öykü – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com Bir Mustafa Kemal Atatürk sitesi Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.9.11 http://ataturkicimizde.com/wp-content/uploads/2018/09/cropped-512512-1-32x32.png öykü – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com 32 32 Kahramanlık öyküsü, SUSUZ ÖMER http://ataturkicimizde.com/kahramanlik-oykusu-susuz-omer/ http://ataturkicimizde.com/kahramanlik-oykusu-susuz-omer/#respond Sun, 23 Sep 2018 05:38:13 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=922 Kahramanlık öyküsü, SUSUZ ÖMER Bir İzmir işgali ve kahramanlık öyküsü SUSUZ ÖMER 1919 (hicri 1340) yılının soğuk kış günleri… İzmir’in ayazı sert olur bu mevsimde....

Bu yazı Kahramanlık öyküsü, SUSUZ ÖMER ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Kahramanlık öyküsü, SUSUZ ÖMER

Bir İzmir işgali ve kahramanlık öyküsü

SUSUZ ÖMER

1919 (hicri 1340) yılının soğuk kış günleri… İzmir’in ayazı sert olur bu mevsimde. Urla denize yakınlığı ile yazları şanslı görünse de kışın akşamları ve her mevsim yüksekleri pek soğuktur. Bol akar dağlardan gelen suyu, çamları rüzgârlarla dertleşir gibidir. Rüzgâr sağır eder bazen insanı ağızları bıçak açmaz, bazen rüzgâr konuşur dile gelir.

Bağcılar, balıkçılar doğaya mahkûmdur. O çalış der çalışır; o bugün balığa çıkma der çıkmazlar. Bellemişlerdir artık. Seferihisar hemen şu tepenin ardıdır. Kardeş gibidir Urla’yla. İnsanıyla, şaraplarıyla, üzümleriyle, zeytinleriyle…

İşte Susuz tam burada, Urla ile Seferihisar arasında viran bir köyde evle ahır arası tek göz bir barakada yaşar, yaşamak denirse işte. Elektrik yok, dört yan çamur, ağır bir koku… Samanlar içinde fareler cirit atar, hayvan sesleri kulağında tırmalanır, camsız pencereler çarpar durur.

Sabahı edemez bazen. Yetiştirilecek tonlarca işi varmış gibi gün doğmadan çıkar evinden, akşam ikindiden sonra döner. Kimselerle konuşmaz, değil kahveye gitmek, dertleşmek için bile kuzularla, köpeklerle, keçilerle konuşur. Azık almadan, tek yudum ayran içmeden akşamı ettiği için “Susuz” derler ona… Susuz Ömer… Yaşamak, Susuz için gün saymak gibidir.

Memleketin hali pek kötü şu sıralar. Kimse kimseye güvenmez, hafiyeler kol gezer; doktor yok, iş yok, ilaç yok, para yok… Aç, açık kalmamak insanların derdi. Güzelim ormanlar birer birer kesilip odun olmakta kış sobalarına… Zeytin çıra gibi yanar sobalarda ama memleketin de ciğerleri yanıyor dört bir yanda.

Düşman kapıda. Dört yıldır anasını ağlattı buraların. Urla’ya geleli neredeyse beş aydan fazla oldu düşman. Onlar gelmeden toplandı ahali de teslim olmamaya karar verdiler. Silah depolarının kapılarını valinin emri hilafına kırıp kucak kucak dağlara kaçırdılar. Tam 76 er idiler. Altısı hariç cenazesi bile gelmedi. Kim bilir belki hala yaşıyorlardır ama zor… Köyden asker alacak adam kalmadı artık. Gençler, bebeler bile savaşta… 29’luk Susuz hariç… Gitmedi askere, “Gitmem” dedi, “Hür olmaya alışkınım, emir alamam.” dedi geçti. “Siz işinize bakın!”

Recep Kumandan uzun zaman aradı onu, pusu kurdu günlerce de yakalayamadı. Askerler dağlarda da köyde de bulamadı. Asker kaçağına çıktı adı. Askerler onu barakasında arayıp da bulamadığı bir gün çıkageldi ansızın. Köylüler başına toplanmış, diklenmiş, hatta dövmeye kalkmışlardı. Susuz dayısının elindeki kazmanın sapını kavramış, gözleriyle öyle bir bakış atmıştı ki köylüler gerisin geri evlerine dönmüşlerdi söylenerek. Köyde kimse ele vermedi ondan sonra ama kimseler de yüzüne bakmadı. Sevdiceğini bile başkasına verdiler. İş vermez, azık vermez oldular. Ömer saklandı önceleri, sonra asker aramaktan o da kaçmaktan vazgeçti. Ama adı asker kaçağına çıktı bir kere… Ancak haşa, eli askere asla kalkmadı. Onun derdi sadece olmaktı. Doğduğundan beri neredeyse tek yaptığı buydu zaten.

Susuz köye gelen gidenin hepsinden önceden haberi olurdu. Köy girişine sigara istemek bahanesiyle yanaşır sual ederdi kimdir gelen giden diye. İt uğursuz bu yüzden giremezdi köye. Becerikliydi, elinden geldiği kadar tamir yapar, diker, asar, keser, eker, biçerdi. Kimseye minneti yoktu. Hasta olunca bile şifalı otlardan ilaçlar, merhemler yapar sürerdi. Elbiselerini derede kendisi yıkar, saç traşını bile kendisi olurdu.

Anasını bir gavurun askeri İzmir’e çıktığı gün Konak Meydanında öldürdüğünden beri Susuz’un ağzını bıçak açmadı. Anası elinde bayrak ile lanet okumaya, bedenini set yapmaya gitmişti meydana. Ömer halalarında, tarlada çalışırdı o sıralar. Anası ondan bile gizli gitmiş, dönememişti. Helalleşmesinden anlamalıydı bir gece önceden ya… Anlamamıştı. Bilemedi Yunan’ın Alsancak’a çıkacağını ertesi sabah, ihtimal vermedi. Padişah, halife, bakan, kumandan, İtalyan, İngiliz birileri bir şeyler yapar, çeker giderdi Yunan…

Öyle ya kaç zamandır limanda demirli duran gemilerden ne inen vardı ne binen… Gerçi Rumlar çoktandır azıtmış, kendi aralarında söyleniyor ve hatta bayram yapıyordu. Susuz’un gayrimüslim arkadaşları bile vardı o zamanlar. Son zamanlarda onların tutumları bile değişmiş, Susuz bütün bunları savaşın belirsizliğine vermişti. Savaştan sonra evli evine köylü köyüne döneceğine göre kırgınlıklar unutulur giderdi. Anası işte o gün gitmiş lanetler okurken tıpkı Hasan Tahsin gibi yığıvermişlerdi yere…

Sonra üzerinden ayaklarıyla basa basa geçmişlerdi cansız bedeninin. Anasının cesedini bile tesadüfen buldular. Gömmek için artık Yunan’dan izin almak gerekiyordu. Öyle ya tabutun içinde silah filan olur da?! Yaşlı babası Çanakkale’den dönememiş, şehit olmuştu dört sene önce. Mezarı Gelibolu yakınlarında Eceabat’taydı. Anası arada gitmekten bahseder ama hiç fırsat, daha doğrusu para bulup gidemezlerdi. Hele şu sıralar pek tekin değildi yollar… İti, uğursuzu, eşkıyası, düşmanı doluydu.

İşte Susuz ne anasını görebildi halasından geldikten sonra ne de babasının mezarını. Kabuğuna çekildi. Önce İzmir’i sonra yaşamayı terk etti. İnsanlardan uzaklaştı iyice, kendisinden başka dostu olamadı. Gençlik yıllarının sevdalarını bile közledi kalbinde de sevdasız kaldı. Sevdası bitmekle kalmadı, sevgisi de azaldı günden güne. İnsanlardan hepten koptu…

Bir kavalı vardı üfleyip durduğu. O’na sarılır uzun uzun çalardı. Yanıktı çoğusu. Yanık türkülerinin içinde köylülerin bilmediği isimler vardı. Yahyalar, Çerkezler, İsmetler, Kadirler… Kimi Çanakkale’dendi, kimi belirsiz. Sevdalısının adı ise hiç geçmezdi türkülerinde. Uzun havaları da Anadolu kokardı buram buram. Kimselerle konuşmaz, mecbur kalır da birisi ile konuşmak zorunda kalırsa uzatmaz ve “Memleket işi size mi kaldı? Bakın işinize.” derdi. Padişahı, Kuvayi Milliye’yi, Mustafa Kemal Paşa’yı konuştukça ahali, o müsaade ister ayrılırdı aralarından. Soğuk, çok soğuktu. Kara, kapkaraydı suratı. Mart gibi, gece gibi…

Köylünün yardım edecek hali yoktu ama teklif etmeye bile kimse cesaret edememişti aylarca. Sonra bir de asker kaçağı olunca suratına bakan olmadı hepten. İnsan anasını babasını öldürene kin duymaz mıydı? Cana can istemez miydi? Özleyip de onların yanına cennete gitmek istemez miydi? Nerede? Ömer ruh gibiydi. Taş duvar gibi derin yüz çizgileri, derin bakışları vardı… Uzakları görür gibi. Karanlıkta bile görürdü gözleri derler.

Ömer siyah gür saçları, kırlaşmaya başlamış sakalları, mavi gözleri ile yakışıklı bir efeydi. Okuması, yazması zayıftı Ömer’in. İlkokulu zar zor bitirmişti. Gaz lambası ışığında, o da gaz bulunursa, okuyordu okuldan sonra tarladan, hayvanlardan vakit kalırsa. Çok zordu okumak, beşten sonra bıraktı. Üç kuruş kazanmak için babası savaşa gidene kadar da çalıştı. Sonra ne tarla kaldı gözünde ne de hasat. Anası da gidince yaşlı halası kalmıştı bir tek, hepsi o.

Susuz’un köyü varsa yoksa beş yüz haneliydi. Adı gibi kınalıydı. İki tepe arasına saklanmış gibi dururdu, tipik Ege köyüydü. Bahçelerde salçalar, kurutulmaya asılmış biberler, patlıcanlar… Tarhana tepsiler, saclarda pişen yufka kokuları, çamaşır suyu kaynatan odun ateşli kazanlar… Evlerin çatıları Osmanlı kiremitiydi, çoğu ev briket, bahçe duvarları ise ahşaptandı. Traktör yoktu o zamanlar, elde ne varsa onunla sürülürdü tarlalar.

En kıymetlileri zeytindi bunca şey arasında. Yağışın bol olduğu yıllarda yüzleri güldürürdü zeytin. Önce güzellerinden yemeklikler seçilir, kalanı yağ olmaya giderdi ilçeye. Kendilerine kadarını akıl, artanını da satıverirlerdi yağın. Bunca sağlıklı olmalarının nedeni bu yağ olmalıydı. Bildiklerinden değil ama herkes öyle söylerdi.

Savaşla beraber zeytinler, asmalar, kirazlar da küstü sanki… Yağmur zaten düşmez olmuştu. Kurtçuklar, sinekler sarıyordu kirazları ilaçsızlıktan. Ne ziraat ve orman mühendisi vardı o zamanlar. Toprak ne verirse, ağaçlar ne kadar verebilirse rızıkları o olurdu. Aç değillerdi, hatta gelen gidenle cepheye çorap, pabuç, bere, patik bile gönderirlerdi. Köyde giyecek yoktu zaten bunları… Kalmamıştı. Beş yüz haneli köyde olsa olsa iki yüz kişi kalmışlardı.

Muhtar içlerinde en şanssızlardandı. Ailesini savaşa bile göndermeden köy meydanında şehit vermişti. Bu köyde, bu meydanda, tam da cami önünde… Yunanlıların İzmir’e ilk geldikleri gün… Bütün gününü kahvede ya da işi varmış gibi muhtarlıkta geçirir, akşamları iki göz evinde eski resimlere bakar, uyuyakalırdı.

Ömer ve Recep Amcalar birbirlerinin dayı çocuklarıydı. Rüstem Dayı göçmendi Kosova’dan. Yakup Amca Rize’den gelenlerdendi. Aydınlı Yusuf Dayı, Pehlivan Arap lakaplı Mehmet Efe’ler on yıl önce gelmişlerdi köye. Cengiz Usta tam bir ahşap ustasıydı. Yerlilerden Mehmetgiller vardı, Seyit Ali Amca vardı bir de. Daha eskilerden ise kimse kalmamıştı.

Yaşlarını tam bilemezlerdi. Anaları babaları ne yazdırdıysa, kaç yaşındaysalar o. Kafa kağıdı olmayan bile vardı. Doğum günleri önemli değildi, değil ki yıllar önemli olsun.

Yeniyetmeler okula giderdi Yunan’dan önce. Arapça gibi Osmanlıcayı kolay sökemezlerdi ama. Az dayak yemezlerdi bu yüzden. Evde analar, okulda hoca… Yaşlıların çoğu bilmezdi okumayı. Okuldan bir çocuk yakalar, mektupları ve gazeteleri ona okuturlar, yazdırırlardı. Öğrenme hevesleri de yoktu hani. Onun yerinde nargile, okkalı kahve ve tavla daha hoşa giderdi sarmaşıklı kahvenin bahçesinde. Bütün köy sanki o kahveden yürürdü. Başka da kahve yoktu zaten. Rüstem kahvesini bırakıp Anadolu’ya gitmeye kıyamazdı. Arada söylenir, niyetlenir, sonra bir sabah daha kahveyi açıp çayı koymadan kapıda bekleşen yaşlıları görür, vazgeçerdi.

Kadınların durumu daha zordu. Yoksulluk, savaş, cahillik, dünyanın işi her gün sabah dikilirdi karşılarına. Çocukların derdi, ev işi, bir de tarlayla bostan, bir de hayvanlar, bir de adamın yemeği… Genç yaşta yaşlanır giderlerdi. Yeni gelinler bile beyleriyle savaşta, cephane taşıyıp hemşirelik yapmak için. Geridekiler dullar, yaşlılar ve aklı kıt olanlardı. Bir de bizim Susuz.

Köyde garyimüslüm yoktu ama bereketli toprakların talibi çoktu. Çeşmealtı civarında üç beş evde yaşayan zengin Rumlar üç kuruşa satın almaya kalkarlardı köyü. Henüz satan yoktu ama satmasalar da belki günün birinde göç etmek zorunda kalacaklardı. Buraları beş parasız terk ederek…

Köylü bütün gün kahvedeydi. Kalan birkaç yaslı kadın tarlayla bahçeyle uğraşır, yemek, bulaşık, çamaşırla uğraşır, onlar akşam geç saate kadar elde tespih çay içerlerdi. Arada bir birkaç gün öncesine ait gazete gelirdi köye. Okumayı bilen gençlerden biri kekeleyerek ama en ufak yazısına kadar saatlerce okurdu. Vah vah’lar, inşallah’lar karışırdı araya iyi haber bulmak pek mümkün değildi şu ara.

Mustafa Paşa’dan bahsederlerdi yazılar bazen. Samsun’da, Erzurum’da kongreler yapar, halkı padişaha karşı gelmeye zorlarmış. Ama işgalcilere de karşıymış. Anlamaya çalışırlardı; ama içlerinde padişah korkusu öyle yer etmişti ki ihtimal veremezlerdi Mustafa Paşa’nın dediklerine. İngilizler gelsin de hiç olmazsa eziyet çekmeyelim derdi bazıları.

Bir gün bir Yunan takımı geldi köye süslü atlarıyla. Galip bir komutan havasında tırıs sürdüler atlarını köy içinde hafiften tozutarak… Atların pislikleri köy meydanındaki çimlere düştükçe zevklendiler. Komutan atından inmeden muhtarla konuştu hararetlice uzakta, sonra kahveye yollandılar birlikte muhtar yaya koşardı atın arkasından. Susuz öteden gizlice izledi onları. Kokusu sonra çıktı.

Buralardan birileri Yunan’ın askerine, bayrağına, katarına, konvoyuna rahat vermezmiş. Tek kişiymiş ama dağlarda keçi gibi kaçar, attığını vurur, izini karda bile belli etmezmiş. Yunanlı komutan dört aydır onu ararmış. Tam 36 Yunan’ı gömmüş uzaktan, tek el atışla. Bir o kadar büyükbaş hayvan, bir o kadar silah, bir o kadar erzak… Süre verdi muhtara komutan ayrılırken; “Bulun onu, teslim edin. Yoksa köyün vay haline! Civar köylere de haber edin.”

Köylüyü aldı bir telaş. Yeminler, tövbeler yaltaklanırcasına… Ama nafile. “ 10 gün” dedi komutan giderken. Bir haftadan biraz fazla… Meçhul bir kahramanı aramak mı, bulmak mı yoksa teslim etmek mi zor olan? Konuşuldu, fallar bakıldı, büyükler ziyaret edildi, öğretmene, hocaya danışıldı, küçüklere soruldu; sonuç yok.

Susuz durumu öğrenince hepten sır oldu. O’na sorduklarında “Kimseyi görmedim.” dedi. “Siz işinize bakın.” Zaten bilse şaşarlardı. Soğuk nevale ne olacak!

Günlerce saatlerce aradılar..Bulamadılar. Korku, nefret, panik, tebrik, karışık duygular büyüttü köylüler tek tek. Birbirlerinden şüphelenir hatta gammazlayacak oldular. Bazıları bu benim diye kahvelerde espriler bile yaptı ama cesaret edip benim bile diyemediler mahsusçuktan da olsa ucunda ölmek var diye. Gün yaklaştıkça korku büyüdü gitti. Komutana bir yaşlıyı vermeyi koydular kafalarına. “Bu yaptı.” demeyi derlediler.

O’nu da bulamadılar ya neyse..Belki para yada altın kabul ettirirlerdi. Civar köylerden de ses çıkmadı aksi gibi. Herkesin derdi kendineydi. Komutan diğer köylere de benzer şeyler söylemiş hepsinin içine aynı korkuyu salmıştı derinden. Köylü çoğu zaman imece gibi birlik olurdu ama bu kez çaresizdi. Çoktandır yüreklerini dolaba kaldırmışlardı, gençler gitmiş, çocuklar gitmiş genç kadınlar bile savaştaydı. Bir avuç yaşlı ocaklarına incir ağacı dikilmesin diye çırpınır dururdu artık Allah ne kadar ömür verirse.

Komutan o gün gelmedi. Sonraki gün de. Öbür gün bir manga ile çıkageldi. Kaderine razı Muhtar atlı askerin önünde el pençe divan, arkasında ahali, cami önünde karşıladı komutanı. Söze muhtar girdi:

“İşte kumandan sana teslim…” Bir yaşlı safça dedeydi eliyle işaret ettiği uzaktan.Bir miktar da para tedarikliydiler aralarında topladıkları.

Komutan sözünü kesti.

“O iş iki gün önce bitti muhtar. Nefesini tüketme.” dedi.

“Ama nasıl? Neyse… Geçmiş olsun…” dedi muhtar rahatlamış ama meraklanmıştı.

Ama yürekleri de cız etti o işi biten kahramanın arkasından. Öyle ya öldürdüğü zalim gavurdu. “Kimmiş peki komutan?”

“Tanırsın, senin köylün… SUSUZ.”

“Ama nasıl olur?”

İnanamadılar. Susuz ha! Asker kaçağı ha! O soğuk şey ha! Bir haftadır sırra kadem basmıştı demek bu yüzdendi ha!

Helal olsunlar, bravolar geçti akıllarından önce, sonra hafiften yaşlarla buluştu gözleri. Yutkundular komutanın önünde ses diyemediler.

“Kıstırdık geçen gün, yaylada yedi askerime daha mal oldu ama kaçamadı bu kez. Kaçmak da istemedi sanki… Son kurşununa kadar vuruştu. “ Demek köyü kurtarmak için kendini ifşa etmiş adeta ölüme koşmuştu…

“Hadi uğurlar ola muhtar. Haber vereyim dedim. Haa… Haa… Ha…” Pis gülüşüyle atını sıvazlayıp dönüp giderken köylüler çakılı kalmıştı. Atlılar uzaklaşırken çöktü kaldı, bakakaldılar…

Komutanın dedikleri kulaklarında çalkalandı bir kez daha. “43 askerime mal oldu” “ Son kurşununa kadar vuruştu” “ Kaçmak istemez gibiydi..”

Ellerinde komutanın getirdiği mübarek eşyalarına bakar oldular. Bir saat, bir ceket, bir de Türk bayrağı… Öldüğünde Susuz’un göğsünden çıkan şanlı Türk bayrağıydı bu… Tam ortasında yedi kurşun deliği ile… Kanla kırmızı beyazla şeref karışmış birbirine… Susuz kokan, gül kokan bayrağımızdı bu. Ayağa kalktılar, öptüler, utandılar, ağladılar, yüreklerinde sert rüzgarlar değil fırtınalar kopmaktaydı… Masum çocuklara eziyet edene bu dağları zindan eden mezar eden yiğit öldü ha…

Bizim köyden ha… Bilemedik ha? O kimselerle konuşmayan susuz ha?

Elleri Allah peygamber nidalarıyla yeniden, yeniden kalplerine, gözlerine sonra yüzlerine gitti defalarca. Tekbir getirdiler tekrarlar dolusu.

Mübarek bedenini köye getirmek mümkün değildi ama eşyalarını kollamak lazımdı.. Hem de başköşede. Okul yada cami olmalıydı, yada kahve yada susuzun barınağı. Oy birliğiyle en emin yer olan camiye götürüp duvarına asmaya karar verdiler.

O günden sonra her namazda duasını eder oldular. Soğuk, kara Susuz Ömer’in ve tüm meçhul şehit asker evlatlarının… Utanarak yaptıklarından… Gururuyla Susuz’un köylüsü olmanın…

Bu yazı Kahramanlık öyküsü, SUSUZ ÖMER ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/kahramanlik-oykusu-susuz-omer/feed/ 0
Mavi gözlü Sarışın çocuk Atatürk, öykü http://ataturkicimizde.com/mavi-gozlu-sarisin-cocuk-ataturk-oyku/ http://ataturkicimizde.com/mavi-gozlu-sarisin-cocuk-ataturk-oyku/#respond Fri, 21 Sep 2018 05:36:36 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=918 Mavi gözlü Sarışın çocuk Atatürk, öykü Mavi gözlü sarışın çocuk…ATATÜRK Çocuklar için destansı bir hikaye ÖNSÖZ Bir çocuk doğmuş Selanik’te. Yıllardan 1881 imiş. Saçları sarı,...

Bu yazı Mavi gözlü Sarışın çocuk Atatürk, öykü ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Mavi gözlü Sarışın çocuk Atatürk, öykü

Mavi gözlü sarışın çocuk…ATATÜRK

Çocuklar için destansı bir hikaye

ÖNSÖZ

Bir çocuk doğmuş Selanik’te. Yıllardan 1881 imiş. Saçları sarı, gözleri maviymiş.

Bu çocuk doğduğunda ağaçlar selam durmuş, rüzgar nefesini tutmuş, denizler durulmuş….güneş daha bir güzel parlamış, kuşlar daha bir neşeli ötmeye başlamış…

Bu çocuk bir umut olmuş çevresine …..yokluktan kurtarıp hayat vermiş…Bu çocuk sarı saçlı, mavi gözlü yakışıklı inançlı bir TÜRK genciymiş.

Memleketin bir ucundan bir ucuna hizmet aşkıyla koşmuş, karlar üzerinde uyumuş, uykusuz gecelerde hep vatanın selametini tasarlamış, akıllı, mantıklı, dahi bir çocukmuş…

Bu çocuk barış çubuğu içermiş gençliğinden beri…zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir dermiş…

Bu çocuk Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK’müş, yedi cihana bedel…Bağrından çıktığı Türk halkına hizmeti her şeyin üzerinde görmüş, gericiliği yok etmiş, uzanan düşman elleri kırmasını bilmiş…

Bu çocuk Türk insanına ve O’nun yapacaklarına olan inancını bir saniye kaybetmemiş….vatanında gözü olanlara geldikleri gibi giderler demiş…geldikleri gibi göndermeyi becermiş…

Bu çocuk çok iyi at biner, ok atarmış. Öyle oklar atarmışki, yüreklere saplanır, kimse çıkaramazmış bir daha…Cumhuriyetçilik, inkılapçılık, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, laiklik adına attığı oklar saplanmış kalplere…bir daha hiç çıkmamış…

Bu çocuk ileriyi daha yıllar evvel görmüş, önsezili bir çocukmuş…

Kimseye nasip olmamış bu çocuk…… ne mutlu ki Türk halkına nasip olmuş…

Bu çocuk Türk milletinin gözbebeği en büyük Türk ATATÜRK’müş…

BÖLÜM 1

Yıllar önce dağların ardında, yemyeşil vadilerde bereketli topraklarda TUR ırkına bağlı OS kabilesi yaşarmış. OS insanları, bütün AS, AF ve AV kıtasına barış içinde hükmeder, içlerindeki kabileler mutlu, huzurlu, güvende ve karınları tok birlikte geçinir giderlermiş. Kabileler OS halkı kurallarına uygun olarak kendi inanışlarında serbest olur, kendi kararlarını alır ve uygular, işlerine güçlerine bakar, kendileri avlanır, istedikleri dilde eğitim bile alırlarmış. Bu yüzyıllar boyu böyle devam etmiş. Kabilenin başında PA isimli bir reis varmış. Babadan oğula geçermiş reislik. Kimi reisler akıllı, kimileri saf, kimileri kardeşlerini reislik uğruna öldürecek kadar cani, kimileri savaş kahramanıymış. PA’nın eşi SUL imiş. Kimi zaman yönetim işlerine karışsa da asıl sözü PA söylermiş. PA ve SUL, SA isimli büyük bir çadırda otururmuş. Bu çadır görkemli ve iyi korunan bir çadırmış.

OS halkı savaşlarla uğraşır, ticaret, avlanma, tarım gibi işleri içlerindeki diğer kabilelere bırakırmış.

Kabilenin geniş otlakları, güzel suları, meyve bahçeleri varmış göz alabildiğine. Gökteki yıldızları inceler, matematikle uğraşır, yün eğirir kaliteli kumaşlar yapar, savaş taktikleri geliştirir, kitaplar yazar, isteyen kabilelere buldukları yenilikleri verirlermiş. Kimseye eziyet etmez, ancak kurallarına uyulmasını isterlermiş.

Bu karşılıklı güven ve anlayış içinde yüzyıllar geçmiş.

Bir zaman gelmiş OS halkı eski çalışkanlığını kaybetmeye, yeni şeylerle uğraşmamaya başlamış. Uzun yıllar süren kabile savaşları ile yorulmuş. İnsanlar okumamaya başlamış. Artık kendilerine bağlı çok uzak kabilelere güçleri yetmez olmuş. Aklın yerini din almış, gericilik almış başını yürümüş. Güvensizlik ve ispiyonculuk her yanı sarmış. OS kabilesi dışındakiler bilim ve fenne daha çok zaman ayırıyorken OS halkı bir durgunluk içindeymiş. İçten ve dıştan kabileyi yok etmeye çalışanlar varmış. İç çekişmeler SA halkınıda sokaklardaki insanları da etkilermiş.

PA diye başa gelen reisler artık eskisi kadar cesur, mantıklı ve bilgili olmadığından kendisine bağlı kabileleri iyi yönetememeye başlamış. Kabileler dış saldırılara uğradığında OS ordusu onları koruyamamış. AV kıtasında OS halkı dışında yaşayan diğer güçlü kabileler OS halkı içindeki güçsüz kabileleri kışkırtmaya, kandırmaya başlamış. OS önce büyümesini durdurmuş, sonra küçülmeye başlamış. Elindeki topraklar, halklar, paralar yavaş yavaş AV kabilelerinin eline geçmiş.

PA zor günler geçirmeye, SA zorlanmaya, OS halkı zayıflamaya başlamış.

BÖLÜM 2

Bu zor günlerde AL ve ZÜ’nün nur topu gibi bir erkek çocukları gelmiş dünyaya. Bu çocuk sarı saçlı, mavi gözlü, derin bakışlı, aslanpençesi gibi elleri olan bir çocukmuş. Adını MUS koymuşlar. MUS büyüdükçe kabiledeki diğer çocuklardan farklı ve üstün olduğunu göstermeye başlamış. Okumayı yazmayı erkenden öğrenmiş, ok atmada, at binmede üzerine yokmuş. Bir gün kabilesini bu zor durumdan kurtarmayı daha o zamanlar aklına koymuş. Kendisi gibi düşünen arkadaşları ile zaman zaman konuşur, yapılabilecekleri tartışırmış.

MUS kabilenin topraklarını neredeyse karış karış gezer, toprakları, hayvanları, insanları inceler, devam eden savaşlara katılmayı istermiş ama daha yaşı küçük olduğundan yapamazmış. Yinede boş durmaz amcalarının ağabeylerinin yaptığı hataları bulmaya çalışırmış. Kendi dilinin yanında AV kabilelerinin dillerini de öğrenmiş genç yaşta. Onların yazdığı kitapları okudukça onları daha iyi tanımış.

Okuma, çalışma, uyuma zamanı dışında asla tembellik yapmaz insanlara yardım eder, insan karakterlerini inceler, kendini geliştirirmiş. Toplumun hangi hareketlere ne tepkiler verdiğini anlamaya çalışırmış. MUS kabilesine faydalı olmak arzusuyla günlerini geçirirmiş.

Kabilenin kızları O’na, O kabilesine aşıkmış.

Günler geçtikçe OS kabilesinin toprakları iyiden küçülmeye, parası bitmeye, savaşlar kaybedilmeye başlamış. OS beyliğinden dünya egemenliğine uzanan OS yolculuğu yaşlı bir çınarın içten kuruması gibi bitmek üzereymiş. Bıçak kemiğe dayanmak üzereymiş. Uzun yıllar OS tarafından yönetilen kabileler özgürlüklerini kazanmaya başlamış teker teker. PA bu olanlara kayıtsız kalıyor, kurtuluşu AV kabileleri koruyuculuğuna girmekte buluyormuş. Böylece SA çadırını terk etmek zorunda kalmayacakmış. Ama OS halkı acı ve yoksulluk içinde kıvranırken bu doğru karar değilmiş. AV kabilelerinin merhametine sığınmak yapılacak en aptalca iş imiş ve öyle olmuş.

MUS delikanlılık yaşına geldiği andan itibaren savaşlara katılmaya ve başarılara imza atmaya başlamış. Herkes ondaki askeri dehanın ve cesaretin farkına varmaya başlamış. O verilen görevleri tek tek yerine getirirken bir kere olsun savaş kaybetmemiş ama ne talihki kaybedilen diğer otlaklardaki savaşlar yüzünden OS halkı hep kaybetmiş. PA ümitsiz, OS halkı yorgun düşmüş. AS topraklarına kadar genişleyen kabilenin önce AF sonra AV ve BAL toprakları yavaş yavaş elden gitmiş.

Tüm AV kabileleri yine bir savaş sonrası PA’ya zorla anlaşmalar imzalatmayı başarmışlar. MON ve SER anlaşmaları denilen bu anlaşmalar OS halkının sonuymuş. Ama PA imza atmada sakınca görmemiş ve AV askerleri OS topraklarına dört koldan girmeye başlamış…bir daha çıkmamak umuduyla gelmişler, OS içindeki hain azınlıklar bayraklarla türkülerle karşılamış bu askerleri.

BÖLÜM 3

Daha AV askerleri karaya ayak basmadan bu hain azınlıklar OS halkını kesmeye, çadırlarını yakmaya başlamış. Hamile kadınların karnını deşmeye, çocukları bebekleri bıçaklamaya, yaşlıları öldürmeye kalkmışlar. PA, orduya ok atmayı yasakladığı için bir tek asker karşı gelmemiş düşman atlılarına..Bir tek meydanda işyeri olan HAS ok atıp, düşman flaması taşıyan savaşçıyı öldürmüş. Flama yerlere düşmüş ama AV askerleri HAS’ı mızraklarla delik deşik etmişler.

OS’a ait tüm çadırlara AV flamaları takılmış, cinayetler artmış, masumlar daha çok öldürülmeye başlanmış. Masum ve kültürlü OS halkı bu vahşet karşısında çaresiz ve güçsüzmüş. Ordunun elindeki oklar, mızraklar toplanmış, atlara el konulmuş olduğu için savaşacak bir gücüde kalmamış zaten. Durum kötüymüş.

PA yapılanları görüyor ama gücü yetmediği için dahası AV komutanlarını kızdırmamak için fazla ileri gidemiyormuş. Kendisi SA içinde rahat rahat geziyor, ama dışarı çıkamıyormuş. OS halkı can çekişiyor daha doğrusu canı alev alev yanıyormuş. 600 yıl yönettiği kabilelerin kendisiyle beraber savaşan askerleri bile bu zulümlere katılır olmuşlar. Merhamet yokmuş, acımak yokmuş. Heryer alev alev yanarken yaşlı çocuk genç kim varsa öldürülmeye başlanmış. Onların kanları yerdeyken AV askerleri eğlenceler düzenlemişler zafer sarhoşluğuyla..

Kabilenin uzak köşeleri de aynı acıyı paylaşıyormuş. Yardım edemeseler de, kalpleri birmiş, ne yapacaklarını bilmeden kabilenin bu acıklı haline üzülürlermiş. SA ve PA’ya olan inanışları yok olup gitmiş.

Ordunun mızraklarını teslim etmesi üzerine kabilenin savaşçı olmayanları çadırlarında sakladıkları oklar, kılıçlar, sopalarla çadırlarını terk edip yüksek tepelere çıkmış. Çoluk çocuk dağlara doğru gitmek üzere çadırlarını sırtlayıp canlarını kurtarmak için yola koyulmuş.

BÖLÜM 4

İşte bu yıllarda MUS, genç bir savaşçı olarak SA emrinde görev yapıyormuş. MUS’un savaşlarda gösterdiği başarılar PA’nın güvenini kazanmasına yardımcı olmuş. Bilgili, başarılı, fedakâr bu savaşçı PA emriyle dağlara gidip AV askerlerine karşı koyan atlıları engelleyebilirmiş. Onları oklarını bırakmaya ikna edebilirmiş.

AV askerleri azıtmaya büyükbaş hayvanlara el koymaya, otlakları zehirlemeye başlamış…İNG halkı SA etrafına çöreklenmiş, YU’lar deniz kıyısına yerleşmeye başlamış, İT’ler sıcak topraklara yerleşmiş, FRA’lar güneye gitmiş. OS halkına denizlerden uzaklarda bir avuç toprak kalmış. Anlaşma hükümlerini kendi istedikleri gibi yorumlayan AV askerleri karış karış OS topraklarını ele geçirmeye başlamış.

OS halkı PA’ya olan inancını hepten kaybetmiş, bir ışık bekler olmuş.

Kabilenin dört bir yanında savaşçıların verdiği mücadeleler azılı AV askerlerini durdurmaya yetmiyor, dahası PA bu savaşçıları ölümle cezalandırıyor ve hatta SA askerlerini bu asileri yakalatmak üzere görevlendiriyormuş.

Güç birliği yapamayan OS halkı yavaş yavaş tarihinde ilk kez yok olmanın eşiğine geliyormuş.

MUS, SA önlerine kadar gelen İNG atlılarını gördüğünde arkadaşlarına şöyle demiş; “Geldikleri gibi giderler!”

Arkadaşları da o an pek itibar etmemiş ama MUS işte o günden sonra OS halkı kaderine yazıldığını belli etmeye başlamış. OS halkı derken OS diye bir şeyin artık olamayacağını çok iyi biliyormuş. Çünkü AV savaşçılarının amacı savaşlarda yenilen OS halkını cezalandırmak değil tarih sahnesinden silmekmiş. Farklı dine mensup bu savaşçılar varlarını yoklarını tarihi istekleri doğrultusunda yakıp yıkmaya kararlıymış. Binlerce yıldır değil yok olmak, esir bile olmamış bu kabile ilk defa uçurumun kıyısına kadar gelmiş. Uçurumun adı gaflet ve delaletmiş. Bazıları ona hıyanet bile dermiş.

BÖLÜM 5

MUS, PA’yı ve kabile yaşlılarını ikna ederek dağlara doğru kabile görevlisi olarak eski birkaç at arabasıyla yola çıkmış. MUS’un bindiği arabanın adı BAN imiş. Yanında kendisi gibi düşünen kabilesever OS aydınları varmış. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra güzel bir mayıs sabahı SAM ovasına ulaşmışlar. SAM ovasında onları OS halkı karşılamış, ileri gelen yaşlı kabile üyeleri doğru çadırlarına almışlar, konuşmuşlar ve sonra PA ve SA’nın artık dertlerine deva olamayacağı, asıl bağrından çıktıkları TUR halkının başka bir kurtuluş araması gerektiği konusunda anlaşmışlar. Hala bir savaşçı olarak PA’ya bağlı çalışan MUS daha rahat çalışmak için mesleğinden ayrılmış ve bir kabile üyesi olarak çalışmalarına devam etmiş.

İnsanlar O’nu yaptığı savaşlardan çok iyi tanıyor, güveniyor, isabetli kararları ile cesaret alıyor, çıkar yol olarak O’nu takip etmenin en doğru iş olduğunu biliyormuş. MUS ise küçük yaşlardan beri verdiği söze sadık kalarak TUR halkına hizmet etmekle yanıp tutuşuyormuş. Günler günleri, toplantılar toplantıları takip etmiş. Her toplantıdan sonra dumanlarla sonuçlar tepelerden tepelere, kulaklardan kulaklara yayılıyormuş. Gelişmelerden rahatsız olan PA, MUS hakkında ölüm fermanı bile vermiş ama nafile. O TUR halkının gözünde çoktan bir kurtarıcı ve önder olmayı başarmış. Entrikalar hain pusu ve suikastlar bile tıpkı tuzaklar gibi sonuçsuz kalmış.

MUS kabilenin koruyucu ruhları tarafından korunur gibi her defasında kahpe tuzaklardan kurtulmuş. Canını feda etmeye hazır bir savaşçı olarak ölmeye hazırmış ama O’nu durduran tek şey TUR halkına daha hizmet edilecek çok şey olmasıymış.

TUR halkını kurtarmadan, toprakları kurtarmadan ölmemeye yemin etmiş. Kahramanlıklarına savaş dahiliğini eklemiş. Dağınık kabile savaşçılarını etrafında toplamış, halkın elinde işe yarar ne varsa toplayıp yeniden savaşçı bir ordu yaratmak için kolları sıvamış. Yaşlılar paralarını, mızraklarını, elbiselerini, çoraplarını, çarıklarını, üçbeş kuruş olan paralarını, arabalarını, hayvanlarını, bıçaklarını hep bu yeni orduya vermişler..Sırtlarında malzeme taşıyıp, kendi öz evlatları soğukta donarken bu savaş aletlerini battaniyelerle örtmüşler.

BÖLÜM 6

Büyük savaş için hazırlıklar devam ederken AV askerleri de rahat durmuyormuş. PA kendi çadırı derdinde, SA halkı eğlencede, kabilenin dört bir yanı alev alev yanıyormuş. Savaş kaçınılmaz olmuş. TUR halkının kurtuluşu; topraklarına çöreklenen bu yabancı savaşçılar ile başa çıkmak, onları dize getirip defetmekten geçiyormuş. Atlarla çekilen silahlar, sırtta taşınan oklar, mızraklar hazırlanınca karar verilmiş MUS tarafından. “Ya istiklal ya ölüm.”

FRA’larla kabile halkı savaşçılar olmadan başa çıkmasını bilmiş. FRA’lar çok savaşçı kaybedince OS topraklarını terk edip çekip gitmişler.

İT halkı askerleri başına geleceklerden çekinerek bir gece ansızın atlarına atlayıp kendi topraklarına dönmüş.

İNG halkı askerleri savaşmaktan ziyade PA’yı kandırarak iş yaptırmaya çalışıyormuş.

Geriye bir tek azılı düşman YU’lar kalmış.

OS’lar önce kendilerinden kat ve kat çok ve silahları yeni olan YU halkıyla savaşmaya başlamışlar. Çünkü en tehlikeli, en ykın düşman onlarmış. YU ordusunun yenilmesi halinde eziyetler işkenceler azalacakmış.

En çok eziyeti yapan YU savaşçılarına karşı OS halkı varını yoğunu koymuş ortaya ve önceleri biraz daha toprak kaybetseler de daha sonra toparlanmış ve geri çekilmemeye başlamış. Oklar gövdelere yapıştıkça cansız bedenler yere düşmüş…duraklama daha sonra ileri yürüyüşe, sonra at koşturmacaya varmış sıcak yaz aylarında. OS savaşçıları ellerinde bayrakları bir fırtına gibi düşman üzerine esmeye başlamış. Bozulmuş YU’lar bu kahraman savaşçılar önünde arkasına bakmadan kaçmış. Kaçarken ne buldularsa yakarak yine.. OS savaşçıları yaya veya atlı olarak 600 km. düşmanı takip etmişler…topraklarından atana dek.

Uyumadan savaşmış, aç kalmış, yaralanmış, kolunu bacağını kaybetmiş savaşçılar YU savaşçılarının teslim olduğunu görmeden durmamışlar. Ta İZ uçurumuna dek kovalamışlar ve orada uçuruma yuvarlamışlar bir eylül sabahı.

YU savaşçıları kaçarken bile OS çadırlarından rastladıklarını yakıp yıkmışlar. Buldukları savunmasız kabile yaşlı ve kadınlarını, çocukları işkenceyle öldürmüşler..

İNG halkı İT’ler, FRA’lar ve YU’lardan sonra elinden bir şey gelmeyeceğini anlamış ve OS ile anlaşma imzalamaya çalışmış. Ama MUS ve arkadaşları anlaşmanın artık OS, SA veya PA ile yapılmasından ziyade TUR halkı ile yapılmasında kararlı ve ısrarcı imiş. Öyle de olmuş.

TUR halkının temsilcileri MON ve SER anlaşmasının izlerini ortadan kaldıran şanlı bir anlaşmaya imza atmışlar. LOZ anlaşması yeni bir TUR devletinin kuruluş müjdecisi olmuş.

BÖLÜM 7

Geriye HAT adında küçük bir toprak parçası kalmış ama o toprakların geri alınmasını daha sonraya bırakmışlar. Yıllar sonra zaten bu yopraklar kendi istekleriyle TUR halkı yönetimine girmişler yeniden. Yorgun savaşçıların dinlenmesine ihtiyaç varmış, yıkılan yakılan çadırların tamir edilmesine. Yapacak çok iş varmış. Daha çok savaşmadan önce yaraları sarmak toparlanmak gerekirmiş.

Hemen ertesi gün başlamışlar ara vermeden çalışmaya. Önce yeni bir kabile meclisi kurmuşlar. İlk reis olarak MUS’u seçmişler. MUS reis olarak TA adını da almış ve o günden sonra MUSTA olarak anılmaya başlamış. Meclisin diğer üyeleri de seçilmiş ve yeni TUR halkı kendi kurallarını kendisi koymaya, kendi toprakları ve insanları ile ilgili hür ve bağımsız kararlar almaya başlamış.

Henüz PA ve SA’nın artık tanınmayacağını ve hatta dini sıfatlarının geçersiz olduğu kararını açıklamak için erkenmiş. Çünkü hala kabilede her şeye rağmen PA’nın elinden bir şey gelmediğini çaresiz kaldığını kandırıldığını ve hatta satıldığını düşünen küçükte olsa bir kesin varmış. Üstelik PA’nın dini yönü de varmış. Kabilenin bir kısmı hala O’na ezelden gelen bir bağ ile bağlıymış. Bu bağ zayıflamadan adım atmak doğru değilmiş.

Kabile insanları hala dini duygulara sonuna kadar bağlıymış. her şeyin zamanı ve sırası olduğunu çok iyi bilen MUSTA önce kıyafetlerle başlamış işe, kelimelerle, kurallar ve kanunlarla devam etmiş..Okumayı kolaylaştırıp, iş yerleri açmış.

Kendi düşüncelerini 6 ok ile anlatırmış herkese. Bu altı oku yüzlerce metreden ağaca saplayacak kadar nişancıymış.

İlk ok yönetim şekliyle alakalıymış. Halkın kendi kendini yönetmesini hep temel ilke olarak benimsemiş. Kendisine PA lakabı vermek isteyenlere bile karşı çıkmış. O’nun istediği PA olmak değil TUR halkının kendi kendisini yönetmesiymiş. Yaşanan bunca kötü tecrübeden alınacak en önemli derslerden biri buymuş.

İkinci ok dini inanışlarla ilgiliymiş. Allah ve kul arasındakiler kimseyi ilgilendirmeyeceği gibi kabilenin dini duygularla yönetilemeyeceğini anlatırmış uzun uzun..Yoksa insanlar kolay kandırılırmış.

Üçüncü ok TUR olmakla ilgiliymiş. TUR olmayı isteyen, TUR menfaatlerine hizmet eden, TUR olmayı hak eden herkesin TUR olmasına müsaade etmeyi anlatırmış soranlara..

Dördüncü ok ile kabile insanları arasında fark olmadığını, zengini, yaşlısı, esmeri, ata bineni binmeyeni diye ayrım yapılamayacağını anlatırmış…kurallar önünde herkes eşittir dermiş.

Beşinci ok ile kabilenin kendi zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için üretim yapmasını, dileyenlerin de para kazanmak için başka işler yapabileceğini anlatırmış..

Altıncı okuyla yeniliklere açık olmayı eski kabile kurallarını güncellemeyi anlatırmış…etrafındakilere.

Davranış ve eylemleriyle yavaş yavaş TUR halkı bu yolda ilerlemeye başlamış. PA’ya rağmen…

BÖLÜM 8

Gençliğinden beri barış çubuğu içmeyi çok severmiş MUSTA. Sağlığına zarar verdiğini bile bile bırakamazmış. Zorunlu olmadıkça savaşın bir cinayet olduğunu anlatırmış herkese. Bu nedenle barış çubuğunu ağzından hiç düşürmezmiş.

Çok iyi ata biner, sarı saçları dalgalanırmış rüzgarda. Mavi gözleri parıldarmış sevindiğinde. Kızdığında alev çıkarmış o güzel gözlerden Derinleştirdiği zaman bakışlarını çeliği deler geçermiş. ÇAN savaşlarından beri kahramanlığı dillere destanken, AV ve AF kıtalarında sayısız savaşa katılmışken YU savaşçılarına karşı kazandığı zafer nam salmış yedi cihana..bu fakir kabilenin dünyanın en zangin kabilelerine karşı kazandığı zaferler mazlum kabilelere örnek olmuş..

MUSTA hala bir şeylerin eksikliğinin farkında, zamanın gelmesini bekliyormuş. Kadınların erkeklerle eşitliğinden, at arabası yollarına kadar her şeyi düşünür planlarmış. Yeni birde MİL çadırı yaptırmaya karar vermiş ancak bu sefer İS topraklarına değil AN topraklarına. Yıllarca doğu topraklarında yürütülen mücadeleler bu yeni MİL çadırında planlanmaya başlanmış. MİL çadırına her vadiden birer temsilci alınmış, günlerce aralıksız çalışmışlar.

Günlerden bir gün bir ekim sabahı artık kabile reisliğinin ortadan kalktığını, bir daha PA seçilmeyeceğini, kararların bu yeni MİL çadırında toplanan insanlar tarafından hür olarak verilecek kararlarla yönetileceğini açıklamışlar dünyaya. Bu yeni yönetimin adına CUM demişler. Hiçbir şeyin kabile iradesinden üstün olamayacağını, CUM neyi gerektirirse onun yapılacağını, gerekirse CUM uğruna, insanca yaşama uğruna ölünebileceğini haykırmışlar.

PA’nın reisliği bitmiş ancak dini yetkileri henüz bitmemiş olduğundan PA istemese de buna razı olmuş. SA içinde daha fazla kalamayacağını anlayıp kabile topraklarını terk etmiş. Çok geçmeden bir yıl sonra da PA’nın dini unvan ve yetkileri elinden alınmış..dini duygular Allah ile kul arasında hürce yapılacak ibadetlerle sınırlandırılmış. Kimsenin kimseyi dini duygularla istismar etmesine, dini kullanmasına, dini kabile yönetimine karıştırmasına müsaade edilmemiş.

MİL kendine yeni kabile başkanı olarak MUSTA’yı seçmiş. O’na FA ünvanını vermiş. MUSTA o günden sonra MUSTAFA olarak anılmaya başlanmış. Kendi gerçek kimliğini bulmuş. Canını adadığı bu TUR halkı O’na canı gibi bir ad vermiş.

BÖLÜM 9

Çok geçmeden bir yıl sonra da PA’nın dini unvan ve yetkileri elinden alınmış.. dini duygular Allah ile kul arasında hürce yapılacak ibadetlerle sınırlandırılmış. Kimsenin kimseyi dini duygularla istismar etmesine, dini kullanmasına, dini kabile yönetimine karıştırmasına müsaade edilmemiş. İsteyen istediği dine göre ibadet etmiş, herkes birbirine karşı anlayış göstermiş…

MUSTAFA kabilesinin insanlarını o kadar çok sever, tanır ve güvenirmiş ki hep haklı çıkarmış. Yapamazlar, beceremezler diyenlere öyle güzel dersler verirmiş ki….Gençliğinde onu ata binmekte kimse geçemezmiş şimdide hizmet yarışında kimseler ona yetişemiyormuş.

Kabile 10 yıl gibi kısa bir sürede eski acı ve dertlerini unutmuş, başarılamazları başarmış, olmazları oldurmuş. Kabile MUSTAFA’nın anlattıkları etrafında kenetlenmiş.. O’na gönül vermiş, O kabilesine.

SA ve PA’nın izleri tamamen silinmiş…MİL üyeleri CUM’a sadık kalarak yeni yeni kararlar almışlar. Kabile her yönden gelişmiş, insanlar daha önce olmadıkları kadar zengin, mutlu, huzurlu ve özgüvenli hale gelmişler.

Rüya…. MUSTAFA’nın barış çubuklarından dolayı rahatsızlanmasına kadar devam etmiş.

Daha yapacak çok şey varken…daha çok erkenken…sanki kurtarıcı olarak TUR halkına gönderilmiş ve görevini tamamlamış bir melek gibi.. bir kasım sabahı güneş bir mızrak yükseldiğinde MUSTAFA hayata veda etmiş. Kurtlar, kuşlar, ağaçlar, dağlar gözyaşı dökmüş….

O şöyle demiş ölmeden önce..Benim naciz vücudum elbet birgün toprak olacaktır. Ama TUR CUM’u ilelebet devam edecektir. O’nu kırmızı bveyaz bayraklarla süsleyip kabile üyeleri omuzlarında taşımışlar elden ele.. Bembeyaz melek elbiseleri giydirip teslim etmişler uğruna 57 yıldır ölmeye hazır olduğu toprağın kollarına. Toprak baş tacı etmiş O’nu, bağrına basmış. Böyle bir cengaver birini görmemişmiş daha önce ..

Gözyaşları kesilmemiş kesilmesine de kabile üyeleri O’na son görevlerini yerine getirip ANIT tepesine defnederken durmadan yol almaya and içmişler…TUR halkını bir daha kimsenin eziyet edemeyeceği, hor göremeyeceği bir yere getirmeye yemin etmişler…

BÖLÜM 10

Mavi gözlü sarışın çocuk tüm yakışıklılığı ile, gür sesiyle, mavi derin insanın içini titreten bakışlarıyla, kararlılığıyla veda etmiş dünyaya. Arkasında gözü yaşlı milyonlarca insan bırakarak…AV kabileleri bile O’nun büyüklüğü karşısında şapka çıkarmışlar…Günlerce yas ilan edilmiş kabilelerde…Artık mavi gözlü sarışın çocuktan geriye sözleri ve yaptıkları kalmış….

Beni asla unutmayın demişti. Yapmaya çalıştıklarımıza sakın ara vermeyin. Yorulsanız da beni takip edin..Yerinde duran kabileler geçilmeye mahkumdur…

Yaptıklarını olanları bir kitapta toplamıştı..MUSTAFA. MİL’de yaptığı konuşmalar, haberler, habercilere kadar her şeyi yazmıştı. O’nu okuyun, yola devam edin demişti. NUT demişti kitabına..Başucu kitabı olarak…

Yıllar sonrada gönüllerden silinmeyecekti MUSTAFA ama bazı nifak tohumları O’nun evlatlarını kandırmaya çalışacak, bazı gafil ve hatta hainler O’nun eserlerine dil uzatacaktı….

TUR halkını yoktan var eden MUSTAFA ve CUM uğruna yapılan ne varsa yok etmeye çalışacaktı bu cahiller. Makam ve para uğruna bu toprakları yabancılara hemde tek kurşun atmadan verecek kadar işi ileriye götürmek isteyecek uslanmazlar olacaktı..

Ama TUR halkı içinden yüzlerce yeni MUS’ları, MUSTA’ları MUSTAFA’ları çıkarmayı bilecekti.

Uslanmazlar, kuduz birer köpek gibi geberecekti..

RAHAT UYU ATAM!

VATAN SANA MİNNETTARDIR.

CUMHURİYET DAHA NİCE MUSTAFA KEMALLER, NİCE FİLİZLER ÇIKARACAKTIR.

BU SENİN AŞIĞI OLDUĞUN HER KARIŞ TOPRAĞI ŞEHİT KANIYLA SULANMIŞ VATAN TOPRAKLARINA HİÇBİR MİKROBUN ELİ DEĞEMEYECEKTİR.

RAHAT UYU.. BİZLER NÖBETTEYİZ.

S O N

Bu yazı Mavi gözlü Sarışın çocuk Atatürk, öykü ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/mavi-gozlu-sarisin-cocuk-ataturk-oyku/feed/ 0