Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Ulu önder Atatürk, muhafazakar bir anneden dünyaya gelmiş, namuslu bir tüccarın oğlu, çocukluk ve gençliği zor şartlar altında ve çokça zulüm çetelerinin baskıları altında ve dahi kaybedilen savaşlarla geçmiş, erken yaşta asker ocağına dahil olmuş, sayısız savaşa katılmış, onlarca cephede çarpışmış, kahramanlığına ve askeri dehasına kimsenin söz edemeyeceği şekilde hiç savaş kaybetmemiş, milletinden aldığı güçle hareket eden, araştırmacı, öngörülü, milletine aşık, sivil hayatta da dehası ve doğru kararları ile başarıya ulaşmış, ilkeleri ve hedefleri ile ölümsüzleşmiş bir kahraman asker, önder, vatansever ve iman adamıdır.
Mektuplarına Allah’ın adını anmadan başlamayan, duaları eksik olmayan, kritik kararlar öncesi Allah’tan yardım dileyen, meclisi dahi mübarek güne denk getirip dualarla ve Kur’an okumalar ile açan Mustafa Kemal Atatürk … çoğumuzdan da çok daha dindar ve mü’mindir.
Öncelikle Allah’a inanan, şirk ve şeytana asla boyun eğmeyen, Hz. Peygamber’e derin saygı duyup O’nun hayatını ve savaşlarını detayına kadar inceleyen, sözleri ve demeçleri ile Hz. Peygamber’i sürekli yücelten, İslam’ı yeniden Kur’an mihverine oturtmaya çalışan, İslam’ı yaban otları dediği hurafe ve arap örflerinden temizlemeye gayret eden, dini tanıtmak-sevdirmek-anlaşılır kılmak için meal ve tefsir hazırlatan, diyanet işleri başkanlığını bizzat kurduran Atatürk, dine verdiği hizmetler ile çok yüce mevkilerdedir.
Her biri cihat sayılacak sayısız sefer ve savaşa katılarak canını vatan ve din uğruna ortaya koyan Atatürk, bu inancıyla da hem rüştünü ispat etmiş ve hem de ulusuna bağımsız ve korkusuz ezan sesleri dinlemeyi nasip etmiş birisidir.
Onarttığı, inşa ettirdiği, yapımına maddi destek sağladığı camilerin sayısı belli bile değildir.
Bizzat hutbe verecek kadar alim, Kur’an okuyuşlarındaki yanlışları tespit edebilecek kadar bilgili olan Atatürk, dinciliğe ve dinden menfaat sağlamaya kalkmayan, ibadet ve amellerini gizlice ve sadece Allah rızası için yerine getiren, noksan olsa da ibadeti inkar etmeyen, akıl ve bilimi rehber gösterse de asla dini ve imanı yok saymayan bir karakter ve ruh haline sahip kurucu liderdir.
İşgal kuvvetlerinin zulüm ve baskılarına, sarayın ve içteki hainlerin işbirlikçi gafletlerine rağmen, hakkında verilen idam kararına dahi aldırmadan vatan ve hürriyet uğruna canını ortaya koyan bu insana yakıştırılan din düşmanı ifadesi elbette boşuna değildir.
Elbette on üç yıl boyunca masonluğun, tüm teşkilleriyle başını kaldıramamasına sebep Atatürk’ten birilerinin rahatsız olması gayet normaldir.
Atatürk’ü din düşmanı gösterme gayretinin temelinde de işte bu yukarıdaki hususlar yatmaktadır. Oysa onlar dahi çok iyi bilmektedir ki Atatürk bir Kur’an mü’minidir, ibadeti noksan veya az olsa da imanı tamdır, Allah sevgisi ve korkusu hepimizden de yücedir.
Kaldı ki muzaffer olan Türk Ordusunun tüm savaşlarında, inkılapların başarılmasında Yüce Allah’ın yardımı vardır ve Allah imanlı kulu Atatürk’e ve dava arkadaşlarına yardım etmiş, muzaffer olmalarını dilemiştir.
Bunun aksi olsaydı, Atatürk din düşmanı bir zalim olsaydı Yüce Allah yardım etmez, Atatürk’le beraber bütün ulusu da işgalci güçlerin eline bırakır ve tecavüzler, işkence ve zulümler bitmez, karanlıklar dağılmaz, Türk milleti aydınlık medeniyet seviyelerini yakalayamazdı.
O’na sırf hilafeti ve saltanatı kaldırdığı için düşman olan sayısız insan vardır. Yine tekke ve zaviyeleri kapattığı, eğitimi millileştirdiği, dini sistemsel vaziyette devlet kontrolüne aldığı için de O’ndan nefret eden pek çok insan vardır. Maalesef bu insanların çoğu … art niyetlidir.(!)
Atatürk’ü itibarsızlaştırmanın siyasi, askeri, mali, sanatsal, idari vs. hiçbir yolu yoktur. Bu yazı kapsamındaki iftiralar ise kanması nispeten kolay olan cahil halk kitlelerinin, her zamanki gibi dinlerini suistimal ederek ve ayetleri saptırarak, din elden gidiyor naraları ile yapılmış oynamalardır.
Kurduğu mecliste vekillerin neredeyse üçte biri din adamıyken, sayısız din adamını istiklal mahkemelerinin yargılamasından kurtarmışken, Mehmet Akif Ersoy’un dahi takdirini kazanmışken, kanaat önderlerinden tam not almışken, ezan ve mevlütleri, hatta ibadetleri ana dilde yaptırdığında tüm din alimlerinin onayı alınmışken, O’na reva görülen bu sahte düşmanlıklar en büyük haksızlıktır.
İşte Atatürk düşmanlığı yaratmak isteyenlerin maksat ve temennileri …
BÖLÜCÜLÜK VE İHANET
Tamamına yakını Türk ve Müslüman olan bu Ulusu, Atatürk (laiklik) ve din (şeriat) olarak ikiye bölmek arzusu, yobaz zihniyetin damarlarında dolaşan şeytani bir arzudur. Bu kutuplaştırma ve bölme arzusu ise evvela dini bölmek, iman kardeşliğine zarar vermek ve ulusu etnik kökenlere göre ayrıştırıp, bireyleri ve toplumları diğerine düşman etmektir ki kökten yanlıştır.
Kaldı ki liderler ve kahramanlar yaptıkları hizmetler ile anılır ve fakat dini inançları yönünden sorgulanamaz. Çünkü din vicdan meselesidir, kişiseldir, Allah ile kul arasındadır, dinde zorlama yoktur.
Dış güçlerin hayal ve arzuları istikametinde davranan bir kesimin ısrarla ve yalan yanlış beyanlarla bu düşmanlığı körüklemeye çalışmasındaki gaye, sistemle sorunları olan dış güçlerin ülke üzerindeki emellerine hizmet etmekten öte bir şey değildir.
Yurdu savaşlarla ele geçiremeyen düşmanların, işbirlikçilerin ihanetleri ile ele geçirmek istemesi onlar adına doğal karşılanabilirse de, yurduna ve dinine saygılı kimselerin bu ihaneti kabul edilir bir şey değildir.
PARASAL RANT VE SİYASAL KAZANIMLAR
Atatürk düşmanlığı ardındaki en büyük etken şüphesiz O’nun hayata geçirdiği sistemi yıkmak arzusudur ki bu sistem kurumsallaşmış haliyle demokratiktir, laiktir, sosyaldir, hukuka dayalıdır. Ülkenin yönetim şekli Cumhuriyet’tir, vatan sınırları bellidir, bayrak Ay yıldızlı şanlı Türk bayrağıdır, dili Türkçe’dir.
İşte bu değişmez sistemi hayata geçirenlere düşmanlık etmenin ardındaki gerekçe bu yapısal sistemi bozmak, evvela kaos yaratıp halkı bölmek ve acılara sevk etmek, sonra bir umutla maziye dönüşü temin etmektir. Yine siyasi olarak bilhassa sağ kesime ve sözde Türk Milliyetçiliğine sempatik görünmek arzusu da bu yanlışta büyük etkendir. Maalesef bu gayret başarı kaydetmekte ve çokça taraftar toplayabilmektedir. Çünkü maddi çıkar ve mevki elde etmek hırsındaki kesim birilerini din ile sorgularken, dine aykırı davranmayı umursamaz haldedir ve bu cehalet sağ ve sol arasında derin uçurumlar yaratmaktadır.
Oysa Atatürk, savaş sonrası mübadelede Türk kelimesi yerine Müslüman ifadesi kullanacak kadar inançlı birisidir. Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göç etmesine, “Müslüman değiller” diye karşı çıkan O’dur. En önemlisi, Vehhabi Suudi Kralının, Hazreti Muhammed’in mezarını kaldırma kararına, “Peygamberimizin mezarına dokunursan, ordumla beraber aşağı inerim” diyen O’dur ki, bu bilgiyi Türkiye ile paylaşan namazlı-abdestli Prof. Nevzat Yalçıntaş’dır.
Camilerde cuma günleri okusun diye, toplumsal meselelere dini yaklaşımları konu alan pek çok hutbeyi (51 adet) hazırlatan da yıllarca okutan da O’dur.
CEHALET VE KUR’AN’SIZLIK
Atatürk düşmanlığının sisteme ihanet ve maddi beklentili dincilik gayretlerinden de önce en büyük sebebi cehalettir, Kur’an’a yabancı olmaktır. Bu yüzden dinci tayfa Kur’an’ın anlaşılarak okunmasına karşıdır, bu yüzden Atatürk Kur’an’ı meal ve tefsirler halka tanıtıp sevdirmeye çalışmıştır.
Çünkü kitleler ayetlerin hükmünü anlamaya başladığı anda din tacirlerinin ekmek kapısı kapanacak, işbirlikçi hainler ile dış güçlerin hayalleri suya düşecektir.
Kitleler ayetlerde yazılı emir ve yasakları hazmettiği anda adaletsizlik, haksızlık, liyakatsizlik, haram ve günah, şirk ve küfür tanınır olacak, yanlışta ısrarlı kitleler batılı terk edip hak olana yönelecek, aldatılmalar son bulacak ve kan emici dincilerin münafıklık maskeleri düşecektir.
Atatürk’ün halkı bu uyandırma isteğinden ziyadesiyle rahatsız olan dinci tayfanın doğal olarak müracat edeceği yol, O’nu dine düşman göstermeye çalışmaktır ki bu sayede gayretleri toplumda yer bulamasın.
Maalesef yeterli alt yapıya sahip olmayan kitleler, dine hizmet ile dine düşmanlık kutuplarını tam zıt yaşamakta ve kanmaya devam etmektedir. Hilafeti kaldırıp laikliği sistemsel hale getiren Atatürk ve dava arkadaşlarına sanki yanlış yapmış gibi cephe almak, Kur’an’dan habersiz olmanın da ispatıdır.
ATATÜRK’Ü ŞİRK İLE BAĞDAŞTIRMA YANILGISI
Yine cehaletle kol kola bu husus çokça mühimdir ki dinci tayfa, Atatürk’e saygı için sunulan bir çiçeği kurban tanımına sokmaya, O’na gösterilen minneti şefaat ummaya benzetmeye çalışmaktadır. Oysa Atatürk ne evliyadır, ne Peygamber ve ne de İlah. O sıradan bir insandır, beşerdir, O’na duyulan saygı ve minnet dini değil vatani bir meseledir.
O’na saygı ve sevgi beslemek, bağımsızlık ve egemenliği tesis ve idame ettiren bir lidere şükrandır.
O’nun dini bir vasfı olmadığı için de O’ndan kimsenin şefaat, hayır veya dua beklentisi yoktur. Bunun aksini iddia edenlerin işin doğrusunu bildiğine şüphe yoktur ama kandırdıkları halk kitleleri bu yalana kanmakla bir demet çiçeği, ilahlara kurban adamak olarak kabul ettiği müddetçe de gerçeği bulamayacak ve maalesef Atatürk düşmanlığı sonlanmayacaktır.
Atatürk’ün Allah’ın sevdiği bir kul olduğu muhakkak ise de O’na dini bir takım mertebeler yakıştırmak doğru değildir. Bu sebeple O’nu bir kahraman liderden ötelere taşımak ne denli sakıncalı ise, O’nu sözde aydın kesimin ilah gördüğünü iddia etmekte o denli yanlıştır.
Lakin bugün din alimlerinin bir kısmında bile bu yanılgı vardır. Komik olan Atatürk’e sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanmış kurban olarak tanımlayanlar, yaşayan bir takım insanların söz ve düşüncelerini tartışmasız kılarak, o kimseler önünde düğme ilikleyerek ve onların hoşnutluğunu arayarak, onlardan medet umarak, onlardan rızık bekleyerek asıl şirk’e tabi olmaktadır.
Trajikomik bu meselenin doğrusu şudur ki Allah’tan başka ilah yoktur, son Peygamber Hz. Muhammed (sav) dünyaya gelmiş ve ahirete göçmüştür, başkaca Peygamber gelmeyecektir.
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE DÜŞMANLIK
Arap örflerine duyulan katıksız ve tartışmasız sevginin temelinde, cahil ve aşiret mantığına dayalı bir kavimsel devlet yaratmak arzusu vardır. Bu arap örfçülüğü o denli güçlüdür ki uydurma hadislerin neredeyse beş milyonu, din diye pazarlanan inançların yarıdan fazlası ‘Arap olmayanların cennetlere giremeyeceği’ tezine dayalı vaziyettedir.
Arapçanın, vahyin üzerine çıkartılmasında da bu mantık vardır ki zaaf akıl ve bilimi inkar edip, teknolojiyi reddedip eski ilkel metodlara dönmek suretiyle Asr-ı Saadet huzurunu yakalamak yanılgısındadır.
Oysa cennetlere sadece iman edenler girecektir, kutsal olan arapça değil vahyin kendisidir, akıl ve bilim Kur’an’ın emridir, Kur’an’ın savaşı zulümledir ki cehalette bir zulümdür.
Atatürk milliyetçiliği işte bu arap örfçülüğüne düşmandır ve Türklüğün kaybedilmiş değerlerini yeniden hatırlatarak dev bir ulusu uyandırmıştır. Bu uyanıştan rahatsız olanların, bu uyanış sürdüğü müddetçe Türk’ün bileğini bükemeyeceklerini anlayanların gayesi milliyetçiliği Türklük yerine Arapçılık mihverine oturmaktır.
Oysa Anadolu İslam’ı ile Ortadoğu İslam’ı arasında devasa bir fark vardır ve bu laiklik anlayışıdır.
Çünkü laiklik dini esas alır ve vicdanlara bağlarken, devleti medeniyet yolcusu ve aklın önderliğinde bir yapıya ulaştırmayı hedef alır. Bu yapılırken de tüm halkın eşit ve aynı haklara sahip olmasını değişmez kural olarak belirler, yasalara herkese eşit uygular, din ve devlet işlerini birbirinden ayırır, azınlıkların inançlarını da garantiye alır, dini suiistimallerin ve yanlış dini bilgilerin önünü tıkar.
Laik olmayan ve arap kültür-örflerine bağlı Ortadoğu İslam’ı ise Türklüğün saygın değerlerinden uzak, Allah sevgisinden ziyade Allah korkusuna dayalı, siyasal ve hatta ılımlılaştırılmış bir dindir, şekilcidir, muhabbet ve samimiyetten uzaktır. Türklerin tasavvuf kültüründen uzak olan bu dini anlayış bu sebeple terör üretmeye de, tarikatlaşmaya da, kişilerin üstünlüğünü kabul etmeye de, mezhep ayrılıkları için devletlerarası savaşlar çıkartmaya da gayet meyillidir.
Bu sebeple Atatürk milliyetçiliğine düşman olmanın ardındaki maksat işte bu arap milliyetçiliğini özendirmek ve dini de sadece Araplara has kılmak ve bu suretle Türklüğü unutturmak arzusudur.
İSRAİLİYAT’TAN HABERSİZLİK
Siyonizm, dişlerini ve tırnaklarını çoktandır ulusların ve bilhassa ulus devletlerin sırtına geçirmiş vaziyettedir ki tezgahladıkları yeni dünya düzeni sistematiğinde ulus devletlere (ve onların liderlerine, fikirlerine) yer yoktur, laik, örnek ve güçlü bir Türk devletine yer yoktur, şeytani fikirlerini din diye sunmak arzusundaki siyonistlerin Kur’an İslam’ına asla tahammülleri yoktur.
Bu sebeple de Türk ve İslam olan bir devlet, Atatürk ilkelerine bağlı çağdaş ve aklı rehber edinen bir ulus, tek vatan ve o vatanın bölünmez bütünlüğüne sadık vatandaşlar, onurla dalgalanan şanlı bayrak siyonist hayalcilerin en son isteyeceği şeydir.
Yazık ki gerek yabancı olan ve gerekse siyonist dolarlarla satın alınan yerli hainler eliyle Cumhuriyet ve İslam delik deşik edilmeye çalışılmakta, masonik görüş maske ile dolaşıp dost görünürken, yandaşları ile birlikte devletin ve inançların altını oymaktadır.
Acı olan ise siyonizmi hala tanımayanların, siyonizme çoktandır esir oluşları ve yahudileştiklerinin farkına dahi varamayışlarıdır.
ÖZET
Atatürk düşmanlığı suni bir projedir, dış kaynaklıdır, batıl ve yanlıştır, gerçeklerle alakası olmayan bir uydurma, maksatlı bir gayedir.
Kullar ve toplum Kur’an’a yakınlaştıkça bu gerçeği daha iyi anlayacağı için de asırlar boyu Arapçaya mahkûm edilmiştir.
Atatürk hepimizden de Müslümandır, güzel bir mü’mindir.
O’nun tüm dünyada dine hizmetlerinin son iki asırdır çeyreğini dahi hayata geçirebilen lider yoktur.
Cehalet, ihanet, menfaat beklentisi, Arapçılık sevdası, hilafet ve saltanat aşıklığı, siyonizm zehirleri, menfaat beklentisi veya başka suretle olsun, Atatürk’ün tüm inanç ve amellerine rağmen düşmanlık yakıştırması yapmak küfre hizmet etmektir, haksızlıktır, Allah’ın yardım ettiği bir kula savaş açmaktır.
Atatürk sevdası demek yurdu, vatanı, bayrağı, Cumhuriyet’i, Türk’ü ve Türklüğü sevmek, Kur’an İslam’ına taraftar olmaktır, iman kardeşliğinden yana olmak, cihat etmek, zulme karşı direnmektir.
Atatürk düşmanlığı yapmak ise oyuna gelmek ve aldanmaktır.
Zaman hakikatleri görmek ve öğrenmek zamanıdır, kanmalardan uyanıp Türk ve İslam olabilmek zamanıdır.
Bunun yolu ise Kur’an’a ve Atatürk’ün devasa Nutku’na müracat etmektir.
O’na sunulan bir demet çiçeği ilahlara adanan kurban olarak tarif etmek isteyenler evvela kendilerinin kişi ve makamları, servet ve güçleri nasıl ilahlaştırdıklarına bakmalı, tevhid ve şirk konusuna bir kez daha çalışmalıdır.
Laiklik işte bu aydınlanmayı sağlayan, İslam’ı yaban otlarından temizleyen, merdiven altı Siyonist-arapçı İslam’a düşman olan bir Kur’ani iman meselesidir.
Kitleler Atatürk ve laikliğe düşman olanların, Türklüğe de, yurda da düşman olduğunu artık görmek mecburiyetindedir.
Çünkü bu vatan Türk’ün öz vatanı, İslam’ın Mekke’den sonra ikinci beşiğidir.
Düzenle
Bu yazı Atatürk’ü dine düşman göstermek isteyenlerin niyeti ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürkçülüğün dini yönden analizi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>İslam dini, ahiret yaşamı dahil kıyamete dek ve kıyamet sonrası tüm yaşamların tek ve son dinidir. On dört asır evvel vahyolunmuş bu din, diğer tüm tahrif edilmiş din ve kitapları ortadan kaldıran, evrensel ve tamam olan tek Kutsal dindir, Allah’ın dinidir.
Bu din, Hz. Peygamber’in risaleti ile ve Allah korumasına alınan Kur’an ayetleri ile tesis edilmiş, insan haklarını ve hakkaniyeti esas alan, sevgi ve barışı gaye edinen, aklı ve bilimi öne çıkartan, zulmü ve cehaleti düşman edinen, şeytanı en büyük düşman gösteren, imanı cennet anahtarı olarak tanıtan ve sadece zulme karşı savaşı caiz gören bir kutsal nimettir.
Türkler çok uzun asırlar önce bu dine girmiş, adeta bayraktarlığını yaparak, bölgesel veya kavimsel İslam’ı yeryüzü dini haline getirmiş bir Millet’tir. Bu sayede İslam, sıkışıp kaldığı Ortadoğu topraklarından Asya içlerine, Avrupa içlerine dek uzanmış, oralara eşitlik, özgülük ve adalet götürerek, orada başkaca dinler ve o dinin din adamları kıskacında hayat yaşamaya mahkum edilen sayısız halklara umut olmuştur.
Nitekim Hz. Peygamberin vefatında yüzbin kadar olan İslam alemi bugün 2,5 milyar gibi bir sayıya ulaşabilmiştir. Kavramsal olarak mahiyet kan kaybı yaşasa da, sayısal olarak durum budur. Türklerin bu tabloda payı büyüktür ve bu yüzen de Türkler Allah’ın yeryüzündeki ordularıdır. Ve yine bu yüzden Türk kelimesinin sözlük anlamı “Türk ve Müslüman” şeklindedir.
Batının ve medeniyetin, kültür temaslarının, bilhassa vazgeçmez ve uslanmaz siyonizmin etkisiyle Türklük ve Müslümanlık üzerine emeller tükenmediği, zaman zaman acımasız boyuta vardığı ve öfke-kin karışımı ihanetlerle topraklar kana bulandığı için tarih sürecinde Türk vatan toprakları 250 yıl boyunca küçülmüş, din Anadolu’nun temiz ve saf halinden uzaklaşıp, Arap örfüne dayalı bir hal almıştır.
Velhasıl Kurtuluş savaşının hemen öncesindeki durum; yok olmaya yüz tutmuş bir ülke ve dindir.
Türk İstiklal Harbinin mana ve önemi de buradadır ki yok olmaya yüz tutan bu değerleri kanının son damlasına dek müdafa etmeye yemin etmiş Atatürk ve dava arkadaşlarının gayreti kurtarmıştır. Yani İstiklal harbi ve sonrasındaki inkılapların sadece beşeri hayata dair olduğunu düşünmek en büyük hatadır.
Atatürkçülük denilen şey (diğer adıyla Kemalizm) vatan toprakları üzerinde, Türk kültür ve bilinciyle, aynı bayrak ve tek ulus devlet çatısı altında, halkların ve kendisini Türk hissedenlerin kardeşliği dahilinde ve şüphesiz Atatürk dava ve felsefesinde bir arada yaşamak özlemi, bu istikamette dost ve düşmanları yeniden belirleme arzusu, Cumhuriyet ve demokrasi tabanına dayalı bir laik yaşam modelinin fikir akımıdır.
Yani savaş ve inkılap adına yaşananların tamamı Atatürkçü düşünce sisteminin ürünleridir.
Atatürkçülüğün felsefesi evvela tam bağımsızlık ve sonra ulusal egemenlik, refah ve huzur, barış, bilim, hoşgörü ile medeniyet meşalesini taşıma gayretidir. Altı ilke ile belirlenen, yedi tamamlayıcı ilke ile tarif edilen bu sistemin din ile ilişkisinin temelini ise laiklik ve laik devlet anlayışı oluşturur ki her zaman dediğimiz gibi zamanın köhne yönetim ve anlayışlarının yıkılması ancak bu ilke ile mümkün olmuş, tekrar aynı yanlışa dönülmemesi için anayasalar bu ilke istikametinde tanzim edilmiştir.
Bunda gaye dini toplumdan uzaklaştırmak yahut devleti diğer dinlere yem etmek değil, devlet işlerinde aklı ve bilimi rehber ederken, bireysel vicdanları hür bırakmaktır.
Türk İstiklal Harbi en kutsal cihattır
Daha detaya girecek olursak İstiklal Harbi (Kurtuluş Savaşı) baştan sona cihattır, cihatların en yücesidir. Çünkü Kur’an ile tarif edilen cihadın tüm tariflerine uymaktadır ve küfür ordusunun var gücüyle, işbirliği içinde yaptığı saldırılara, zulüm ve işkencelere, tecavüz ve şiddete direnmek, karşı koymak gayesiyledir. Esaret tanımamak, kötülüğü kabul etmemek, haysiyetten vazgeçmemek, can korkusuyla imandan dönmemek için verilen bu savaş en kutsal cihatlardandır ve sadece Türkiye için değil tüm mazlum milletler için bir var olma mücadelesidir.
Bu sebeple de o cihatta yer alan, gazi veya şehit olan tüm atalarımızın inşallah ahiret yurdundaki makamları da çok yüce olacaktır.
Bu savaş sayesindedir ki susturulan ezan sesleri yeniden ve hür olarak çıkabilmiş, bayrak b savaşın zaferi ile yeniden dalgalanmaya başlamış, vatan topraklarının tamamı düşman işgalinden kurtarılmış en mühimi işgalcilerin zulüm, işkence ve tecavüzleri bu zaferle bitmiştir. Anadolu’da kaçarken bile onbinlerce ev yakan bu işgal ordularının yaptığı zulüm malumdur ve Kur’an’ın tek düşmanı zulümdür. Bu nedenle de İstiklal harbi kutsaldır, cihattır.
İnkılaplar ve atılımlar
Cihadın sadece kılıçla olmayacağı malumdur. Allah yolunda, Allah emirleri ve sınırları dahilinde, yeryüzünde huzur ve barışı tesis etmeye yönelik her türlü gayret cihattır ki inkılaplar günlük yaşamlardan devlet yönetimine, dinin toplumdaki yerinden uluslararası diplomasiye kadar her alanda akıl ve bilimi esas alırken aynı zamanda Kur’an’ın “aklı işletmek” emrine de uygun hareket etmektedir. Çünkü bu emrin içerisinde hurafelerden sıyrılmaktan bilime ve alime değer vermeye kadar her şey vardır ve medeni yaşamın her safhasında aklı egemen kılmak yobaz zihniyetlere savaş açmak demektir.
Yukarıda bahsolunduğu gibi laiklik ilkesi en mühim vicdan hürriyetidir. Keza Cumhuriyetçilik ilkesi istişare ve biat emreden Kur’an’a tek uygun yönetim şeklidir ve tek adam rejimi yerine çoğulcu katılımı emreden Kur’an istikametinde meclisi kurup işleten kadrolar ayetlerin emrini de bu sayede yerine getirmiştir.
Milliyetçilik ve halkçılık ilkeleri bireylerin eşitliğini temin etmiş, sınıflar ile kutuplaştırmaya engel olmuş, kardeşlik ve birlik bağlarını kuvvetlendirmiştir ki bu eşitlik ve kardeşlik duygusu zaten Kur’an emridir.
Devletçilik ilkesi ile sergilenen tam bağımsızlık ve kendisine yeterlik, çalışmak ve üretmek gayretleri de ayet emridir ki Allah çalışmayı, helal yoldan kazanmayı, üretmeyi ve paylaşmayı emreder.
Eğitim ve yargı alanında yapılan reformlar ile hak, hukuk ve adalet kavramları teminat altına alınmış, eşitlik sağlanmış, şeffaflık model olarak belirlenmiş, bu sayede azınlıklar dahil tüm vatandaşların hürriyet ve yaşamsal özgürlükleri korunmuştur. Bu arada devletin de bekası muhafaza edilmiş, suç ve ceza mekanizması modern ve çağdaş bir yapıya kavuşturulmuştur.
Kadın ve çocukların toplumdaki yerleri, koyu karanlık mahzenlerden gün ışığına çıkarılan tohumlar gibi erkeklerle eşit hak ve hürriyetlere kavuşturulmuş, bu haklar yasalarla teminat altına alınmış, aile içi ve iş hayatındaki statüleri ancak bu Atatürkçü Felsefe ile çağdaş ve yakışır bir hale getirilmiştir.
Eğitim ve öğretimde atılan adımlar, özellikle dini alanda hüküm süren cehalet avcılarının (dini yobazların) ekmeğine mani olmuş, dilini öğrenen halk, haberleri ve ayetleri okuyup anlayarak başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmuş, medeniyet ve akılla tanışarak kendisini asırlarca kandırmakta olan zihniyetleri sırtından silkeleyip atmıştır.
Hoşgörü ve ortak insanlık değerleri Atatürkçülük sayesinde yaşamın en meşru kabulleri arasına girmiş, barış ve anlaşmalar yoluyla çözülen sorunlar çatışmaları önlemiş, kardeşlikleri güçlendirmiş, yardımlaşma ve paylaşmayı mümkün kılarak toplumsal barışa hizmet etmiştir.
Medeni kanundaki değişiklikler ile mal durumundan birey durumuna getirilen insanlar, eşit hak ve hürriyetlere kavuşturulmuş, yasalar önünde masumiyet karinesi esas kabul edilmiş, suç ve ceza mekanizmasında adalet ve merhamet egemen olmuştur. Ortak insanlık değerlerini kaçınılmaz farz olarak gören Kur’an istikametinde eşitlik ve adalette bu sayede tesis edilmiştir.
Milet meclisi ile halkın yönetime doğrudan tesir etmesine imkân tanınmış, halkın geleceğini kendi seçtiği vekiller marifetiyle belirleyebilmesine imkan tanınmıştır.
Devletin güçlenmesi, gelirin halka dağıtılması, refah ve huzurun artması ile neticelenen bu dini ve milli uyanışın tümü bu nedenle kutsaldır, dine ve ayetlere uygundur, Atatürkçülüğün tüm hedef ve çabası cihat mahiyetindedir.
Buradan hareketle şu denebilir ki Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü din dışı veya dine düşman göstermeye çalışmak, maksatlı bir yobazlık veya ihanet, geriye dönüş özlemi, karanlık cehaletlerden kan emmeye devam etme arzusudur, dine düşman olmaktır.
Laiklik
Burada çok mühim bir nokta vardır ki bunu yazılarımızda da sayısız kez tekrar etmiş vaziyetteyiz; Atatürkçülüğün dini yönü konusunda öne çıkan en mühim şey laiklik ilkesidir ki bu kapsamda yapılanlar Atatürkçülüğün neredeyse tamamını dine aykırı göstermek isteyenlerce (yobaz şeriatçılar ve tarikat yuvalarınca) manipüle edilmeye çalışılmaktadır.
Bu nedenle laiklik konusuna biraz daha değinmek lazım gelecektir. Bu bahiste de ilk öne çıkan husus elbette hilafetin kaldırılması ve ana dilde ibadet meselesidir ki halkın anlaması ve öğrenmesi için evvela okuma yazma seferberliği ve sonra Kur’an’ı anlayabilmesi için ana dilde meal ve tefsir hazırlayan Cumhuriyet kadrolarının hedefi halkın koyu cehaletlerden sıyrılması ve yobazların hegemonyasından kurtulmasıdır ki bu başarılmıştır.
Başarılmıştır ama ana dilinde ayetleri okuyup anladıkça, yobazlardan uzaklaşan halk sayesinde gelir ve güçlerinde azalma yaşayan yobaz zihniyet buna şiddetle karşı çıkmış, adeta işgalcilerle bir olarak İstiklal harbinde karşı cephede yer almıştır.
Keza hilafetin kaldırılması da dinde aslında hiç olmayan din sınıfının ve halifelik sisteminin, Cumhuriyet kadrolarınca terk edilmesi, halkı sınava tabi bireyler haline getirmiş, iradeleri hür bırakmıştır. Halkı sömürme ve yozlaştırma, kul etme gayretiyle sisteme asırlar önce dayatılan bir makam olan halifelik, diğer yandan da mezhepleri canlı tutarak, sünniler dışındaki tüm İslam alemini adeta düşman ve aşağı göstermek hevesiyle, iman kardeşliğini de engellemiştir ki hilafetin kaldırılmasıyla bu zehirli yaklaşım engellenebilmiştir. Keza diyanet işleri başkanlığı sünni istikamette tesis edilmiş olsa da diğer mezhep ve hiziplere de Kur’ansal doğru yolu göstererek dinin doğrusunu halka tanıtmaya ve eğitmeye muvaffak olmuştur.
Atatürkçülük kısaca hem dini hem de beşeri ilimler ve sosyal yaşam alanında kültürlü, eşit, hür, bilime saygılı bir nesil yaratmış, vatan toprakları işgal ve zulümden kurtulurken, akıllar çağların örümcek ağlarından temizlenmiştir. Bu felsefe ile din tanınır ve anlaşılır olmuş, ibadet ve ameller Kur’an’a yaslandırılmış, vicdanlar hür bırakılırken yasalarla haklar korunur olmuş, geleceğe ve bekaya dair sağlam adımlar atılmıştır.
İşte tüm bu sayılanlar aslında Kur’an’ın bir Müslüman toplum için emrettikleridir ve Atatürk ve dava arkadaşları sadece bedenleri değil ruhları ve vicdanları da işgalden kurtarmış, akılları hür bırakarak Türk tarih ve kültürünün durmak bilmez, esaret tanımaz haysiyetli yürüyüşünü kaldığı yerden yeniden başlatmıştır.
Sonuç
Bu nedenle son söz olarak denilebilir ki Atatürkçülük tüm dokunduğu alanlarda dine ve imana dair doğru olanı yapmış, yobaz ve köhne zihniyete dur diyerek, ahtapot gibi yurdu sarmaya hevesli siyonizmi 13 yıl gibi uzun bir süre yurttan kovarak, arap örfçülüğü yerine Türk Milliyetçiliğini getirerek, aklı ve bilimi rehber edinerek, bu yapılırken vicdanları hür bırakarak iman savaşı ve mücadelesi vermiştir.
Bu kutsal cihadda yazık ki küfür cephesinde sadece gayri müslimler yoktur ve pek çok adı Müslüman kendisi münafık olan kimse de küfür cephesiyle ortak hareket etmiştir. Bunların varlığına ve isimlerine tarih de Yüce Allah da şahittir.
Milli mücadelenin kahramanları ise canlarını iman ve vatan uğruna ortaya koyan, vatanından ve kalbindeki imandan aldığı güçle yola çıkan, mukaddesat uğruna, vatanı ve dini için şehit olmaktan çekinmeyen imanlı kullardır.
Atatürk’ün Peygamberin hayatını, mücadelesini ve savaşlarını biliyor ve anlıyor olması, örnek alması, O’nun Peygamberliğini yücelten sözler etmesi de gösterir ki Atatürk ibadet alanında olmasa dahi iman bahsinde asırlar süren Türk varlığında çok üst mertebelerde yer alan bir şahsiyettir.
O’nun kişisel olarak Allah adı ile söze, mektuba, işe başlaması, sıkça dua etmesi, İslam’ın yaban otlarından temizlenmesi için şahsi bir ilave emek ortaya koyması da gösterir ki Atatürk tıpkı meal ve tefsir çalışmalarındaki gibi daima başroldedir, vicdanı ve merhameti ile daima doğruluk ve haktan yanadır, imanlıdır.
Sayısız cami onartan, inşa ettiren, yurt dışındaki camilerin onarımlarına şahsi gelirinden destek veren Atatürk, İslam’ın son ve mükemmel din olduğunu bilen ve bunu izaha çalışan bir insandır.
Atatürk düşmanlığına, sömürüye müsait din bahsinden başka bir vesile bulamayan çaresiz ve gafil küfür cephesi, kandırdıkları ve şeytani ağlarına düşürdükleri cahil halk kitlelerini, O’na düşman ederek ve bunu din düşmanlığı yaptı şeklinde servis ederek, servetler yığma ve güç kazanma arzusunda olsalar da hakikat birdir, değişmez, örtülemez.
Milli mücadelenin ve inkılapların, velhasıl Cumhuriyet’in kurucu kadroları imanlı, haysiyetli, namuslu, vatansever, hakkaniyetli, doğru ve güzel insanlardır. Bu sayededir ki tüm Ulus onlar etrafında kenetlenmiş, tüm halk işgale ve zulme karşı onların liderliğinde imanla ölümü göze alan bir işe kalkışmış ve başarıya ulaşmıştır.
Bu sebeple Atatürkçülüğü dine tezat halde telaffuz edenler evvela Kur’an’ı okumalı, dinini öğrenmeli, imanı tanımalı ve sonra bolca tevbe ederek af dilemelidir. Çünkü bu gafil münafıkların tamamı sadece zulüm üretmekle kalmamış, ihanete imza atmamış, aynı zamanda bolca şehitlerin, gazierin, tüm vatanseverlerin hakkını yemiştir. Bunlar ise dinen büyük suçlardır.
Hilafet veya saltanat uğruna dininden vazgeçen kandırılmış halk kitlelerinin şeriat isteriz sloganları arasında Kur’an isteriz sloganı yoktur ve yoksa konu iyi değerlendirilmelidir. Bu Atatürk düşmanları Kur’an İslam’ını mı istemektedir? Yoksa arzuları iç ve dış düşmanların servet ve güçleriyle desteklenmiş olarak dini bahane edip Cumhuriyeti yıkmak ve ulusu yeniden işgalci güçlerin zulüm arenası yapmak mıdır?
Tekke ve zaviyeleri kapatan Cumhuriyet’in gayesi dinin parçalanmasını, yobazlaşmasını ve merdiven altına inmesini engellemek, iman kardeşliğini korumak, temiz ve doğru dini sadece Kur’an’a kılavuzlamaktır. Şimdilerde yerden ot biter gibi türeyen tekkelerin varlığı sorgulanırsa çoğunun şirk mantığıyla ve dış destekli faaliyet gösterdiği de anlaşılacaktır.
O halde Cumhuriyet rejimi doğruyu yapmıştır ve din selamete çıkmadıkça vicdanlar esaretten kurtulamaz. Vatanı kurtaran kahramanlar işte aynı zamanda bu ruhları da kirlerden kurtarmaya muvaffak olmuştur.
Nihayet Atatürk, dünyaya gelen nadir insanlardandır. O’nun bu millete nasip olması Allah’ın bir lütfudur. Buna çokça şükretmek ve O’nun izinden ayrılmamak lazım ve güzel olandır. Çünkü O ve arkadaşları, tıpkı Hz. Peygamber ve sahabeler gibi bir cihat vermiş ve küfür cephesini yenmişlerdir.
Kirlenmeye ve unutulmaya yüz tutmuş İslam’ın ve Türklüğün ayağa kaldırılması ve yeniden rayına oturtulmasını başaran Atatürk ve dava arkadaşlarının asıl başarısı “ya onlar olmasaydı” veya “ya onlar başaramasaydı” sorusuna verilecek cevaplarda anlaşılıcaktır.
Bu düşünülmesi dahi korkunç bir ihtimaldir ve şükür ki Allah’In rahmet ve merhameti Türk Ulusuyladır.
HALA AKLINIZDA ŞÜPHE VARSA DA ŞURAYI İYİ OKUYUN; Şayet Atatürk ve dava arkadaşlarının yapmaya çalıştıkları şeyler dine ve imana aykırı olsaydı, Atatürk ve arkadaşları dine düşman olsaydı … Allah onlara yardım eder, muzaffer kılar ve kalıcı eserler bırakmalarına müsaade eder miydi? Allah, onlara yardım etmeseydi yedi düvel düşmanla, içteki, hainlerle başa çıkabilirler miydi?
HAYIR! Demek ki Allah onlardan razıdır, Allah onlara yardım etmiştir, Allah onların muzaffer olmasını istemiştir.
O HALDE ATATÜRK VE DAVA ARKADAŞALRI İLE YAPTIKLARI imanidir, Kur’anidir ve İslam’a tamamen uygundur. Bu da demektir ki Atatürk’e karşı olanlar dini akide ve inançlarını yeniden gözden geçirip, bir an önce tevbe etmelidir.
Bu yazı Atatürkçülüğün dini yönden analizi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürkçülük ve İslam mukayesesi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Maalesef İslam dini gibi Atatürkçülük de toplumun çoğu kesimi hatta aydınlar tarafından tanınmadığı ve bilinmediği için halk arasında zaman zaman yanlışlar yapılmakta, bilinçli veya bilinçsiz haksız ithamlar yoluyla kardeşlik bağları zayıflatılmaktadır.
Oysa İslam ve Atatürk tanınırsa her ikisinin de aynı istikamette yol aldığı ve Atatürk felsefesinin tüm detaylarıyla İslam’a tamamen uygun ve hatta İslam’ın emri gereği hayata geçirildiği görülecektir.
Türk İnkılap tarihi ve İslam literatürüne yabancı olmayanların kolayca anlayabileceği bu hususta evvela dinin ve sonra inkılapların anlaşılması lazım gelir ki halkın pek çoğunun Arapçaya mahkum dinden yeterince feyz alamaması sebebiyle Atatürkçülüğü de layıkıyla yaşayamadığı ve sırf cehaletten laiklik ilkesine karşı çıktığı alenen ortadadır.
Evvela İslam dinini temel prensipleri hatırlanacak olursa karşımıza şunlar çıkar;
İslam; tek Allah, tek Kur’an ve tek Peygamber (diğer kitap ve peygamberlere saygıyı emretse de) esasına dayanır ve iman kardeşliğini esas alırken, maruf yani ortak insani değerleri yüceltir, hür irade ve özgürlüğü emreder, zulmü yasaklarken zulme karşı cihadı zorunlu kılar, hakkaniyeti kaçınılmaz kabul eder, öksüzleri ve şehitleri yüceltir, kamunun ihtiyaçlarını kişilerden önce tutar, haram ve çirkini yasaklar, affetmeyi ve hoşgörüyü telkin eder, cihadı sadece zulme karşı ve yeterli miktarda emreder, Kur’an’ın anlaşılarak okunmasını ve dinin mahiyetinin vicdani bir mesele olarak ele alınmasını ister, paylaşma ve yardımlaşmayı öngörür, yöneticiler dahil her kesimin hak ve adalete sadık kalmasını diler, akıl ve bilimin hayata rehber edinilmesini ve bu suretle insan olmanın verdiği mesuliyet ile iç ve dış Peygamberin aynı doğru yola kılavuzlanmasının ister.
Ahde vefayı, imanı, inancı, idealler uğruna ölümü göze almayı emreden Kur’an, vatan, bayrak, bağımsızlık, namus ve şeref gibi konularda bilakis cihattan kaçınanları yerer, cehalet, kibir, hurafe ve batılı yasak eder, tarikatlaşmayı men eder, din kardeşliğini yüceltir ve vicdan hürriyeti içinde dinin baskı ve zorlama olmadan edasını zorunlu kılar.
Zaten İslam’ın kelime olarak anlamı da; huzur, barış ve esenlik ile sadece Allah’a teslim olmaktır. Bu ise zorluk ve zorbalara teslim olmama, yanlışa uymama ve zulme karşı ölüm pahasına karşı durma demektir.
Milli mücadeleye gelirsek;
Kurtuluş savaşı öncesi durumun izahı şu şekildedir; yurt toprakları işgal edilmiş, tersanelere girilmiş, ordu dağıtılmış, baskı ve zulüm her yeri kaplamış, analar ve kızlara tecavüzler edilmiş, ezanlar susmuş, bayraklar inmiş ve tüm Anadolu kan ağlarken saltanat kendisini kurtarma derdine düşmüş, halk unutulmuş, halk fakir, halk hastalık ve yokluklarla boğuşuyor. İlaç yok, yol yok, elektrik yok, mektep yok, umut ve çare yok.
Derken;
Birileri zulme karşı sesini yükseltiyor, haksızlığa karşı susan dilsiz şeytandır diyerek şehit olma arzusuyla halkından ve imanından aldığı güçle yedi düvele meydan okuyor, cihadın en şanlısını gerçekleştirip ağlayan anaların yarasına, kirletilen kızlarımızın gönül yasına, öksüz evlatların göz yaşlarına merhem oluyor.
Derken yıllarca ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ sıfatıyla tebayı kandıran ve halka kul muamelesi eden hilafeti ortadan kaldırıyor, insan iradesinin kaçınılmaz bir mesuliyeti olan seçme ve seçilme hakkına dayalı çoğulcu demokrasi modeli olan Cumhuriyeti getiriyor ve tek kişilik yönetimi fesh ediyor, ana dili anlaşılır hale getirip, kıyafetten sanata, ekonomiden eğitime her alanda akıl ve bilim yolunu açıp uzak köylere yol ve su götürüyor, okul ve elektrik götürüyor.
Yine birileri susan ezan seslerini yeniden duyulur kılıyor, halkın Kur’an’ı anlayarak okuması için meal yazdırıyor, tefsir yazdırıyor, Buhari’ye hadisleri tercüme ettiriyor, din bilgilerini ders kitabı olarak okullara mecburi kılıyor, camileri onartıp yeni camiler inşa ediyor, diyanet işleri başkanlığını kurup tüm mezhep ve kesimlere dini öğretip rehberlik ettiriyor, vicdan hürriyetini sağlayıp dindeki baskı ve zorlamayı ortadan kaldırıyor. Din içindeki hurafe ve batılı temizliyor, merdiven altına inmiş hurafeler İslam’ını Kur’an dinine geri döndürüyor.
Tekke ve zaviyelerde verilen sözde dini eğitimi engelleyerek akla ve sadece Kur’an’a dayalı dinsel eğitimi mecbur kılıyor, vakıflar yoluyla sömürülen halkın gelirlerini sisteme bağlıyor, maaş sistemi ve kadro imkanları tanıyarak devletin işlerliğini kalıcı hale getiriyor.
Kurbanlar, kandiller, ramazanlar hür ve özgür vaziyette kutlanabilir hale geliyor.
Birileri kadın ve kızların ikinci sınıf vatandaş hallerine son verip onları çağdaş ve erkeklerle eşit vaziyete getiriyor. Azınlıklara hürriyetler sağlıyor, devleti haysiyetli bir raya oturtup kalkınma ve refahı sağlıyor, gelir adaletini temin ediyor.
Bu birileri, hırsızları, hainleri, yolsuzluk yapanları, ihanet edenleri adil olarak yargılayıp cezalandırıyor.
Kara çarşafa mahkûm edilmiş kadınları modern kıyafetlerle dolaşır hale getirip, okuma yazma oranını altı ayda iki milyona çıkartıyor, aklı ve bilimi hayata egemen kılıp okullar, üniversiteler açıyor.
Birileri, ölçü ve tartıda adalet sağlamak için modern ölçüleri zorunlu kılıyor, mahkemeleri bağımsızlaştırıyor, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini birbirinden ayırıp, halkın çoğunluğuna hitap eden meclisi tek yürütme organı yapıyor, tek kişilik saltanatlara son veriyor.
Keyfi idareleri nizama bağlayıp anayasa yaptırıyor, medeni kanunu getirip halkın kullanımına sunuyor, kadıların yarı adaletli sistemi yerine tam bağımsız mahkemeler ile şahit ve ispat mecburiyetini getirip, masumiyet karinesi ile herkesi aksi ispat edilene kadar masum kabul ettiriyor, özel hayatları ve haneleri dokunulmaz kılıyor.
Hastalıklara, cehalete, imkansızlıklara dair ne varsa elden geldiğince mücadele ediyor, faydalı ve kalıcı işler yapıyor. Yurt dışında zulüm gören Yahudilere dahi kucak açıp insanlık vazifesini yapıp, cihana merhamet ve İslam örnekliği gösteriyor.
Birileri bu sayede iman kardeşliğine uzanan yolda milli birlik ve beraberliği sağlıyor.
***
Durum aynen budur ve Kurtuluş savaşı ile inkılapları yapan kadronun tamamı bizlerden çok daha Müslüman ve imanlıdır. Çünkü onlar; en büyük ibadet olan cihadı layıkıyla yerine getirmiş, sabretmiş, yokluklardan dolayı pes etmemiş, zulme sessiz kalmamış, esir ve haysiyetsiz yaşamaktansa ölmeyi göze alarak çarpışmayı seçmiş, hurafe ve batıllara savaş açarak Türkçe yaşanan ve anlaşılan İslam’ın kapılarını açmış, İslam’ı yeniden Kur’an mihverine sokmuştur.
O halde Milli mücadele kahramanlarının hepsi saygı ve minneti hak eder ve onlara söz söylerken dikkatli olmak gerekir.
Meseleye bu pencereden değil de kasıtlı olarak iki kadeh rakı penceresinden bakanlara da iki çift sözümüz olacaktır elbet.
Saltanat idaresindeki padişahların neredeyse tamamı alkol kullanır, çok sayıda evlilik yapar, hareminde yüzlerce kadın bulundurur, evlatlarını dahi tahtlarını korumak bahanesiyle öldürür haldedir. Yine bunların bir kısmı ilk alkol (Bira) fabrikalarını yurt içinde kurduran, yurt dışından getirttiği içkileri (Rom) içerken dini sıfatları nedeniyle bunları saklı olarak yapanlardır.
Zaferin mukayesesi yapılırsa Kurtuluş savaşı kahramanları zaferin en yücesini kazanmış ve kaybedilen vatan topraklarını geri kazanmış olmakla daha muteberdir.
İslam mukayesesi yapılırsa, milli mücadele komuta heyetinin eylem ve emelleri saltanat idaresinden çok daha Kur’ani ve iman doludur.
Devlet yönetimi ve aydınlanma mukayesesi yapılırsa asırlarca matbaayı dahi halk bilinçlenmesin diye yurda sokmayan saltanat idarelerine karşılık milli mücadele yöneticilerinin başarıları çok daha göz kamaştırıcıdır.
Yani ne yönden bakılırsa bakılsın iki kadeh içkiyle kirletilemeyecek büyük başarılar söz konusudur ve dinen malumdur ki günah kişiseldir ve günah işlemek kişiyi dinden çıkarmaz. Çünkü insan günah işlemek için yaratılmıştır. Öbür taraftan dinin en kıymetli cevheri ibadetten de önce imandır ki Atatürk ve silah arkadaşlarının imanına kimse laf söyleyemez, söylerse kendisi dinden çıkar. Çünkü ölüm pahasına vatan için seferber olmak ancak imanlı ve Türk olmakla övünen vatan evlatlarına mahsustur.
Dolayısıyla din ve Atatürk meselesine bu pencereden bakmak lazım gelir.
Kelam ve fıkıh konularının derinliklerine inilince de karşımıza münafıklık ve müşriklik dolu bir köhne yönetimden, mü’minlik ve Müslümanlık dolu bir aydınlığa çıkış rast gelir ki bu aydınlanma kutsallara sadakatten, Kur’an ile yaşayıp ölmekten kaynaklanır.
Bağımsızlık ve egemenlik için hayatını ortaya koyup Anadolu kadınının ahlak ve faziletini, Türklüğün namus ve şerefini kurtarmak gayesiyle yola çıkanları, din dışıdır diye lanetleyip ’Katli vaciptir’ diye etiketleyerek fetva verenler ise malumdur ki dinden değildir.
Kaldı ki Milli mücadele yıllarında sayısız din adamı Atatürk ve dava arkadaşları yanında yer almış, sayısız fetva ile desteklemiş ve ilk meclis dahil din adamları bizzat mücadele ve yönetimlerde yer ve rol almıştır.
En basitinden konunun izahı ise şudur;
Allah Türk milletine yardım etmiş ve muvaffak olmasını dilemiştir ki bu Çanakkale’de de, Dumlupınar ve Sakarya’da da böyledir. O halde Allah kahraman ordumuzun başkomutanı Atatürk’e yardım etmiştir. Demek ki Allah Atatürk’ü sevmekte ve başarılı olmasını dilemektedir. Peki o zaman Atatürk’ü din dışı gösteren ve karalamaya çalışanların durumu nedir?
Çanakkale’de destansı başarılara imza atanları ‘büyük iman sahibi olmakla’ tarif eden Atatürk’ün ön cephelerde muharebelere katılması başkaca izah edilebilir mi? Pek çok kere vurulmuş olsa da hayatta kalması Allah’ın dilemesi ile değil midir?
Mektuplarında Allah’ın ismini anmamazlık etmeyen Atatürk’ü din dışı göstermek gayreti sonuçsuz bir yalan değil midir?
Tekfir yani din dışı ilan etme yetkisi kimsede yok iken birilerinin Atatürk ve silah arkadaşlarını sırf şahsi çıkarları adına kirletmeye ve aforoza çalışması tarif edilebilir mi?
Düşmanlarına dahi zulmetmeyen, ahde vefalı olan, Peygamberi sürekli yücelten Atatürk’ü dini noksanları yüzünden yermek, ilahlık iddiasında olmayanlardan başkasınca yapılabilir mi?
***
Mü’min haset etmez, gıpta eder. Mü’min gıybeti dedikodu yapmaz, açık aramaz, aşırı ve kötü zanda bulunmaz, iftira ve yalana uzanmaz, tuzaklar kurmaz, delilsiz karalamaz, meleklik veya peygamberlik mevkine soyunmaz, günahsızlık iddiasında hiç olmaz, din ve iman kardeşliğine zarar vermez, mücahitleri karalamaya cesaret edemez. Mü’min merhumların arkasından kötü söz etmez, ahde vefadan taviz vermez, vatan sevdasının imandan olduğunu bilerek vatan evlatlarına ve şehitlerimize (bu arada gazilerimize) minnet ve şükranda zafiyet göstermez.
***
Bir diğer ve önemli nokta ise kanaatimizce şudur ve üzerinde durulması gerekir;
Cumhuriyetçi kesim, aydın olmasına, farklı kültürleri tanımasına, eğitimli ve tecrübeli olmasına rağmen inatla dine mesafeli durmakta ve bu yüzden Cumhuriyeti yeterince müdafa edememektedir.
Cumhuriyete karşı ve hatta düşman olanlar ise kısmi ve Arapçaya mahkum dini bilgileriyle, bilgi ve tecrübeden yoksun olmalarına rağmen Cumhuriyet ve O’nun sistemlerini haksız ve insafsızca yargılamaktadır.
Bunun orta yolu ise şudur;
Aydın Cumhuriyetçi kesim bilgi ve teknolojiye verdiği kıymetin hiç olmazsa bir kısmı kadar dine ehemmiyet vermeli ve gereklerini yapamasa da dinden öcü gibi korkmamalıdır. Bu sayede Cumhuriyet aleyhtarlarını daha iyi anlayacak ve yapılmak istenen oyunu daha en baştan bozacaktır. Çünkü Türk ve İslam demek dahi ayrımcılığın daniskasıdır ki Türk demek Müslüman demektir.
Dini ağırlıklı olarak yaşayan kesim ise nankörlük etmeyerek ve bugünkü hür ibadet imkanlarını sağlayan atalarına minnet duyarak Cumhuriyet ve İnkılap tarihini araştırıp öğrenecek ve yanlışlarından dönecektir.
Yani orta yol Türk ve Müslüman olmak, kardeşliği tesis etmek, laikliğin kıymetini anlayabilmektir.
Yoksa laikliği dinsizlik ve dinsizliği laiklik olarak algılayanların hiçbiri ne bu dünyada ne ahirette rahat yüzü görmeyecektir. Çünkü;
“İslam’ın göz yaşlarından laikliği dinsizlik sananlar kadar, dinsizliği laiklik sananlar da mesuldür.”
Bu yazı Atatürkçülük ve İslam mukayesesi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Atatürk’ün yanındaki müftü: M. Rıfat Börekçi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Cumhuriyetimizin ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, hep Atatürk’ün yanında durmuş, saraya başkaldırmış, halife padişah tarafından idama mahkûm edilmiş, yurtsever, cesur ve aydın bir kişiydi.
Yeni Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, göreve gelir gelmez “sekülarizm kıskacında debelenen insanlığın” dertlerine çare bulmaktan söz etti. Bugün neredeyse tüm İslam dünyasının “bağnazlık” ve “geri kalmışlık” kıskacında “debelendiğini” göremeyen Prof. Ali Erbaş, dünyanın seküler toplumların omuzlarında döndüğünün de farkında değil. Oysaki teknoloji, bilim… hepsi seküler debelenmenin eseri… Prof. Ali Erbaş, “din” üzerinden Atatürk Cumhuriyeti’ne saldırmayı da ihmal etmiyor: İnternette dolaşan bir videosunda, Cumhuriyetin ilk yıllarında Karadeniz’in bir dağ köyündeki bir Kuran Kursu’nda Kuran okumanın yasak olduğunu, gizli gizli Kuran okunduğunu (!) 1921 doğumlu babasından dinlediğini aktarıyor.
Son Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’a en güzel cevabı, ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi veriyor.
Şimdi gelin, 1920 Ankara’sına gidelim ve Mehmet Rıfat Börekçi’yle tanışalım!
PARASIZ DİRENİŞ
1919 Aralık ayının sonları… Atatürk’ün başkanlığındaki Temsil Heyeti, Erzurum’dan Sivas’a giderken yaşadığı yoksulluğu, şimdi de Sivas’tan Ankara’ya giderken yaşıyordu. Bütün paraları, yol için 20 yumurta, 1 okka peynir ve 10 ekmeğe yettiğinden ancak bunları alabildiler. Allah’tan, Ankara’ya hareket etmeden kısa bir süre önce Osmanlı Bankası’ndan senet karşılığı 1000 liraya yakın bir para buldular. Ayrıca Sivas Amerikan Okulu Müdiresi bir araba, birkaç lastik ve biraz benzin verdi. Atatürk, bunların parasını ödemek istediyse de müdire kabul etmedi. (Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C.2, s. 484- 487).
Atatürk ve beraberindeki heyet 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiğinde sadece 1200 liraları vardı. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 286, Selek, Anadolu İhtilali, C.1, s. 136). Ankara’da yine parasızlık baş gösterdi. O soğuk Ankara günlerinde yaşanan parasızlığı, o günlerin tanığı Mazhar Müfit Kansu şöyle anlatıyor: “Ekmekçiye bile verecek paramız kalmamıştı. (…) Bankalardan ve kurumlardan ödünç para almayı Paşa’ya bir türlü kabul ettiremedim. Ne yapacaktık? Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey’e müracaatla sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, ‘Ocak ayı içindeyiz, ne giyeceksin’ diye satmamakta ısrar ettiyse de, bu ısrar ne olursa olsun kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimse de satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu konuda bir çare bulamayarak, ‘Hele bakalım, sabah olsun, yine düşünürüz’ sözü ile odalarımıza çekildik. Ankara’ya geldiğimiz zaman hemen bir hafta bizi belediye besledi. Fakat bu aylarca devam edemezdi. Velhasıl çaresizlik içinde (…) mustarip bir halde idik…” (Kansu, age, s. 506).
RIFAT HOCA HIZIR GİBİ YETİŞTİ
O gece Mazhar Müfit uyuyamamış, yatağında istirahat ediyordu. Kış güneşi Ankara’yı yavaş yavaş aydınlatmaya başlamıştı ki kapı vuruldu. “Müftü Efendi geldi” dediler. Mazhar Müfit telaşla yatağından fırlayıp giyindi. İlk aklına gelen, şeker yokluğu oldu. Hoca, ya kahve isterse? Peki ya sigara içiyorsa! Ne şeker ne sigara vardı. Kısa bir süre sonra Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, Mazhar Müfit’in odasına girdi. Ortadaki yuvarlak ve küçük masanın yanındaki bir iskemleye oturdu. Selamlaşmanın ardından Mazhar Müfit, “Müftü Efendi, zannıma göre kahve içmezsiniz, değil mi?” diye söze başlayınca, Rıfat Efendi, “Evet içmem!” dedi. “Sigara?” “Onu da kullanmam…” Aslında Rıfat Efendi kahve içerdi. Ancak yokluğun farkındaydı. Rıfat Efendi tebessüm ederek “Sizin biraz sıkıntıda olduğunuzu öğrendik, az da olsa yardımda bulunmayı vazife bildik” dedi. Mazhar Müfit, yatağın yanındaki kasayı göstererek “Paramız var!” dedi. Oysaki kasada sadece 48 kuruş vardı. Rıfat Efendi, Mazhar Müfit’i dinlemedi bile. Ayağa kalktı. Cübbesinin altından bir torba çıkardı. Torbanın içindeki kâğıt paraları saymaya başladı. Bu sırada Mazhar Müfit, “Teşekkür ederiz, ama bu konuda önce Paşa ile bir görüşseniz iyi olur” deyince Rıfat Efendi, Atatürk’le görüştüğünü söyledi. Bu sırada saydığı paraları tek tek masanın üzerine koyuyordu: 100, 200, 300, 500… derken tamı tamına 1000 lira saydı. Mazhar Müfit, sevincini belli etmemeye çalışarak paraları alıp kasaya koydu. Sonra hemen emir erini çağırdı. Masanın gözünden çıkardığı iki şekeri verip “Bize birer kahve pişir” dedi. Başından beri durumun farkında olan Rıfat Efendi gülümseyerek “Şeker pahalı, hesap lazım, size de gelen giden çok, başa çıkılmaz, değil mi?” diye latife yaptı. Kahveler içildi.
Hoca gidince Mazhar Müfit de hemen Atatürk’ün yanına gitti. Atatürk, “Ne kadar?” diye sorunca, Mazhar Müfit, “1000” dedi. Atatürk, “Gördün mü akşam ne kadar sıkılmıştık. Bu akla gelir miydi? Allah bize yardım ediyor” dedi. Bunun üzerine Mazhar Müfit, “Kul sıkışmayınca hızır yetişmez” deyince Atatürk biraz tebessüm ederek “Şimdi hızırı filan bırak bakalım, masraf ve geliri düzenle…” dedi. (Kansu, age, s.506-508).
Uluğ İğdemir, “Yılların İçinden” adlı eserinde o gün Müftü Rıfat Efendi’nin Atatürk’e verdiği paranın 1200 lira olduğunu yazıyor. (Uluğ İğdemir, Yılların İçinden, s.29).
Cemal Kutay ise o gün Müftü Rıfat Efendi’nin 1000 lira Mazhar Müfit Bey’e, 800 lira ise Cevat Abbas Bey’e verdiğini belirtiyor. (Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, s. 190).
KEFEN PARASI VE ESNAF DAYANIŞMASI
İddiaya göre o gün Müftü Rıfat Efendi, kendisi ve eşi Semiha Hanım için ayırdığı “cenaze parasını” bir torba içinde Atatürk’e teslim etmişti. Hoca ayrıca Atatürk’ün yokluk ve yoksulluk içinde bir ölüm kalım savaşını örgütlemeye çalıştığını görünce Ankara esnafından 46.500 liralık bir yardım toplamıştı. (Neşit Hakkı Uluğ, Hemşerimiz Atatürk, s. 85. Bayram Sakallı, Ankara ve Çevresinde Milli Hareketler, s. 72. Ali Sarıkoyuncu, Atatürk Din ve Din Adamları, s. 172.) Falih Rıfkı Atay ve Sabahattin Selek, Müftü Rıfat Efendi’nin Ankara esnafından toplayıp Atatürk’e verdiği paranın 6.000 lira olduğunu belirtiyorlar. (Atay, age, s. 286, Selek, age, C.1, s. 136). Sabahattin Selek, bu bilgiyi bizzat Milli Mücadele’nin maliye vekillerinden Hasan Fehmi Ataç’tan aldığını yazıyor. (Selek, age, s. 136) Kısacası, miktarı tam olarak bilinmeyen bu yardım, 23 Nisan 1920’de açılacak TBMM’nin ilk bütçesini oluşturacaktı.
Ayrıca Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin TBMM hizmet binası için harcadığı 5.068 liranın önemli bir bölümünü de yine Rıfat Efendi toplamıştı. (Sakallı, age, s. 95, Sarıkoyuncu, age, s. 174).
HALİFEYE İSYAN EDEN MÜFTÜ
5 Eylül 1919’da Ankara’nın ileri gelenleri Padişah Vahdettin’e telgraf çekip hem Kurban Bayramı’nı tebrik etmek, hem de Ankara Valisi Muhittin Paşa’yı şikâyet etmek istemişlerdi. Ancak Sadrazam Damat Ferit, “Padişahla doğrudan doğruya görüşülemeyeceği” gerekçesiyle telgrafı kabul etmemişti. Buna çok kızan Müftü Rıfat Efendi ve Ankaralılar, İstanbul’a çektikleri başka bir telgrafla “Padişah ve onun hükümetini tanımadıklarını” bildirmişlerdi. (Sarıkoyuncu, age, s. 168. Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, s. 352.) Bu olaydan sonra Rıfat Efendi, bir anlamda padişaha isyan edip tamamen Kuvayı Milliye saflarına geçmişti. Nitekim 29 Ekim 1919’da kurulan Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin başkanı seçilmişti. Ayrıca Ankara’da bir gönüllü alay kurulmasına öncülük etmişti.
O sırada Milli Mücadele’ye karşı çalışan Ankara Valisi Muhittin Paşa 28 Ekim 1919’da Kuvayı Milliyecilerce tutuklanıp İstanbul’a gönderilmişti. İstanbul Hükümeti, onun yerine Ziya Paşa’yı Ankara’ya vali tayin etmişti. Ancak Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, bu yeni valiyi bir mektupla tehdit etmişti. Eskişehir’e kadar gelen Ziya Paşa, hocanın tehdidi üzerine oradan geriye dönmek zorunda kalmıştı. (Sakallı, age, s. 63, 64. Şapolyo, age, s. 353). Atatürk, Nutuk’ta Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin bu direnişinden övgüyle söz eder.
Atatürk Ankara’ya gitmeden önce, Rıfat Efendi’ye haber vermişti. 27 Aralık 1919’da Atatürk Ankara’ya geldiğinde Rıfat Efendi, “Hoş geldiniz, safa geldiniz. Kademler getirdiniz. Memleketimizi aydınlattınız. Canla başla sizinle beraberiz” diyerek Atatürk’ü karşılamıştı. (Şapolyo, age, s. 353, 371, 372 Kansu, age. C.2, s. 498).
Ankara Müftüsü Rıfat Efendi, daha sonra I. TBMM’de Menteşe (Muğla) milletvekili olarak görev alacak, sonra da halkı aydınlatmak için kurulan “irşat heyetine” seçilecekti. Bu sırada Beypazarı ayaklanmasının bastırılmasını sağlayacaktı.
İHANET FETVASINA KARŞI DİRENİŞ FETVASI
İstanbul Hükümeti’nin, 11 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah imzasıyla yayımladığı ihanet fetvası türlü yollarla; örneğin Yunan ve İngiliz uçaklarıyla yurda dağıtıldı. Fetva etkisiyle Anadolu’nun pek çok yerine Kuvayı Milliye’ye karşı isyanlar çıktı. Bunun üzerine Atatürk, bir an önce karşı fetva hazırlanmasını istedi. Ankara Müftüsü Rıfat Efendi başkanlığında 5 müftü, 9 müderris ve 1 medrese müdürü ile 6 kişilik din bilgini heyetinden oluşan toplam 21 kişilik bir kurul, Ankara’nın “direniş fetvasını” hazırladı. Bu fetva, Milli Mücadele yanlısı 155 müftü ve din bilgini tarafından da onaylandı. Fetva, 16 Nisan 1920’de bütün müftülüklere tebliğ edildi. Kuvvacı gazetelerde yayımlandı.
İstanbul Hükümeti’ne göre Rıfat Hoca da artık bir asiydi ve katledilmesi caizdi. 8 Haziran 1920’de İstanbul Birinci İdare-i Örfiye Divani Harbi, Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’yi idama mahkûm etti ve mallarının müsadere edilmesine karar verdi. Rıfat Hoca’yla birlikte aralarında İsmet Paşa’nın da olduğu 16 kişi daha idama mahkûm edildi. Aynı mahkeme, daha önce de Atatürk ve arkadaşlarını idama mahkûm etmişti. Bu idam kararlarını Padişah Vahdettin, 15 Haziran 1920’de onayladı. (Şapolyo, age, s. 353, Sarıkoyuncu, age, s. 190, 191). İlk kez bir Osmanlı halife/padişahı (Vahdettin), bir müftü hakkında ölüm fermanı veriyordu. (Kutay, age, s. 189-190, Sarıkoyuncu, age, s. 191).
CUMHURİYETİN DİN POLİTİKASI VE RIFAT BÖREKÇİ
3 Mart 1924’te 429 sayılı kanunla Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılıp yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. 1924’te Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Börekçi, 1941’de ölümüne kadar bu görevde kaldı. 3 Mart 1924 tarihli 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu’yla Medreseler kapatıldı. Bu kanunun 4. maddesine göre 1924’te İstanbul Darülfünunu’nda bir İlahiyat Fakültesi’yle ülkenin değişik yerlerinde 29 imam-hatip okulu açıldı. İmam-hatipler, 1930’da öğrenci yetersizliği nedeniyle kapatılacak ancak 1949’da yeniden açılacaktı. İlahiyat Fakültesi ise 1933 Üniversite Reformu sırasında İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne dönüştürülecekti. Ancak o da 1936’da öğrenci yetersizliği nedeniyle kapatılacaktı. Cumhuriyet’in ilk Kuran Kursu, 1930’larda Süleymaniye Camii’nde açıldı. (Mustafa Kemal Ulusu, Atatürk’ün Yanı Başında, s. 190.) 1932-1937 arasında Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı resmi 59 Kuran Kursu vardı. (Gottard Jaschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, s. 75, 76).
TBMM, 25 Şubat 1925’te, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Kuran tefsiri ve tercümesi ile bir hadis kaynağı hazırlayıp halka dağıtmasını kararlaştırdı. (Bu iş için Diyanet’e 20.000 liralık ek bütçe verildi).
Cumhuriyetin ilk 15 yılında Rıfat Börekçi’nin başkanlığındaki Diyanet İşleri Kuran, hadis, hutbe vb. dinsel konularda 9 önemli eser hazırladı:
1. Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dini Kuran Dili” (9 cilt), 1935.
2. Ahmet Naim-Kamil Miras, “Tecrid-i Sarih” (12 cilt), ilk 4 cilt 1932-1938 arasında çıktı.
3. Ahmet Hamdi Akseki, “Ahlak Dersleri”, 1924,1926. (Diyanet’in ilk yayını).
4. Ahmed Hamdi Akseki, “Askere Din Dersleri”, 1925. (Bu eser genişletildi ve yeni harflerle 1945’te “Askere Din Kitabı” adıyla basıldı).
5. Rıfat Börekçi-Ahmet Hamdi Akseki, “Türkçe Hutbe”, 1927,1928.
6. Ahmed Hamdi Akseki, “İslam Dini”, 1935.
7. Ahmet Hamdi Akseki, “Kuvvet ve Tayyare-Dini Öğütler ve Vaizlere Vaaz Numuneleri”, 1935.
8. Ahmet Hamdi Akseki, “Yeni Hutbelerim I”, 1936.
9. Ahmet Hamdi Akseki, “Yeni Hutbelerim II”, 1937.
1924-1950 arasında, tek parti döneminde Diyanet İşleri toplam 352.000 takım dinsel içerikli kitap bastırıp halka dağıttı. Bunların 45.000’i Kuran’ı Kerim tefsiri, 60.000’i Buhari hadislerinin tercümesi, 247.000’i ise değişik din kültürü eserleriydi. (Abdullah Manaz, Atatürk Reformları ve İslam, s. 147).
Bu çalışmaların amacı, toplumu dinselleştirmek veya dinsizleştirmek değil dinin anlaşılmasını sağlamaktı. Anlamak “seküler” bir çabadır. Dini anladıktan sonra çok inanmak, az inanmak veya inanmamak tamamen kişisel bir tercihtir. Atatürk, akla, bilime dayalı çağdaş bir ülke kurmak istedi. Ancak bunu yaparken asla din düşmanlığı yapmadı; laikliğin gereği olarak din ve vicdan özgürlüğünden yanaydı. Nitekim camiler açıktı, isteyen ibadetini yapıyordu. Dini bayramlar kutlanmaya devam ediyordu. Yasak olan din değil dincilikti, yobazlıktı.
Yeni Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş bunları bilmez mi? Yoksa bilir de işine gelmez mi?
ATATÜRK VE RIFAT BÖREKÇİ
Atatürk dincilere, hoca kılıklı din simsarlarına karşıydı; yoksa gerçek din adamlarına saygılıydı. Mesela Rıfat Börekçi’yi çok sever ve saygı duyardı.
Rıfat Börekçi anlatıyor: “Ata’nın huzuruna geldiğimde beni ayakta karşılardı… ‘Paşam beni mahcup ediyorsunuz’ dediğim zaman ‘Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır’ buyururlardı. Atatürk şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.” (Ercüment Demirer, Din Toplum ve Atatürk, s.10).
Mazhar Müfit Kansu da şöyle diyor: “Müftü Efendi’yi Mustafa Kemal Paşa çok severdi… Paşa, Rıfat Efendi’ye, Diyanet İşleri Başkanı iken her hafta yaver gönderir, bir arzusu olup olmadığını sordururdu; resmi otomobili yokken bir otomobil tahsis etmişti.” (Kansu, age, s. 508).
Uluğ İğdemir de “Her bayram Rıfat Börekçi’ye bir hediye gönderir ve buna 1200 liralık bir çek eklerdi” diyerek Atatürk’ün Rıfat Börekçi’ye çok değer verdiğini belirtir. (İğdemir, age, s. 29).
Sinan MEYDAN, 2 Ekim 2017
Bu yazı Atatürk’ün yanındaki müftü: M. Rıfat Börekçi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Türk ve İslam olmak ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>İslamiyetin sancaktarlığını yüzyıllardır Türk Devleti olan Osmanlı yapmakta, İslam Türklerin sergiledikleri vakur ve onurla anlaşılır olmakta ve dünyanın dört yanındaki İslami eserlerin çoğunda, bilim ve sosyal yaşam adına keşif ve icatların İslam alemine ait olan kısmında Türk imzası bulunmaktadır.
Türklerin İslam’a geçişi sanıldığı gibi kılıçla değil gönülle, gönül evliyaları sayesinde olmuştur. Tarihte başka bir devlet tarafından yıkılamayan ve devletsiz kalmayan Türk aleminden İslam’ı koparıp almak da bu yüzden mümkün değildir.
Anadolu ve Ortadoğu İslam’ı arasındaki en büyük fark Anadolu’da yanan Allah aşkı yerine Ortadoğu’da Allah’ın cehennem ateşiyle yanma korkusu olmasıdır. Yani korkuya dayalı ve zorla iman etme anlayışı Ortadoğu İslam devletlerinin bilinç altında yaşadığı içindir ki İslam adına terör ve şiddetler hep oralarda kaynaklanmaktadır.
Laik Cumhuriyetin bunda muazzam olumlu bir etkisi vardır ve bu sayede tek kişilik yönetimler halkın iradesiyle, örtülü işler şeffaflıkla, duygulara dayalı kayırmalar liyakat esasıyla yer değiştirmiş, Ortadoğu İslam’ına egemen olan örf ve kültürler, Anadolu İslam’ının sadece Kur’an’a dayalı İslam’ına menfi etki edememiştir.
Bu azımsanacak bir başarı değildir. Nitekim merhum Mehmet Akif Ersoy 11 sene Ortadoğu’da dolaştıktan sonra “Müslümanlık ta, insanlık ta sadece Anadolu’dadır” demekle Anadolu İslam’ının nasıl temiz ve sade, nasıl Kur’ansal olduğunu ifade etmiştir.
Laikliğe ve Cumhuriyete düşman olanların bu nedenle gayesi Anadolu İslam’ını şeffaf ve berrak halinden çıkarıp, Arap örfleriyle kirlenmiş, beşerileşmiş Arap İslam’ına çevirmek, bu sayede de zihniyetleri köleleştirmektir.
Anadolu İslam’ının şekillenmesinde, Türklük bilinci doğrudan etki etmiştir. Çünkü mertlik ve sebat, cesaret ve ahlak Türk’ün ananesidir ve esir düşmektense ölmeyi yeğleyen bu ulus dinine ve ezanına son nefesine kadar bağlıdır.
Çünkü Türk olmak, Türküm diyebilmek, vatana sadık, bayrağa sahip, şehit olmaya istekli olmaktır.
Türk olmak doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her vatandaş ile gönül bağı kurmak, kardeş olmak, bir ve birlik olmaktır.
‘Türk ve müslüman’ kelimelerinin batıda hala aynı manada kullanılması da boşuna değildir. Çünkü batı güçlü ve çağdaş medeniyet denilince İslam aleminden sadece Türkiye’yi anlar. Bu hala böyledir.
Kurtuluş savaşı sonrası mübadele esnasında Batı Trakyadaki müslümanlar ile ülkemizdeki rumların takası anlaşmasında da Türk kelimesi yerine ‘Müslüman’ kelimesinin kullanılması göstermiştir ki Türkiye hür ve gönüldaş İslam aleminin bağımsız yurdudur ve Türk hisseden herkes Türk’tür. Bu nedenle Türk milliyetçiliği kafatası milliyetçiliği değil, yürek milliyetçiliğidir.
Atatürkçü olmak; laikliği yaşarken dine saygılı olmak, dini yaşarken yasalara uymaktır. Atatürk’ün dine hizmetleri ayrı bir yazı konusudur lakin burada değinmek istenen konu şudur ki Türkiye devleti bugünkü hür ve nispeten yaban otlarından temizlenmiş İslam’ını, özgürce haykıran ezan seslerini, memlekette hür ve rahat ibadet edebilmesini Atatürk devrimlerine borçludur.
İslam’ın hala ayakta ve egemen olabilmesi de ancak Türkler sayesindedir. Tüm cihanın İslam’ı yıkmak için önce Türklüğü yıkmak istemesi boşuna değildir.
Türk olmak güveni, dürüstlüğü, barışçılığı, imanı, esir olmamayı, zulümle savaşı gerektirir ki İslam’ın da emirleri başka bir şey değildir. Yani Türklük ezelden beri sahip olduğu öz nitelikleri sadece İslam’da bulduğu ve gönlüne düşen ilahi ateş bunu emrettiği içindir ki İslam’a tabi olmuştur. Bu misyon belki Yüce Allah’ın Türk’e verdiği en mukaddes görevdir.
Türklük din değildir, millet olma bilincidir ve Türk örfleri ile İslam ayrı şeylerdir. Lakin Türk örflerinin tamamına yakını dinden kaynaklandığı içindir ki kandiller, mevlütler, lokma dökmeler, kabir ziyaretleri, mukabeleler, hatimler hep İslam’a uygundur.
Putçuluk, ataperestlik, şeyhperestlik Türk örflerinde yok ise bunun sebebi imana saygılı Türk halkının Kur’an’a kulak vermesidir. Anadolu’ya tasavvuf yoluyla İslam’ı taşıyanların tamamı Kur’an yolunda yürüyen Allah kullarıydı ve onlar sadece Kur’an ile konuşurdu. Bu aşı Türklerde öylesine kuvvetli tutmuştur ki tarikat ve meşreplerin bugünkü acınası haline rağmen Türklük hala zamana aldanmayarak o tarikatların ilk zamanlarından kalma Kur’ani İslama tutunmaktadır.
İslam olmak ise huzur, barış ve esenlik için sadece Allah’a teslim olmaktır ki Türkler sadece Allah yolunda yaşar ve ölürler. Aksine davrananların kafa kağıtlarında ne yazarsa yazsın mazilerinde Türklüğe ve İslama aykırı birşeyler muhakkak vardır ve bir kısmı da devşirme yahudi veya başka birşeydir.
Çünkü Türk ve İslam olmak iki kere su verilmiş çelik gibi sert ve mukavim olmak, zorluklardan yılmamak, yoldan dönmemek, tembellik etmemek, esir olmamak demektir.
Ortadoğu İslam’ında millet olma bilinci bulunmadığı ve halk millet bağlarından ziyade cüzdanların selametini düşündüğü içindir ki bir avuç düşmanla dahi başa çıkamamaktadır.Çünkü afyonlanarak, uyutularak, laikliğe geçişi engellenerek köleliğe mahkum edilmiştir ve o halklar bunu değiştirme ihtiyacını bile duymamaktadır.
Onlar durumlarını değiştirmediği için de Allah onların kaderlerini değiştirmemekte, rezil ve acınası halleri devam etmektedir.
Laik Türkiye Cumhuriyetinin, Türk ve İslam motifine dayalı dik duruşu tamamına örnektir. Lakin o halkların, Türk ve İslam olan Anadolunun ayaklanmasını tekrar edecek ne bilgisi, ne yüreği ne de azmi yoktur. Kur’an’a dönmeyi dahi düşünmeyen Ortadoğu, İslam’ı mezheplerin din olduğu, kişi ve saltanatların tahakkümü altında inleyen sefil bir hayat sürerken, aydınlamayı ve kurtulmayı aklından bile geçirmemektedir.
Kur’an ruhu ile Türk olabilmek, Rahmani kul olabilmek, Kur’an vicdanlı olabilmektir.
İslam evrenseldir ve İslam cihana egemen olacaksa, bu örnek Müslümanlardan teşkil Türkiye Cumhuriyetinin şiddet ve zulme karşı duran ama dosta güven veren, akla dayalı ama gönle ses veren, muhafazakar ama modern ve sosyal yapısı ile mümkün olacaktır.
Bu coğrafyada Müslüman ve Türk olanların emaneti bu nedenle çok daha kıymetli ve büyüktür. Müslüman ve Türk ana babadan doğanlar hem Türklüğün ve hem de İslam’ın hakkını vermek, gereğini yapmakla mükelleftir.
Ahde vefa imana sadakati, iman vatana bağlı kalmayı emreder.
Bayrağın dalgalanmasına, ezanın okunmasına toz değdirmeyen bir Türk ve İslam anlayışını bezdirecek, susturacak güç Allah’ın izniyle yoktur, olmayacaktır.
Türk’üm diyen Türk, İslam’ım diyen İslam’dır.
O halde bunu yüceltmek ve daha ileri götürerek cihana Allah nizamını yaymak, bunu yaparken aklı komutan yapmak mecburiyeti vardır ki akıl burada bilimi, yasaları, doğru muhakemeyi temsil ederken İslam tümden maneviyat ve iman demektir.
İslam’ın sancağı ile kahraman Türk bayrağı yan yana dalgalanmadıkça hem içeride hem de dışarıda esenlik ve huzur mümkün değildir. Kalbin bu iki yarısını birbirinden ayırmaya kalkmak kalbi ortadan bölmek ve bedeni öldürmektir ki buna kimseler müsaade etmeyecektir.
O halde ölmemek, bölünmemek, cesur ve mert yaşayabilmek, Allah’a kul olabilmek ancak Kur’an ile yoğrulmak, kalpleri sonuna kadar ve sadece Allah’a açmak, Türk olmanın verdiği azim ve şerefle dik durmakla mümkündür.
Ticaret ahlakından, mahremiyete, haram korkusundan kamu malına el uzatmamaya kadar pek çok yasak Türk ve İslam olanın kanında vardır. Yasalar aksine müsaade etse dahi Türk halkı harama uzanmaktan korkan, yasaklardan çekinen, helal ve sevaplara gönülden bağlı bir topluluktur. Bu yüzden asırlarca ticaretten kaçınmış ve ziraatle uğraşmıştır. Bu öyle sanıldığı gibi kafasının çalışmamasından değil harama bulaşmaktan korktuğu içindir.
Evlerden eksik olmayan Kur’an ve dualar, gece yarıları yanan ibadet lambaları, sabah ezanıyla coşan yürek tesbihatları, yasalar aksini buyursa dahi dinmeyecektir.
Öte yandan birileri İslam’a saldırdığı anda, dini beşerileştirmeye kalkıştığı anda, İslam sancağını yerlerde sürümeye kalktığı anda karşısında yine ve daima Türkleri bulacak, İslam alemi bir ve birlik olacaksa bu Türklerin etrafında olacaktır.
Nihayet, Türk ve İslam üzere doğanların asli görevi Türk ve İslam olarak yaşamak ve ölmektir. Şehit olma arzusunu taşıyan, dini ve vatanı için şehadeti arzulayan başka bir millet yoktur. Bu ruh Allah’ın bahşettiği şerefli bir ruhtur ve Türklük yanında İslam anılmasa bile İslam’la yanyana yürüyendir.
Nüfus cüzdanlarında Türk ve İslam yazdığı halde hakkını vermeyenler ise muhakkak bir yerlerden kaçağı olanlardır. Bunların damarlarında asil kan değil monte edilen suni kan dolaşmakta, yürekleri Allah için değil şeytanlar için atmakta ve kalplerindeki gönül tahtalarında Allah yerine başka şeyler yazmaktadır. Cüzdanları üzerine bir aşk yaşayan bu kullar için üzülmeye gerek de yoktur.
Yüce Allah, imanı, ahlakı, salih ameli ve ibadeti emredendir. Türk ve İslam olunmadan bunları tamamlamak kolay ve mümkün değildir. Dahası selametle yaşatılacak İslam’ın ardında hak ve adalet kılıcı gibi yükselen mertlik yani Türklük olmaz ise İslam’ın geleceği de tehlikede olacaktır.
Türk ve İslam olmak tatlıların tatlısı, sevapların sevabı, amellerin en güzelidir.
Türklükle birleşebilen İslam sadece kudret değil aynı zamanda hüccettir.
İslam iman kardeşliğini, Türklük halkların kardeşliğini emreder ki Türk ve İslam olmak gönüllerin ve halkların düğünüdür.
Ve burada kast edilen fiziki sınırların ortadan kaldırılması değil Türk ve İslam alemiyle ortak payda olan Kur’an ve mertlikte buluşmaktır.
Rabbim bizleri Kur’an ve hak yolundan ayırmasın.
Rabbim bizleri vatandan, bayraktan mahrum bırakmasın.
Rabbim kardeşliğimizi bozmasın. Amin.
Bu yazı Türk ve İslam olmak ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Laiklik ve Müslümanlık ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Müslümanlık, İslam dinine tabi olma halidir ve müslümanın kelime anlamı Allah’a teslim olmaktır. Yani İslamiyet’e girene müslüman denir ki İslamiyet bir dindir.
Devlet, kamu, genel, halk ve yönetim demektir ki kulların her biri bu içinde yaşadıkları devletin üyesi ve ferdidir. Devlet kurallar ve yasalarla yönetilir ve bu yasalar hak ve adalet, masuniyet ve eşitlik, özgürlük ve insan hakları gibi temellere oturur, oturmalıdır. Devlet bu kural ve kanunları herkes ve kendisi için koyar, yasalaştırır ve yürütür ve denetler.
İslam, devlet şekli önermez ama biat ve şura emrederek (Hz. Peygambere dahi) demokrasi ilkelerini işaret eder, çoğulculuk, seçim, hakkaniyet, hukuk ve adalet ister.
Devletin kuralları olur, dini olmaz.
Fertler, devletin kural ve kaidelerine göre dilediği bir dini seçer ve devlet ve din ayrı şeylerdir. brisinde yasalar diğerinde ayetlerin hükmü yani nasslar egemendir. fertler yaşamak için bir devlet de seçebilirler ama nereye giderlerse gitsinler o devletin kurallarına ve yasalarına uymakla mükelleftirler.
Fertler, İslam’ı seçer ve bir devlette yaşarlarsa, ibadetlerini bireysel veya topluca yasalar ve kütür istikametinde yaparlar, hür ve eşittirler, dinin emrettiği şekilde giyinip, abdetss alıp, namaz kılmakta veya kılmamakta serbesttirler.
Çünkü dinde zorlama ve mecburiyet yoktur (zaten olursa o sınav ce din olmaz) dileyen dinin gereğini yapar ve dileyen dini yok sayar. Kimse kimseyi kınayamaz, ithamda bulunamaz çünkü kimse kimsenin kalbinde saklı olanı (imanı ) bilemez.
Devlette ise zorlama vardır, olmalıdır. Herkes mesela vergi vermek, çevreye saygılı olmak, suç işlememek, etrafı kirletmemek, gürültü yapmamak vs. sorumludur ve yaparsa ceza yer, faydalı birşeyler yapar ve üretir ise zengin olur, ödül alır, takdir edilir, madalya dahi alabilir.
Devletin işleri egemen dinin ana esaslarınca şekillenir ve İslam için konuşursak Kur’an’ı, aklı, bilimi, insan haklarını, eşitliği, adalet ve hakkı esas alır. Ama devlet mesaisini, kıyafetini, kurallarını ve işleri yapma şeklini dinden ziyade veya dine ek olarak kamu hak ve görevlerinden, kamunun menfaatlerinden, kamunun can alıcı kırmızı çizgilerinden, ekonomiden sanata kadar gereklerden, iç ve dış durumlardan kaynaklanan ihtiyaçlardan, halkın isteklerinden, mevcut gelirlerinden, tehdit durumundan, yaşanmış örneklerden, kültürden, örften, alışılagelenlerden alır.
Yani din devlet için tek şart ve kaynak değildir olamaz.
İslam devlet şekli önermediği için de kimse devletleri suçlayamaz veya yönetim şekillerini dine uygun veya değil diye tasnif edemez. Çünkü devlet işleri bir din değildir, yönetimdir, yönetim ilkesidir.
Laiklik veya laik olma hali de tam olarak budur ve Laiklik bir din olmadığı için insanlar laikler ve müslümanlar olarak tasnif edilemez.
İslamiyet ile Yahudilik kıyaslanabilir veya laiklikle monarşi kıyaslanabilir çünkü kulvarları aynıdır ama İslamiyet ve laiklik iki farklı kulvardır, kıyaslanamaz.
Müslüman ve laik ayrımını yapanların asıl niyetleri siyasi ayrım yoluyla devleti dini tahakküm altına sokmak ve yobazlıklarına engel laikliği yönetimsel ilkeler arasında çıkararak devleti karanlıklara, dini de hurafelere teslim etmektir.
Çünkü laiklik bir yönetimsel ilke olarak aslen Cumhuriyet yönetiminin unsurudur ve laiklik karşıtlarının asıl itirazı da bunadır. Dahası Cumhuriyete düşman olanlar bilimden tamamen uzak ve aklı işletemeyenler oldukları için saldıracak tek silahları din kisvesidir ki bu nedenle ve sadece laikliği hedef alırlar.
Oysa ki Cumhuriyet olmasa ne ezan olacaktı ne bayrak ne de vatan.
Devletçilik, milliyetçilik, halkçılık ilkelerine karşı olduğunu söyleyen bir dinci bulunamaz çünkü o konularda konuşabilmek için bilimsel ispatlar ve dağarcık lazımdır ki onlarda bu yoktur.
Oysa din suistimale açık, sayısal değil sözel bir konudur ve Allah ile iskat yani Allah ile susturmak çok kolaydır. Dahası zıt fikirdekileri tekfir etmek (din dışı ilan etmek), onu mürted saymak (kendisi dinden dönmüş göstermek) dini kullananlara göre gayet kolaydır. Kolaydır çünkü buna kanacak olanlar da onlar gibi Kur’an’a uzaktır ve dinden habersizdir.
Halk, Kur’an’ı okumadığı ve okusa da anlayarak okumadığı için kolayca kanar ve meydanı yobazlara bırakır. Oysa aldanmak Kur’an’ın en büyük yasaklarındandır.
Laiklik tanımı ise; devlet ve din işlerin birbirinden ayırarak dinin selametini sağlamak, vicdanları hür kılmak, dinin hür yaşanmasını sağlamaktır. Bu arada yaban otlarını yani dine zarar veren yıbazlık ve çirkeflikleri de ortadan kaldırmayı gaye edinen laiklik bu sayede İslam’ı arı ve duru haline getirmeyi de hedef alır.
Hilafet gibi dinde yeri olmayan, tekkeler gibi zararlı, hurafe ve rivayetler gibi dinin köküne çamaşır suyu eken zararlıları yok etmeyi gaye edinen laiklik, bilimsel ve akılcı yaklaşımla vahyin verilerine dokunmadan kişileri özgürleştirir ama devletin bekasında da aklı ve bilimi rafa kaldırmaz. Yani devlet sosyal hayatta dine beka anlamında bilim ve akla itibar eder ve devlet dinin icrasını kendisi yönetir ve organize ederken kulların vicdanlarına bırakır.
Öte yandan laiklik dinin anlaşılması için meal ve tefsire emek ve kaynak ayırarak dinin en cahil insanlarca dahi anlaşılmasını mümkün kılar ki bu sayede kimse Allah ile aldatılamaz. Keza eğitime dini ama bilimsel dokunuş yapan laiklik çocuklara ve gençlere gerçek ve asıl bilgiyi eriştirmek suretile de dini anlaşılır ve sevilir kılar. Bu sayede de aracılar devre dışı kalır, cennet simsarları ortadan kaybolur.
Arı ve duru din haline gelen dinin vatandaşlarca huzur ve sükun içinde eda edilebilmesi de devletin ve laik düzenin ana gayelerindendir. Camiler yapmak, kaynak sağlamak, bakım ve onarım gibi fiziksel müdahaleler yanısıra içeriğe ait mezheplere htap eden fıkıh ve yorumalrın korunması, saygı görmesi ancak laiklik ile mümkündür ki laik olunmayan bir ortamda ancak bir mezhep yaşar ve o mezhebin kabulleri din olur. Oysa o kabul asla İslam yani Kur’an’daki ilahi din değildir.
Kısaca; İslamiyet veya müslümanlık bir dindir, kişi hür iradesiyle dilerse tabi olur, dilerse karşı durur. Yüce Allah dine girenlere rahmet ve şefaat, çıkanlara cehennem vadetmiş, girmeyi inkar edenleri de hakikati inkarla suçlayarak kötü akibetlere mahkum etmiştir.
İslamiyet kişiler veya zümreler dini değildir, mabetlere mahkum edilemez, cemaatle bazı ibadetler eda edilirken sevabı fazla da olsa aslen ferdidir.
Laiklik ise cumhuriyetin bir ilkesidir ve din değildir. Laik olan kimse aynı zamanda müslüman veya Hristiyan olabilir. Laiklik yasalarla, din ayetlerle konuşur, konuşmalıdır.
Dine düşman olmak cehennemi gerektirirken ve asli ceza ahirette verilecekken, cumhuriyet ve laikliğe düşmanlık kamunun bekasına düşmanlık ve vatan hanliğidir ki mevcut yasal düzene isyandır. Cezası da yasalarla ve ahirette değil bu dünyada verilir, verilmelidir.
Ridde olayları asla unutulmamalıdır ki irtidat ettikleri iddia edilenler aslında vergi yüküne ve devlete isyan halindeydi, dine değil. Lakin devletin aldığı sert tedbirlerle (tazir yetkisi kullanılarak) olay bir anda şiddetlendi ve sayısız insan hayatını kaybetti, çoğu diri diri yakıldı ve bir kısmıda boynu vurularak öldürüldü. Buradaki ana yanlış ise şuydu ve işleyenleri dine aykırı iş yapma neticesine getirdi; dinin iddia edilen doğru bile olsa dinden çıkana verdiği dünyevi bir ceza yoktur ve ceza sadece cehennemlik olma halidir yani ahirete aittir.
Oysa ayaklanmasyı bastıran devlet teşkilleri yasalara göre vatana ihanetten idam cezası verirken komik bir şekilde dinden çıkma mazeretini gösterdi ve fakat Kur’an dünyevi bir ceza öngörmezken idamlar sanki Kur’an emri gibi gösterildi. Yani dine hüküm eklendi, yani günah işlendi, yani dine karşı gelindi.
Bu örnek laiklik konusunda da yaşanan kaosa çok güzel bir örnektir ve yapılmak istenen aynen ridde olayalrı gibi önce darülharp ilan edilecek bir devlet, sonra bu devleti destekleyenleri mürted (yani irtidat etmiş yani dinden çıkmış) ilan etmek, sonra eskiden dindeyken sonradan çıkan bu insanlara öldürme emri vermek. Ama Kur’an’da bu insanlara dünyevi ceza yoktur!
Laikliğe saldıranların niyet ve maksadı hem evrensel insan haklarını savunanları ekarte etmek, hem dini kendi merkezlerine çekmek, hem rakiplerini elemine etmek velhasıl laiklik öncesi dini kaosa geri dönmektir. Hilafet ve tekkelerde peşi sıra gelecektir.
Kul, dinin de, Kur’an ve imanın da, laikliğin ve aklın da hakkını vermek zorunda olandır, bağnazlığa saplanmamak durumundadır.
Özetle
Kur’an, kişilere aklı kullanmayı (bilimi ve ispatı) ve Kur’an okumayı (anlayarak okumayı) ilk sırada emreder ki namaz çok daha sonradır, ve bu emirler eşit, hür ve insan hakları dairesinde yaşamak emridir. Toplumların yönetimlerine seçme ve seçilme, onay alma, denetleme ve denetlenme, istişare etme, bilimle mukayese etme, delile dayandırma, ahid alma, hakkında kesin vahiy olmayan meselelerde kamu çıkarlarını gözetme emri veren de Kur’an’dır.
Kur’an, insanların zorla veya zorlamayla değil isteyerek, hür iradeleri ile Allah’a yönelmelerini ister ki dinde kişisel tercih esastır.
Tüm bu emirleri karşılayan devletsel yönetim şekli ise cumhuriyettir ve cumhuriyetin din adına konmuş ilkesinin adı laikliktir ve laiklik bir din değildir. Laik olan herhangi bir dine mensup olabilir ve herhangi bir dine mensup birisi de pekala laik olabilir. Yani bu tanımlama gösterir ki laik olma hali dini bire bir kabullenmek ve devlete aynen yansıtmak değil ama dini gözeterek devletin bekasını sağlamaktır.
Bu nedenle laikliğin zıddı laikliğe karşı olma yani yobazlıktır, aşırı tassup olma halidir, Müslümanlık değildir.
Müslümanlıkla laikliği karşı karşıya getirmek isteyenler ise dini bölmeye, dini hurafelere boğmaya, keni mezheplerini dinleştirmeye çalışanlardır, cumhuriyete karşı olanlardır.
Dinin temeli Kur’an olduğu için, Kur’an yobazlığı reddettiği ve hak ve adaleti emrettiği için de asıl ve doğru olan laikliktir. kaldı ki en laik ortamda dahi dini derin ve yoğun yaşamak isteyenler yaşayabilir ve aslında dinin hayatta kalması da ancak laiklikle mümkündür.
Laikliğin olmadığı bir ortamda sadece bir mezhep yaşayabilir ve o mezhep asla dinin tamamı yani Kur’an İslam’ı olmaz.
O halde son söz denebilir ki laiklik tüm mezheplerin, dinin ve maneviyatın da garantisi ve zararlı manevi mikroplara karşı tek koruyucusudur.
Bu yazı Laiklik ve Müslümanlık ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Dokuz Eylül sadece İzmir’in kurtuluşu değildir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>9 Eylül 1922, Kurtuluş savaşının Batı cephesinde 26 Ağustos 1922 günü başlayan büyük taarruzla devam eden ileri harekat ile Yunan ordusunun yenilerek İzmir’de denize döküldüğü, Ege bölgesinin ve civarının, nihayet bu güç ve inançla çok kısa zaman sonra tüm yurdun düşman işgalinden kurtulduğu muazzam ve mübarek bir gündür. Yani bu gün sadece İzmir’in değil tüm yurdun kurtuluş günüdür ki düşmanların tamamı ya yenilmiş, ya anlaşmaya zorlanmış, ya emellerinden zorla vazgeçirilmiş ve akabinde modern ve ilelebet baki kalacak yeni bir Türk devleti daha tarih sahnesine adını yazdırmıştır.
Düşmanlar güçlüdür, sayıca çoktur ve işbirliği içinde dört koldan saldırmakta, acımasızca işkence ve zulüm etmekte, tecavüz ve yağmalamalar, katliam boyutlarına varmakta, Anadolu’da yanan ve yıkılan evlerin sayısı, öksüz evlatların sayısı binlerle ifade edilmektedir.
Bir yandan siyasi emelleri için Osmanlı’dan kalan mirası paylaşmak isteyen aç gözlüler, bir yandan asırlar boyu devam eden intikam hırsları ile saldıranlar, diğer yandan ise yayılmacı ve sömürgeci devletler ve geri plandaki işbirlikçileri Anadolu’yu ve Türklüğü, dolayısıyla Anadolu İslam’ını silmek veya en azından sindirmek azmindedir.
Oyunun farkında olan Anadolu halkı kadını, kısrağıyla, çocuğu yaşlısıyla, askeri siviliyle direnmiş, vatanını, namusunu, bayrağını ve imanını koruma mücadelesine girmiş ve Allah’ın izni ve yardımıyla muvaffak olmuştur. Allah’ın yardımıyladır çünkü tarihte emsali olmayan bu zafer, hiçbir zaman ve milletin karı değildir ve Allah’ın yardımı olmadan başarılamaz. Yani Kurtuluş savaşını veren ordu ve O ordunun içinden çıktığı halk Allah’ın rahmetine ve yardımına mazhar olmuştur ki Kurtuluş savaşı bu nedenle mukaddes bir varoluş mücadelesidir.
Başta komutan ve askerlerin, sonra sivillerin azim ve inancıyla, dualarla, Allah! Allah! nidalarıyla saldıran ve az sonra öleceğini bildiği halde şehit olmaya koşan Mehmetçiğin imanıyla kazanılan bu zafer bu yüzden çok ulusa nasip olmamıştır ve Türk Ordusu Allah’ın yardımıyla zafere ulaşabilmiştir.
Binlerce verilen şehit, bir o kadar gazi ile kazanılan bu başarı nihayetinde vatan işgalden, kafirden ve zulümden kurtarılmış, başarı sadece Anadolu’da değil, tüm mazlum milletlerde kutlanmış ve umutlar yeniden yeşermiştir.
Yayılmacı, sömürgeci, zalim ve kan emici batının emelleri bitmese de, durdurulmuş, hak ve adalet uğruna savaşanlar ve tüm mazlumlar kazanmıştır.
Bu başarıdan sonradır ki ezan sesleri hür ve gür sesle okunmaya başlamış, namazlar kılınmış, bayramlar, kandiller, mevlütler kutlanabilmiş, kızlarımız namus korkusu olmadan dolaşabilmiş, ekinler hür ve bereketli olarak boy atmaya başlamıştır.
Müslüman olmakla hedef olan ve işkence gören Anadolu halkı, kurtuluştan sonra haklı gururu ile Müslüman kimliğine yeniden kavuşmuş, korkmadan ve sadece Allah için ibadet ve kulluk edebilmiştir.
Düşman süngülerinin, kirli postallarının, katil ve kundakçılarının, sapık ve acımasız katillerinin denize döküldüğü yer olan İzmir, ilk işgale uğramakla başlattığı kurtuluş mücadelesini, dokuz eylülde zaferle taçlandırmış ve savaşa son verdirmiştir.
İzmir bu nedenle kutsal ama namerdin gözünde bu nedenle öfke kabartıcı bir intikam vesilesidir. Öyle ya İzmir’e ayak basarak büyük Anadolu sevdasına düşen düşmanları içi kan ağlayarak yıllarca konuk etmek zorunda kalan İzmir halkı, uğradığı işkence ve zulümlerin hiçbirini düşmana yapmayarak, aynı düşmanın denize dökülmesinde de katkı sağlamış, Anadoluyu sevince boğmuştur.
Dokuz eylül bu nedenle İslam tarihi açısından son derece mühim bir gündür ki İslam aleminin bayraktarlığını yapmakta olan Türk Devletleri, uçurumun kıyısına kadar gelmiş ama Allah’ın izni ve ordusunun kahramanlığı ve şehit olma arzusu, yurttaşlarının imanıyla bu sınavdan başarı ile çıkmıştır ve devamında gelen inkılaplar ve aydınlanma hareketleriyle de batıla, şeytanlara, zalimlere ve düşmanlara asla teslim olmayacağının mesajını net olarak vermiştir.
Düşünülmesi dahi korkunçtur lakin eğer dokuz eylül yaşanmasa ve dahi vatan kurtarılamasaydı kaybeden sadece Anadolu halkı olmayacak, tüm civar ülkeler ve İslam ülkelerinin tamamı, mazlum ülkelerin tümü ve dahi Türki Cumhuriyetler devasa bir yeise kapılacak ve emelleri ortak olan küfür cephesi az zamanda tümünü yutabilecekti.
İşte bu oyunu bozan ve esaret yerine ölmeyi seçen Anadolu İslam’ı, tüm islam alemine de örnek olmuş ve cihadın mukaddesini yaşatmıştır.
Bu nedenle, Kurtuluş savaşında, öncesinde Çanakkale’de, şehit düşen, gazi olan, savaşan, ter ve kan döken, aç kalan, hastalanan, yorulan, uykusuz görev yapan en üstteki komutandan en aşağıdaki erine kadar, sivillerden siyasilere, din adamlarına kadar herkese herkes minnet ve şükran borçludur, Allah’a ne kadar şükredilse azdır.
Başarının büyüğü
Muhakkak başarının büyüğü ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’e aittir ve sadece savaşta değil sonraki hamle ve yenilikleriyle de hak yolun yılmaz bekçisi olduğunu ispat eden, geleceği tasviri ve şekillendirmesiyle muhtemel yeni düşman oyunlarına karşı halkı uyandıran ve hazırlayan da O’dur. O, Allah’ın yardımını her defasında dileyen ve yardıma nail olandır.
O, İslam’ı yaban otlarından temizleyip, herkesçe anlaşılan Kur’an meal, ve tefsirini hazırlatandır, O İslam’a ve Müslümanlara sağladığı yardım ve katkıyla, öğrettiği, öğretilmesine vesile olduğu tertemiz İslam ile Müslümanlığını, mü’minliğini kanıtlamış Allah’ın sevgili kuludur ki sadece o zamanın değil gelecek zamanların da önderi olmayı bu sayede hak etmiştir. Bu nedenle tüm dünya ve İslam alemi O’na minnet ve şükran duymaktadır.
Türk Ulusu, Tek bir Allah ve iki Mustafa ile (Hz. Muhammed Mustafa (sav) ve Mustafa Kemal) Allah’ın rahmetine mazhar olmuş bir millettir. Bu sayededir ki başarı gelmiş, yok olmaktan kurtulmuştur. Gazi Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, hayırlı bir iş yapmıştır ki, Allah için cihad etmiştir ki, Allah’ın yardımına nail olmuşlardır ki, o kadar fazla dua almışlardır ki Allah’ın koruma ve himayesi onlarla olmuştur.
Şimdilerde Atatürk aleyhine çıkan çatlak sesler bu nüansa dikkat etmelidir ki Allah sevdiği kullara yardım eder ve bu yardım Atatürk’e ve O’nun nezdinde Türk Milletine nasip olmuştur. O halde Atatürk, Allah’ın sevgili kullarındandır ve Allah’ın sevgili kullarına küfredenler kafirlerin kendileridir.
Özetleyecek olursak; dokuz eylül ile kazanılan zafer sadece askeri manada asla değildir. Çünkü gelen başarı ile varoluş mücadelesi kazanılmış, zulüm bitirilmiş, umutlar yeşermiş, ezan sesleri tekrar duyulur olmuştur. Kurtulan sadece Anadolu değil İslam’dır. Şimdilerde de devam eden saldırıların bu nedenle hedefinde Türkiye ve Anadolu İslam’ı vardır.
Dokuz eylül namusun uzanan elleri kıran Anadolu halkının zaferidir. Dokuz eylül anne ve babasını katleden düşmanları dize getiren öksüzlerin zaferidir. Dokuz eylül, karnında bebeği ile katledilen bacıların, evleri yakılan mazlumların, Müslüman olduğu için katledilen Türk’lerin zaferidir.
İzmir, bu kahramanlık destanına baştan sona şahitlik eden mübarek şehirdir, kahraman şehirdir. Başarıyı getiren asker, komutan ve halk kahramandır, imanla şehit olmaya koşanlardır. Bu nedenle Kurtuluş savaşı küfür cephesine karşı verilmiş cihattır ve o cihadın erleri inşallah toptan cennetlik olacaktır. Göğsünde Kur’an ile şehadete koşan bu vatan evlatlarına ne kadar dua edilse azdır. Çünkü bizler onlardan razıyız, inşallah Rabbimiz de razı olacaktır. Çünkü şehit olmaya koşan bu vatan evlatlarının gönlünde Allah sevdasından başkaca hiçbir şey yoktur ve bu iman modern zamanlara da örnek olmalıdır.
Allah hepsinden razı olsun, Allah İzmir’i ve vatanımızı korusun, Allah Türk ve Müslüman olanlara yardımını eksik etmesin, Allah vatanın kurtuluşu ve cihat uğruna ter ve kan döken, canını, uzvunu veren herkesten razı olsun, Allah bu imanlı kullarına cennetlerini, rahmetini ve şefaatini nasip etsin inşallah. Amin!
Bu yazı Dokuz Eylül sadece İzmir’in kurtuluşu değildir ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı Tek Allah ve iki Mustafa ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Yüce Allah, ümmetlerin tamamına bir Elçi göndermiş, zaman ve coğrafyalarına, azgınlık durumlarına bağlı olarak değiştirdiği haram ve helaller dışında dini ilk günkü (fıtrattaki) gibi değişmeden buyurmuş ve kendisine ibadet ve kulluk etmesini istemiştir.
O, Tek’tir, Bir’dir.
Maalesef din konusunda gözler hep Mekke’ye ve dolayısıyla Ortadoğu’ya çevrilidir ve din adeta arap örfleri ile harmanlanarak İslam diye savunulur. Oysa o zaman ve coğrafyada yaşananlar sadece o halka ve zamana aittir, evrensel İslam’ı o dar kalıba mahkum etmek de Allah’ın dinine hakarettir.
O ortam ve şartlara mahkum edilen İslam’ın da Hz. Peygamberin yaşadığı ve örnek olarak gösterdiği ilkelerden ziyade sadece şekil bazında anılıyor olması zaten İslam’ın bugünkü keder dolu haline sebeptir. Çünkü İslam alemi hele ki vefatından sonra Peygamberini izlemeyi bırakmış, toplu irtidatlar yaşanmış, yerine dört halife ile kısmen ama Adud Melikler döneminde ise tamamen zalimlere mahkum olmuş, Peygamber evlatlarını öldürebilmiş, Hz. Ali’ye, ehlibeyte 70 yıl cuma hutbelerinde beddua etmiştir. Hem de bunu dinden sayarak.
Peygamberin insanlar arasında ve hatta Peygamberler arasında seçkin bir yere sahip olması Allah’ın ayetidir ve burada kullanılan kelime ıstıfa yani seçilme, arınarak gelmedir.
Fıtrat ruhlar aleminden itibaren başlayan insan serüveninde Peygamberimizi seçerek getirmiş ve son nebi yapmıştır ki dünya sınavında akıl verilen insanın gösterdiği reaksiyonlar (iyi veya kötü) diyaneti yani şeriati etkilemiş (dini değil) ve yaşanan dinin çağa uygun halini bu sayede evrensel kılmıştır.
Peygamberimizin ilk cihat emreden peygamber olması, yaptığı evliliklerin sayı ve mahiyeti, itidalli ama gerektiğinde sert üslubu hep bu sebepledir.
Çünkü o insan denen muamma varlığın çağlar boyu süren serüveninin ve bilmediğimiz nice hikmetlerin mahsulüdür ve genler veya başka şekilde bir süzme ile ortaya çıkmış, risaletten önce dahi örnek ve emin insandır. O Arap şirki içerisinde şeytana düşman kalabilmiş belki de tek kişidir.
Hz. Peygamber, melek veya cin değil insandır, nebi olsa da arkadaştır (efendi değil) ve yaşayan Kur’an’dır, Kur’an ahlakının simgesidir.
Istıfa yoluyla seçilerek geldiği için de adı Mustafa (seçilmiş)’dır.
İslam alemi ve Türkler için Muhammed Mustafa kutsaldır, örnektir, yücedir, sünneti ve risaleti her zaman kalplerde yaşayandır ve ahir zamanın tutamaklarından birisidir.
Çünkü O, sadece Allah’a kul olmayı öğretmiş, istemiş, emretmiştir.
Yüce Allah, kendisine adeta ordusu olmak üzere var ettiği Türklere rahmet ve sevgisini bir ikinci Mustafa ile daha göstermiştir ki o Mustafa Kemal’dir. Vahiy almayan, ilham ve rüya yolu ile asla dinsel bir tema arz etmeyen, aksine dini bilgilerinin azlığı sebebiyle dinle alakalı işleri bilenlere devreden Mustafa Kemal, yol ve istikamet göstermiş, gerisini işin ehline bırakmıştır ki ehliyet ve liyakat zaten dinin şartıdır. (Aksi haramdır)
Mustafa Kemal, beşeri hayatın acımasızlıklarını yaşamış, Osmanlı’nın son dönemlerdeki sefaletine şahit olmuş, değişik ortam ve azınlıklar arasında bulunarak pişmiş, çok sayıda cephede çarpışarak o insanları ve inanç kuvvet veya zayıflıklarını görmüş, kar üstünde de uyumuş, padişahla birlikte yurt dışı gezilerine de gitmiş, sayısız hastalıkla boğuşmuş, yaralanmış, binlerce kitap okumuş, birden çok lisan öğrenmiş, askeri eğitim almış, özgür ve aydın bir Türk’tür ki buraya kadar anılanlar sadece O’nun ıstıfa yoluyla nasıl ortaya çıktığının hikayesidir ve o yüzden Mustafa’dır.
Neden Mustafa olduğunun izleri ise Balkanlarda, Çanakkale de, Sofya’da, Trablusgarp da, Sakarya da kendisini göstermiş, İzmir’de yeniden dalgalanan şanlı Türk sancağı ile birlikte (kurtuluşla birlikte) başlayan inkılaplar döneminde de zirve yapmıştır.
Atatürk düşmanları için bu bir mana teşkil etmese de hakikat budur ve O seçilmiş bir Türk ve ulusa nimet-rahmettir.
İslam’ı karanlıklardan aydınlığa çıkaran, ezan seslerinin hür şekilde devamını sağlayan, namus ve haysiyeti düştüğü yerden kaldıran, zulme isyan eden-ettiren, yedi düveli dize getiren, münafık ve kafirleri ve masonları tespit edip etkisizleştiren, hainleri bertaraf eden, halka dönüşü, egemenlik ve bilgiyi yeniden armağan eden, yapısal değişikliklerle ülkeyi ve dinin özgürce yaşanmasına imkan sağlayan O’dur. Çünkü O, Türk ve İslam olmak dışında bir alternatifi asla düşünmeyendir, bu ikisini birbirinden ayırmaya veya düşman etmeye çalışanlara prim vermeyendir.
O;
“Bütün dünyanın Müslümanları Allah’ın son peygamberi Hz. Muhammed’in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm Müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyet’in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilirler.” (Atatürk, Nedim Senbai, A.Ü. Dil, Tarih, Coğrafya Yay. s. 102, 1979) diyebilecek kadar ilme ve inanca sahip birisidir.
Yine O Peygamberin yüceliğine akıl ve kalp yoluyla da şahit olabilenlerdendir.
M. Şemseddin Günaltay bir hatıratında şöyle demiştir: “Atatürk masanın üzerinde serili haritaya dikildi ve beni kolumdan tutarak masanın başına çekip parmağını bir noktaya dikti. Bu, kendi elleriyle çizdikleri bir askeri harita idi ve Hz. Muhammed’in büyük Bedir Cengi’ni adım adım gösteriyordu. Hz. Muhammed’e ve O’nun peygamberliğine kadar, büyük askeri dehasına hayran olan eşsiz Sakarya galibi, Bedir Galibi’ni göklere çıkarırken, ‘O’nun hak Peygamber olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar’ diye heyecanlandı. Hz. Muhammed’in bir avuç imanlı Müslümanla mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muharebesinde kazandığı zafer, fani insanların kârı değildir, O’nun Peygamberliğinin en kuvvetli delili işte bu savaştır.” (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.28).
“Büyük bir inkılap yaratan Hazreti Muhammed’e karşı beslenilen sevgi, ancak O’nun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir.” (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, sayı 100, s. 4).
Atatürk, 1926 yılında Hazreti Muhammed’in adının unutulmayacağını vurgulayan konuşmasında: “O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. O’nun izinden bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür” ifadelerini kullanmıştır.
Atatürk 1 Kasım 1924’te yaptığı konuşmada, Hz. Muhammed’i şöyle anlatmıştır: “Son peygamber olan Muhammed Mustafa, 1394 sene evvel Rumi nisan içinde rebiülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken doğdu. Hazreti Muhammed eyyam-ı sabavet (çocukluk günleri) ve şebabeti (gençliği) geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nuranî (ışıklı, saygı uyandıran) sözü ruhanî, reşit, rüiyette bibedel (görünüşte emsalsiz), sözüne sadık ve halim, mürüvvetçe (iyilikseverlikte) saire faik (başkalarına üstün) olan Muhammed Mustafa, evvela bu evsaf-ı mahsusa (özel nitelik) ve mütemayizesiyle (sivrilmesiyle…) kabilesi içinde Muhammed’ül-Emîn (güvenilir Muhammed) oldu.
Muhammed Mustafa, peygamber olmadan evvel kavminin muhabbetine, hürmetine, itimadına mazhar oldu. Ondan sonra ancak 40 yaşında nübüvvet ve 43 yaşında risalet (peygamberlik) geldi. Fahr-i âlem Efendimiz namütanahî (sonsuzca) tehlikeler içinde, bipayan (tükenmez) mihnetler ve meşakkatler karşısında 20 sene çalıştı ve din-i İslam’ı tesise ait vazife-i peygamberisini ifaya muvaffak olduktan sonra vasıl-ı ala-yı illiyyin (cennetin en yüce yerine erişen) oldu.”
Atatürk’ün dinine sımsıkı bağlı olduğu ve Müslüman Türk milletini esaret altında yaşamaktan kurtardığı bu kadar bariz ortada iken ve onun Peygamber’ine bu derece hayranlığı varken O’nun ıstıfa yoluyla seçilmiş olduğu da ortadadır.
Atatürk’ün dine hizmetlerini, gerçek Atatürk’ün yüceliğini Müslüman Türk milleti elbet öğrenecektir. Bu milletin mayasında iki Mustafa vardır. Biri Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa, diğeri ise O’nun ismini hakkıyla, şerefiyle, namusuyla taşıyan Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Biri İslam dinini müjdeleyen, Allah’ın sevgilisi olan ve sadece Allah’a kulluğu öğütleyen son peygamberdir. Diğeri ise Müslüman Türk milletini esaret altında kalmaktan kurtaran, dinine sımsıkı bağlı, kula kulluk etmekten kurtaran Atatürk’tür.
Hz. Peygamber’e inanmak imanın şartıdır. Vatan sevgisi de imandan gelir. Atatürk de Türkiye’dir, vatandır. Onu sevmek de milli şuurumuzun gereğidir.
O halde, bu topraklarda yaşayan her müslümanın Tek İlahı Allah’tır, olmalıdır.
Bu topraklarda yaşayanların iki Mustafa’sı vardır ve her ikisi de adı gibi seçilmiştir.
Bu topraklarda yaşayanların ahde vefa ve vatana sadakat yemini vardır ki her iki Mustafa’ya da sadık kalamayanlar ahde vefasızlardır.
Bu topraklarda yaşayanların Allah’a kulluğu Muhammed Mustafa’dan, kula kulluk etmemeyi Mustafa Kemal’den öğrendiği ortadadır.
Tek Allah’a ve iki Mustafa’ya tabi olamayanlar için tehlike çanları çalıyor demektir ki bugün hür ve korkusuzca namazlar kılınabiliyorsa, bu namazı sevdiren Muhammed Mustafa ve namazın güven içinde kılınabilmesi için canını ortaya koyan Mustafa Kemal sayesindedir.
Vatana, bayrağa, İstiklal marşına vurgun olanların Mustafa Kemal’i dışlama gayretleri masumane değildir. İki Mustafa’ya da sadakat gösteremeyenlerin durumu ihmalden öte gaflettir.
Kadınlarımız namusunu koruyabiliyorsa, düşman askerleri kızlarımıza tecavüz etmiyorsa, erkek evlatlarımız köleleştirilemiyorsa, din laik bir şekilde vicdan hürriyetine bağlı olarak yaşanabiliyorsa, akıl ve bilim dine kardeş olabildiyse bunlar Mustafa Kemal sayesindedir.
Esaretten, kölelikten, öldürülmekten, başka dine zorlanmaktan, kendi dininde kalsa da hür olamamaktan, vergiye bağlanmaktan, aşağılanmaktan kurtulanların dini ve vatanı kurtaranlara vefa borcu, reklamdaki gibi asla ödenemez.
Çünkü bazı borçlar asla ödenemez.
Muhammed Mustafa (sav)’ya ve Mustafa Kemal’e, biri ilahi manada diğeri beşeri manada bu ülke çok şey borçludur ve Ülkemiz bugün İslam aleminin çağdaş önderi, batının hayran olduğu bir laik İslam devleti ise bu muazzez peygamber ve Atatürk iledir.
Birini nazarı dikkate almamak Türklük ve İslam bilincini yok etmektir, dini hurafelere ve arap örflerine teslim etmektir. yahut dini yok sayıp dine mesafeli bir Türklük bilinci yaratmaktır ki bu kutupların her ikisi de (ikisinden biri olsa da fark etmez) siyonizmin tek gayesidir.
Allah düşmanlarının gayesinin hak olamayacağını en ufak beyinliler dahi anlayabilir ve yahudileşmemişlerse Türk Müslümanların, Yahudiler ile aynı şarkıyı söylemesi mümkün değildir.
Bir ve birlik olmayı engellmek gayeli bu iki Mustafa arasından birisini seçmek zorunluluğunu ortaya koyanlar, bu siyonist fikre tutsak olanlar, ondan nemalananlar veya bizzat onlardan olanlardır.
Tek Allah’ı yıkamayan, ama iki Mustafa’nın arasını açarak çarpıştırmayı hedefleyenler, iman kardeşliğini ancak bu sayede yok edeceklerini bildikleri için muhafazakarlara Allah adını kullanarak, demokratlara bilim masallarıyla yalan söyleterek ve fakat sürekli düşmanlık ederek ve mevcut ayrımcılık ve düşmanlıkları destekleyip körükleyerek başkaca devlet ve inançların bekası için çalışmakta, kendi vatan ve uluslarının bekasını ise yok saymaktadır.
Oysa beka Allah’ın yeryüzü muradının gayesidir, huzur, barış ve esenliktir, zulme çarpana kadar merhamettir. İslam, kıyamete dek baki kalacak din ise bu dini duyuran ilk ve yaban otlarından temizleyen ikinci Mustafa’ya İslam alemi çok şeyler borçludur ki Mustafa Kemal sadece Türk ulusunun değil, tüm İslam aleminin parlayan yıldızı, kurtuluş umudu, tecdit önderidir.
Tecdit eri Mustafa Kemal, İslam’ı yeniden Kur’an rayına oturtan, hurafe ve batılları temizlettiren, Kur’an’ın anlaşılarak okunmasına ve tefsirine imkan sağlayan, din eğitimini yasalaştıran, diyanet işleri başkanlığını kuran, sayısız dini kitap ve söylevlerle dini öven, KUR’AN İLE ÖĞÜT VEREN, mektup ve konuşmalarına Allah’ın adını anmadan başlamayan veya bitirmeyen Mustafa Kemal hepimizden daha müslümandır.
Mesele iki bardak rakı ise onun günahı kendisinedir ve o ki rakı dinden çıkarmaz. Çıkarsaydı tüm padişahlar, tüm yöneticiler, tüm imparatorlar, tüm sanatçılar, tüm banka sahipleri, tüm doktorlar, tüm öğretmenler … dinden çıkardı. Haram olan “azı dahi olsa şarap ve her türlü içkinin sarhoşluk veren miktardan sonrası”dır.
Kaldı ki Allah’ın haramları sadece şarap değildir. Zinadır, tefeciliktir, yalandır, aldatmadır, takiyyedir, muta nikahıdır, küçük çocukları organları için kaçırıp parçalamaktır, bebek yaştaki anneleri evliliğe zorlamak (yani diri diri toprağa gömmek)’tır, yaşlılara eziyettir, kamu mallarına talandır, hırsızlık, hortumculuktur, taciz ve tecavüzdür, şiddet ve terördür …
Bunların her birini bir kez dahi işleyen, tadan herkesi din dışı ilan edeceksek memlekette bir tek Müslüman kalmaz. Zaten kimse bu haramzadelere tek ses bile çıkarmaz. Ama sıra Mustafa Kemal’e gelince, yaptığı tüm hizmet, mücadele ve eserler yok sayılır ve hayatı sadece iki kadeh rakıya endekslenir. maksat açıktır, Allah herkese akıl vermiştir, Mustafa’lara düşman olanları derin ve koyu bir akibet beklemektedir.
Akıl ve kalp iki Mustafa’da buluşmalı, kolkola Tek Allah’a yönelinmelidir.
Atatürk aşkı ilahi değil beşeri bir aşktır. Bu aşkı ilahileştirip sonra putlaştırmak ise kendi imansızlıklarını başkalarına çamur atarak kapatmayı dileyenlerin nasibidir. Heykele minnet borcuyla koyulan bir karanfili puta tapmak olarak niteleyenlerin, kişiler önünde secde etmesi, paraya, makama, kadına, nefse, mala, servete tapması ise nedense söz konusu dahi değildir!
Konu nettir, barizdir.
Mü’min, Tek Allah ev iki Mustafa için yaşayan ve ölendir.
Rabbim her iki Mustafa’dan da razı olsun.
Bizler onlardan razıyız, tüm melekler ve peygamberler de razı olsun. Amin!
Bu yazı Tek Allah ve iki Mustafa ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI’NIN KURULMASI ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>3 Mart 1924’te 429 sayılı kanunla Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılıp yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. 1924’te Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat Börekçi, 1941’de ölümüne kadar bu görevde kaldı. 3 Mart 1924 tarihli 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu’yla Medreseler kapatıldı. Bu kanunun 4. maddesine göre 1924’te İstanbul Darülfünunu’nda bir İlahiyat Fakültesi’yle ülkenin değişik yerlerinde 29 imam-hatip okulu açıldı.
İmam-hatipler, 1930’da öğrenci yetersizliği nedeniyle kapatılacak ancak 1949’da yeniden açılacaktı. İlahiyat Fakültesi ise 1933 Üniversite Reformu sırasında İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne dönüştürülecekti. Ancak o da 1936’da öğrenci yetersizliği nedeniyle kapatılacaktı. Cumhuriyet’in ilk Kuran Kursu, 1930’larda Süleymaniye Camii’nde açıldı. (Mustafa Kemal Ulusu, Atatürk’ün Yanı Başında, s. 190.) 1932-1937 arasında Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı resmi 59 Kuran Kursu vardı. (Gottard Jaschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, s. 75, 76).
TBMM, 25 Şubat 1925’te, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Kuran tefsiri ve tercümesi ile bir hadis kaynağı hazırlayıp halka dağıtmasını kararlaştırdı. (Bu iş için Diyanet’e 20.000 liralık ek bütçe verildi).
Cumhuriyetin ilk 15 yılında Rıfat Börekçi’nin başkanlığındaki Diyanet İşleri Kuran, hadis, hutbe vb. dinsel konularda 9 önemli eser hazırladı:
1924-1950 arasında, tek parti döneminde Diyanet İşleri toplam 352.000 takım dinsel içerikli kitap bastırıp halka dağıttı. Bunların 45.000’i Kuran’ı Kerim tefsiri, 60.000’i Buhari hadislerinin tercümesi, 247.000’i ise değişik din kültürü eserleriydi. (Abdullah Manaz, Atatürk Reformları ve İslam, s. 147).
Bu çalışmaların amacı, dinin anlaşılmasını sağlamaktı. Anlamak “seküler” bir çabadır. Dini anladıktan sonra çok inanmak, az inanmak veya inanmamak tamamen kişisel bir tercihtir. Atatürk, akla, bilime dayalı çağdaş bir ülke kurmak istedi. Bunu yaparken laikliğin gereği olarak din ve vicdan özgürlüğünden yanaydı. Nitekim camiler açıktı, isteyen ibadetini yapıyordu. Dini bayramlar kutlanmaya devam ediyordu. Yasak olan din değil dincilikti, yobazlıktı.
Başkanlığın Tarihçesi
Osmanlı devletinde İslam dinine dair işler ve Müslümanlara sunulacak din hizmetleri, bir devlet görevlisi olan Şeyhülislam tarafından idare edilmiştir. Şeyhülislamlık, İmparatorluğun son iki asrına gelinceye kadar vakıflar ve din hizmetlerinin yanında adliye ve eğitim hizmetlerini de yürütmüştür. Tanzimat’tan sonra, adliye ve maarif nezaretlerinin kurulmasıyla birlikte Şeyhülislamlığın yetki alanı sadece dini konularla sınırlı hale gelmiştir. Ömürleri boyunca bu hizmeti sürdürmek üzere atanan Şeyhülislamların devlet erkânı arasındaki konumunda zaman içerisinde değişimler olmuş; daimi olarak Divan (Bakanlar Kurulu) üyesi kabul edildikleri zamanlar olduğu gibi, gerektiğinde Divana katıldıkları zamanlar da olmuştur. Son dönemlerde kabine sistemine geçildikten sonra Şeyhülislam, Şer’iye ve Evkaf Nazırı adıyla kabine üyesi sayılmış ve görev süresi, üyesi olduğu hükümetin ömrüne bağlı hale gelmiştir.
Cumhuriyetin ilanından önce, kurtuluş savaşı ve yeni bir devletin kurulması gibi son derece olağanüstü hallerin yaşandığı bir zaman diliminde kurulan TBMM Hükümeti döneminde de din hizmetleri ihmal edilmemiş, 3 Mayıs 1920 tarihinde oluşturulan hükümette, Osmanlı dönemindeki Şeyhülislamlık ve Evkaf Nezaretinin hizmetlerini deruhte etmek üzere Şer’iye ve Evkaf Vekâleti adı altında bir bakanlık yer almış ve 3 Mart 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluncaya kadar ülkede din hizmetlerini yürütmüştür.
Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerektiği düşüncesinden hareketle kaldırılan bu bakanlık, Osmanlı devletindeki Şeyhülislamlık ile Türkiye Cumhuriyetindeki Diyanet İşleri Başkanlığı arasında köprü vazifesi görmüştür.
Cumhuriyetin bir kurumu olmakla birlikte tarihsel kökeni itibarıyla Şeyhülislâmlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade edilmiştir.
Ülkedeki tüm cami ve mescitlerle bunların görevlilerinin idaresi Başkanlığa verildiği gibi tekke ve zaviyelerle bunların görevlisi olan şeyhlerin idaresi de Başkanlığa verilmiştir. 1925 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte bunlara dair hususlar Başkanlığın görev alanından çıkarılmıştır.
429 sayılı yasa Başkanlık teşkilatı ve kadroları hakkında bir husus içermemiş, ancak 1924-1926 yılları bütçe kanunlarında kadro dereceleri ve sayıları belirtilmeksizin merkez teşkilatında, Reis, Heyet-i Müşavere, memurin-i merkeziye ve müstahdemin-i muhtelife; taşra teşkilatında ise müftiler, müfti müsevvidleri, müstahdemin-i ilmiye, vaizler, dersiamlar ve müftilikler müstahdemini kadroları maaş yekûnu olarak yer almıştır.
1927 Yılı Bütçe Kanunu’nda, 71’i merkezde olmak üzere toplam 7172 adet kadro tahsis edilen Diyanet İşleri Reisliği’nin merkez ve taşra teşkilatlarının idarî yapısı da ilk defa belirtilmiştir. Buna göre, merkez teşkilatında Heyet-i Müşavere ile Tetkik-i Mesâhif Heyeti Reisliği, Müessesât-ı Diniye Müdüriyeti, Memurîn ve Sicil Müdüriyeti, Levâzım Müdüriyeti, Tahrirat ve Evrak Müdüriyeti; taşrada ise vilayet ve kazalarda müftülükler yer almıştır.
1931 Yılı Bütçe Kanunu ile bütün cami ve mescitlerin idaresi ve bunların görevlileri Evkâf Umûm Müdürlüğü’ne devredilmiş ve bu sebeple Dini Müesseseler Müdürlüğü ile Levazım Müdürlüğü’nün personeli, 4081 hayrat hademesi, 26 cuma ve kürsü vaizi kadrolarıyla birlikte Evkâf Umum Müdürlüğü’ne geçmiştir. Alt yapısı zaten oldukça zayıf ve yetersiz bulunan Başkanlık, bu kanunla neredeyse işlevsiz hale gelmiştir. Söz konusu yanlış uygulama 1950 yılına kadar devam etmiştir.
22.06.1935 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 2800 sayılı “Diyanet İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun”, Başkanlığımızın ilk teşkilat kanunudur. Bu kanunda, teşkilatın yapısı, kadro durumu, merkez ve taşra görevlilerinin nitelikleri ve tayin usulleri belirlenmiş, her vilayet ve kazada bir müftü bulunacağı hükme bağlanmış, müftü seçimi usulü belirlenmiştir.
29.04.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Reisliği’nin adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak değiştirilmiş, Evkâf Umum Müdürlüğü’ne devredilen cami ve mescitlerin idaresi ve cami görevlileri (Hademe-i Hayrat) kadroları yeniden Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiştir.
Bu yazı DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI’NIN KURULMASI ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Bu yazı İSKİLİPLİ ATIF HOCA ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>Atatürk’e saldıranların ilk metası muhakkak din ve ilk eylemlerden birisi de sözde haksız yere idam edilen İskilipli Atıf hoca hikayesidir. Bu yolla hem inkılaplara (özellikle şapka inkılabına) ve Cumhuriyet’e, hem Atatürk ve laik düzene saldırılır ve hakikatler asla araştırılmaz.
İskilipli Atıf Hoca konusu, önü ardı bilinmeden, kamuoyunun vicdanını etkileyebilmek için ölçüsüzce reklam edilerek öyle bir mizansen çizildi ki, “cumhuriyet hiç acımadan “masum” İskilipli Hoca Atıf Efendiyi katletti” imajı yaratıldı… Oysa gerçek çok başkaydı.
İskilipli Atıf Hoca, sadece cumhuriyete değil, 1908 devrimine de karşıdır. Mahmut Şevket Paşanın katli nedeniyle suçlanarak Sinop’a sürülmüştür. Sonra, Kuvvayı Milliye karşıtıdır. Teali İslam Cemiyeti’nin kurucusu ve yöneticisidir.
Teali İslam Cemiyeti Milli Mücadele’ye ve Mustafa Kemal’e kesin olarak karşıdır. İslamcılığı, Batı ile sentezleyen bakış açılarına göre, İngilizler ve Yunanlılar iyidir. Çünkü onların galibiyetlerinin arkasında Kuvvayı Milliye gibi “cahilce bir cesaret” değil uygarlık zekâsı vardır. En önemli ihtiyaçları ise İslamiyetle o “dehayı” birleştirmektir, hatta bu bir ödevdir.”
Bugün onun mağduriyet makamına oturtulmaya çalışılmasının nedenini daha iyi anlatabilmek için İskilipli Atıf Efendinin Teali İslam Cemiyeti Başkanı (Reisi Evvel) olarak yayınladığı bildiriden birkaç satır aktaralım:
“Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere ‘siz burada onlarla savaşın, biz de arkalarını çevirelim’ diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor. İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Şimdi usulca oturup yenilginin sonuçlarına katlanmak yerine Yunanlılarla harbe tutuşuyorlar. Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.
Harp yıllarında sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de vardı. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız?
Elinize aldığınız bu fetva Allah’ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücudlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur.”
İskilipli Atıf Hocanın bu beyannamesinden çokça örnekler verilebilir ama sabrınızı zorlamamak için bu Kısa özetle yetiniyorum. Bu cemiyetin Konya şubesi bu tavrına rağmen 1920 TBMM seçimlerine katılmak istediğinde Atatürk bunda bir sakınca görmüyordu. Ama onlar bu tavırlarını sürdürmeye devam ettiler. Sadece yüzde 2 buçuk oranında okuma yazma bilen bir halk içinde bu hocaların sözleri büyük kitleleri kışkırtabilecek güce sahipti. Üstelik arkalarına aldıkları maneviyat kudretiyle kitleleri istedikleri istikamette etkileyebiliyorlardı.
Cumhuriyeti kuran kadronun sorumluluğu sadece savaşı kazanmakla bitmiyordu, Osmanlı’dan kalan borçlar ödenecek, yıkılmış memleket kalkındırılacak, en önemlisi de halk aydınlatılacaktı.
Bu koşullarda, örneğin “yeni harfleri kullananlar cehennemde yanacak” veya “şapka giymek küfürdür, dinsizliktir” diyen bir yobazın halka verdiği zarar Yunan topçusundan daha fazladır.
Nitekim İstiklal Mahkemelerinin kuruluş amacı, asker kaçaklarını ve Türk Ordusu’na karşı Yunanlılarla birlikte hareket edenleri yargılamaktı. O mahkemelerde yargılananların yüzde 99’u asker kaçaklarıdır. Çünkü İskilipli gibilerin yayınladıkları bu tip fetvalar yüzünden askerden kaçanların sayısı sürekli artıyordu.
“İstiklal Mahkemelerinde İskilipli gibi yüzlerce binlerce adam yargılandı” yalanını uyduranların Atıf Efendi gibi birkaç örnek daha verebilmesi mümkün değildir. İskilipli’nin yargılanma nedenini sadece yazdıklarıyla sınırlamak tarihi çarpıtmaktır.
İskilipli Atıf devrim karşıtlığından yargılanmıştır. Üstelik şapka yerine savundukları fes de ne İslamla ne de Osmanlılıkla alakalıdır, Yunan kültürüne aittir. Onu da 2. Mahmut getirmiştir ve ne gariptir ki, o fes de “bu başlık şeriata aykırıdır” direnişiyle karşılaşmıştır. Yani yeniye karşı direnişin sığınağı daima din olmuştur.
Bugünün koşullarında ve cahilce bir yaklaşımla, “Efendim, İskilipli’nin yazdığı ‘Frenk muhalifliği ve Şapka’ başlıklı mini kitap nihayet bir kitaptır, insan kitap yüzünden yargılanır mı” diyenler vardır. Oysa istiklal mahkemeleri tarihine bakılacak olursa Atıf evvela Giresun heyetince ve sonra Ankara’da ikinci kez yargılanmış, ilkinden yani kitaba dayalı muhalefetten beraat ederken, eylemlerini mahkeme yasağına rağmen sürdürdüğü ve ayaklanmaları kışkırttığı için vatana ihanet suçundan ikinci mahkemede suçlu bulunmuş ve idam edilmiştir. Yani suçlanmasına sebep mini kitabı ve şapkaya karşı oluşu değil mahkemenin yasağına rağmen sürdürdüğü kitap basma ve yayını suretiyle fitne ve infak dolu söz ve eylemleri, kışkırtma ve başkaldırıya teşvikidir.
Araştırmacı yazar Sinan Meydan konuya tarihi belgelerle şöyle açıklık getiriyor;
“İskilipli Atıf, İngiliz ajanı bir vatan hainiydi” ( Tarihçi-yazar Sinan Meydan)
İskilipli Atıf gerçekte kimdir?
Kurtuluş Savaşı karşıtı Alemdar gazetesinde Mustafa Sabri ile birlikte yazılar yazan biri İskilipli Atıf. Yazılarından birinde de “İslam’ın kilidini İngilizler koruyacak” diyen biri. İşte ulusal savaşta tutumu ve duruşu böyleydi.
Alemdar gazetesi, Padişah Vahdettin ve Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin ortak imzasını taşıyan Atatürk’ün ve Anadolu’da emperyalizme karşı direnenlerin öldürülmesinin dinsel bir görev olduğunu belirten fetvayı yayınladı. Ardından da başkanlığını Atıf Hoca’nın yaptığı İslam Teali Cemiyeti’nin girişimiyle bir bildiri yazılarak, Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya dağıtıldı. Bu bildiride Atatürk için Selanik dönmesi, yankesici, fitneci, hain, haydut, alçak, melun, cani, zalim, hırsız, canavar gibi ifadeler kullanılıyordu. İskilipli Atıf’ın başında bulunduğu dernek, bu bildiriye imza atmıştı.
Peki İstikal Mahkemesi’nde neden yargılandı?
Sinan Meydan: 1924 yılında şapka dolayısıyla Frenk Mukallitliği ve Şapka (Batı Taklitçiliği ve Şapka) isimli bir kitap yazdı. Daha şapka devrimi olmadan. Kitabında şapkanın taklitçilik olduğunu ve dine aykırı olduğunu Müslümanların fesiyle, fesinin püskülüyle İslamiyet’e bağlı oldukları gibi safsatalar yer alıyor. “Müslüman fesinin püskülüyle Müslümandır” diyor. Fakat bu kitap dolayısıyla asılmıyor, o kitabı yazdığı için yargılanmıyor.
Kasım 1925’de Şapka Kanunu kabul ediliyor. Aralık ayından itibaren de bazı kışkırtıcılar bunu bahane ederek, Giresun’da, Rize’de, Antep’te, Maraş’ta, Konya’da bazı olaylar çıkarıyorlar. Hükümet bizi dinsiz yapacak, şapka geldi din elden gitti, yakında Kuran’ı kaldırırlar gibi saçma sapan iddialarla halkı kandıran bazı kışkırtıcılar var. Bunu nereden mi biliyoruz? Çünkü bu adamlar yakalanıyor. Mesela Rize’de şapkayı bahane ederek Rize halkını kışkırtarak isyan çıkaranlar yakalandığında onları kimse tanımıyor orada. Onların çoğunun, mahalle imamlarını filan ayaklandıranların başka yerlerden gelen insanlar olduğu ortaya çıkıyor. Hepsinin belgeleri var. Bu kışkırtıcılık olayları artınca İstiklal Mahkemeleri harekete geçiyor. Biliyorsunuz İstiklal Mahkemeleri gezicidir. Bu mahkemeler Maraş’a, Rize’ye isyan çıkarılan yerlere gidiyor ve olay yerinde durumu inceliyor.
Örneğin, Giresun İstiklal Mahkemesi Giresun’daki yargılamaları sırasında kışkırtıcıların elinde İskilipli Atıf’ın Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitabının olduğunu görüyor. Bu kitabı kullanarak halkı isyana teşvik etmiş kışkırtıcılar. Rize de keza öyle. Bunun üzerine Giresun İstiklal Mahkemesi diyor ki bu kitabı yazan kişiyi çağırın bir bakalım.
İskilipli Atıf’ı getiriyorlar ve “Bu kitabın isyancıların elinde ne işi var?” diye soruyorlar. İskilipli Atıf, “Benim haberim yok benim kitabımı almışlar, kullanmışlar. Ben bunu şapka devriminden önce yazmıştım” diyor ve beraat ediyor. Necip Fazıl bile bunu itiraf ediyor kitabında. Bu konuda beraat ettiğine dair belgeler var.
Giresun İstiklal Mahkemesi heyetiyle birlikte gemiyle İstanbul’a dönüyor. Karısına yazdığı mektupta da anlatıyor bu durumu, “beni çağırdılar, sordular anlattım ve beraat ettim” diyor.
Ve sonra İstiklal Mahkemesi bir karar alıyor ve İskilipli Atıf’a “Artık bu kitabı basmayacaksın ve bir daha dağıtmayacaksın” diyor. Kitabın dağıtımını durduruyor.
Çünkü Şeyh Sait isyanının çıktığı dönemler, şapka dolayısıyla halkın kışkırtıldığı dönemler. Fakat isyan çıkan yerlere bakıldığına bu kitabın oralara el altından dağıtıldığı görülüyor. Bunun üzerine bu sefer de Ankara İstiklal Mahkemesi İskilipli Atıf’ı yargılıyor. Ankara İstiklal Mahkemesi yargılamasında Mahkeme Başkanıyla İskilipli Atıf’ın konuşmalarında tüm gerçek ortaya çıkıyor. Bütün belgeleri toplayan mahkeme soruyor:
“Rize’de isyan çıkaranların elinde bu kitap varmış, biz bu kitabı yasaklamıştık niye gönderdin? Malatya’da Demirci Mehmet ustaya bu kitapları niye gönderdin? Bunlar yasaktı, adamlar isyanları körüklemişler.”
Mahkemelerin elindeki deliller çok net ve açık, tarihleri ile makbuzlarıyla belgeli. Bunun üzerine kitapçılar çağrılıyor, bu kitapları basanlar çağrılıyor. İlk davada Giresun’da beraat eden İskilipli Atıf, kendisine yasak konulmasına rağmen kitapların dağıtımını sürdürdüğü için ikinci bir kez Ankara’da yargılanıyor. Bu kez eski defterler de açılıyor. Cumhuriyeti kuranlar, Şeyh Sait isyanından sonra artık daha dikkatliler. Çünkü o ayaklanma dini kullanarak Cumhuriyeti yıkmak isteyenlerin olduğunu çok net olarak göstermiştir. Ve arkasında emperyalizm desteği var. İngiltere var, başkaları var.
Bu nedenle TBMM’de 25 Şubat 1925’te kabul edilen “Dini ve Dinin Kutsal kavramlarını Siyasete Alet Edenler Hakkında Kanun”a göre dini kullanıp halkı kışkırtanların “vatan haini” sayılacakları belirtilmiştir. Onun için Cumhuriyet eski defterleri yeniden açmıştır. Kurtuluş Savaşı yıllarında ihaneti görülmüş fakat sonradan affedilmiş kişilerle ilgili defterler Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra yeniden açılmıştır. Ve bu defterler açılınca İskilipli Atıf’ın sicili ortaya çıkmıştır. Mustafa Sabri’yle birlikte Kurtuluş Savaşı yıllarında yediği naneler ortaya çıkmıştır. Ankara İstiklal Mahkemesi tutanaklarını okuduğunuzda Mahkeme’de İskilipli Atıf’a iki suçlamada bulunulduğu görülmektedir:
1- Sen bu kitapları dağıtarak halkı isyana teşvik ettin, kışkırtıcılık yaptın,
2- Kurtuluş savaşı yıllarında da ihanet bildirileri hazırlayıp halkı Mustafa Kemal’i öldürmeye teşvik edenlerin başında yer aldın.
Bunun tüm belgelerini ortaya koyuyor mahkeme.
Sonuçta Ankara İstiklal Mahkemesi İskilipli Atıf’ı Türk Ceza Kanunu’nun 55. Maddesi’nin “TC’nin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun tamamen veya kısmen tağyir… veya ifayı vazifeden menine cebren teşebbüs edenler idam olunur, diyen muharrer fırkası mucibince” vatana ihanet suçundan idam etmiştir.
Ayrıca aynı mahkeme İskilipli Atıf’la birlikte yargılanan Babaeski Müftüsü Ali Rıza’ya da idam cezası vermiştir. Çünkü Mahkeme, Müftü Ali Rıza’nın da Yunan işgaline karşı direnilmemesi için çalışmalar yaptığını kesin olarak belgelemiştir.
Bu iki idam dışında Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan diğer hocalar ya beraat etmiş ya da hafif cezalar almıştır. Ömer Rıza (Doğrul), Tahirül Mevlevi, Elmalılı Hamdi (Yazır), Ahmet Hamdi (Akseki) gibi hocalar da yargılanmış ama suçsuz oldukları için beraat etmişlerdir. Eğer bizim Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının iddia ettiği gibi İstiklal Mahkemeleri’nin niyeti gerçekten de bir şekilde din adamlarını asmak olsaydı, bu din adamları beraat edebilir miydi?
“TARİH BELGEYLE YAZILIR”
Bugün mazlum yaratmak isteyenler ne yapıyorlar? “Mahkemenin elinde hiçbir belge yoktu! Mahkeme şapka karşıtı kitap yazdığı için İskilipli Atıf Hoca’yı astı!” diyorlar. Bu iddia tamamen gerçek dışıdır.
İskilipli Atıf, kitap yazmaktan, Şapka Devrimi’ne karşı olmaktan veya şapka takmamaktan değil, hem Kurtuluş Savaşı yıllarında, hem de Cumhuriyet döneminde dini kullanıp kışkırtıcılık yapmaktan, halkı isyana teşvik etmekten o zamanki yasalara uygun olarak “vatana ihanet” suçundan idam edilmiştir.
Bu yazı İSKİLİPLİ ATIF HOCA ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.
]]>