İnsanlık Tarihine Giriş, Türk Tarihine Giriş, Çin, Hint, Mezopotamya (Kalde, Elam ve Asur), Mısır, Anadolu, Ege Havzası, Eski İtalya ve Etrüskler, İran, Orta Asya olmak üzere on bir bölümden oluşuyordu. 1931 yılında ise Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” haline dönüştürülmüştür. Atatürk’ün yüksek himayesi altına alınan Cemiyetin amacı, yönetmeliğinde şöyle belirlenmiştir:

Madde 3- Cemiyetin amacı, Türk tarihini incelemek ve elde edilen sonuçları yayımlamak ve duyurmaktır.

Madde 4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, amacına ulaşmak için aşağıdaki vasıtaları kullanır:

a) Toplanıp bilimsel müzakerelerde bulunmak,

b) Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp yayımlamak,

c) Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak bilgi ve belgeyi elde etmek için gerekli yerlere araştırma, kazı ve keşif ekipleri göndermek,

d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti çalışmalarının sonuçlarını her türlü yollarla yayımlamaya çalışmaktır.

Böylece Türk Tarihi üzerindeki araştırmalar, bir ocak ortamından çıkarak kurum statüsüne yükselmiştir. Bu zamana kadar genellikle dokümanter bir nitelik taşıyan Türk tarihi araştırmaları, arkeolojik ve antropolojik araştırmalarla da desteklenerek, teorik görüşleri doğrulama imkânına kavuşmuştur.

Atatürk’ün Tarih merakı

Atatürk tarihe, özellikle Türk tarihine daha okul sıralarındayken ilgi duymaya başlamış ve bu ilgi hayatı boyunca artarak devam etmiştir. Bu ilgisi sonucu hayatının her döneminde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Atatürk’ün tarihe ilgisini özel kütüphanesinde bulunan tarih kitaplarından da anlamak mümkündür. Kütüphanesindeki 4.289 eserden 885 tanesi tarih kitabıdır. Yaklaşık yüz çeşit konu içinde tarih kitaplarının bu sayıda olması, Atatürk’ün tarihe olan ilgisi hakkında açık bir bilgi vermektedir.

Atatürk daha Türk Tarihini Tetkik Heyeti kurulmadan önce (1930), Türk tarihi hakkında geniş ve doğru bir bilgiye sahipti. Atatürk’ün bu kuvvetli tarih bilgisinin Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında olduğu gibi inkılâpların gerçekleştirilmesinde de önemli etkileri olmuştur. O, savaş meydanlarında askerlik sanatı hakkındaki bilgi ve tecrübelerine harp tarihi hakkındaki bilgilerini de katarak tarihi, milli bir heyecan kaynağı şeklinde kullanarak başarıya ulaşmıştır. Yine Atatürk tarihi, gerçekleştirmek istediği inkılâplar için bir dayanak olarak kullanmıştır. Ömrünü tamamlamış olan Osmanlı kurumlarını kaldırırken, onların artık işlevlerinin kalmadığını göstermiştir.

Tarihsel araştırma sonuçları

Atatürk’ün önderliğinde Türk tarihi üzerinde yapılan araştırmaların sonuçları, 1932 yılında I. Türk Tarih Kongresi’nde Türk bilim çevrelerine ve kamuoyuna, 1937 yılında II. Türk Tarih Kongresi’nde de dünya bilim çevreleri ve dünya kamuoyuna sunulmuştur. Arkeolojik, antropolojik ve dilbilim araştırmaları üzerine temellendirilen Türk Tarih Tezi’nin daha iyi anlaşılması için bazı ön bilgiler vermek yararlı olacaktır. Yapılan araştırmalara göre, insanın yeryüzünde ilk çıkışı son jeolojik (Antropozoik) zamanda olmuştur. İnsanın ilk çıkışını açıklayan “monogenizm” ve “poligenizm” adlı iki teori vardır.

Bunlardan monogenizme göre, insan ilkönce bir bölgede meydana gelmiş ve diğer bölgelere buradan dağılmıştır. Poligenizme göre ise, insan aynı anda çok sayıda bölgede birden meydana gelmiştir. Doğal bir varlık olan insanın, belli bir ortamın hazır olmasıyla meydana gelmesi akla daha yakındır. Ancak insanların her yerde aynı tarzda hayat yaşadıklarını iddia etmek oldukça zordur. Bu nedenle insanlığın ilk doğuş yeri tek olarak kabul edilmese de, insanlığın kültür beşiği tek merkez olarak kabul edilebilir. O merkez de Orta Asya’dır. İnsanın meydana geldiği Antropozoik zaman dilimi, kendi içinde Paleolitik (eski taş), Mezolitik (orta taş), neolitik (yeni taş) ve maden devirlerine ayrılır. İnsanlar yazıyı maden devrinde bulmuştur.

İnsanlık tarihi, yazının icadından önceki Prehistorik (tarih öncesi) devir ve yazının icadından sonraki Historik (tarihi) devir olmak üzere ikiye ayrılır. Yalnız, yazının icadı insanların yaşadığı her bölgede aynı zamanda gerçekleştirilmemiştir. Yani insanlık, tarihî devirleri aynı anda yaşamamıştır. Örneğin Orta Asya’da Türkler yontma taş devrini MÖ 12.000 yıllarında yaşarken, Avrupa bunu 5.000 yıl sonra yaşamıştır.

IV. zamanın paleolitik devrinde dünyanın verimli birçok bölgelerinde (Afrika, Avrupa) dolikosefal tipi insanlar vardır. Bu insanlar bir hayli yayılmış olmakla beraber, sadece Orta Asya’da bu tip insanlara rastlanmamıştır. Bu sırada Orta Asya’da neolitik devreye erişmiş bir insan tipi olarak brakisefaller görülmektedir. Böylece bu devirde yeryüzünde dolikosefal ve brakisefal olmak üzere iki ırk vardır. Mezolitik devirde ise Çin, Hint, Hindiçin ve Avrupa’da hem dolikosefal hem brakisefal hem de ikisinin karışımı olan mezosefal tipi insanlar görülmektedir. Bu karışım, brakisefal insanların esas yurtları olan Orta Asya’dan çıkarak dünyanın dört bir yanına dağılmalarıyla olmuştur. Çünkü paleolitik devirde Afrika ve Avrupa’da brakisefal, Orta Asya’da ise dolikosefal insan tipine rastlanmamıştır.

Türklerin atası olan beyaz tenli insanlar, iklimin değişmesi sonucunda yurtlarını terk ederek doğu, batı ve güney yönlerinde göç etmek zorunda kalmışlardır. MÖ 6000–5000 yıllarında başlayan göçler, hep birden değil, art arda dalgalar halinde olmuştur. Türkler, yaratmış oldukları yüksek medeniyeti ve bu medeniyetin unsurlarını gittikleri yerlere beraberlerinde götürmüşlerdir. Tahıl tarımı, evcil hayvanlar, tekerlek, su üzerinde ulaşım, madencilik bu unsurlar arasında en önemlileridir. Bu maddi medeniyet unsurlarıyla birlikte bunların isimleri de daha doğrusu Türk dili de gitmiştir. Böylece dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olan Türklerin göçleri sonucunda, insanlık tarihinde köklü bir sosyal değişim meydana gelmiştir. Türkler bu hareketleriyle dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu kültür ve medeniyeti dünyaya yaymışlardır.

Ancak, Atatürk Türklerin Avrupa’ya, Çin’e ve Hindistan’a giden kollarından çok; batı yönünde ilerleyen, Yakındoğu’ya gelerek buralarda Sümer, Hitit ve diğer Anadolu medeniyetlerini kuran kollarıyla ilgilenmiştir. Buna, bugünkü yurdumuzun tarihini aydınlatması ve Türklerin dünya medeniyeti içindeki yerinin tespit edilmesi bakımından önem vermiştir. Bu konuya ağırlık vermekle birlikte, Türk tarihinin zaman ve mekân içindeki birliğini ve bütünlüğünü hiçbir zaman gözden uzak tutmamıştır.

Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri ve önemi

Bu konuda Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan yayımlar esas alınmıştır. Bu yayınlar; Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan kitaplar, kazı ve inceleme raporları, “Belleten” dergisinde çıkan makaleler, Tarih Kongreleri zabıt tutanaklarıdır. Bu yayınlar üzerinde yapılan incelemelerden şu sonuçlar elde edilmiştir:

Türk tarihi araştırmalarında Göktürk-Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti olarak, coğrafi bakımdan kuzeyde bulunan Türklere ağırlık verilmiştir. Buna karşılık Uygurlar-Karahanlılar-Gazneliler-Tolunlular-İhşidiler gibi güneyde bulunan Türkler hakkında çok az araştırmaya rastlanmaktadır. Bunlar dışında Altınordu, Kırım, Timurlar, Memluklular ve Hindistan Türk İmparatorluğu hakkında kuzey Türklerine göre az, güney Türklerine göre daha çok araştırma yapılmıştır.

1940 yıllarından itibaren Türk tarihinin İslami dönemine ait araştırmaların diğer araştırmalara oranı devamlı olarak artmıştır. Bu artış, Osmanlı ve Selçuklu tarihleri üzerindeki araştırmaların artmasından ileri gelmiştir.

1940 yıllarından itibaren Yunan ve Roma tarihine ait araştırmalar da devamlı artmıştır. Bu artış ise Anadolu’da eski Yunan ve Roma yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların artmasından kaynaklanmıştır.

Eski Anadolu tarihine ait araştırmalar, Anadolu medeniyetlerinden özellikle Hitit tarihi üzerindeki araştırmalar, hiçbir kesintiye uğramadan devam etmiştir. Hitit tarihinin yanında Asur, Fenike, Sümer, Frigya, Lidya, Babil, son zamanlarda da Urartu kavimleri üzerinde araştırmalar da yapılmıştır.

Atatürk ve Cumhuriyet tarihi üzerindeki araştırmalar 1940 yılları hariç, 1950’li yıllardan itibaren devamlı olarak artmıştır.

Yabancı dillerde yayımlanmış Türk tarihinin kaynakları ile Türk tarihine dair araştırmalar, özellikle 1940’lı yıllarda Türkçeye çevrilmiş, ondan sonra da azalarak devam etmiştir.

Türk Tarih Tezi, bazı Avrupalı tarihçilerin araştırmalarına dayanılarak ileri sürülmüş, ancak daha sonra bu tez arkeolojik, antropolojik ve dilbilimsel araştırmalar ve delillerle desteklenmeye ve temellendirilmeye çalışılmıştır.

Özellikle Atatürk döneminde Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar, birbirine bağlı ve birbirini destekleyici bir nitelikte yürütülmüştür. Ancak daha sonra Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar gittikçe birbirlerinden ayrılmıştır. Bu ayrılmada Türk Dil Kurumunun araştırmalarında dilin sosyal, tarihi ve kültürel temellerini incelemekten çok, büyük ölçüde sözlük çalışmalarına ve edebiyat araştırmalarına ağırlık vermesinin rolü olmuştur.

Yukarıdaki tespitlere dayanarak Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri hakkında bir değerlendirme yapıldığında görülebilecek en önemli hususlar şunlardır:

* Türk tarihinde birlik ve bütünlüğün kurulmasının sağlanmasıdır.

* Türk tarihinin İslam tarihi dışında bağımsız olarak araştırılmasıdır.

* Bazı Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkında ileri sürdükleri yanlış bilgilerin, Türk milleti üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesidir.

* Türklerin ikinci anayurdu olan Türkiye’nin tarihinin aydınlatılması yolunda önemli adımların atılmış olmasıdır.

Fakat çağdaş medeniyetin temelinde Türk medeniyetinin bulunduğu yolundaki Türk Tarih Tezi’nin önemli bir iddiasının topluma ve bilim âlemine mal edilmesi hususunda beklenen başarı sağlanamamıştır. Tam tersine, çağdaş medeniyetin temelinde Yunan medeni­yetinin bulunduğu şeklinde bir yanlış anlayış zamanla Türkiye’de de yerleşmiştir. Bu anlayışın yerleşmesinde eski Yunan ve Roma medeniyetleri hakkında yapılan incelemelerin ve bu toplumlara ait Anadolu’daki eski yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların etkisi olduğu gibi, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun çalışma ve araştırmalarının birbirinden kopuk olması nedeniyle, Türk Tarih Tezinin lengüistik delillerden mahrum bırakılması da etkili olmuştur. Bunların dışında, bu anlayışın yerleşmesinde, 1940’larda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tercüme ettirilerek yayımlanan ve okul kitaplıklarına konulan Yunan, Roma ve Batı klasiklerinin de etkisi olmuştur.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu’nun yayımlanmasına kadar dernek statüsünde çalışmışlardır. 1982 Anayasası’nın 134. maddesi uyarınca 2876 sayılı Kanun ile Atatürk’ün manevi himayesinde, Cumhurbaşkanı’nın gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulmuştur. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, bu yüksek kuruma bağlanmışlardır. Ayrıca bu Kanun, Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi adında iki yeni kurumun daha kurulmasını sağlamıştır.

Böylece günümüzde; Atatürk, Türk tarihi, Türk dili ve Türk kültürü konuları bu yüksek kurum tarafından incelenmektedir. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun yanında Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi’nin kurulması olumlu olarak değerlendirilmektedir. Ancak Atatürk’ün arzusu, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun birlikte Türk Bilimler Akademisi haline getirilmesiydi. Bu arzusu tam olarak yerine getirilemediği gibi, “Türk Tarihi” ve “Türk Dili”nin yanında bu değerlerin oluştuğu mekân olan “Türk Coğrafyası” da eksik bırakılmıştır. Böylece, Atatürk’ün Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurmasındaki asıl amaç tam olarak yerine getirilememiştir. Aslında Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi birlikte düşünülmelidir.

“Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.” (Ord. Prof. Dr. Enver Ziya KARAL)

Genel Sebepler:

Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.

Bu iş kolay olmadı. Atatürk milli tarih anlayışını kurmak için ilkin Osmanlı İmparatorluğu devrinde değer kazanmış tarih anlayışını çürütmek zorunda olduğunu anladı. Osmanlı tarih anlayışı üç konaktan geçerek gelişmiş bulunuyordu. İmparatorluğun kuruluşundan Tanzimat’a kadar süren devirde, ümmet tarihi anlayışını görüyoruz.

İslâm uleması, İslâmlık temellerine dayanan İmparatorluğun İslâm halkı arasında ortak bir kültür vasıtası yaratmak için tarihten faydalanmağı düşünmüş ve İslâm tarihini, bu maksatla devlet tarihi olarak kabul etmişlerdi. İslâm tarihinde Türklerin İslâmlıktan Önceki tarihleriyle, İslâmlığın yayılmasında gördükleri büyük hizmetten hiç bahsedilmiyordu, Tanzimat devrinde ümmet tarihine paralel olarak devlet tarihi anlayışı gelişmeğe başladı.

Bu yeni anlayış, İslam ve Hristiyan halkının kanun önünde eşit sayılmağa başlamasının bir neticesi idi. İslam tarihinin medreselerde okutulmasına devam edildi. Fakat medrese dışında açılan okullarda İslâm tarihi yanında Osmanlı tarihi öğretimi başladı.

Yeni tarih anlayışında, Osmanlı devleti için başlangıç olarak, Osmanlı devletinin kuruluş tarihi, kabul ediliyordu. Bu tarihten önceki Türk tarihi ile Osmanlı devletinin kurulmasında Türk Milletinin sarf ettiği gayretler, belirtilmek şöyle dursun, işaret bile edilmemişti. Tanzimat ve birinci Meşrutiyet, Osmanlı halkım ortak değerlere kavuşturmadıktan başka, milliyetçilik cereyanlarını da önleyemedi.

İmparatorluğun türlü taraflarında bağımsız devletler kurulması üzerine Türk münevverlerinden bazıları milli tarih anlayışına, sarılmak gereğini duydular. Bunlar, Türklerin, Osmanlı tarihiyle İslâm tarihinde yaptıkları büyük işin belirtilmesini istedikleri gibi, bu iki tarihin ötesindeki Türk tarihinin kaynaklarına gidilmesi lüzumunu da belirttiler. Bu yeni tarih anlayışı istikametinde başlayan çalışmalar en çok ikinci Meşrutiyet devrinde gelişti.

Devlet bu çalışmalara karışmadı, Aydınlardan tarihe merak sardıranlar, Avrupalı bilginlerin Türk tarihi alanında edinmiş oldukları bilgileri ve kanaatleri, ya hiçbir kritiğe tâbi tutmadan ve yahut gevşek bir kritikten geçirerek derlemeğe ve yaymaya başladılar.

Bu suretle Türk tarihi hakkında, gerçeğe uymayan birçok bilgiler, manasız iddialar ve hatta iftiralar memleketimizde de yerleşmeğe başladı. Osmanlı İmparatorluğunda geliştiklerine kısaca işaret ettiğimiz bu üç tarih anlayışı, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına kadar, yan yana yaşamağa devam ettiler.

Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması ve halifeliğin kaldırılması, ümmet tarihi anlayışını, Osmanlı Devletinin yıkılması da, manasını yalnız Osmanlı tarihinde bulan devlet tarihi anlayışını modası geçmiş tarih anlayışları durumuna düşürmekte idi.

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkomutan ve Devlet Başkanı olarak söylediği nutuklarda fırsat buldukça bu tarih görüşlerinden ayrılmanın gereğini ve yeni bir tarih görüşüne varmanın önemini belirtti. Lozan Muahedesinin imzalanmasından sonra bu düşünce üzerinde ısrarla durdu. Türk Milleti dünyaca tanınan ve sayılan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurmuştu. Devlet yeni, fakat millet uzun ve şerefli bir geçmişe malikti. Milletin kendi adını taşıyan tarihine kavuşması muhakkak lazımdı. Bunun için de millet tarihi anlayışını kabul etmekten başka çare yoktu.

Özel Sebepler:

Bu genel sebep yanında, Atatürk’ü, millet tarihi anlayışını kabul etmeye zorlayan, aşağıdaki sebepleri görüyoruz:

Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler: Avrupa düşünürlerinden bir kısmı, ya din gayretkeşliği veya sadece siyasi düşüncelerle Türkün sarı ırka mensup, Avrupalılara göre ikinci neviden bir insan tipi olduğu bilgisini yaymışlardı. Bu bilgi okul kitaplarına bile geçmiş bulunuyordu.  Türkiye’de tarih araştırmaları gelişmiş bulunmadığı ve tarih yazarlarımızdan büyük bir kısmı Avrupa tarihlerinden tercümeler yaparak, Tarih kitabı yazdıkları için, Türklerin ikinci nevi bir insan tipi olduğu yolundaki yanlış bilgiler memleketimizi de istila etmiş bulunuyordu.

Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum oluşu:  Türklerin sarı ırktan gösterilmesinin bir neticesi olarak medeni kabiliyet ve istidattan mahrum bulundukları da kabul edilmekte idi.  Yakın çağlarda, Osmanlı İmparatorluğunda yapılan Islahat hareketlerini beğenmeyen, bir çok Avrupa tarihçileri ve siyasileri, Türkleri anlayışsızlık ve kabiliyetsizlikle itham ettikten başka, hiç bir medeni eser yaratmadıklarını, Avrupa’da ordu kurmuş bir insan topluluğu mahiyetinde olduklarını, ileri sürmüşlerdir. Hattâ Türkiye’de ara sıra patlak veren siyasi buhranlar sebebiyle Türklerin Avrupa’dan Asya’ya kovulması icabeden barbarlar olduğu bile söylenmiş ve yazılmıştı.

Türk toprakları üzerinde tarihi iddialar:  Osmanlı devletinin birinci cihan harbini kayıp etmesi üzerine, Osmanlı topraklarının taksimi, bir olupbitti gibi kabul edilmişti. Bu toprakların taksimi sırasında Anadolu ve Trakya gibi öz ve öz Türk toprağı olan yerlere hak iddia eden devletler çıktı. Yunanlılar batı Anadolu ile Trakya’ya, İtalyanlar’da güney Anadolu’ya yerleşmek için bu topraklar üzerinde tarihi iddialar ileri sürdüler.  Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulması için tarihin şahitliğine başvuruldu.  Sevr Muahedesi bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine hazırlanarak, Osmanlı Devletine imzalatıldı.

Kurtuluş savaşımızla, topraklarımızı yabancı ordulardan temizledik ve istiklâlimizi Lozanda dünyaya tanıttık. Fakat Türk milletiyle Türk toprakları hakkında yüzyıllardan beri sakat tarih bilgisiyle beslenmiş olan, dünya umumi efkârını her an düşman olarak karşımızda bulabilirdik.

Nitekim Lozan antlaşmasından sonra bile emperyalist bazı devletlerin, Türk toprakları üzerinde tarihi haklar serdederek istilâcı birer programın tatbikine hazırlanmakta oldukları, söz ve hareketlerinden anlaşıldı.

Bu da gösteriyor ki kurtuluş savaşımızda elde edilmiş olan maddi neticeleri, manevi alanda yapılacak çalışmalarla tamamlamak lazımdı. Bunun için de aleyhimizde kullanılmış olan silahın cinsinden bir silah ile kendimizi müdafaa etmekten başka çare yoktu. Aleyhimize kullanılan silah tahrif edilmiş olan tarihti.

O halde bize düşen görev, tarihimizi gerçek yapısı ile meydana, koymak ve şaşırtılmış bulunan efkârı umumiyeyi, Türk milleti ile Türk toprakları hakkında aydınlatmaktı. Buraya kadar yapılan kısa açıklama Atatürk’ün Türk Tarih tezine vermiş olduğu önemi belirtecek karakterdedir.

Atatürk’te tarih merakı ve sevgisi okul sıralarında başlar. Kurtuluş savaşında türlü vesilelerle söylediği nutuklarında fikirlerini kuvvetlendirmek için, daima tarihten misaller getirdiğini görüyoruz. Tarihle uğraşmak hususundaki düşüncelerine ilk defa olarak, 1923’de kendisine fahri Profesörlük ünvanını vermiş olan, İstanbul Edebiyat Fakültesinin, fahri Profesörlük beratını Ankara’ya getirmiş olan, heyetine söylemiştir. Bu heyette bulunmuş olan Prof. Şemseddin Günaltay, Belleten de yayınladığı bir yazıda Atatürk’ün sözlerini şöyle nakletmektedir:

“Beratı takdim ve lütfen fahri müderrisliği kabul buyurduklarından dolayı müderrisler meclisinin şükranlarını arz ettik. Heyetimize iltifatta bulunan Gazi bir aralık kendisinin mektep sıralarından beri çok sevdiği tarihle daima meşgul olduğunu, bu itibarla fahri müderrisliğinin Edebiyattan ziyade tarihe ait olmasının daha münasip olacağını söylediler“.

Bu sözlere rağmen Atatürk’ün 1923’den 1928 yılına kadar tarihle yakından alakadar olduğunu görmüyoruz.  1928’de Bayan Afet (İnan) kendisine, Türk ırkının Sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci “Secondaire” nev’i bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek: – Bu böylemidir? diye sormuştur.

Atatürk’ün verdiği cevap şudur: “Hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” bundan sonra Atatürk devamlı ve sıkı bir şekilde tarihle uğraşmaya başlamıştır. Onun yıllardan beri aydınlatılmasını gerekli bulduğu belli başlı tarih meseleleri şunlardı:

Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir?

Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir?

Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir?

Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kuruluşu için başka bir izah bulmak lâzımdır.

İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslâm tarihinde rolü ne olmuştur?

Atatürk, bu meseleler üzerinde milletimizi ve dünyayı eski ve hatalı tarih anlayışından, yeni ve doğru bir tarih anlayışına getirmenin kolay olmadığını biliyordu.  Bu önemli iş için her şeyden önce, teşkilâta sistemli, devamlı ve sabırlı bir çalışmaya lüzum görüyordu. Atatürk tarih tetkiklerini büyük devlet işleri arasına alınca, belli bir vaktini bu işe hasretmeği kararlaştırdı.

İlkin tarih sahasında çıkmış en yeni kitaplarla bir kitaplık kurdu.

Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeğe koyuldu, Bakanlardan, Milletvekillerinden Profesör ve Öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışmak vazifesi verildi.

Tercüme edilmiş kitapların özü çıkarılmakta, incelenen meseleler üzerinde raporlar hazırlanmakta ve Atatürk’e sunulmakta idi.

Böylece Türk Tarihi üzerinde büyük ölçüde bir anket işi başlamış oldu.

Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk tarihinin incelenmesi ile devamlı olarak çalışmak üzere Türk Tarihi Tetkik Heyetinin, kurulması ile uğraşıldı.

Tarih çalışmalarının ilk mahsulü 1930’da yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları’’ isimli kitap oldu. Atatürk bu kitabın birçok yerlerini beğenmedi. Bu kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra da Türk Tarihi Tetkik Heyeti resmen kurulmuş oldu. Heyetin kurulmasıyla çalışmalar hızlandı.

O kadar hızlandı ki, Türk Tarihi Tetkik Heyeti bir aralık gezici bir hal aldı.  Çankaya’da, Yalova’da, Dolmabahçe’de, vapurda, trende, sözün kısası Atatürk’ün çalışmak için vakit bulduğu yerlerde toplantılar yapıldı. Toplantı saatlerinin yalnız başlangıcı belli idi. Bazen 24 saat fasılasız çalışıldığı da olurdu.

Çalışmalar çok kere münakaşalı geçerdi.  Atatürk’ün münakaşalarda haklıyı ayırt etmek için kullandığı usul hakkında bir fikir edinmek için Prof. Muzaffer Göker’in Belletende yayınladığı “Atatürk’ün huzurunda” başlıklı yazısında şu satırları alıyoruz:

“Bir gün Ankara Halkevindeki Tarih Kurumu Dairesinde müsveddeleri okumak için toplanmıştık. Müzakereler hararetli oldu. Bilhassa iki arkadaş arasında müzakere, münakaşa şeklini aldı, O akşam Atatürk lütfen cemiyet azalarını sofralarına davet buyurdular. Günlük mesai hakkında malumat aldıktan ve her zaman olduğu gibi çalışmaları iltifatları ile teşvik ettikten sonra söz sırası günün münakaşa mevzuu olan meseleye geldi.

Münakaşadan son derece zevk alan Atatürk gayet neşeli bir halde günün hadisesini hülâsa ettikten sonra münakaşanın huzurlarında devamını kendilerine has nezaketiyle rica ettiler. Arkadaşlar mevzuu anlatmağa başladılar: Onları dinledikten sonra kâğıt ve kalem getirilmesini emrettiler. Zaten kâğıt ve kalem yemek odasının demirbaş eşyası sırasına girmişti. Salonun bir ucunda kara tahta, kenarda etajerlerin üzerinde lügatler, ansiklopediler yemek odasına bir mektep manzarası hali vermişti. Ve orası hakikatte bir mektepti. İstenilen şeyler geldikten sonra Atatürk her iki arkadaştan iddialarını yazı ile tespit etmelerini istedi.

Münakaşalarda başlangıçtaki iddiaların unutulması sık sık görülen birşey olduğu için buna lüzum görüldüğünü ilave etti. Sonra arkadaşlardan sözlerini teyit için ne gibi ilmi vesikalara ve mehazlara müracaat edeceklerini sordu. Bunlar da kâğıda yazıldı. Kütüphaneden istenilen kitaplar geldikten sonra okuma ve tercüme başladı. Neticede bir taraf hak kazandı. O zaman Atatürk kaybeden arkadaşımıza dönerek bu neticenin kendisinin yüksek kıymetini küçültecek bir hadise olmadığını ilâve ederek gönlünü aldı.

Yalnız dedi ki:

“Size her zaman söylerim. Yalnız kendi başınıza ve kendiniz için çalıştığınız zaman herkes gibi böyle bir netice ile karşılaşmanız mümkündür. Hatta sık sık olabilir. Cemiyeti ben bunun İçin kurdum. Buradaki üyeler yurt içinde ve dışında tarihe ait yapılan çalışmalarda ve kendi tetkikleri neticelerinden birbirlerini haberdar ederek birbirlerini tamamlayarak çalışırlarsa netice daha müsbet olur. Bunu yaparken şahsınıza ait bir buluşun başkaları tarafından kullanılmasından ve mesut neticelerin isminize değil, mensup olduğunuz cemiyete ve millete mal edilmesinden endişeniz olmasın. Millet bunun kadrini bilir. Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanan hepsi milletin eseridir dedim. Aranacak olursa doğmanda budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımıza ileri süremeyiz. Bu güne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük İşlerimiz vardır, kimi araştırmalar da bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem budur: Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliği ile çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur.”

Atatürk, Türk Tarihi Tetkik Heyetinden, çok istifadeli çalışmalar bekliyordu. Fakat heyette bazen her şey beklediği gibi gitmiyordu. Ara sıra heyet üyelerini irşad edecek yolda direktifler vermek mecburiyetinde kalıyordu. Tarih çalışmalarının ayarlanmasında ve istenilen istikamette yönetilmesinde tesir yapan bu direktiflerin önemlilerinden bazıları şunlardır.

“Büyük Devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetikik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha, büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır,”

“Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nadim olmaktansa hiç bir eser vücuda getirmemek, aczini itiraf etmek evlâdır.”

“Biz tarih yazarken aport değil bizzat fiiller ve hadiseler arayan adamlarız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmiyelim.”

“Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız, Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikatta her şeyden ve herkesten evvel, kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu nokta-i nazarlardan kıskanç olmak İsal edebilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatan ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının… baziçesfi kalırsınız.”

“Tarih hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmağa çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmeden çekinmeyelim.”

“Biz daima hakikat arayan ve buldukça, bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlarız.”

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.”

Bu direktiflere göre yürütülen tarih çalışmaları neticesinde 1931 yılları sonlarında okullar için dört ciltlik bir umumi tarih serisi ortaya kondu.

Ağırlık noktasını Türk Tarihi teşkil eden bu serinin müsveddelerini Atatürk baştan aşağı okudu ve tashih etti.

Yeni Türk Tarih Tezi yazılımı

Yeni tarih kitaplarımız Milli Tarih Tezimizi de ihtiva etmekte idi. 1932’de Ankara’da Tarih Profesör ve Öğretmenlerinin iştiraki ile ilk defa olarak toplanan Türk Tarih Kongresinde Türk Tarih Tezi geniş ölçüde açıklamalar ve tartışmalarla millete mal edildi.  Kültür alanımızda bir inkılâp ifade eden bu tezin esası şudur:

“Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.”

“Türk ırkı, çok kere öne sürüldüğü gibi sarı değildir. Türkler beyaz insanlardır ve brakisefaldir. Bu günkü yurdumuzun sahipleri, en eski kültür kurucularıyla aynı vasıfları taşıyan çocuktandır,”

“Türkler yayıldıkları yerlere medeniyetlerini de götürmüşlerdir. Irak, Anadolu, Mısır, Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalılardır. Biz bugünkü Türkler de Orta Asyalıların çocuklarıyız.”

Türk Tarih Tezi, Tarih alanında yapılan en yeni çalışmalarla Arkeolojik, Antropolojik araştırmalar neticesinde elde edilmiş olan vesikalara dayanmaktadır.

1937’de toplanan ikinci Türk Tarih Kongresinde Tarih tezimiz yabancı ilim adamlarının da tetkikine arz edildi. Kongrenin komisyonlarında ve genel toplantılarında yapılan açıklamalara göre Türk Tarih Tezi âlemşümul bir tarih gerçeği olarak kabul edildi. Türk Tarih Tezinin kabul edilmesi ile milli tarihimiz gerçek karakterini millet ve dünya nazarında kazanmış oldu. Türkleri medeni milletler birliğinden ayırmak ve onları insan yapısıyla medeni vasıfları bakımından ikinci neviden saymak gibi yalnız kin ve garaz mahsulü olan bir edebiyat da gene tarih tezimizle çürütülmüş oldu.

Türk Tarih Tezinin, cihan tarihi anlayışında da ileri bir adım olduğunu kabul etmek lazımdır.  Tezimiz beşer kültürüne Orta Asya’yı beşik göstermekle bütün dünya milletlerinin hasretini asırlardan beri çektikleri ortak bir kültür temeli de yaratmaktadır. İlk anlarda, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi istikametinde yönetilmiş çalışmalarında ırkçı ve emperyalist düşüncelerin izlerini arayanlar oldu. Fakat onun bütün hayatı, bütün düşünce ve çalışmaları milliyet ile insanlığın uzlaşacağı yolunda bir inanın örnekleri ile süslenmişti. Bu örneklerden birini Balkan milletlerinin üyelerine bir antanta varmak için Türkiye’de çalıştıkları sıralarda söylediği şu sözlerde görüyoruz.

“Balkan Milletleri İçtimai ve siyasi ne çehre arz ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş yakın soylardan, müşterek cetleri olduğunu unutmamak lâzımdır.”

“Karadeniz’in Şimal ve Cenup yolları ile binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlarda yerleşmiş olan insan kütleleri, başka başka adlar taşımış olmalarına rağmen, hakikatte bir tek beşikten çıkmış kardeş kavimlerden başka bir şey değildirler.”

Atatürk, Türk Tarih Teziyle insanların aralarında anlaşmak ve müşterek saadetleri yolunda çalışmak için muhtaç oldukları kültür ortaklığının kuvvetli bir adımını da atmış oluyor.

O, “İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırmak, birbirlerini sevdirmek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir.” sözü ile de, Türk milletinin saadetine verdiği değeri diğer milletler içinde tanımış olmuyor mu?

Ölümünde Türk milleti kadar bütün dünyanın da onun için göz yaşı dökmesi, belki de milliyet manasını ve insanlık idealini en güzel anlatmış olmasından ve bu uğurda açık gönül ile çalışmasından ileri gelmiştir.

Türk Tarih Tezi’nin iki temel amacı

Türk ulusunu odak alarak tarihi yeniden yazarak bir Türk ulusal kimliğinin yaratılmasına katkıda bulunmak, bu şekilde Cumhuriyet’in temel amacı olan ulus-devlet yaratma sürecine tarihsel bir referans oluşturmak.

Türklerin dünya uygarlıklarının gelişiminde önemli bir yere sahip olduğu tezini kanıtlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetinin tarihsel olgularca doğrulandığını göstermek.

Temel kabuller

Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre çeşitli göç dalgaları halinde Orta Asya’dan dünyaya yayılan Türkler dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur. Türk Tarih Tezi’nin temel kabulleri şu şekilde özetlenebilir:

*Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır,

*Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır,

*Göçler sonucu Türkler birçok yere yayılmış ve uygarlaşmayı tetiklemiştir,

*Anadolu’nun ilk yerli halkları Türklerdir; Hititler vs. halklar dahil,

*Kürtler dağ Türk’üdür. Bu yüzden 80 yıl önce Kürtlere dağ Türkü denilmişti,

*İtalya’da yaşamış Etrüskler Türk’tür,

*Irak’ın güneyindeki Sümer uygarlığını Türkler kurmuştur,

*Mısır medeniyetinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal Türklerdir,

*Maya, Aztek ve İnka Amerika uygarlıklarını Türkler kurmuştur,

*70 bin yıl önce Asya ve Amerika kıtası arasından batmış Mu kıtasında konuşulmuş olan Mu dili Türkçedir,

*Peygamber Hz. Nuh Türktür. (Hz. İbrahim’in ve hatta Hz. Muhammed (sav)’in Türk’lüğü kuvvetle muhtemeldir.

Görüldüğü gibi, Türk Tarih Tezine göre Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir: Hitit, Sümer, Etrüsk, Rum, Yunan, Kürt, Macar vs. halklar Türk sayılmaktadır. Başka bir deyişle, bu teze göre Avrupa’dan Çin’e kadar uzanan coğrafyadakilerin çoğu Türktür.

Atatürk’e göre Türk tarihi

“Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir” sözü de Anadolu’da Türklerin varlığının Malazgirt Savaşı’ndan çok öncelere dayandığı anlamını taşımaktadır; Anadolu’nun en eski halkları Atatürk’e göre Türk’tür.

Bu gerçekliği Atatürkün kendi yazdığı şiirdede görebiliriz: “Gafil, hangi üç asır, hangi on asır / Tuna ezelden Türk diyarıdır. / Bilinen tarihler söylememiş bunu / Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, / Dinleyin sesini doğan tarihin, / Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak / Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. / Asya’nın ortasında Oğuz oğulları, / Avrupa’nın Alpleri’nde Oğuz torunları / Doğudan çıkan biz / Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz / Türk sadece bir milletin adı değil, / Türk bütün adamların birliğidir. / Ey birbirine diş bileyen yığınlar, / Ey yığın yığın insan gafletleri / Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, / Hakikat nerede?”

Bu şiirden anlaşıldığı kadarıyla Atatürk’e göre Alp Dağları’na kadar uzanan yerdekiler Türk’tür. Tuna nehrinin “ezelden beri Türk diyarı” olduğunu belirterek de Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna gibi Tuna havzası ülkelerinin üzerinde yaşamış olan halkların Türk olduğu tezini ortaya koymaktadır.

Atatürk, Türk Tarih Tezi’nde dile getirilen göç hareketleri ve “Kayıp Kıta Mu” efsanesi arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüş ve bu konuda araştırma yapmak için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bu efsaneye göre Pasifik Okyanusu’nda, Asya ve Amerika kıtaları arasında bulunan ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde olan Mu Kıtası 70 bin yıl önce batmıştı. Atatürk, Türk halkının Mu kıtasından dünyaya yayılmış olabileceğini düşünerek bir araştırma başlattı; Meksika’ya elçi olarak atanan Tahsin Mayatepek’i, Türkçe ile Maya dili benzerliğin araştırılmasıyla görevlendirdi.

SONUÇ

Mustafa Kemal Atatürk’ün esaretten kurtulma, var olma ve en az medeni dünya seviyesinde kültür ve bilim üretme heves ve arzusu, tarihten gelen benlik ve kudrete bağlıydı. Delile muhtaç bu iddiaların en yücelerinden birisi de Tarih Tezi’ydi. Gerek yurt dışındaki kaynakları okuyarak, gerekse yurt içindeki arkeolojik kazı ve incelemelere ön ayak ve destek olarak Mustafa Kemal Atatürk, mevcut tarihin aksayan yönlerini tespitte, yanlışları ortaya çıkarmakta bir tarihçi titizliği ile de öncüydü.

Dahası o bilgi birikimi ile ve yönlendirmeleri ile Milli şuuru, millet olma ve medeniyetin beşiği olma idrakini toplumuna izaha çalışırken, bir yandan da ilim dünyasına bu tezini ispata çalışıyordu.

Mertliği tarihe armağan etmiş Türk’lerin ezeli ve ebedi medeniyet nurlarını ispat için ömrünün son zamanlarını bu inanca ayıran Atatürk, kurduğu Türk Tarih Kurumu ile de bunu sistematikleştirmiş, bilimsel hüviyete sokmuş ve kurumsallaştırmıştır. Mu kıtasından itibaren Türk’lerin anayurdu arayışlarını ispata çalışan Atatürk, Türklerin sanılanın aksine sarı ırktan olmadığını, barbarlıkla alakası olmadığını, pek çok ulus ve devletin Türk kökenli olduğunu tespit ve ispat etmiştir.

Lakin batının yerleşik tarihi ve o tarihi yazanlar güçlüdür, yerleştirdikleri Türk düşmanlığını silmeye razı değillerdir ve bunun yerine Türklüğü, İslamcılıkla yer değiştirmek hevesindedirler. halen de bu misyon devam etmektedir. Çünkü zayıf bir Türkiye ve tarihinden habersiz bir millet bu kahpe senaryoya çok daha uygundur.

İşte Ulu Önder’in gaye ve davası da bu oyunu bozmaktır ve kısmen başarılı da olmuştur. hatta bu uğurda Afet İnan’a Ertuğrul gemisini tahsis etmiş, adalardaki kazılara maddi destek sağlamış, kurul ve toplantılara muhakkak katılmıştır. Çıkarılan dergi ve gazetelerin, toplantı tutanaklarının tanzim ve yayımı, müzelerin kurulması ve ziyarete açılması hep bu maksat iledir.

Maalesef Atatürk’ün vefatı ile bu tez önce zayıflamış ve sonra terk edilmeye mahkûm bırakılmıştır. Bu sayede de Türk’lük mazisini ve kudretini bilmez halde, “Araplaştırma” kastı ile, kopya ve sahte batılı tarihlere maruz bırakılmıştır. Bu ise bugün dahi yaşanan sorunların temelidir.

Cumhuriyetçi aydın yazarlara, araştırmacılara ve özellikle Türk Tarih Kurumu’na düşen görev, bu tezi doğruluğunu ispat edemese ve ikna edemese bile takip etmek, aksi ispatlanana kadar pes etmemek, halkı da bu tez istikametinde aydınlatmaktır.

Çünkü tarih, dünya ve medeniyet Türk’tür. Bu elbet anlaşılacaktır. Lakin bu anlayışta en büyük sorumluluk ve görev bizlere düşmektedir. Oysa bizler hala Atatürk’ün sağladığı huzur ve güven ortamında mışıl mışıl uyumakta olduğumuzdan, hala batının yazdığı empoze tarihe tutsağız.

Uyanmak ve tarihimize sahip çıkmak umuduyla …

Kaynaklar;

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1582

https://www.cukurovader.org.tr/wp-content/cache/all/ataturkun-turk-tarihi-tezi/index.html

https://www.turkcebilgi.com/t%C3%BCrk_tarih_tezi

Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-turk-tarih-tezi/feed/ 0