Bu yazı Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ardahan’ın Damal ilçesindeki Karadağ sırtlarında ‘doğal mucize’ olarak nitelendirilen ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün silueti, bu yıl erken görülmeye başlandı.
Her yıl 15 Haziran- 15 Temmuz tarihleri arasında ortaya çıkan doğal Atatürk silüeti, bu sene 25 gün önce görülmeye başlandı. Siluet havanın güneşli olması durumunda her gün 17.55- 18.10 saatleri arasında Ata Mahallesi’nden izlenebiliyor. Fotoğraf sanatçıları, Atatürk sulietini görüntülemek için ilçeye akın etti.
Ata Mahallesi’nde oturan gençler, her gün Atatürk’ün silüetini izlediklerini ifade ederek, vatandaşları da ilçeye davet etti. Atatürk silüetini görmek için yerli ve yabancı çok sayıda turistin ilçeyi ziyaret ettiğini belirten gençler, bu doğal mucizenin ilçe için bir bağış olduğunu kaydetti.
SİLÜET NASIL ORTAYA ÇIKTI?
Atatürk silüeti ilk olarak 1954’te Yukarı Gündeş köyünde çobanlık yapan Adıgüzel Kırmızıgül tarafından fark edildi. Silüetin, 1975 yılında gazeteci Erdoğan Kumru tarafından çekilen fotoğrafları Genelkurmay Başkanlığı’na gönderildi. Bu nedenle 23 yıldan bu yana Damal ilçesinde temmuz ayında ‘Atatürk’ün İzinde ve Gölgesinde Damal Şenlikleri’ düzenleniyor.
Kaynak Yeniçağ: Atatürk’ün silueti bu yıl erken görüldü
Bu yazı Atatürk’ün Ardahan Karadağ’a yansıyan Silüeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Bağımsızlık Yolu: 1 – ADANA’DAKİ YEDİ GÜN ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>“Efendiler, bende bu milletin kurtuluşu yolunda ilk teşebbüs hissi, bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur…” (Atatürk, 15 Mart 1923, Adana Türk Ocağı)
Mayıs 2019; Atatürk’ün önderliğinde emperyalizme ve yerli iş birlikçilerine karşı başlayan Milli Mücadele’nin yüzüncü yılı… Milletçe çok gururluyuz.
Bağımsızlık Savaşımızın yüzüncü yılı şerefine, siz SÖZCÜ okurları için, “Atatürk’ün Bağımsızlık Yolu” adıyla üç bölümlük bir yazı dizisi hazırladım. “Adana’daki Yedi Gün”, “İstanbul’daki Altı Ay” ve “İstanbul’dan Samsun’a” alt başlıklı üç yazıyla -üç hafta boyunca- Atatürk’ün, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan önce Adana’da ve İstanbul’da milli hareketin altyapısını nasıl hazırladığını anlatacağım.
Atatürk’ün bağımsızlık yolunda onunla birlikte yürümeye hazırsanız başlayalım!
TÜRK SÜNGÜLERİYLE ÇİZİLEN SINIR
Liman Von Sanders’in komutasındaki Yıldırım Orduları, Suriye-Filistin’de bozguna uğradı. Bozulup dağılan Türk birliklerini 7. Ordu Komutanı Atatürk derleyip toparlayıp İngilizlerle ve asi Araplarla çarpışarak Halep’in kuzeyine çekti. 26 Ekim 1918’de Katma’da İngilizleri durdurdu.
Atatürk, kendi ifadesiyle, Halep’in kuzeyinde Türk süngüleriyle sınır çizdi. Türk süngüleriyle çizilen o sınırı, Misak-ı Milli’nin güney sınırı olarak kabul etti. Bu durumu, sonradan Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatacaktı: “Gerek Erzurum Kongresi’nde gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı esas kabul ettim…”
KİLİS’TEN ADANA’YA
Atatürk, emrindeki 7. Ordu’yla birlikte İskenderun kıyıları, Reyhanlı, Kırıkhan, Belen, Der el Cemal, Tel Rıfat’tan doğuya uzanan bölgeyi koruyordu.
Atatürk, Katma Zaferi’nden sonra bölgede İngilizlere ve Fransızlara karşı direniş merkezleri oluşturmaya başladı. Önce 43. Tümen’den bir müfreze ile elindeki erzak ve malzemenin önemli bir kısmını Kilis’e gönderdi. Kendisi de yaverleriyle birlikte 28 Ekim 1918’de Katma’dan Kilis’e hareket etti. Kilis’te Mevlevi Tekkesi’nde misafir edildi. Burada halkın ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda, asıl savaşın bundan sonra başlayacağını, herkesin ona göre hazırlanması gerektiğini söyledi. Direniş için gereken silahları kendisinin sağlayacağını belirtti. (Süleyman Hatipoğlu, Filistin Cephesinden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa, İstanbul, 2009, s. 49-53)
Katma istasyonunda karşılaştığı Ali Cenani Bey’e, “Teşkilat yapın! Kendinizi savunun! Ben istediğiniz silahları veririm” dedi. Verdiği sözü de tuttu. Antep ve Maraş gibi yerlere silah dağıttı. Bunlar, gereğinde kullanılmak üzere saklandı.
Atatürk, Kilis’ten Adana’ya geçti.
Mondros’a Atatürk tepkisi
Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak I. Dünya Savaşı’ndan çekildi. Mondros, özellikle 7. ve 24. maddeleriyle bir işgal ve paylaşım belgesi gibiydi.
Atatürk, 31 Ekim 1918’de Adana’ya geldi. Adana’da Liman Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’nı devraldı.
İki komutan ayakta karşı karşıya geldiler. Liman Von Sanders söze şöyle başladı: “Ekselans, sizi Arıburnu ve Anafartalar cephelerinde orduyu kumanda ettiğiniz günlerden yakinen tanırım. Beni avutan tek şey, komutayı size bırakmamdır…” Sonra iki komutan karşılıklı oturdular. Birer sigara yaktılar. Kahveler geldi. Liman Von Sanders, yenilgiyi kendi kusurlarına dayandırınca Atatürk müdahale ederek “Müsterih olunuz! Sizde hiçbir kusur ve kabahat düşünemiyorum! Kusur ve kabahatin büyüğü, sizi mensup olmadığınız bir milletin orduları başına getirenlerdedir…” dedi.
Adana’da Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’nı devralan Atatürk, Şakirpaşa’da Hacı Seyit Ağa’nın bağ evinde karargah kurdu. Şehir içinde de Muradiye Oteli’nde bir menzil komutanlığı oluşturdu.
Yıldırım Orduları, dağılmış, parçalanmış, birbirinden uzakta, savaş yorgunu birliklerden oluşuyordu. Buna rağmen Atatürk umutluydu. Şöyle diyordu: “Her şeyden evvel elimin altında bulunan iki ordunun, arzu ettiğim tarzda güçlendirilmesi halinde, bütün felaketlere rağmen Türk sesini işittirebileceği kanaatinde idim. Bu yolda işe başladım.” İşte Atatürk’ün, “bu yolda işe başlamasıyla” aslında Milli Mücadele başladı. Takvimler 1 Kasım 1918’i gösteriyordu.
Mondros Mütarekesi’nin metni, 3 Kasım 1918’de Adana’da Atatürk’ün eline geçtiği gün, Osmanlı’yı I. Dünya Savaşı’na sokan İttihatçı liderler; Enver, Talat ve Cemal Paşa bir Alman denizaltısıyla İstanbul’dan ayrıldılar.
Atatürk, Mondros’u incelediğinde “Osmanlı Devleti’nin bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olduğunu” hatta “düşmanların memleketi işgaline yardımı da vaat ettiğini” düşündü. “Hazin düşüncelere” daldı.
Atatürk, her şeyden önce Mondros’a karşı bazı önlemler aldı.
3 Kasım 1918’de “çok ivedi” bir şifre telgrafla Genelkurmay’dan, anlaşmada geçen “Toros Tünelleri”, “Kilikya”, “Suriye Sınırı” gibi adlandırmalarla “neyin kastedildiğini” ve yine anlaşmada geçen “ordunun terhisi talimatını kimin vereceğini” sordu.
3 Kasım 1918’de 2. ve 7. Kolordulara gönderdiği telgrafla Suriye sınırının yerini işaret etti. Türklerin çoğunlukta olduğu bölgenin esas hat kabul edilmesini istedi. Mütareke şartları yeterince açık olmadığından ayrıntılar açıklığa kavuşuncaya kadar “karaya işgal kuvveti çıkartılmamasını” emretti.
Atatürk, Mondros’a karşı direndi. Öyle ki 31 Ekim’de Reyhaniye’nin, 3 Kasım’da Antakya’nın işgal edilmesi, 5 Kasım’da da İskenderun’u işgal etmek isteyenlere ateş edilmesi için emir verdi.
Atatürk, “Bu mütareke reddedilsin” diyor, yenilgiyi kabul etmiyor, emperyalizme asla teslim olmuyordu.
Atatürk’ün direniş toplantıları
Atatürk, Adana’da 4 Kasım 1918’de 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Cebesoy’la “Adana Mülakatı”nı gerçekleştirdi. Ali Fuat Cebesoy’un yazdığına göre Atatürk, o toplantıda şöyle dedi: “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve koruması, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile birlikte yardım etmemiz lazımdır.” Şevket Süreyya Aydemir, “Bence bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir” derken çok haklıdır. Bu sözler cumhuriyet yolculuğunun ilk habercisidir.
Atatürk, o görüşmede Ali Fuat Paşa’dan 20. Kolordu’nun başında kalıp ilk savunma tedbirlerini almasını istedi. Bunun için ordudaki subay ve erlerin bir an önce jandarmaya kaydırılmasına, bunların silah araç gereçlerinin tamamlanmasına ve Adana’nın önemli yerlerinde “direniş yuvaları hazırlanmasına” karar verildi. Ali Fuat Cebesoy bu doğrultuda çalışmaya başladı.
Atatürk daha sonra Adana’nın ileri gelenleriyle buluştu. 5 Kasım 1918’de Muradiye Oteli’nin büyük salonunda verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşmada, “Bu memleketin kurtulacağını, bunun için mücadele edileceğini” söyledi.
Adana’da Kırmızı Konak’ta ve Aliye Hanım’ın evinde de gizli toplantılar yaptı. 8 Kasım 1918’de Aliye Hanım’ın evinde yaptığı toplantıya asker-sivil çok sayıda yurtsever katıldı. Atatürk, onu dinleyenlerin gözlerinin içine bakarak şöyle dedi: “Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın; gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim…” (Süleyman Hatipoğlu, Türk-Fransız Mücadelesi, Ankara, 2001, s. 33)
Atatürk’ün Direniş Telgrafları İskenderun Savunması
Atatürk, 3 Kasım 1918’de mayın tarama bahanesiyle İskenderun’a çıkmak isteyen bir Fransız müfrezesine izin vermedi. 5 Kasım 1918’de de emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na çektiği telgrafla İskenderun Körfezi’ne çıkarma yapmaya kalkacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini emretti.
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, 6 Kasım 1918’de Atatürk’e gönderdiği telgrafta İngilizlerin, Halep’teki ordularını besleyebilmek için İskenderun’dan yararlanmalarının mütareke sırasındaki “İngiliz centilmenliğine” verilecek bir karşılık olduğunu söyledi.
Atatürk, 6 Kasım 1918’de “geciktiren idam edilir” notuyla Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği şifre-telgrafta “İngiliz centilmenliğini” ve “gönül alma yoluna gitmeyi anlamak nezaketinden yoksun olduğunu” söyledi. Bu konuda “hoşgörülü olmayı çok sakıncalı bulduğunu” belirtti. “İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlere ateşle karşılık verilmesini emrettim” dedi. “İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini, İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir” diye de ekledi. Görevden ayrılmak istediğini söyledi.
Ahmet İzzet Paşa, 6 Kasım 1918’de Atatürk’e gönderdiği telgrafta İskenderun’a çıkacaklara “silahla karşılık verme” emrinin “devletin siyasetine ve memleketin menfaatine aykırı” olduğunu söyleyerek “bu yanlış emrin derhal düzeltilmesini” istedi. Mütarekede bu olumsuz şartları kabul ettiren “gaflet değil, kesin yenilgimizdir” dedi.
6 Kasım 1918’de düşman çıkarma birlikleri İskenderun Körfezi’ne girdiklerinde -Atatürk’ün emri doğrultusunda- 41. Tümen uyarı atışı yaptı.
Atatürk, 7 Kasım 1918’de Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgrafta “İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır” dese de 7. Ordu Hareket Şubesi’nde görevli Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına göre 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan Fransız donanması, topçu ateşiyle körfezden uzaklaştırıldı. (Hatipoğlu, Filistin Cephesinden Adana’ya, s. 80.) Enver Behnan Şapolyo bu olayı, “İşte İskenderun’da işitilen bu ilk kurşun sesi Milli Mücadele’nin ilk emaresidir” diye yorumluyor.
Atatürk’ün “direniş telgrafları”, teslimiyetçi Osmanlı yönetimini çok tedirgin etti. Öyle ki Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, 7 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu ile 7. Ordu’yu kaldırdı. Atatürk’ü İstanbul’a çağırdı.
Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918’de İskenderun’un İngilizlere teslim edileceğini bildirdi. Atatürk, aynı gün Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgrafta -adeta geleceği görürcesine- şöyle dedi: “Bugün Payas-Kilis hattına kadar toprakları isteyen İngilizlerin yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını, daha sonra Konya-İzmir hattının işgali isteklerinin birbirini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun kendileri tarafından sevk ve idaresi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi gibi tekliflerin karşısında da kalmak uzak bir ihtimal değildir.” (Telgraflar için bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.III, s. 250-280)
Görüldüğü gibi Atatürk, daha İstanbul’a gitmeden, Samsun’a çıkmadan aylar önce, 1-8 Kasım 1918 tarihleri arasında, 7 gün boyunca, Adana’da, muhtemel bir emperyalist işgale karşı hem yetkilileri uyarmış hem de ilk direniş hazırlıklarını yapmıştı.
Sonra neler mi oldu?
8 Kasım 1918’de Ahmet İzzet Paşa sadrazamlıktan istifa etti.
9 Kasım 1918’de İngilizler İskenderun’u işgal etti.
10 Kasım 1918’de Atatürk, bir trenle Adana’dan İstanbul’a hareket etti.
11 Kasım 1918’de Tevfik Paşa Hükümeti kuruldu. (Henüz güvenoyu almamıştı.)
13 Kasım 1918’de sabah saatlerinde Atatürk, İstanbul Haydarpaşa’da trenden inerken 61 parçalık İtilaf donanması İstanbul’u işgal ediyordu.
Kaynak: Sinan Meydan, Sözcü gazetesi
Bu yazı Atatürk’ün Bağımsızlık Yolu: 1 – ADANA’DAKİ YEDİ GÜN ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Bağımsızlık Yolu – 2 – İSTANBUL’DAKİ ALTI AY ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk, 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’da kadar 6 ay, işgal İstanbul’unda kaldı. Anadolu’daki milli direnişin ön hazırlığını İstanbul’da yaptı.
14 Kasım 1918 tarihli Yeni Gün Gazetesi “İtilaf donanması limanımızda” manşetiyle çıktı. Manşetin altında bu işgale gayrimüslimlerin sevindiği, “Çanakkale’de verilen şehitlerin hatırasıyla titreyen öteki kısmın” ise üzüldüğü yazıyor. Sol altta ise Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a geldiği belirtiliyor.
Atatürk’ün Adana’dan bindiği tren 13 Kasım 1918 Çarşamba günü saat 12.45’te İstanbul Haydarpaşa’ya vardı. Atatürk, Haydarpaşa’da trenden inerken 61 parçalık İtilaf donanması İstanbul’u işgal ediyordu. Kaderin garip cilvesine bakın ki, işgalciler ve o işgalcileri kovacak olan adam, Atatürk aynı gün, aynı saatlerde İstanbul’a geldi.
Düşman donanmasının boğaza giriş töreni nedeniyle boğaz trafiği durdurulmuştu. Tören sırasında bir Osmanlı heyeti amiral gemisine giderek işgalcilere “Osmanlı Hükümeti adına hoş geldiniz!” dedi.
Atatürk, yaveri Cevat Abbas (Gürer) ve kendisini karşılamaya gelen arkadaşı Rasim Ferit (Talay) ile birlikte Haydarpaşa Garı’nın köşesindeki çayhanede, kafasında bin bir türlü düşüncelerle 2-3 saat boyunca düşman donanmasının boğaza yerleşmesini seyretmek zorunda kaldı. O donanmayı üç yıl kadar önce Çanakkale’de durduran Anafartalar Kahramanı, şimdi o donanmanın serbestçe İstanbul’u işgaline tanık oluyordu. Birden arkadaşlarına döndü: “Hata ettim! İstanbul’a gelmemeliydim. Bir an önce Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı” dedi.
ÇELİK ORMANININ İÇİNDEN GEÇERKEN
Atatürk, 13 Kasım 1918 Çarşamba günü öğleden sonra saat 3’e doğru eski küçük Kartal İstimbotu’yla boğazdan karşıya geçti. İngiliz, Fransız bayraklarının dalgalandığı bir çelik ormanını andıran işgal donanmasının arasından geçerken Kartal’ın güvertesinden ufka doğru bakıp “Geldikleri gibi giderler” dedi. Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer, o anı sonradan şöyle anlatacaktı: “Atatürk ile ben askeri ulaşımın bir köhne motoru ile deniz ortasına yaslanan bir çelik ormanının içinden geçiyorduk. Atatürk’ün zarif dudaklarından ‘Geldikleri gibi giderler’ cümlesini işittiğim zaman, Mütarekenin doğurduğu derin ve elemli ümitsizliği derhal unutmuştum. Cevabımda aceleci davrandım: ‘Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam’ dedim. Gülümsedi. Aziz başının içinde şekillenmeye başlayan vatanı kurtarma planlarını yeniden düşünüyor gibi daldı. Sonra ‘Bakalım!’ dedi.”
Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi, “Bir gün geldi, bütün gemiler geldikleri gibi gittiler. Hem de onun gönderdiği askerleri selamlayarak…”
HER KAPIYI ZORLAMAK
Atatürk, milli direnişin ön hazırlığını İstanbul’da yaptı. Altı ay içinde önce Pera Palas Oteli’nde sonra arkadaşı Fansaların evinde, sonra da Şişli’de kendi evinde asker-sivil birçok kişiyle görüştü.
Atatürk vatanı kurtarmak için her kapıyı zorladı. Kendi ifadesiyle “eski İttihatçılardan, işgal kuvvetleriyle beraber çalışanlara kadar birçok kimselerle” görüştü.
Atatürk, İstanbul’da kaldığı 6 ay içinde dört farklı kesimden insanla görüştü. Bunlar;
1- Kendisine yakın gördüğü, düşüncelerini ve planlarını açıkladığı kişiler: Bunların başlıcaları Fethi Okyar, Tevfik Rüştü Aras, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, İsmet İnönü, Dr. Rasim Ferit Talay’dı.
2- Hükümete yakın kimseler. Bunların başlıcaları Padişah Vahdettin, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, Dâhiliye Nazırı Mehmed Ali Bey, Bahriye Nazırı Avni Paşa, Harbiye Nazırı Fevzi Çakmak Paşa’ydı.
3- Eski İttihatçılar. Bunların başlıcaları Kara Vasıf Bey, İsmail Canbolat ve Ali Rıza Bey’di.
4- İşgal kuvvetlerine yakın kimseler. Bunların başlıcaları da bazı İngiliz gazetecileri, İngiliz ajanlarından Rahip Frew ve İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanı Kont Sforza’ydı.
Atatürk, 6 ay içinde İstanbul’da asker-sivil, yerli-yabancı, yurtsever, mandacı, işgalci, işbirlikçi, hatta –sonradan- vatan haini pek kişiyle görüşerek hem yurtseverlerin hem makam mevki sahibi kişilerin hem de düşmanın ve işbirlikçilerinin durumunu anlamak istemişti.
Atatürk darbeye karşı çıktı
Atatürk, işgal İstanbul’unda kurtuluş için bir yol ararken bazı eski İttihatçılarla da görüştü. Fethi Okyar’ın anılarına göre İstanbul’daki eski İttihatçılar Aralık 1918’de İsmail Canbolat’ın evinde üç gece üst üste gizli toplantılar yaptı. O günlerde Atatürk’ün Şişli’deki evine gelenlerden biri de İttihatçıların Karakol Cemiyeti lideri Kara Kemal’di. Atatürk, 1926’da Falih Rıfkı Atay’a anlattığı anılarında, işgal İstanbul’unda Fethi Okyar ve dört ortak arkadaşıyla birlikte “ihtilalci bir komite” kurmaya ve “hükümeti değiştirmeye” karar verdiklerini, ancak daha sonra bu düşünceden vaz geçtiklerini belirtiyor. Bazı kaynaklara göre o günlerde Atatürk ve birkaç eski İttihatçı, Ay-Yıldız Cemiyeti adlı bir örgüt kuruyor. Yine o günlerde Yenibahçeli Şükrü, Fethi Okyar, Sabri Toprak ve Kara Kemal gibi İttihatçılar Atatürk’e bir “hükümet darbesi” yapmayı öneriyorlar. Atatürk, bütün bu darbe tekliflerini reddediyor. Cevat Abbas Gürer, Atatürk’ün bu kişilere, “hükümet darbesinin bir sonuç vermeyeceğini, esaslı olarak milli yapıyı harekete geçirmek için yalnız İstanbul’da değil bütün vatanda onu örgütlemek gerektiğini uygun bir dille anlattığını” belirtiyor.
Atatürk darbeyi reddetti, çünkü o bir meşruiyet adamıydı; her şeyin meşru, yasal, hukuki olmasını istiyordu. O, meclise, milli iradeye önem veriyordu. Milli Mücadele’yi cuntayla değil meclisle yürütecekti.
Atatürk’ün İstanbul’daki siyasi çalışmaları
Atatürk, İstanbul’a gelir gelmez önce siyasilerle; milletvekilleriyle, bakanlarla görüştü.
14 Kasım 1918’de, eski Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’yla görüştü. Yeni Sadrazam Tevfik Paşa’nın hükümeti kurmaması gerektiğini söyledi. Yeniden kurulacak Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nde kendisi de Harbiye Nazırı olmak istiyordu. Böylece, Mondros’la dağıtılmaya başlayan orduyu derleyip toparlayıp işgallere karşı direnebileceğini düşünüyordu. Onun, işgal altında bir ülkede dağıtılan bir ordunun başına geçmek istemesi, makam mevki hırsıyla değil, derin yurtseverlikle açıklanabilir.
Atatürk, sivillerini giyinip Meclisi Mebusan’a gitti. Milletvekilleriyle görüşüp Tevfik Paşa Hükümeti’ne güvenoyu vermemelerini istedi. Milletvekillerinden söz aldı. Locadan meclis görüşmelerini izlemeye başladı. Ancak Tevfik Paşa güvenoyu aldı. Atatürk, kendisine söz veren milletvekillerinin bu davranışını “Ne yalan söyleyeyim, şaştım…” diyerek yorumlayacaktı.
Atatürk, 6 ay boyunca işgal İstanbul’unda “ince bir siyaset” izledi. İngilizleri ürkütmeden direnişin alt yapısını hazırlamak için çok stratejik hareket etti. Padişah Vahdettin’in ve Sadrazam Damat Ferit’in tutuklanacaklar listesini İngilizlere verdiği o günlerde çok dikkatli olmalıydı. İngiliz yanlısı olduğu bilinen Padişah Vahdettin’le birkaç kez görüşerek padişaha yakın olduğu izlenimi vermeye çalıştı. Bu sırada padişahın da ağzını aradı? Neler düşündüğünü öğrenmeye çalıştı.
14 Kasım 1918’de Pera Palas’ta İngiliz Daily Mail Gazetesi yazarı Ward Price ile görüştü. 20 Kasım 1918’de İngiliz Generali Sir Birdwood’la görüştü. İngiliz casusu Rahip Frew’le bile görüştü. Atatürk, bu görüşmelerde İngilizlerin Türkiye politikasını anlamak istiyordu. Onların ağzını arıyor, İngilizleri ürkütmeyecek şeyler söylüyordu.
Atatürk, arkadaşları Fethi Okyar ve Rasim Ferit Talay’la birlikte işgal İstanbul’unda Minber Gazetesi’ni çıkardı. Bu gazete ile “Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa” kamuoyuna tanıtıldı. İngilizleri kuşkulandırmadan özgürlük ve bağımsızlık vurgusu yapıldı. ABD mandasına karşı çıkıldı. Güçlü bir hükümet kurulması istendi. Meclisin kapatılmasına karşı çıkıldı.
Ancak İngiliz istihbaratı harekete geçti. 28 Şubat 1919’da İngiliz Gizli Servisi’nden Yüzbaşı Hoyland, İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’na gönderdiği bir raporla Atatürk’ün tutuklanıp İstanbul dışına sürülmesini önerdi. Bu rapor 12 Nisan 1919’da Londra’ya gönderildi.
Sonuçta Atatürk’ün işgal İstanbul’undaki akılcı ve stratejik hareket tarzı işe yaradı. Görülen o ki, İngilizler geç uyandı. İngiliz istihbaratının raporlarını değerlendiren İngiliz yetkililer, Atatürk’ün nasıl bir tehdit oluşturduğunu anladıklarında iş işten geçmiş, Atatürk Anadolu’ya çıkmıştı.
Anadolu’ya geçiş kararının matematiği
İstanbul işgal edildiğinde Beyoğlu işgalcilerin bayraklarıyla doluydu. Bu caddeye daha sonra İstiklal Caddesi adı verilmesi boşuna değildi.
Atatürk, 6 ay işgal İstanbul’unda kalmasının nedenini 1926’da Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatıyor: “Ağır ve kesin karar uygulanmaya başlandıktan sonra, ‘keşke şu tarafını da bu tarafını da düşünseydim, belki bir çıkar yol bulurduk. Yeniden bunca kan dökmeye bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı’ gibi tereddütlere yer kalmamalıdır.” “Bundan başka, beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim Mütareke sırasında dört-beş (altı) ay İstanbul’da kalışım sırf bunun içindir.” diyor. Sonra şöyle devam ediyor: “Bu sürenin bir kısmını hazırlıklara ayırdım. Düşünce hazırlığı seferberlikle, davul zurna çalınarak asker toplamak gibi olmaz. Alçakgönüllülükle çalışmak, kendini silmek, karşısındakilere içten bir kanı vermek şarttır.”
İşte bu nedenle Atatürk, 6 ay İstanbul’da kaldı. Her yolu denedi. Her kapıyı çaldı. Sonunda İstanbul’dan vatan kurtarmanın mümkün olmadığını görerek Anadolu’ya geçmeye karar verdi.
Kim ne derse desin! Atatürk bir Kurtuluş Savaşı Ustasıydı. 22 Nisan 1921’de Hâkimiyeti Milliye’ye verdiği röportajda o 6 ayda “padişahından en son neferine kadar” İstanbul’daki insanların, zümrelerin, partilerin, cemiyetlerin “esaret zincirlerine vurulmuş olduklarının farkına varmadan” şaşkınlık ve tevekkül içinde kaldıklarını, çözüm arayanların ise “İstanbul surlarının” dışına çıkamadıklarını söylüyor. Atatürk işte o ortamda “esaret zincirlerini” kırıp “İstanbul surlarının” dışına çıkmaya, Anadolu’ya geçmeye karar veriyor. Kurtuluş Savaşı bu önemli kararla başladı. Atatürk’ün “İstanbul surlarının dışına çıkmak” diye formüle ettiği şey, sadece İstanbul’un dışına çıkmak değildi; mevcut düzenin, mevcut siyasi yapının, mevcut düşünce kalıplarının da dışına çıkmaktı. Atatürk, Anadolu’ya geçerken yeni bir düzen, yeni bir siyasi yapı ve yeni bir düşünceyle hareket etti. “Tam Bağımsızlık”, “Müdafaa-i Hukuk” ve “Milli İrade” kavramları, bu yeni yaklaşımın temel taşlarıydı. İstanbul’dan Anadolu’ya geçen Atatürk bu yeni yaklaşımla sadece 4 yılda, adeta ateşin içinden bağımsız bir vatan ve laik bir Cumhuriyet çıkarmayı başardı.
Atatürk İstanbul’da temaslarına devam ettikçe, kendi deyişiyle, “saf vatanseverleri” ve “adi politikacıları” gördü. Sonrasını Atatürk’ten dinleyelim: “Kendi kendime şu kararı verdim: Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine gitmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk Milleti’ne felaketi haber vermek.”
Atatürk bu kararını önce güvendiği silah arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy’a, İsmet İnönü’ye ve Rauf Orbay’a açıkladı. Yenibahçeli Şükrü Bey’le de görüştü. Sonunda Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya gizli geçiş planı hazırlandı. Ancak daha sonra Atatürk’ün 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’ya gönderilmesi gündeme gelince bu plandan vazgeçildi.
Kaynak: Sinan Meydan, Sözcü gazetesi
Bu yazı Atatürk’ün Bağımsızlık Yolu – 2 – İSTANBUL’DAKİ ALTI AY ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün Bağımsızlık Yolu – 3 – İSTANBUL’DAN SAMSUN’A ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk’e verilen 9. Ordu Müfettişliği görevi Anadolu’daki dağıtılmamış orduları dağıtmayı, silahları toplamayı ve direniş şuralarını kapatmayı içeriyordu. Yani Osmanlı yönetimi Atatürk’ten, Anadolu’da bir direniş başlatmasını değil, İngilizlerin şikayet ettikleri direnişi bitirmesini istiyordu
İşgal İstanbul’undan vatan kurtarmanın mümkün olmadığını anlayan Atatürk, Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Atatürk verdiği bu kararı, sonradan “Uygun bir zamanda ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra bütün Türk milletine felaketi haber vermek” olarak açıklayacaktı. Atatürk bu “gizli tertip” işini önce en güvendiği silah arkadaşlarıyla paylaştı.
ANADOLU’YA GİZLİ GEÇİŞ PLANI
Atatürk, 15 Ocak 1919’da arkadaşı İsmet Paşa’yı Şişli’deki evine çağırdı. “Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak, kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” diye sordu. İsmet Paşa, “Yollar çok, mıntıkalar çok” dedi.
Atatürk, 20 Aralık 1918’de de arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’la da Şişli’deki evinde görüştü. Ali Fuat Paşa, “Milli Mücadele Hatıralarım” alı kitabında o gece Anadolu’da bir “milli direniş hareketi” yaratmak için Atatürk’le birlikte bazı kararlar aldıklarını yazıyor. Atatürk, Ali Fuat Paşa ile 20 Şubat 1919’da Şişli’deki evinde ikinci bir görüşme daha yaptı. O görüşmede Ali Fuat Paşa’nın başında bulunduğu 20. Kolordu Karargahı’nın Ankara’ya nakline ve Ankara’nın bir “direniş merkezi” yapılmasını karar verildi. O gece geç saatlerde Rauf Orbay da Şişli’deki eve geldi. Üç arkadaş kafa kafaya verip direniş planları yaptı. Atatürk, eğer kendisini Anadolu’ya tayin ettiremezse Anadolu’da çok güvendiği bir komutanın yanına gidip işe oradan başlayacağını söyledi. Bunun üzerine Ali Fuat Paşa, “Paşam, ben ve kolordum daima emrindedir!” deyince Atatürk, “Beraber çalışacağız Fuat” karşılığını verdi.
Atatürk, 11 Nisan 1919’da Şişli’deki evinde, hasta yatağında, Kazım Karabekir Paşa’yla da görüştü. Karabekir, Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanlığı’na tayin edilmişti. Erzurum’a gitmeden önce Atatürk’le görüşmeye geldi. Karabekir, “İstiklal Harbimizin Esasları” adlı kitabında, bu görüşmede Atatürk’ü de “Anadolu’ya çağırdığını”, bunun üzerine Atatürk’ün kendisine, “Bu da bir fikirdir! Ahval günden güne size hak verdiriyor… İyi olayım size katılmaya çalışırım!” diye cevap verdiğini yazıyor.
Atatürk, eğer resmi bir görevle Anadolu’ya tayin olmayı başaramazsa Gebze-Kocaeli üzerinden gizlice Anadolu’ya geçmek için bir plan hazırladı. Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, birer mavzer ve iki el bombası ve bir yol haritası hazırladıklarını, harekete geçmek için baharın gelmesini, ağaçların yapraklanmasını beklediklerini yazıyor.
Ancak o sırada Atatürk’ün resmi bir görevle Samsun’a gönderilmesi gündeme gelince bu plandan vaz geçildi.
Atatürk’ün Anadolu’ya geçiş için kurduğu ilişkiler ağı
İstanbul’dan umudu kesen Atatürk önce resmi bir görevle Anadolu’ya geçmeyi denedi. Bunun için asker-sivil arkadaşlarını devreye sokarak Osmanlı yönetimindeki nüfuzlu kişilerle tanışıp görüştü. Onların güvenini kazanmaya çalıştı.
Atatürk, yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’le tanıştı. Birkaç kere Mehmet Ali Bey’le görüştü.
Bahriye Nazırı Avni Paşa’yla diyalog kurdu. Onunla da görüştü.
Yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Harbiye Nazırı Şakir Paşa’yla temas kurdu.
Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa’yla da irtibata geçti. Onu daha önce değişik cephelerden iyi tanıyordu.
O sırada genelkurmaydaki güvendiği arkadaşları Fevzi Çakmak, Cevat Çobanlı Paşa ve İsmet İnönü’den de resmi görevlendirme konusunda yardım istedi.
Atatürk, İstanbul’da kurduğu bu ilişkiler ağı sayesinde 9. Ordu Müfettişliği ‘ne seçilip resmi bir görevle Anadolu’ya geçmeyi başaracaktı.
İngilizlerin isteği
21 Nisan 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Osmanlı Harbiye Nazırlığı’na bir nota verdi. Bu notada özetle Anadolu’da silahların toplanması işinin yavaş ilerlediği, bazı yerlerde şuralar kurulduğu, bunların asker topladığı, buna karşı “gereken her türlü önlemin derhal alınması, yoksa işin ciddiyet kazanacağı” belirtiliyordu. Calthorpe ayrıca Padişah Vahdettin’e, “Yüksek yetkilere sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle 9. Ordu’yu disiplin altına almasını” söyledi.
Etekleri tutuşan Osmanlı yönetimi, çok geçmeden “yetkili bir kurulla” Anadolu’ya gönderilecek “yetenekli bir general” aramaya başladı.
Atatürk, aradığı fırsatı bulmuştu. Hem hükümette hem de genelkurmayda iyi ilişki kurduğu asker-sivil tanıdıkları vardı. İşte o tanıdıkları, “yetenekli bir general” arayan Osmanlı yönetimine Atatürk’ün adını fısıldadılar.
İstanbul’daki girişimleriyle hükümeti rahatsız eden, buna karşın İttihatçı olmayan, Alman karşıtı, Padişah Vahdettin’in fahriyaveri ve Anafartalar Kahramanı Atatürk’ün Anadolu’ya gönderilmesi düşüncesi Sadrazam Damat Ferit’in aklına yattı. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı: Hem hükümeti rahatsız eden bu “yetenekli general” İstanbul’dan uzaklaştırılmış olacak, hem de Anadolu’da İngilizleri rahatsız eden bir sorun çözülmüş olacaktı.
Kendi yetkilerini kendisi genişletti
İşte Atatürk’ün “Yetkileri ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzalamaya çekinmiş, anlaşılır anlaşılmaz mührü basmıştır” dediği o talimatname. Gerçekten de talimatnamenin altında sadece Harbiye Nazırı Şakir Paşa’nın mührü var.
29 Nisan 1919’da Osmanlı yönetimi, Atatürk’ü 9. Ordu Müfettişliği’ne atadı.
Atatürk görevin detaylarını öğrenmek için Harbiye Nazırı Şakir Paşa’yla görüşmeye gitti. Oradan hemen Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa’nın makamına geçti. Fevzi Paşa’nın hasta olduğu, iki gündür gelmediği söylenince hiç zaman kaybetmeden Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa’nın yanına gitti.
“Kapıları kapatır mısın?” dedi. Kazım İnanç Paşa’yla birlikte kapalı kapılar ardında bir görev talimatnamesi hazırladı. Atatürk, Samsun’dan başlayarak bütün Doğu illerindeki kuvvetlerin komutanı olacak, oralardaki valilere doğrudan emir verebilecek şekilde iki madde hazırladı.
“Onların arzularını bir araya topla fakat sonuna bu iki maddeyi ekle” dedi.
Kazım Paşa Atatürk’ün yüzüne baktı: “Bir şey mi yapacaksın?”
Atatürk, “Kulağını bana doğru uzat” dedi. “Evet, bir şey yapacağım. Bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım!”
Kazım Paşa, Atatürk’ün hazırladığı müsveddeyi Harbiye Nazırı’na götürdü. Harbiye Nazırı Şakir Paşa, yeni maddeleri görünce “imzalamam” ama “mührümü basarım” dedi. Harbiye Nazırı mührünü bastıktan sonra Atatürk, iki nüshadan birini cebine koydu, diğerini Kazım İnanç Paşa’ya verip odadan ayrıldı.
Sonrasını Atatürk’ten dinleyelim:
“Tarih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum tahmin edemem. Bakanlıktan çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim.”
Böylece Atatürk, 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu’nun geniş bir bölümüne hükmedebilecekti. Ancak görüldüğü gibi Samsun’a giderken Atatürk’e o geniş yetkileri Osmanlı yönetimi bilerek, isteyerek vermiş değildi. Atatürk, kendi yetkilerini bizzat kendisini genişletmişti.
Atatürk, Samsun’a gönderilme konusundaki süreci Nutuk’ta şöyle özetliyor: “Hemen ifade edeyim ki onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe ‘Samsun ve dolaylarındaki güvenlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun’a kadar gitmek idi… O tarihlerde genelkurmayda bulunan ve beni, maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusu ile ilgili emri de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra, imzalamaya çekinmiş, anlaşılır anlaşılmaz mührü basmıştır.”
Atatürk, Samsun yolculuğuna çıkmadan önce ekibini kurdu. Son görüşmelerini yaptı. Bekirağa’da tutuklu arkadaşı Fethi Okyar’ı ziyaret etti. Süleymaniye’de İsmet İnönü’yü ziyaret etti: “Ben çağırınca Anadolu’ya gelirsin” dedi.
“Evet Paşam, bir şey yapacağım!”
14 Mayıs 1919’da Sadrazam Damat Ferit, Nişantaşı’ndaki Sadrazamlık Konağı’nda Atatürk’le son bir görüşme yaptı. Görüşmede Cevat Çobanlı Paşa da vardı. Damat Ferit, “Samsun ve havalisinde ne yapacaksınız? Nerelere kadar komuta edeceksiniz” diye sordu. Atatürk, Samsun ve civarındaki karışıklıkları önleyeceğini, küçük bir alanı kontrol edeceğini söyledi. Cevat Paşa da araya girerek Damat Ferit’in kuşkularını dağıttı.
Atatürk ile Cevat Paşa, Damat Ferit’in yanından ayrıldılar. Nişantaşı’ndan Teşvikiye’ye doğru hızlı adımlarla yürüyorlardı.
Cevat Paşa, “Bir şey mi yapacaksın Kemal?” diye sordu.
Atatürk, “Evet Paşam, bir şey yapacağım!”
Cemal Paşa, “Allah muvaffak etsin!” dedi.
Atatürk, “Mutlaka muvaffak olacağız” karşılığını verdi.
Atatürk, 15 Mayıs’ta genelkurmaya veda ziyareti yaptı. Orada Fevzi Çakmak Paşa ve Cevat Çobanlı Paşa ile görüştü. Üç paşa birlikte hareket etmeye karar verdi. Atatürk, Cevat Paşa ile bizzat haberleşmek için özel bir şifre aldı.
Atatürk-Vahdettin son görüşmesi
Bir yalanın deşifresi
Atatürk, 6 ay kaldığı işgal İstanbul’unda birkaç kez Padişah Vahdettin’le görüştü. Bu görüşmeler sonunda Vahdettin’in “gözleri yarı kapalı” biçimde İngilizlerin merhametine sığındığını gördü.
Atatürk, son olarak 15 Mayıs 1919’da Yıldız Sarayı’nda Padişah Vahdettin’le görüştü. Bu görüşmenin bütün detaylarını, Atatürk, 1926’da Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatacaktı:
“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. (…) Vahdettin unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: ‘Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti), tarihe geçmiştir. Bunları unutun’ dedi. ‘Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden daha önemli olabilir. Paşa, paşa, devleti kurtarabilirsin!”
Vahdettinciler, öteden beri bizzat Atatürk’ün anlattığı bu anıyı kullanarak “Bakın işte! Vahdettin Atatürk’ü devleti kurtarması için Samsun’a göndermiş!” diyorlar. Ancak Vahdettinciler, Atatürk’ün bu anısının -şimdi anlatacağım- devamını hep gizliyorlar. Bakın Atatürk, Vahdettin’in bu sözlerini doyunca neler düşünüyor:
“Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız. İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer, onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğruluğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Veliahtın arzularını, Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacağım.”
Atatürk çok haklıydı. Birincisi, Vahdettin’in “devletin kurtuluşundan” anladığı şey öncelikle “sarayın/sultanın/hilafetin” kurtuluşuydu. İkincisi, Vahdettin, bu kurtuluşun da İngilizlere rağmen bir milli direnişle değil, İngilizlerin her dediğini yaparak mümkün olacağını düşünüyordu. Bu nedenle Atatürk’e verilen 9. Ordu Müfettişliği görevi Anadolu’daki dağıtılmamış orduları dağıtmayı, silahları toplamayı ve direniş şuralarını kapatmayı içeriyordu. Yani Osmanlı yönetimi Atatürk’ten, Anadolu’da bir direniş başlatmasını değil, İngilizlerin şikayet ettikleri direnişi bitirmesini istiyordu. Atatürk, Anadolu’ya geçip de kendisine verilen görevin tam tersini yapıp direnişi körükleyince Vahdettin önce Atatürk’ü görevden aldı, sonra idam fermanını imzaladı.
19 Mayıs’ın yüzüncü yılı kutlu olsun…
Kaynak: Sinan Meydan, Sözcü gazetesi
Bu yazı Atatürk’ün Bağımsızlık Yolu – 3 – İSTANBUL’DAN SAMSUN’A ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Türk Milleti’nin Direniş Ruhu Kuvayı Milliye ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>“Milli Mücadele’yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, kardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi… Milli Mücadele’de şahsi hırs değil, milli ülkü, milli onur gerçek etken olmuştur.” (Atatürk, 1925)
…
KUVAYI MİLLİYE’NİN DOĞUŞU
Kuvayı Milliye, “Milli Kuvvetler” demektir. Dar anlamıyla, Milli Mücadele’deki milis kuvvetleri ve yerel direnişleri; geniş anlamıyla, Milli Mücadele’deki tüm kuvvetleri ve tüm direnişi ifade eder. Sabahattin Selek’in ifadesiyle “Müdafaa-i Hukuk örgütleri, kongreler, TBMM, bunlara yardımcı olan bütün organlar, hatta ordu milli kuvvetler idi.” (Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, C. I, s. 120).
Burdur Askerlik Şubesi Başkanı Albay İsmail Hakkı Bey, Yunanların İzmir’i işgalinden iki gün sonra, 17 Mayıs 1919’da, Aydın’daki 57. Tümen Komutanı Albay Şefik (Aker)’e gönderdiği bir telgrafta “gönüllü silahlı bir halk teşkilatı” kurulması gerektiğini belirtmişti. 57. Tümen Komutanı Albay Şefik (Aker) ise 23 Mayıs 1919’da Osmanlı Savaş Bakanlığı’na gönderdiği bir raporda “Anadolu’yu işgalden kurtarmak için Kuvayı Milliye örgütü” kurmaktan söz etmişti. Bu raporu alan Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa “Kuvayı Milliye kurulmalıdır” cümlesinin altını çizmişti. Ancak işgallere direnmek yerine İngilizlerin merhametine sığınmayı uygun bulan Osmanlı yönetimi, bırakın Kuvayı Milliye’yi kurmayı, Kuvayı Milliye’yi yasaklayacak, Kuvayı Milliyecileri idama mahkum edecekti.
Batı Anadolu’da Kuvayı Millye’nin kurulmasında üç albay; Albay Bekir Sami (Günsav), Albay Kazım (Özalp), Albay Mehmet Şefik (Aker) çok etkiliydi. Bunların yanında Urla’da Yarbay Kazım, Ayvalık’ta Yarbay Ali (Çetinkaya), Ödemiş’te Yüzbaşı Tahir Fethi (Özerk), Nazilli’de Binbaşı Hacı (Şükrü), Antep’te Yarbay Şefik Özdemir, Kılıç Ali gibi subaylar önemli roller üstelenmişti. Kuvayı Milliye’nin içinde Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe, Çerkez Ethem, İpsiz Recep gibi efeler ve çete reisleri; İstanbul’dan Anadolu’ya silah kaçıran Mim Mim, Yavuz, Karakol gibi gizli örgütlerin üyeleri; Yenibahçeli Şükrü Bey, Yahya Kaptan, Topkapılı Cambaz Mehmet, Topal Osman, Sütçü İmam, Şahin Bey gibi kahramanlar; Cemalettin Çelebi, Rifat Börekçi, Abdurrahman Kamil Efendi, Rıdvan Hoca, Ahmet Hulusi Efendi gibi din adamları vardı.
Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, 16 Mayıs sabahı belediye binası önüne topladığı halka şöyle seslenmişti: “Her ne pahasına olursa olsun Yunanlara karşı koymak gerekir… Hiçbir silahı olmayan bir Müslüman dahi yerden üç taş alarak düşmana atmaya mecburdur.”
Maraş’ı işgal eden Fransızlar, Maraş kalesindeki Türk Bayrağı’nı indirmişti. O cuma günü Ulu Cami’de cuma namazını kıldırmaya gelen Rıdvan Hoca, “Hürriyeti elinden alınan bir milletin cuma namazı kılmasının dinen caiz olmadığını” söylemişti.
Celal (Bayar), Şükrü (Saraçoğlu), Mahmut Esat (Bozkurt) da birer Kuvayı Milliyeciydi.
Bu arada Sabahattin Selek’in ifadesiyle Kuvayı Milliyecilerin tamamı “kahraman” değildi. (Selek, age, s. 129). İçlerinde halka zarar verenler de vardı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. II, s. 163).
İLK DİRENİŞLER
İstanbul’daki Osmanlı Hükümeti; Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, işgallere karşı sessiz kalınca, bazı yurtseverler direnişe geçti.
28 Kasım 1918’de Kars’ta Kars Milli İslam Şurası toplandı.
2 Aralık 1918’de Edirne’de Trakya Paşaeli Cemiyeti, 4 Aralık’ta İstanbul’da da Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu.
19 Aralık 1918’de Hatay Dörtyol Karakese Köyü halkı Fransız işgaline karşı direndi. Bu ilk sivil direnişti.
28 Aralık 1918’de İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu. Anadolu’nun daha pek çok yerinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kuruldu. Bu cemiyetler, iki yıl içinde tam 28 yerel kongre toplayacaktı. (Bülent Tanör, Kurtuluş Üzerine 10 Konferans, s. 98).
15 Mayıs 1919’da -emperyalist bir plan gereği- Yunan ordusu çok kanlı bir şekilde İzmir’i işgal etti. O gün Gazeteci Hasan Tahsin, Yunan Efzon alayının iri yarı sancaktarını vurdu. İşte Hasan Tahsin’in tabancasından çıkan o ilk kurşunla başladı Kuvayı Milliye…
16 Mayıs 1919’da öğleden sonra Rum çetelerle destekli Yunan birlikleri, Urla’daki askeri birliğe ve Türk mahallelerine saldırdı. Urla’da Yarbay Kazım Bey’in elinde 173. Alay’a mensup sadece 18 er vardı. 120 kadar gönüllü, bu 18 kişilik birliğin yardımına geldi. Urla’da asker-sivil birlikte bir gün boyunca düşmana direndi. 17 Mayıs’ta Urla Yunan işgaline girdi. Halk ve ordu tarafından yapılan ilk kurşun savaşı buydu.
Kuvayı Milliye ateşinin büyüyüp tüm Anadolu’yu sarması artık an meselesiydi.
İzmir’in işgaline, İstanbul’dan yükselen halk tepkisi büyük oldu.
İLK MİTİNGLER
17 Mayıs 1919’da İstanbul Darülfünunu’nun hocaları ve öğrencileri, üniversitede İzmir’in işgalini kınadılar.
19-22 Mayıs 1919’da İstanbul’da Fatih’te, Kadıköy’de, Üsküdar’da 30 bin ile 200 bin kişi arasında değişen yüksek katılımlarla direniş mitingleri düzenlendi.
Fatih mitinginde kürsüye çıkan Halide Edip Hanım şöyle diyordu: “Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Memleketimiz paylaşılma tehlikesi karşısında… Yarın var, çocuklarımız var. Buradaki Türkler, Müslüman aleminin kalbidir. Siz düştüğünüz zaman birçok şeyler düşecektir…”
Hüseyin Ragıp Bey’in ağzından ise bir ara şu sözler döküldü: “Biz kendi yurdumuzda hiçbir milletin bize hakim, bize efendi olmasına tahammül edemeyiz…”
Kadıköy mitinginde konuşan Münevver Saime Hanım, “Ben hürriyeti gasp edilmiş bir milletin kızı olarak istiklalime nasıl yürüyeceğimi söyleyeceğim” dedikten sonra sözlerini şöyle bitirdi: “Efendiler! Az söylemek, çok iş görmek zamanı gelmiştir. Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılacak hak, hıçkırıklarımızı işitecek kalp yoktur. Teşkilat yapmak… Nihayet işe başlamak lazımdır…”
Münevver Saime Hanım’ın dediği gibi “söylemek” ve “ağlamak” yetmiyordu. “İşe başlamak” gerekiyordu. Karşımızdaki silahlı orduya karşı silahlı direnişe geçmekten başka çare yoktu. Ama elde ne doğru dürüst bir ordu ne de yeterli silah vardı. Dahası, halk savaş istemiyordu. Yorgundu, umutsuzdu. Korkaklık ve ihanet de cabası… Örneğin bazı yerlerde işgalcileri şehre davet edenler, işgalcilerin geleceğini öğrenince de evlerine Yunan bayrakları asanlar vardı.
Ancak her şeye rağmen Kuvayı Milliye ateşleri çoğalmaya başlamıştı.
AYVALIK DİRENİŞİ
26 Mayıs 1919’da bir İngiliz ve bir Yunan gemisi Ayvalık limanına geldi. 29 Mayıs’ta Ayvalık işgal edildi. Ancak Ayvalık’ta 172. Alay Komutanı Yarbay Ali (Çetinkaya) komutasındaki 24 subay ve 15 kadar er, Ayvalık sırtlarına yaslanarak düşmana karşı direndi. Bu direniş sırasında bir subay ve birkaç er şehit oldu. Ordunun ilk kurşun direnişi buydu. Mondros’a rağmen askeri birliğiyle düşmana karşı direnen ilk komutan da Yarbay Ali Çetinkaya’dı.
ÖDEMİŞ DİRENİŞİ
Yunan ordusu 29 Mayıs 1919’dan itibaren Ödemiş’i kuşatmaya başladı. 56. Tümen Komutanı ve 17. Kolordu Komutan Vekili Albay Bekir Sami (Günsav) ve Ödemiş Jandarma Komutanı Yüzbaşı Tahir Fethi (Özerk) direniş hazırlıkları yaptılar. Ödemiş’te 29 Mayıs 1919 gecesi bir direniş hükümeti kuruldu. Alınan kararlara göre “Yiğit Ordusu” adıyla milli bir örgüt ve Hacıilyas Tepesi’nde de milli bir cephe kurulmasına karar verildi. Yüzbaşı Tahir Bey, Ödemiş Kuvayı Milliye Komutanlığı’na getirildi. Ödemiş Kaymakamı Bekir Sami (Baran), İzmir ve İstanbul’daki işgalci temsilcilerine gönderdiği bildiride şöyle diyordu: “Yunan işgal kuvvetleri İzmir’den çekilmediği takdirde dökülecek kanın sorumluluğu sizin ve temsil ettiğiniz milletlerin olacaktır… Artık bilin ki kalem değil silah ötecektir.” O gece silah deposu açılarak halka 1200 silah ve yeterli miktarda cephane verildi. 30 Mayıs’ta Yunan ordusu Ödemiş’e saldırdı. Tepeleri tutan Ödemişli Kuvayı Milliyeciler ve 13 yedek subay Martin tüfeklerini ateşledir. Toplam 120 kişi civarındaki Kuvayı Milliyeciye karşı 2000 kişi civarındaki düşman, hafif ve ağır makineli tüfeklerle cevap verdi. Direniş yarım gün sürdü. Ödemişli Kuvayı Milliyeciler 2 şehit 10 yaralı verdiler. Düşmanın kaybı daha fazlaydı. Sonunda Ödemiş düştü. Yunan ordusu Ödemiş’e girmeden bazı köyleri yaktı. İşte Milli Mücadele’de halkın ilk kurşun direnişi buydu. (Alev Coşkun, Kuvayı Milliye’nin Kuruluşu, s. 231-28).
Ödemiş düştü, ama bu halk direnişiyle Ege’de gerçek anlamda Kuvayı Milliye başladı. Ödemiş direnişi, Kuvayı Milliye’ye katılımı arttırdı. Efeler ve zeybekler Kuvayı Milliye’ye katıldı. Ege’de Alaşehir Cephesi, Balıkesir Cephesi, Aydın Cephesi gibi Kuvayı Milliye cepheleri oluştu.
Kuvayı Milliye güney direnişinde çok başarılı oldu. Urfa, Antep, Maraş’ta Fransız işgaline karşı gerçekleşen “destansı halk mücadelesi” tarihe altın harflerle yazıldı.
ÇOBAN ATEŞLERİNİ BİRLEŞTİRMEK
Mareşal Fevzi Çakmak şöyle diyor: “Mondros Mütarekesi’nden sonra bir uçaktan Anadolu’ya bakılsaydı yer yer yanan ateşler görürdünüz. Bunlar pırıl pırıl çoban ateşleridir.” Bu çoban ateşleri sönmemeliydi, birleştirilip büyütülmeliydi. İşte Atatürk, bu çoban ateşlerini birleştirip ulusal direniş ateşine dönüştürdü. Kuvayı Milliye’nin gelişmesi, güçlenmesi, örgütlenmesi için çalıştı. Müdafaa-i Hukuk cemiyetleriyle ilişki kurdu. Yerel kongreleri takip etti. Onun başkanlığındaki Erzurum Kongresi’nde “Kuvayı Milliyeyi amil, iradeyi milliyeyi hâkim kılmak esastır” kararı alındı. Dağınık haldeki Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısı altında birleştirdi. Kuvayı Milliye cephelerine komutanlar gönderdi. En önemlisi de Sakarya Savaşı öncesinde yayımladığı Tekalifi Milliye Emirleri’yle halkın elinde avucunda ne varsa -sonradan geri ödenmek koşuluyla- yüzde kırkını orduya vermesini istedi. İki öküzünden birini orduya veren Mehmet Amca… Kağnıyla cepheye cephane taşıyan Hanife Teyze… Hepsi birer Kuvayı Milliyeciydi.
KUVAYI MİLLİYE RUHU
Kuvayı Milliye’nin önemi, Türk Milleti’nin; sarayın, sultanın veya başka birinin ağzına bakmadan kendi kaderini kendi eline alma iradesini göstermesinden kaynaklanır. Türk Milleti, Osmanlı sarayının suskunluğuna, hatta direnişi önleme çabalarına karşı düşmana direndi. Bu gerçeği çok çabuk gören Atatürk, Anadolu’ya geçer geçmez “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek TBMM’yi açtı. Samet Ağaoğlu’nun ifadesiyle “Milli hakimiyet prensibi bir milli ruh halinden doğdu. O ruh haline Kuvayı Milliye Ruhu diyoruz… Bu ruhun kendini gösterdiği en büyük sahne Türkiye Büyük Millet Meclisi’ydi… O Meclis’in kullandığı yetki, yazılı hükümlerle ilgili olmayan bir kaynaktan doğuyordu. İşte o kaynak ‘Kuvayı Milliye Ruhu’ idi.” (Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, s. 43).
Atatürk, Kuvayı Milliye Ruhu’yla sadece vatanı kurtarmadı, cumhuriyeti de o ruhla kurdu.
Kuvayı Milliye; Ahmet Ağaoğlu’nun deyişiyle “Namussuz ve esir yaşamaktansa namuslu ölmektir.” Atatürk’ün ifadesiyle “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla emperyalist işgale başkaldırmaktır. Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle, “Hiçbir işe yaramasa bile namuslu bir adamın yastığı dibinde duran tabancadır; hiç olmazsa intihar etmeye yarar!” (Falih Rıfkı Atay, Niçin Kurtulmamak, s. 42)
…
KUVVACI KADINLARIMIZ
Kuvvacı kadınlarımız vardı. Cepheye cephane taşıyan, cephe gerisinde imalathanelerde çalışan kadınlarımız vardı. 1919’da Sivas’ta Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti’ni kuran kadınlarımız vardı.
Halide Edip Hanım, bir ara umutsuzluğa kapılıp Amerikan mandası istedi. Fakat İstanbul işgal edilince gizlice Ankara’ya gidip Atatürk’ün yanında Milli Mücadele’ye katıldı. Cepheye kadar gitti. Onbaşı oldu. O bir Kuvayı Milliyeciydi.
Cephede savaşan mücahit kadınlarımız vardı: Kara Fatma (Fatma Seher), Ayşe Hanım, Bitlis Defterdarının Eşi, Kara Fatma Şimşek, Hatice Hatun, Tayyar Rahime, Melek Hanım, Tarsuslu Kara Fatma, Gaziantepli Yirik Fatma, Mudurnulu Fatma Kadın, Nazife Kadın, Gördesli Makbule, Nezahat Hanım, Asker Saime… Hepsi birer Kuvayı Milliyeciydi.
Mesela Kadıköy mitinginde konuşan Münevver Saime Hanım, işgal İstanbul’unda tutuklandı. Sonra Anadolu’ya kaçarak Milli Mücadele’ye katıldı. Yaralandı. “Asker Saime” diye anıldı. İstiklal Madalyası aldı. O da bir Kuvayı Milliyeciydi.
Tüm Kuvayı Milliye kahramanlarımızı saygıyla, rahmetle anıyorum.
Sinan MEYDAN, 5 Şubat 2018
https://twitter.com/smeydan
Bu yazı Türk Milleti’nin Direniş Ruhu Kuvayı Milliye ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Hedefteki Lozan, Sinan Meydan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Demem o ki, Türkiye’de cumhuriyet hedef olduğu sürece, aynı zamanda laik hukuk hedeftir. Cumhuriyet ve laik hukuk hedef olduğu sürece Lozan hedeftir. Lozan hedefse Türk Ulus Devleti hedeftir.
Yarın 24 Temmuz 2018, Lozan Antlaşması’nın 95. yıldönümü… 24 Haziran sonrası uygulanmaya başlanan yeni sistemle fiilen 1876 düzenine, cumhuriyetten meşrutiyete geri dönen Türkiye’de, bu dönüşün önündeki resmi engel Lozan’dır. Çünkü Lozan, “bağımlı” Osmanlı Meşrutiyeti’nin değil, “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur. Lozan, Türk Ulus Devleti’nin, Atatürk Cumhuriyeti’nin temelidir. Yeniden meşrutiyete dönmek, aynı zamanda laik ulus devletten kurtulmayı gerektirir. Bu nedenle Lozan hedeftedir. Lozan’a yönelik saldırılar artarak devam edecektir. Anlayacağınız, “Lozan hezimettir”, hatta “ihanettir” biçiminde yalanları bolca duyacağız. Lozan yalanlarına cevap verebilmek için Lozan gerçeklerini iyi bilmek gerekir.
İşte sorularla Lozan gerçekleri…
1- İTİLAF DEVLETLERİ LOZAN’DA TÜRKİYE’Yİ NASIL GÖRÜYORDU?
İngiltere, Fransa ve İtalya Türkiye’yi, Kurtuluş Savaşı’nın galibi olarak değil, I. Dünya Savaşı’nın mağlubu olarak görüyordu. Türkiye’ye Mudanya Ateşkes Antlaşması’na göre değil, Mondros Ateşkes Antlaşması’na göre muamele etmek istiyorlardı. Nitekim Lord Curzon, İsmet Paşa’ya, “Yunanistan’ı yendiniz, ama Müttefikleri yenmiş değilsiniz” demişti.
2- LOZAN’DA TÜRKİYE EŞİT KOŞULLARDA MI MÜCADELE ETTİ?
Hayır. Lozan’da Türkiye, Atatürk’ün ifadesiyle bir “husumet dünyasına” karşı tek başına mücadele etti. Lozan’da Türkiye’ye karşı İngiltere, Fransa, İtalya’nın “Müttefik-Müttehit Cephesi” ve Balkan ülkelerinin oluşturduğu “Balkan Bloğu” ile “Birleşik Avrupa Cephesi” kuruldu. Lozan’da Lord Curzon, Türkiye’yi şöyle tehdit ediyordu: “Bu birleşmeye meydan okuyacak ve buna karşı savaşa girecek olanların kendileri için en ufak bir başarı umudu yoktur.”
3- LOZAN’A TÜRK HEYETİ BAŞKANI OLARAK NEDEN İSMET PAŞA GÖNDERİLDİ?
İsmet Paşa Milli Mücadele’de önemli askeri başarılar elde etti. Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda diplomaside de başarılı olacağını kanıtladı. Atatürk’ün güvenini kazandı. Lozan’a Rauf Bey ve Kazım Karabekir “baş delege” olarak gitmek istiyordu. Buna karşın İsmet Paşa’nın böyle bir talebi yoktu. Ancak Atatürk, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’i istifa ettirip onun yerine İsmet Paşa’yı Dışişleri Bakanı yaparak Lozan heyetinin başkanlığına getirdi. 26 Ekim 1922’de İsmet Paşa, TBMM’de 155 oyla Dışişleri Bakanı seçildi. 31 Ekim 1922’de TBMM’de Lozan’a gidecek diğer delegeler seçildi: Dr. Rıza Nur (ikinci delege), Hasan Saka (üçüncü delege) oldu. Lozan’daki Türk heyeti 3 delege, 24 danışman, 8 kâtip, 2 asker, 3 gazeteci olmak üzere toplam 40 kişiden oluşuyordu.
4- LOZAN KONFERANSI’NA NEDEN DOĞRUDAN ATATÜRK KATILMADI?
Katılımcı ülkeler Lozan’da Dışişleri Bakanları düzeyinde temsil edileceklerdi. Birincisi, o sırada Atatürk TBMM Başkanı’ydı. İkincisi, uzun süreceği belli olan bu konferans nedeniyle Türkiye’den uzak kalması gerekecekti. Ancak Milli Mücadele sonrasında içeride muhalefet artmıştı. Atatürk’ün saltanatı kaldırdığı, cumhuriyeti ilan etmeyi düşündüğü o kritik günlerde uzun süre Türkiye’den uzak kalması doğru olmazdı. Lozan heyetini, güvendiği İsmet Paşa aracılığıyla uzaktan kontrol etmesi, çekip çevirmesi mümkündü ama Türkiye’yi o kritik günlerde yalnız bırakması mümkün değildi.
5- İSMET PAŞA BAŞKANLIĞINDAKİ LOZAN HEYETİNE HERHANGİ BİR TALİMAT VERİLDİ Mİ?
Evet. 31 Ekim 1922’de TBMM, Lozan heyetine 14 maddelik talimat verdi. Bu talimatların bazıları kesindi. Aksi durumda “görüşmeler kesilir” deniliyordu. Bazıları ise “görüşmeye” açıktı. Anlaşmazlık halinde “Ankara’dan sorulacak” deniliyordu. İsmet Paşa başkanlığındaki Lozan heyeti tamamen bu talimatlara uygun hareket etti. “Asla taviz verme” denilen konularda (Ermeni yurdunun kabul edilmemesi, kapitülasyonların kaldırılması) asla taviz vermedi. Gerektiğinde Ankara’ya sordu. Gerektiğinde görüşmeleri kesip Ankara’ya döndü.
6- LOZAN HEYETİNE NE KADAR ÖDENEK AYRILDI?
Lozan heyeti için bütçeye toplam 300 bin lira konuldu. Delegelere, danışmanlara, kâtiplere ödenecek günlükler ve verilecek elbise paraları belirlendi. Yalnız, yakında başka bir dış göreve gitmek için elbise parası almış olanlara elbise parası verilmedi.
7- LOZAN HEYETİNDE HAİM NAUM EFENDİ NEDEN YER ALDI?
Öncelikle Haim Naum Efendi de diğer heyet üyeleri gibi TBMM tarafından belirlendi. Hep iddia edildiği gibi Lozan’a “hahambaşı” olarak değil, “Mühendislik Yüksek Okulu Fransızca Öğretmeni” olarak gönderildi. Muhtemelen iyi derecede yabancı dil bilmesi nedeniyle danışmanlar arasına dâhil edilmişti. Haim Naum, Lozan’da fazla kalmadı. Rauf Bey’in İsmet Paşa’ya gönderdiği 29 Nisan 1923 tarihli mektuba göre Türkiye yanlısı sermaye gruplarıyla görüşmeler yapmak üzere özel olarak İngiltere’ye gönderildi. Haim Naum’un halifeliği kaldırmak için Avrupa’da gizli görüşmeler yaptığı şeklindeki iddiaların tamamı yalandır.
8- İSMET PAŞA LOZAN’DA TÜRKİYE’NİN ÇIKARLARINI İYİ SAVUNAMADI MI?
9 Kasım 1922’de başlaması gereken konferansın bir hafta sonraya ertelendiğini yolda öğrenen İsmet Paşa, Le Matin Gazetesi’ne verdiği demeçte, “Bütün bir milleti ve bütün bir orduyu belirsiz bir mütareke halinde tutmak kolay değildir” dedi. “Karşınızda bir koloni değil, hür bir millet vardır, tabi değil eşittir” diye de ekledi. 20 Kasım 1922’de konferans başladı. Ancak salonda Türkiye’ye Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan arasında yer ayrılmıştı. İsmet Paşa buna itiraz etti. Böylece Türk delegeleri, İngiliz, Fransız, İtalyan delegeleriyle aynı masada oturdu. İsmet Paşa, açılışta, İsviçre Cumhurbaşkanı’ndan başka herhangi bir delege konuşma yapacak olursa kendisinin de mutlaka konuşacağını söyledi.
Dediğini de yaptı: Lord Curzon’un konuşması üzerine, İsmet Paşa kürsüye geldi. Milli Mücadele’yi anlattı, eşit ve adil bir barışa vurgu yaptı. Lord Curzon’un, “Çok sert konuştunuz!” demesi üzerine İsmet Paşa, “Çok ıstırap çekmiş bir milletin şikâyetleridir” dedi. İsmet Paşa, kendisine verilen 14 talimatı sonuna kadar savundu. İsmet Paşa, Ermeni teröristler ve Çerkez Ethem tarafından öldürüleceği yönündeki ciddi uyarılara rağmen Lozan caddelerinde otomobilinde Türk Bayrağı’yla dolaşmaktan çekinmedi.
9- TÜRK HEYETİ LOZAN’DA EN ÇOK HANGİ KAVRAMLARA VURGU YAPTI?
İsmet Paşa Lozan’da sürekli olarak “Misak-ı Milli”, “eşitlik” ve “bağımsızlık” vurgusu yaptı. Konferansın açılışında yaptığı tartışma yaratan konuşmada, “Misak-ı Milli ile yetiniyoruz, ne fazla, ne eksik” dedi. Konferansın başlarında Lord Curzon, İsmet Paşa’ya “Sizin için en önemli konu nedir?” diye sorunca, İsmet Paşa “Tam bağımsızlık” cevabını verdi.
10- LOZAN KONFERANSI NEDEN KESİNTİYE UĞRADI?
Çünkü İsmet Paşa’nın başkanlığındaki Türk heyeti, “asla taviz vermeyin” denilen konularda taviz vermedi. Lord Curzon, 30 Ocak 1923’te, Müttefikler adına, Türk heyetine, Sevr Antlaşması’nın biraz yumuşatılmış şekli durumunda bir barış taslağı sundu. İsmet Paşa, “bağımsızlığımıza aykırı” bulduğu bu taslağı reddedip Türkiye’ye döndü. (5 Şubat 1923).
11- KONFERANS KESİNTİYE UĞRAYINCA ATATÜRK HANGİ ÖNLEMLERİ ALDI?
Atatürk, Türk ordularını teyakkuza geçirdi. İzmir limanında demirli Fransız savaş gemilerini kovdu. Ekonomik bağımsızlığa ne kadar çok önem verdiklerini anlatmak için İzmir İktisat Kongresi’ni düzenledi. Türkiye’nin “Barış istiyoruz, ama bağımsızlık uğruna savaşmaya da hazırız” biçiminde özetlenebilecek kararlı tavrı karşısında İtilaf devletleri, 23 Nisan 1923’te Lozan görüşmelerini yeniden başlattılar. İsmet Paşa, Lozan’da 3 ay daha kıyasıya mücadele etti. Sonunda 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı.
12- LOZAN’DA TÜRK HEYETİ, HALİFELİĞİ KALDIRMAYA SÖZ VERDİ Mİ?
Hayır. Lozan’da halifelik konusu gündeme gelince, İsmet Paşa, bunun “Türkiye’nin iç meselesi” olduğunu belirtip konuyu kapattı. Fesli tarihçinin, “İngiltere Lozan’ı onaylamak için halifeliğin kaldırılmasını bekledi” iddiası da koca bir palavradır. İngiltere, halifeliğin kaldırılmasını değil, kaldırılmamasını istiyordu. Nitekim Türkiye’nin idam fermanı Sevr Antlaşması’nda “halifeliğin kaldırılması” hükmü yoktu; tam tersine halifenin İstanbul’da oturacağı belirtiliyordu. İngiltere’nin Lozan’ın onayını geciktirmesinin nedeni, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin fazla uzun ömürlü olmayıp kısa süre sonra yıkılacağı düşüncesiydi. İngiltere bu nedenle uzun süre Ankara’ya büyükelçi de göndermedi. Ayrıca sadece İngiltere değil, Türkiye ve Yunanistan dışında tüm taraf ülkeler, Lozan’ı geç onayladılar. İngiltere 10 Nisan 1924’te, Fransa 27 Ağustos 1924’te, Portekiz 28 Mayıs 1926’da onayladı. Haydi diyelim ki İngiltere “halifeliğin kaldırılmasını” bekledi! Peki ya Portekiz neyi bekledi? Medeni Kanun’un kabulünü mü?
13- AMERİKA LOZAN’I NEDEN İMZALAMADI?
ABD, Lozan’ı, konferansa taraf olarak değil de gözlemci olarak katıldığı için imzalamadı. Ancak Türkiye ile ABD arasında 6 Ağustos 1923’te bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma, ABD’deki Ermeni lobisinin baskısı sonunda Senato’da 6 oy farkla reddedildi. (19 Ocak 1927).
14- LOZAN 2023’TE BİTECEK Mİ?
Hayır bitmeyecek. Lozan süreli antlaşma değildir. Türkiye Cumhuriyeti var oldukça Lozan var olacaktır.
LOZAN’DAN ÖNCE, LOZAN’DAN SONRA
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına bakacak olursanız, Türkiye’nin bugünkü sorunlarının nedeni Lozan’dır. Peki, gerçekten öyle mi?
Lozan’dan önce, Avrupa Osmanlı’yı kapitülasyonlarla iliklerine kadar sömürüyordu. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı, gümrüklerini belirleyemez, yabancıları yargılayamaz, yabancı okulları denetleyemez olmuştu. Devlet, yabancı elçilerin ve konsolosların kontrolündeydi. Sanayi kuruluşları, bankalar, limanlar, demiryolları, madenler, tütün, hatta eyaletlerin vergi gelirleri; her şey yabancıların elindeydi. Azınlıklar her bakımdan ayrıcalıklıydı. Osmanlı, gırtlağına kadar Avrupa’ya ve Galata bankerlerine borçlanmıştı. Borçların faizlerini bile ödeyemeyince Avrupalı alacaklı ülkeler, 1881’de Duyunu Umumiye İdaresi’ni kurarak Osmanlı’nın en temel gelirlerine el koymuştu.
İşte Lozan her şeyden önce kapitülasyonları kaldırıp bu bağımlı düzene son verdi. Lozan sayesinde gümrüklerimizi (1929’dan itibaren) belirledik. Beş yıllık geçiş döneminin ardından bağımsız mahkemelere sahip olduk. Yabancı elçilerin ve konsolosların etkisine son verdik. Yabancıların okullarını denetledik. Yerli-milli bankalar, fabrikalar kurduk. Demiryollarını, limanları, madenleri, tütünümüzü yabancılardan alıp millileştirdik. Osmanlı borçlarını bir plan dâhilinde ödedik. Kabotaj hakkını elde ettik. Avrupa’nın “Müslüman azınlık”, “soy ve dil azınlığı” dayatmasını reddettik. Bağımsız bir ülke kurduk.
Lozan’dan önce ne Musul ne Batum ne Hatay ne Kıbrıs ne Mısır ne Tunus ne Libya bizimdi. Hepsi fiilen elimizden çıkmıştı. Dahası İsmet Paşa Lozan’a giderken İstanbul ve Çanakkale de işgal altındaydı. Edirne’de Karaağaç bile bizde değildi. Ege adaları ve 12 ada Lozan’dan 10 yıl önce kaybedilmişti. Musul’u Lozan’da kaybetmedik. 1918’de işgal edilen Musul’u, 1925’teki Şeyh Sait İsyanı vb gelişmelerin sonunda, 1926’da Ankara Antlaşması’yla kaybettik. Lozan’da Gökçaada, Bozcaada, Tavşan adaları ve Anadolu’ya 3 milden az uzaklıktaki bütün adaları, adacıkları aldık. Sadece Meis’i kaybettik. Yunanistan’a bırakılan adalarda hiçbir deniz üssü kurulmamasını sağladık. Lozan’da İstanbul’u kurtardık. Karağaç’ı savaş tazminatı olarak aldık. Lozan’da halledemediğimiz, Boğazlar ve Hatay gibi bazı sorunları ise Atatürk Lozan’dan sonra halletti. Böylece Lozan tamamlandı.
Lozan’dan önce Türkiye’de bir Kürdistan ve bir Ermenistan tartışması vardı. Lozan bu tartışmayı bitirdi. Misakı Milli sınırlarının bölünmez bir bütün olduğunu tüm dünyaya kabul ettirdi.
ULUS DEVLETİN TAPUSU: LOZAN
Lozan’da nüfus mübadelesi ve hukuk birliği ile bağımsız Türk Ulus Devleti kuruldu.
Lozan’da İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi Batılı devletler, Türkiye’nin “çok hukuklu bir din devleti” olarak kalmasını istiyorlardı. Böylece Osmanlı dönemindeki ayrıcalıklarını devam ettireceklerdi. Örneğin Lozan’da Venizelos, Türkiye’nin bir din devleti olduğunu, bu nedenle azınlıkların ayrı bir hukuka sahip olması, Patrikhane’nin idari yetkilerinin devam etmesi gerektiğini söylemişti. İsmet Paşa buna aynen şöyle cevap vermişti: “Türkler, vatan çocuklarının soy ve din ayrımı olmaksızın eşit haklara ve yükümlülüklere sahip olmalarını gerekli görmektedir…”
Lozan’da Türkiye, kapitülasyon hukukunu, azınlık hukukunu, dinsel hukuku; yani çok hukukluluğu reddedip “eşitlik” temelli çağdaş, laik hukuku kabul etti. Böylece hukuk birliğini sağladı. Mübadele bu süreci kolaylaştırdı.
Lozan, azınlıkların eski özel ayrıcalıklarını kaldırdı, uluslararası hukuktaki temel azınlık haklarını tanıdı. 1926’da Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle azınlıklar, bu haklardan da vazgeçerek Medeni Kanun’a tabi olmayı kabul ettiler.
Lozan’dan önce, saltanatın kaldırılması, Lozan’da mübadele ve hukuk birliğinin (laik hukukun) kabul edilmesi, Lozan’dan sonra da cumhuriyetin ilan edilmesi tesadüf değildir. Böylece Türk Ulus Devleti kuruldu. Yani Lozan, bağımsız, laik Cumhuriyetin, Türk Ulus Devleti’nin tapusudur.
Demem o ki, Türkiye’de cumhuriyet hedef olduğu sürece, aynı zamanda laik hukuk hedeftir. Cumhuriyet ve laik hukuk hedef olduğu sürece Lozan hedeftir. Lozan hedefse Türk Ulus Devleti hedeftir.
Sinan MEYDAN, 23 Temmuz 2018
https://twitter.com/smeydan
Bu yazı Hedefteki Lozan, Sinan Meydan ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün çıkardığı gazeteler ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk’ün muazzam bir okuma hevesi ve araştırma merakı olduğu ve bunun neticesinde sınırsız bir bilgi birikimine daha gençlik yıllarından itibaren sahip olduğu malumdur ve bu nedenle de hem hisleri gereği ve hem de sahip olunan bilgiyi paylaşma ihtiyacı gereği sürekli bilgi yayma ve paylaşma heveslisi olmuştur ki zaten başöğretmenlik vasfının ana teması da budur.
Atatürk idadi sonrasında Harp Okulu öğrencisiyken ilk gazetecilik tecrübesini yaşamış, adı dahi olmayan tek sahifelik gazetesi ile fikirlerini Harbiyeliler arasında paylaşma yoluna gitmiştir. Zamanın bağımsızlıkçı akımının da etkisiyle kendisinde oluşan birikimleri arkadaşlarıyla paylaşmak istemiş ve yazdığı yazılarını elde çoğaltarak, bir gazete çıkarmaya karar vermiştir. Yanına aldığı güvendiği arkadaşlarıyla ortaklaşa çıkarmaya çalıştığı bu gazetenin yazılarını kimi zaman tek başına yazıyor, kimi zaman iş bölümü yapıyordu. Yazdıkları fikir yazılarıydı. Bir ara yaptıkları iş anlaşıldı; tutuklanmaktan son anda kurtulabildi.
Mezun olduktan ve sayısız cephede görev aldıktan sonra da öğrendiklerini paylaşma ve en önemlisi bağımsızlık ve özgürlük arayışı ruhunu canlandırmak için gazetelere ve kitaplara yazmaya daima devam etti.
Minber, İrade-i Milliye ve Hakimiyet-i Milliye gazeteleri
Atatürk, Harp Okulunda öğrenci olduğu sırada elle yazarak çoğalttığı tek sahifelik gazete dışında, “Minber”, “İrade-i Milliye” ve “Hakimiyet-i Milliye” olmak üzere üç gazete çıkarmıştır. Yaptıklarını ve yapacaklarını halka duyurarak kamuoyu oluşturmak isteyen Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı andan itibaren basından destek almış ve basının gücünü en etkili şekilde kullanmıştır.
Atatürk, hayatının her döneminde basına verdiği önemi belli etmiştir. Örneğin, 1 Mart 1922’de TBMM’yi açarken yapmış olduğu konuşmada şöyle demiştir: “Basın milletin müşterek sesidir. Bir milleti aydınlatma ve doğru yolu göstermede, bir millete muhtaç olduğu fikri gıdayı vermekte, özetle bir milletin saadet hedefi olan müşterek istikamette yürümesini teminde basın, başlı başına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir.”
Öğrencilik yıllarındaki ilk tecrübe
Mustafa Kemal’in gazeteciliğe olan ilgisi daha öğrencilik yıllarında başlamıştır. Henüz Harbiye öğrencisiyken yönetimin siyaset alanındaki yanlışlarını ve aksaklıklarını belirtmek amacıyla eleştiri niteliğindeki yazılar yayınlamak için el yazısıyla bir gazete çıkarmıştır. Bu gazetenin yazılarını bizzat kendisi yazan Mustafa Kemal, Mektepler Müfettişi İsmail Paşa’nın takibine de uğramıştır. Harp Okulu’ndaki veteriner dershanelerinden birine giren Mustafa Kemal ve arkadaşları, çıkardıkları gazetenin yazılarıyla uğraşmaya başladıkları sırada, okul müdürü Rıza Bey tarafından suçüstü yakalanmıştır. Kendilerine önemli bir ceza verilmemiş, “izinsizlik” suçuyla yetinilmiştir.
Minber
Minber: Mustafa Kemal’in isteği doğrultusunda çıkmış bir gazetedir. Gazeteyi İstanbul’da 1918 yılında yakın arkadaşı Ali Fethi Okyar ile birlikte çıkarmıştır. Mustafa Kemal, Mondros Mütarekesi’nin 1918 yılında imzalanması sonrasında Yıldırım Orduları Grubu ve 7. Ordu Karargahı lağvedildiği için Suriye’den İstanbul’a dönmüştü. Ülkenin içinde bulunduğu olumsuz durumu, askeri kimliği buna müsaade etmese de bir şekilde yazma gereği hissediyordu. Fethi Okyar, anılarında Minber gazetesinin yayınlanması hakkında şunları söylemiştir:
“Mustafa Kemal Paşa, ‘memleketi perişan eden ve muhalefet adı altında irtikap eden taarruz ve tahripler daha çok gazeteler vasıtasıyla oluyor. Bunlara karşı milleti uyandırmak için en iyi vasıta aynı yolla karşılık vermek, yani bir gazete çıkarmaktır. Benim maaşımdan biriktirdiğim biraz param var, onu koymaya hazırım. Ben askerim imtiyaz alamam, ama sen alabilirsin. Hakikatleri halka, hatta düşmanlarımıza anlatabilmek için hadi gel beraberce gazete çıkaralım.’ dedi. Gazete çıkarmayı hiç düşünmüyordum ama, mensup olduğum İttihat ve Terakki için öylesine çirkin ve haksız ve dolayısıyla vatan ve devlet için öylesine tehlikeli neşriyat başlamıştı ki, bunları cevapsız bırakmak mümkün değildi.”
Günlük olarak yayımlanan ve toplam 51 sayı çıkan Minber, 1 Kasım 1918’de yayın hayatına başlamıştır. Gazetenin başında Fethi Bey, imtiyaz sahibi ve sorumlu müdürü ise Dr. Rasim Ferit’dir.
Minber, Fethi Bey’in eski partisi İttihat ve Terakki’ye olan haksız saldırıları önlemek ve doğruları yazmak, Tevfik Paşa’nın parlamentoda güvenoyu almasını engelleyici yazılar yazmak, Fethi Bey tarafından yeni kurulan Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası’nın sözcülüğünü yapmak için yayın hayatına girmiştir.
Minber gazetesinin başyazıları Mustafa Kemal tarafından başka isimler altında ya da isimsiz olarak yazılmaktadır. Hemen hemen bütün sayılarında Mustafa Kemal ile ilgili yazılar çıkmış, hatta kendisi ile 17 Kasım 1918 tarihli gazetede röportaj bile yapılmıştır.
Bu röportajda Mustafa Kemal şöyle demiştir;
“… en iyi siyasetin her türlü anlamıyla en çok kuvvetli olmakta bulunduğunu kabul ederim. En çok kuvvetli olmak tabirinden amacımın, yalnız silah kuvveti olduğunu zannetmeyiniz. Bilakis asker olmama rağmen bence kuvvet kendisini oluşturan etkenlerin sonuncusudur. Benim amacım manen, ilmen, ahlaken ve teknik yönden kuvvetli olmaktır. Bu saydığım özelliklerden yoksun olan bir milletin bütün fertlerinin en son silahlarla donatıldığını varsaysak bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz.”
Dr. Rasim Ferid, Minber’in imtiyaz sahipliğini ve sorumlu müdürlüğünü almıştı. Atatürk de bu gazetede “Minber” takma adı ile başyazılar yazdı. Gazete, yaklaşık 50 sayı çıktıktan sonra 22 Aralık 1918 tarihinde kapandı.
Bu küçük deneme Atatürk’ün ulusun aydınlanmasında gazetelere verdiği önemi gösteriyordu. Falih Rıfkı ile yaptığı bir söyleşide bu girişimi kendisi şöyle anlattı: “Fethi Bey İstanbul’da Minber isimli bir gazete çıkardı. Sahibi ve başyazarı o idi. Düşüncelerimizi birlikte yayınlamak üzere ben de kendisi ile ortak olmuştur. Gazetenin ne derece başarılı olduğunu bilemem”
Atatürk’ün bu gazetede, “Hatib” ve “Minber” takma adıyla yazılar yazdığı değişik yazarlarca söylenmiştir; ancak Hatib’in Mustafa Kemal olamayacağına ilişkin yorumlar vardır.
İrade-i Milliye
Atatürk ikinci gazetesini Sivas Kongresi’nden sonra çıkarmıştır. 4 Eylül 1919 günü başlayan ve 11 Eylül’de sona eren Sivas Kongresi’nin ardından Mustafa Kemal çevresindekilerden yeni çıkaracağı gazete için güvenilir bir yazı işleri müdürü bulmalarını ister. Aranan yazı işleri müdürü bulunur ve gazete çok kısa bir süre içinde çıkarılır. Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal tarafından kurulmuş olan gazetenin imtiyazı Selahattin Ulusalerk’e aittir. Gazetenin yazı işleri müdürü ise Mazhar Müfit Kansu’dur. Gazetenin adı “İrade-i Milliye” ve başlık altı “Metalip ve Amali Milliye’nin Müdafiidir” Mustafa Kemal tarafından tespit edilmiştir.
İlk önceleri haftada bir sonraları haftada iki ve günlük olarak yayınlanmıştır. Gazetede, Sivas Kongresi zabıtları, Mustafa Kemal’in bildirileri ve konuşmaları yayınlanmıştır. Kurtuluş Savaşı yıllarına ait olan bu gazete, şehrin çeşitli dairelerine resmi mühürlü zarflar içinde gönderilmiştir.
Atatürk, basının gücünü biliyordu. Bu nedenle ulusal mücadeleyi hem Türk Ulusu’na hem de batı kamuoyuna anlatacak gazetelerin çalışmasına önem veriyordu. Samsun’dan Amasya’ya, Amasya’dan Sivas’a, Sivas’tan Erzurum’a ve sonunda Erzurum ve Sivas üzerinden Ankara’ya uzayan yolculuğunda pek çok gazete ile ilişki kurdu. Özellikle girişilen ulusal savaşımın haklılığını dünyaya anlatmanın gerekliliğine inanıyor; bu nedenle yabancı basında davayı anlatacak yazılar yer almasına önem gösteriyordu. Sivas Kongresinin toplandığı günlerde, Amerika’dan Sivas’a Chicago Daily News gazetesi bir muhabir gönderdi. Bu gazetecinin adı Lous E. Brown’du. Bu Amerikalı gazeteciye Atatürk, ulusal savaşın haklılığını anlatmaya çalıştı.
Bununla yetinmedi; Sivas Kongresi’nde alınan kararları, yapılan işleri ulusa duyurmak; hem ülke içinde hem de ülke dışında taraftar toplamak için kamuoyu oluşturmayı sağlayacak bir gazete yayınlamaya karar verdi. Sivas valiliğine başvurarak, gazetenin imtiyazını aldı.
Gazetenin sahibi ve sorumlu müdürlüğünü Sivaslı gençlerden biri olan Selahaddin’e verdi. Gazetenin adı İrade-i Milliyeydi. Gazetenin baskısı, Sivas Valiliği’nin matbaasında gerçekleştiriliyordu. 14 Eylül günü, gazete adının altına şu yazıyı yazdırdı: “Ulusun istek ve amaçlarının savunucusudur”.
Gazete, vilayet matbaasında basılıyordu. Anadolu’da yeni girişilen ulusal savaşın propagandası bu gazete aracılığıyla yapılacaktı. Kimi gazete çıkarmaya hevesli kişilerin olmasının yanı sıra, böyle bir gazetenin çıkarılmasını doğrudan Atatürk istemişti. Bunun için valiliğe başvurulmuş ve yirmi iki yaşındaki Selahattin Bey, gazetenin yayın imtiyazını almıştı. Gazete 30×50 santim boyutundaydı.
Meşrutiyet döneminden kalan bu matbaa makinesi kolla çevriliyor, yeterli puntoda harfleri bulunmuyordu. Gazete matbaasının bulunduğu binanın bir köşesine de Sivas Müdafa-i Hukuk cemiyeti merkezi haline getirilmişti. Bu nedenle Mustafa Kemal Paşa sık sık buraya geliyordu. Milli Mücadele’nin temel ilkeleri Atatürk’ün direktifleriyle bu gazetede yayınlanmaya başlamıştı. Gazete değişik yollarla Anadolu’nun dört yanına ulaştırılıyordu. Gazetenin bir nüshasını ele geçiren İngilizler Bab-ı Ali’ye gelerek, protesto da vermişlerdi. Gazetedeki haberler ve yazılar Atatürk’ün arkadaştan tarafından hazırlanıyor, Atatürk’e gösterildikten sonra yayınlanıyordu. Gazetenin ilk sayısında Atatürk’ün Sivas Kongresi’ni açış söylevi yer aldı. Ayrıca Kongre’nin padişaha çektiği telgraf ile ulusa yayınladığı genelgesine gazetede yer verildi. Atatürk 18 Aralık 1919’da Sivas’tan ayrıldığında gazete yayınını sürdürüyordu. Toplam 138 sayı yayınlanan gazete, 1921 yılı başlarında matbaanın yanmasına kadar yayınını sürdürdü.
İrade-i Miliye’nin çıkma sebepleri öncelikle: Sivas Kongresi kararlarını halka duyurmak ve Mustafa Kemal’in konuşma ve bildirilerini Anadolu’ya yaymaktı.
Hakimiyet-i Milliye
Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte Ankara’ya geldiğinde burada alınacak kararların millete duyurulması için bir gazeteye ihtiyaç duyduğunu söylemiştir ve burada verdiği ilk direktif de “bir gazete çıkaracağız” olmuştur.
Ankara’da doğru dürüst bir matbaa bulunmadığı için Konya’dan getirtilen baskı makinesi meclis bahçesindeki bir binaya yerleştirilmiş ve iki hafta içinde gazete çıkartılmıştır. Bu gazetenin adını da Mustafa Kemal vermiştir; “Hakimiyet-i Milliye”. İlk sayının gazete başlığının altında ise “mesleği milletin iradesini hakim kılmaktır” diye yazmaktadır. 10 Ocak 1920 günü yayınlanan gazetenin ilk başyazısını Mustafa Kemal yazmıştır.
27 Aralık 1919 günü Atatürk Ankara’daydı. Artık Ankara günleri başlamıştı. O, ulusal savaşın merkezi olarak Ankara’yı seçmişti. Keçiören’deki Ziraat Mektebi’nde kalıyordu. Ankara vilayet matbaasında o tarihlerde bir gazete çıkıyordu; ancak bu resmi gazete düzensizdi; ne zaman çıkacağı belli bile olmuyordu. Çıktığı zamanlarda da vilayet haberleri ile bir iki resmi haber yayınlanıyordu. Ankara’ya gelişinin ikinci gününde, bu kentte yeni bir gazete yayınlamaya karar verdi. Önce gazetenin adının ne olacağını düşündü. Çevresindekilerin kimi önerileri üzerine önce yeni çıkacak gazeteye “Anadolu’nun Sesi” adı verilsin istendi. Ardından bu karardan vazgeçildi. Bu karar doğrultusunda, 10 Ocak 1920 tarihinde Hâkimiyet-i Milliye gazetesi kurulmuş oldu.
Ancak Anadolu’nun sesi düşüncesi, sonradan kaleme Mustafa Kemal’in aldığı sanılan “Anadolu’dan Sesler” başlığıyla bir makaleye dönüştü. Gazetenin basılacağı doğru dürüst matbaa yoktu, gazete bulunmuyordu. Buna karşın Ankara vali vekili Yahya Galip’ten gazetenin yayın izni alındı. Genel müdürlüğüne ise Recep Zühtü getirildi. Gazetenin dar ve tahta merdivenle çıkılınca küçücük bir oda yönetim yeriydi. O odanın birinde, tahta bir masanın kenarında, beş numaralı kötü bir lambanın ışığı altında Ziya Gevher’i yazı yazarken gören Mazhar Müfit Bey, anılarında o zor günleri dile getirir. Sonradan Ankara’nın Ulus Meydanı’nda, ilk büyük millet meclisine yakın Veli Hanı’nın birinci katında iki oda kiralanarak yazı kurulu bu odaya yerleştirildi. Gazete vilayetin alt katındaki matbaada basılıyordu.
10 Ocak günü yayınlanan ilk sayısında daha Hâkimiyet-i Milliye kesin tavrını koydu. Başyazısında vurgulandığı üzere, gazetenin tavrı vatan ve milletten, milletin hâkimiyetinden yanaydı. Gazete Kuvay-ı Milliye taraftarı olduğunu ilan ediyordu.
Gazete Anadolu’da kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin yayın organıdır. Gazetenin yazı işleri müdürü Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’dur. Gazetenin daha sonraki yazı işleri müdürleri arasında Hüseyin Ragıp Baydur, Nafi Atıf Kansu ve Ziya Gevher Etili gibi isimler de vardır.
Başlangıçta haftada iki gün yayınlanan gazete 18 Temmuz 1920’den sonra haftada üç gün, 6 Şubat 1921’den sonra da günlük olarak çıkarılmıştır. Gazete 1934 yılına kadar Hakimiyet-i Milliye adıyla, o tarihten sonra da “Ulus” adıyla çıkmaya devam etmiştir.
Gazetenin adı 28 Kasım 1934 tarihinde “Ulus”a, 29 Temmuz 1971 tarihinde “Barış”a değiştirilmiştir. Gazete 1974-1981 yıllarında “Yeni Ulus” adıyla hizmet vermiş ve 1983 yılında Haldun Simavi tarafından alınıp yeniden basılana kadar iki yıl durdurulmuştur. 2008 itibariye gerçek adına geri dönmüş, Ulus adıyla yayınlarını sürdürmeye başlamıştır. Bugün de aynı isimle yayın hayatına devam etmektedir. Halen haftalık baskı yapan gazete, günlük baskı çalışmalarına devam etmektedir.
Anadolu Ajansının hayata geçirilmesi
Milli mücadelede belli bir mesafe kat edilmesi, savaş yıllarının geride kalmasıyla başlayan inkılplar sürecinin yoğun temposu nedeniyle Atatürk, hacimsiz ve bölgesel gazetelerden ziyade, amatörlük ruhundan ayrı olarak bilimsel ve dünya çapında bir haberleşme sistemi için girişimde bulunulmasını sağlamış ve bu maksatla bir haber ajansı kurulmasını temin etmiştir.
Mustafa Kemal, hem milli hem de uluslararası kamuoyuna seslenebilmek, ülkenin haklılığını duyurmak, kurtuluş mücadelesi ile ilgili haberlerin dünyaya doğru bir biçimde ve zamanında tarafsız olarak duyurulmasını sağlamak amacıyla 6 Nisan 1922 tarihinde de Anadolu Ajansı’nı kurmuştur.
Anılan ajans halen faaliyetine devam etmektedir.
Kaynaklar
1- Türk Basın Tarihi, Nuri İnuğur, Gazeteciler Cemiyeti
2- Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt 1
3- Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk Araştırma Merkezi
4- Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın 1919-1921, Prof. Dr. Yücel Özkaya, Atatürk Araştırma Merkezi
5- Atatürk Döneminde Basın ve Basın Özgürlüğü, Gazeteciler Cemiyeti
6- Atatürk’ün yazarlığı ve gazeteciliği, Kemal Arı, Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü.
7- www.istanbultarih.com
Kaynak: İnternet sayfalarından ve akademik çalışmalardan derlenmiştir.
Bu yazı Atatürk’ün çıkardığı gazeteler ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Dünyaca ünlü tarih dergisinde Atatürk için neler yazıldı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Avrupa basınının önemli yayın organlarından Fransız Le Monde gazetesi ve National Geographic’in ortaklığıyla yayımlanan Fransa’nın aylık ünlü tarih dergisi “Histoire & Civilisations” (Tarih ve Medeniyetler), Aralık ayı için hazırlanan sayısının kapağında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e yer verdi. Dergi sayısında Ulu Önderin mücadelesini ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasını kaleme almış.
Dergide bulunan 22 sahifelik makalede İkinci Meşrutiyet ile başlayıp cumhuriyetin ilanı ile sonlanan zaman dilimi, Atatürk’ün aktörlüğünde anlatılıyor. Makale, kapakta “Atatürk, de L’Empire ottoman à la Turquie” (Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye’ye Dek) şeklinde duyuruldu.
Osmanlı tarihçisi Fabrice Monnier tarafından kaleme alınan “L’Empire ottoman devient la Turquie” (Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye’ye Dönüşümü) adlı makale, 1908 Devrimi’nden 1923’te Cumhuriyetin ilanına değin geçen süreçte Jön Türk hareketinin bir panoramasını çiziyor ve Atatürk’ün bu dönemdeki önemini vurguluyor.
“OSMANLI SUBAYLARI BİR DİRENİŞ ORGANİZE EDEREK ŞEREFLERİNİ KORUMAYI BAŞARDILAR”
Trablusgarp Savaşı’nın anlatıldığı bölüm, Monnier’in makalesinde değinilen dikkat çekici bölümlerden biri. İşte, o bölüm:
“1911 Kasım’ında İtalya, Trablusgarp, Trablus ve Bingazi’ye çıkarma yapmak için müsait bir ortam bulmuştu. Başkent, ‘Afrika Türkiyesi’ne yardım edemeyecek bir durumdaydı, çünkü imparatorluk donanması on yıllardır Haliç’e demirlenmiş bir halde olduğundan donanmadaki gemiler paslanıp çürümüştü. Anayurttan destek alamayacak vaziyette bulunan Türk birliklerinin hiçbir umudu yoktu. Fakat çölün derinliklerinde Osmanlı subayları bir direniş organize ederek şereflerini korumayı başardılar, bu subayların en önemlileri Enver Bey (geleceğin Enver Paşa’sı) ve Mustafa Kemal Bey’di (geleceğin Atatürk’ü).”
Makalenin yazarı Fabrice Monnier’in aynı zamanda “Atatürk, Naissance de la Turquie moderne” (Atatürk, Modern Türkiye’nin Doğuşu) adlı bir kitabı da bulunuyor.
İMPARATORLUĞUN KÜLLERİNDEN CUMHURİYET’E
Dergi, 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’e kadar geçen süreçteki tarihsel gelişmeleri, çöken bir imparatorluğun küllerinden ortaya çıkarılan Türkiye Cumhuriyeti’ni okurlarına aktardı. Dergi, Atatürk’ün askeri başarılarının yanı sıra gerçekleştirdiği devrimlerin önemini de okurlarına ayrıntılı biçimde vurguladı. Dergi, Fransa’nın yanı sıra Belçika’da da satışa sunuluyor.
Bu yazı Dünyaca ünlü tarih dergisinde Atatürk için neler yazıldı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Histoire & Civilisations dergisi Aralık ayı ATATÜRK sayısı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Fransız Historie & Civilisations dergisi aralık 2018 sayısını Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e ayırdı.
Fransa’da Le Monde ve National Geographic tarafından ortaklaşa hazırlanan dergi Aralık sayısını 1908’den 1923’e kadar çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir ülkenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu tam 22 sayfa ayrılarak işlenmiş.
Derginin sayfasına buradan ulaşabilirsiniz…
Açık adreside şöyle; https://www.histoire-et-civilisations.com/
Bu yazı Histoire & Civilisations dergisi Aralık ayı ATATÜRK sayısı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’e göre Türkçülük ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” (Atatürk, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler, 1930)
“Türk’üm” diye başlayan Andımız okullarımızdan Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Yönetmeliği’nde değişiklik yapılarak 2013 yılında kaldırılmıştı. Geçtiğimiz günlerde Danıştay 8. Dairesi, Andımız’ı kaldıran o ilköğretim yönetmeliğini iptal ederek ilkokullarda Andımız’ın yeniden okutulmasına onay verdi. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı bu kararı temyize götürdü.
TÜRKÇÜLÜĞÜN ORTAYA ÇIKIŞI
Çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu içinde Türkler zamanla ötekileştirilip merkezden çevreye itildiler. Osmanlı’da “Türklük” yüzyıllarca “kaba saba, anlayışsız” anlamlarında kullanıldı. Osmanlı’da Türklerle birlikte Türkçe de ihmal edildi. Türkçe, yüz yıllarca Arapça ve Farsça’nın baskısı altında ezildi, yok olma noktasına geldi.
Osmanlı’da unutulmaya terk edilen Türklük, 18. Yüzyıl’dan itibaren Batı’da Türk tarihi hakkında yapılan araştırmalar ve yazılan eserlerle yeniden hatırlanmaya başlandı. Özellikle Leon Cahun’un 1896’da yayımlanan “Asya Tarihine Giriş, Türkler ve Moğollar” adlı eseri Türklüğün yeniden hatırlanmasında çok etkili oldu. (Bu eseri Atatürk de okuyup çok etkilenmişti).
19. Yüzyıl’dan itibaren Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi Osmanlı aydınları yazılarında Türklerden ve bir Türk tarihinden söz etmeye başladılar.
Türkçülük, 20. Yüzyıl’ın başlarında Osmanlı’yı kurtarmaya yönelik akımlardan biri olarak ortaya çıktı. (Diğerleri İslamcılık ve Batıcılık.)
Atatürk’ün “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabı için el yazısıyla yazdığı “millet” tanımı “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” şeklindedir.
Türkçülüğün ortaya çıkmasında, Batı’da Türkler hakkında yapılan araştırmalar yanında Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan milliyetçilik akımı da çok etkili oldu. Tüm dünyada imparatorluklar dağılıyor, krallıklar yıkılıyor, ulus devletler kuruluyordu. 19. Yüzyıl’da Osmanlı da milliyetçilik isyanlarıyla çözülmeye başlamıştı: Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar derken en sonunda “milleti sadıka” denilen Ermeniler ve “milleti hâkime” denilen Araplar bile Osmanlı’ya karşı ayıklanmışlardı. Ulus devletler çağında Osmanlı’yı bir arada tutmak kolay değildi:
1876’da I. Meşrutiyet’in ilanıyla “Osmanlıcılık” ortak paydasında Osmanlı’daki tüm unsurların bir arada tutulabileceği düşünülmüş, ancak bu mümkün olmamıştı. II. Abdülhamit’in “halifeliği” kullanarak Müslüman dayanışmasıyla devleti ayakta tutma stratejisi İslamcılık da iflas etmişti.
Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar Osmanlı’dan kopup kendi milli devletlerini kurarken bazı Osmanlı aydınları Türklerin de kendi yolunu çizmelerinin zamanının geldiğini düşünerek Türkçülüğe kafa yormaya başlamışlardı.
Türkçülüğün gelişiminde, 1908’de Abdülhamit’in istibdadının yıkılıp hürriyetin ilan edilmesi etkili oldu. Böylece Abdülhamit’in, zaman zaman “Arapçılık” halini alan “İslamcılık” politikası sona erdi. İslamcılığın tahtına Türkçülük oturmak üzereydi.
Nitekim 1909’da Türk Derneği, 1911’de Türk Yurdu Cemiyeti kuruldu, bu cemiyet Türk Yurdu Dergisi’ni çıkarmaya başladı. 1912’te Türk Ocakları kuruldu.
1912-1913’te Balkan Savaşları sonunda Türklerin Balkanlar’dan atılması, bu sırada Türklere yönelik ırkçı saldırılar şeklinde kendini gösteren “Türk düşmanlığı”, Osmanlı’da Türkçülüğe yönelimi artırdı.
Türkçülüğün gelişiminde I. Dünya Savaşı’nın da etkisi oldu: Şöyle ki, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Arap topraklarını kaybetmesi ve savaş sonrasında elimizde kalan topraklarda; Trakya’da ve Anadolu’da yoğun bir Türk nüfusun birikmiş olması Türkçülüğü gerçekçi bir çözüm haline getirdi.
Milli Mücadele sonrasındaki Mübadele ile Anadolu’daki Rumların Yunanistan’a gitmeleri, oradaki Türklerin de Türkiye’ye gelmeleriyle Anadolu’daki Türk nüfus oranı daha da arttı.
Dolayısıyla Atatürk’ün 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni Türk Ulus Devleti şeklinde kurmuş olması hem dünyadaki hem Türkiye’deki tarihi ve sosyolojik gerçeklere son derece uygundu.
TBMM’DE TÜRKLÜK TARTIŞMALARI
Atatürk, Milli Mücadele sırasında Türkçülüğü göze batacak biçimde vurgulamaktan kaçınsa da aslında Türk Ulus Devleti’nin hazırlıklarına Milli Mücadele sırasında başlamıştı.
Milli Mücadele’de Ankara’ya geldiğinde Ziraat Mektebi’ni karargâh olarak kullandı. İşte Türkçülük konusunu ilk olarak o Ziraat Mektebi’ndeki arkadaşlarıyla konuştu. Ziraat Mektebi’nde 4-5 Nisan 1920 akşamı yemekten sonra Yunus Nadi, Halide Edip Hanım, Adnan (Adıvar) ve Cami (Baykurt) beylerin olduğu bir toplantıda Atatürk en çok Türkçülük üzerinde durdu. O gece Türkçülüğün enine boyuna tartışılması için bazı itirazlar ileri sürerek muhataplarını sıkıştırdı. (Sabahattin Özel, Mustafa Kemal Atatürk, Yeni Gerçekler Yeni Düşünceler, s. 132)
Lozan görüşmelerinden sonra TBMM’de milliyetin nasıl belirleneceği tartışıldı.
22 Eylül 1923 tarihli meclis gizli oturumunda Halis Turgut Bey, Arap ve Arnavutların ayrı devletleri olduğundan Türkiye’den gitmeleri gerektiğini söyledi. Fuat Bey ve Süleyman Sırrı Bey bu isteğe karşı çıktılar.
Samih Rıfat Bey, milliyet için şimdiye kadar kan tahlili yapılmadığını, milliyet bağının kandan ibaret olmadığını söyleyerek kültüre ve dine vurgu yaptı.
Fahrettin Fikri Bey de Samih Rıfat Bey’e katılarak özetle, ortak maziye sahip bütün vatan evlatlarının Türk milliyetperverliğine dâhil olduğunu ve bunların Türk’ten başka bir şey olmadıklarını söyledi. Ayrıca Fransa’da Fransız milliyetçiliğinin anlamını “beraber yaşama duygusu” olarak kabul eden Ernest Renan’a gönderme yaptı. Fahrettin Fikri Bey, ülkemizde çeşitli ırklara mensup olanlara karşın tek bir milliyetin olduğunu, onun da Türk Milleti olduğunu ifade etti. (TBMM Gizli Celse Zabıtları, C.IV, s.270)
Milliyetin nasıl tanımlanacağı mecliste 1924 Anayasası görüşmelerinde yeniden gündeme geldi.
1924 Anayasası’nda milliyeti tanımlayan 88. Madde görüşmelerinde öncelikle “mlliyetin” mi yoksa “tabiiyetin” mi dikkate alınması gerektiği tartışıldı.
Ahmet Hamdi Bey, “Türk ahalisinden olup Türkiye harsını (kültürünü) kabul edenlere Türk ıtlak olunur” denilmesini önerdi.
Celal Nuri Bey, Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesi nedeniyle böyle bir tanım yapılamayacağını belirtti.
Hamdullah Suphi Bey ise sınırlarımız içinde yaşayan herkese Türk demek amacında olduklarını, ancak mübadele ile gayrimüslim azınlıkların ülkeden çıkarıldıklarını, bu süreçte gayrimüslimlere de “Türk” demenin sorun yaratacağını söyledi.
Celal Nuri Bey tekrar söz aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nde Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığın olduğunu belirterek “Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyeceksek ne diyeceğiz?” diye sordu.
Salondan “Türkiyeli” sesleri yükseldi.
Bunun üzerine Celal Nuri Bey, “İstirham ederim! Türkiyeli hiçbir manaya gelmemektedir. Ayrıca Lozan Antlaşması’nın 39. Maddesi gereği hiçbir fark olmayacaktır” dedi.
Ahmet Hamdi Bey, “İsimce değil de hukukça” diye seslendi.
Bunun üzerine Mazhar Müfit Bey, ”Buraya yalnız ‘din ve ırk farkı olmaksızın tabiiyet bakımdan’ desek nasıl olur?” diye sordu.
Bu “tabiiyet” fikri bir süre tartışıldıktan sonra reddedildi.
Hamdullah Suphi Bey, 88. Madde’nin, ”Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur” şeklinde düzeltilmesini istedi.
Görüldüğü gibi Cumhuriyeti kuranlar “Türk” derken bir “dini” veya bir “ırkı” değil, anayasal “vatandaşlığı” kastetmiştir.
ATATÜRK’ÜN TÜRKLÜK TANIMI
Atatürk Türk Milleti’ne mensup olmaktan derin bir haz duyuyordu. Türk tarihine Türk diline büyük önem veriyordu.
Atatürk, 1930’larda liselerde okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türk Milleti’ni, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” diye tanımlıyor.Atatürk’ün “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabı için el yazısıyla yazdığı “millet” bölümünün bir kısmı. Atatürk’ün “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabı için el yazısıyla yazdığı “millet” bölümünün bir kısmı.
Sonra tarihsel ve sosyolojik olarak şöyle bir analiz yapıyor:
“Türk Milleti’nin oluşumunda etkili olan doğal ve tarihsel olgular şunlardır: Siyasi varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve köken birliği, yurt birliği, tarihsel akrabalık, ahlaki yakınlık… “
Şöyle devam ediyor:
A- Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,
B- Beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan,
C- Ve sahip olunan mirasın korunmasında beraber devam etmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet denir.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.23, s. 17-26)
Atatürk milleti tanımlarken etnik ayrılıkçılığı da eleştiriyor: Türkiye’de “Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri” propagandası yapıldığını, ancak istibdat (baskı) döneminin ürünü olan bu adlandırmaların “birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden başka” milletin hiçbir bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmadığını belirtiyor. “Çünkü bu millet fertleri de bütün Türk camiası gibi aynı ortak geçmişe; tarihe, ahlaka, haklara sahip bulunuyorlar” diyor. Yani Atatürk açıkça diğer etnik unsurları da “Türk camiasının” eşit haklara sahip “millet fertleri” olarak tanımlıyor.
“Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı azınlıklar hakkındaki şu değerlendirme de dikkat çekiyor:
“Bugün içimizde bulunan Hristiyan, Musevi vatandaşlar, alınyazılarını ve talihlerini Türk Milleti’ne vicdani arzularıyla bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılması uygar Türk Milleti’nin asil ahlakından beklenebilir mi?”
Çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk, kendi ifadesiyle, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkını” -etnik kökenine, dinine, mezhebine göre ayırmadan- “Türk Milleti” olarak adlandırıyor.
Yani, Cumhuriyet “Türklüğü” asla “ırkçılık” olarak görmedi. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinde “Türklük”, anayasadaki tanımıyla “vatandaşlık bağıydı”, milletin ortak adıydı.
Derleme; Sinan Meydan, 12 Kasım 2018
Bu yazı Atatürk’e göre Türkçülük ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>