devrimler – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com Bir Mustafa Kemal Atatürk sitesi Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 tr-TR hourly 1 https://wordpress.org/?v=4.9.11 http://ataturkicimizde.com/wp-content/uploads/2018/09/cropped-512512-1-32x32.png devrimler – Ataturkicimizde.com http://ataturkicimizde.com 32 32 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR http://ataturkicimizde.com/29-ekim-gelecegimizdir/ http://ataturkicimizde.com/29-ekim-gelecegimizdir/#respond Mon, 28 Oct 2019 13:35:20 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8174 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR 29 Ekim var olmanın adıdır. Bedenen var olsa da, kula kul edilmiş halkın, yabancıların aşağıladığı bir yaban veya barbar görülen Ulusun görünür...

Bu yazı 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
29 EKİM GELECEĞİMİZDİR

29 Ekim var olmanın adıdır.

Bedenen var olsa da, kula kul edilmiş halkın, yabancıların aşağıladığı bir yaban veya barbar görülen Ulusun görünür olduğu tarihtir 29 Ekim.

Dağlarda, kalelerde, kulelerde dalgalanan şanlı bayrağın, yeniden saygıyı hak ediş günüdür 29 Ekim.

Kısık, korkak, ertelenmiş, baskılanmış, yasaklanmış ezanın gür ve hür çıkmasıdır yeniden 29 Ekim.

29 Ekim, işgal altında inleyen, zulüm ve gözyaşını kader bilmiş bir vatanın, yeniden şahlanışı, namerde dur deyişidir.

Ordusu lağvedilmiş, silahları elinden alınmış, çetelere, eşkıyaya teslim edilmiş, tersaneleri kapatılmış bir Ulusun, esarete dur deyişidir 29 Ekim.

Ya İstiklal ya ölüm diye haykıran neferlerin, şehadete koşan Mehmetçiğin, ilk hedefiniz Akdeniz’dir diyen komutanların inancıdır 29 Ekim.

Vatan ve Allah sevgisinden kaynaklanan inancın ve imanın adıdır 29 Ekim.
29 Ekim, bacıların, anaların, evlatlarıyla, beyleriyle cepheye koşuşlarının tarihidir.

***

Yemeksiz, doktorsuz, topraksız, çulsuz, parasız kalan ülkenin, umududur, hayalidir Cumhuriyet.

Gelecektir, fazilettir, erdemdir namuslu ve saygıdeğer, çağdaş yarınlar için.

Çocuklarımıza bırakacağımız mutlu yarınlar, soyadımızı taşımaya devam edecek torunlarımıza bırakacağımız güzel ve şerefli miraslardır.

Cumhuriyet, bayramdır, sevinçtir, insanca yaşam, hür ve asil olmak, eşdeğer saygı ve şerefe ortak olmaktır.

Cumhuriyet, elele, sırt sırta, bir ve beraber olmak, kalkındırmaktır ülkeyi bir baştan bir başa.

Meteliksizken, umutsuzken, yorgun ve bitkinken, ayağa kalkıp ileri yürümektir Cumhuriyet.

***

29 Ekim Cumhuriyet Bayramıdır.

Meclisin bayramı, Cumhuriyetin bayramı, Ulusun bayramı, gençlerin bayramı, mazlum tüm devletlerin bayramıdır.

29 Ekim, ışıktır, gelecek umududur aydınlığa muhtaç akıllara, karanlıklara mahkum edilmiş halklara, çağ dışı kalmış yorgun ve ezik uluslara, hürriyete inanmayan köhne kalplere.

29 Ekim, Cumhuriyetin de bayram edişidir, ilk defa bir millete bu denli çok yakışışıdır.

***

29 Ekim, Atatürk’tür.

Bu memleketin imzasıdır Mustafa Kemal, bu yurdun yeminidir hürriyet, bu vatanın asil kanıdır şehadet şerbetleri, bu sınırlar namusun kırmızı çizgileridir.

Edirne’den Ardahan’a uzanan, bir Anadolu türküsüdür Cumhuriyet.

Okullardaki siyah önlük, sabahları okunan andımız, söylenen milli marşımızdır gururla.

Tüten fabrika bacaları, ip gibi uzanan yollar, yükselen kulelerdir 29 Ekim.

***

Cumhuriyet, kadın hakkı, çocuk hakkı, adil mahkeme hakkıdır, kolayca ana dili okuyup yazma, iş bulma, çalışma ve çalıştırma hakkıdır.

Cumhuriyet, eşitlik, hürriyet ve adalettir.

Sosyal ve demokratik olmak, hürriyet ve istiklal ile nefes alıp vermek, sınıflara, tarikatlara, mezheplere, klanlara, aşiretlere, örflere, çetelere, coğrafyalara, etnik ve dini hiçbir kökene bölünmemek, Türk olmak, Türk gibi elele olabilmektir Cumhuriyet.

***

Türkçe’dir, Türklüktür, Türkiye’dir, Ne mutlu Türküm diyene! diyebilmektir Cumhuriyet.

29 Ekim, Türk’ün, Türklüğün, Türk gibi hür ve aydın yaşamanın teminatıdır.

Cumhuriyet alın teri, helal kan, adanmış hayatlardır vatana ve Allah’a.

Gelecek, Cumhuriyet’tir.

Cumhuriyet, gelecektir.

29 Ekim, insanca ve hür yaşamanın, zulme dur demenin, aklı egemen kılmanın, yobaza, haine, işbirlikçiye set çekmenin andıdır.

***

29 Ekim, egemenliğin kişiden alınıp halka verilmesi, meclisin halk adına karar ve iradesi, halkın kulluktan insanlığa terfisidir.

Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.

Sıcacık şefkat elidir Devletin.

Cumhuriyet, erdemdir, namustur, anddır, vasiyettir, mirastır, kutsal yeminin adıdır.

Ezelden beri hür yaşamış, devletsiz kalmamış Türk’ün en genç devletidir Cumhuriyet.

Yedi düveli dize getiren kahraman Mehmetçiğin, mermisini bebeğinden aziz bilen anaların, ayakkabısını atına nal diye giydiren şanlı neferlerin mirasıdır Cumhuriyet.

***

Cumhuriyet, Hakk’a tapan milletimin hakkıdır!

Bu yazı 29 EKİM GELECEĞİMİZDİR ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/29-ekim-gelecegimizdir/feed/ 0
Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi http://ataturkicimizde.com/ataturkun-gunes-dil-teorisi/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-gunes-dil-teorisi/#respond Thu, 23 May 2019 05:28:00 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8119 Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi bakınız; Atatürk’ün dil üzerine veciz sözleri Ulu Önder Atatürk’ün, askeri ve siyasi başarılarının çok ötesinde ölümsüzlüğünü sağlayan alanlar daha ziyade fikirsel...

Bu yazı Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi

bakınız; Atatürk’ün dil üzerine veciz sözleri

Ulu Önder Atatürk’ün, askeri ve siyasi başarılarının çok ötesinde ölümsüzlüğünü sağlayan alanlar daha ziyade fikirsel alanlardır ve O’nun Türk tarihi ile Türk diline ait araştırmaları sonuca ulaşamamış, durdurulmuş (!), engellenmiş olsa da halen potansiyel gerçekleri içermektedir.

Millet ve Türk olma bilincinin kaçınılmazı olan Kültürün bu iki temel taşına dair Atatürk’ün gösterdiği ışık ve verdiği destek sayesindedir ki zor savaş yıllarından çıkmış halk moral bulmuş, kültürel kimliğine adım atmış, esaretin her türlüsüne baş kaldırarak yerli ve milli olma yoluna girmiştir.

Türk Dil Kurumu’nun teşkiline de esas teşkil eden bu husus, dünya dillerinin Türkçe’den kaynaklandığı, en azından feyz aldığı teorisine dayanır ki, Türk Tarih tezinde de görüldüğü gibi medeniyetin en eski kavimlerinden olan Türkler varlıkları, coğrafyaları yanı sıra dilleriyle de cihana tesir etmiştir.

Atatürk’ün araştırılmasını istediği, bu maksatla kurumlar, dergiler tesis ettirip, kongreler düzenlediği bu konu araştırılmaya değerdir ve tarih tezinin kardeşidir. Öyle ki tarih ve dil tezleri birbirinden ayrı olarak değerlendirilemez.

Maalesef tarih tezi gibi dil tezi de tozlu raflara kaldırılmış, başka manalara çekilmiş ve özellikle 1929 ekonomik krizi nedeniyle de bir hayli yara almıştır. Acı olan ise bazı kesimlerce ve hatta Türk Dil Kurumu’nca bu gayretlerin safsata veya boş olarak kıymetlendirilmesidir. Bu maksatlı gayret ve engellemenin millete ihanet olduğu ise açıktır çünkü adı üstünde bu bir tez veya teoridir ve incelenmelidir. En azından aziz Atatürk’ün hatıra ve saygısı adına ihtimal dahilinde bile olsa bu yapılmalıdır ki yapılmamıştır. Bağımsız ve medeni bir Türkiye için tüm engellemelere rağmen, ırkçılık, komünistlik veya başkaca taraflara çekilmeden, konu her daim canlı tutulmak ve incelenmek mecburiyetindedir ki Türk’ün tarihi, dili ve medeniyeti ile bir bütündür.

Güneş Dil Teorisi kuramı

Güneş-Dil Teorisi Türkçenin tüm dillerin atası olarak kabul edildiği bir teoriydi. Bu teoriye göre tüm diller Türkçe’den türemişti. Teoriye Atatürk Avusturyalı dilci Kvergic’in kendisine yolladığı Moğol, Macar, Mançu-Tunguz, Japon ve Hitit dilleri arasında akrabalık tespiti amaçlayan bir broşürden yola çıkılarak bu görüşe destek vermiştir ve araştırılması talimatı vermiştir. Akdeniz ve Avrupa coğrafyalarına hakim olan dillerin kaynaklarının Orta Asya’dan geldiği görüşü yine bu teorinin içindedir.

İnsanın dış dünya ile her zaman iç içe olduğunu ve bu doğrultuda insanın öncelikle kendini ısıtan ve aydınlatan varlık olan güneş ile aralarında etkileşim gerçekleştirdiği ilk düşünmenin kendini ısıtan ve aydınlatan güneşin ne olduğu sorusunu kendine soran insanoğlunun bu yolla ilk sözcük olarak da güneş sözcüğünü oluşturduğu varsayımına dayanan bir teoridir. Üzerine çokça gidilmiş bir teoridir. Ancak uluslararası camiada çok fazla destek görmediği için vazgeçilmiştir.

Güneş dil teorisi, Osmanlı döneminde farsça ve arapça’nın gerisinde kalmış, ikinci plana itilmiş olan Türkçe’ye, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra eski itibarını kazandırmak amacı ile Atatürk’ün tarih tezi doğrultusunda geliştirilmiş teoridir. Bu teoriye göre türkçe, dünya tarihindeki ilk ve en kapsamlı lisanlardan biridir. Bu teoriye esin kaynağı; Sırp asıllı Avusturya’lı dilbilimci Dr. Phil. Hermann Kvergic’in “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” isimli 41 sayfalık basılmamış Fransızca eseridir. Kvergic bu eserinin bir nüshası Atatürk’e gönderilmiş, gazi’de yaptığı inceleme sonucu türk dilinin diğer dillerle benzerliği ve etkileşimi hakkında çalışmalar başlatmış, hatta Türk dil kurumu‘nu kurdurmuştur.

Güneş Dil Teorisinin temelini, bütün dillerin Türkçeden geldiği tezi teşkil eder. Bu dilbilim kuramı, 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenmiş ve bizzat geliştirilmiş, ancak dilbilimciler tarafından zamanında kabul görmemiş ve kısa sürede kenara konmuştur. Yine Atatürk’ün 1938 yılında vefatının ardından İbrahim Necmi Dilmen Ankara Üniversitesindeki Güneş-Dil Teorisi ile ilgili derslerine son vermiş, öğrencileri bunun sebebini sorduklarında ‘Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi’ diye cevap vermiştir.

Atatürk Güneş Dil Teorisi’ni, Türk Tarih Tezi’ni güçlendirmek için ileri sürmüştü. Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi’ne göre “doğal nedenlerle Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanma göç eden Türklerin gittikleri yerlere dillerini de götürdükleri” mantıksal çıkarımına dayanıyordu.

Güneş Dil Teorisi’ni kanıtlamak için, daha önce de ifade edildiği gibi, özellikle “kökeni belli olmayan kelimeler” Türk dilbilgisi kurallarına göre yeniden anlamlandırılıyordu.

Atatürk, Güneş Dil Teorisi’yle, Batı’nın küçümsediği, aşağıladığı Türk ulusunun dilinin, tüm dünya dillerini beslediğini kanıtlamak istiyordu. Böylece Batı’nın Hint-Avrupa Dil Teorisi’ni çürütmek istiyordu. Batı, sahiplenmek istediği ileri eski çağ uygarlıklarına, kendi dil grubu olan “Hint-Avrupalı” damgasını basıyor, böylece tarihsel iddialarını “dile” güçlendirmeye çalışıyordu.

Fakat Batı’nın Hint-Avrupa Dil Teorisi konusunda çok büyük bir sorunu vardı: Batı tüm çabasına karşın bir türlü Hint-Avrupa Dil Grubu’nun bulamamıştı.       Atatürk, Batı’nın bu sorununu çözmek istiyordu (!) İleri sürdüğü Güneş Dil Teorisi’ne göre Hint- Avrupa Dil Grubu’nun kökeninde Türkçe vardı. Eğer bu iddia kanıtlanabilirse “Batı merkezli dil tezinin” yerle bir olması işten bile değildi.

En önemlisi: “Bence Güneş Dil Teorisi tutmuştur. Hint-Avrupa dilerine de uygulanabilir.” diyen Atatürk, bu teoriye gerçekten inanıyordu. Atatürk: “Bence Güneş Dil Teorisi tutmuştur” derken yıl 1937’dir. Yani, Toktamış Ateş ve onun gibilerin sürekli tekrarladıkları: “Atatürk Türk Tarih Tezi’ne ve Güneş Dil Teorisi’ne gerçekten inanmıştı. Sonradan bu tezlerden vazgeçmişti” biçimindeki değerlendirmelerinin aksine Atatürk, ömrünün sonlarında bu tezden vaz geçmiş değildi; bu teze yürekten inanmaktaydı. Hatta öyle ki kendisine yıllar önce matematik öğretmeni tarafından verilen Arapça “Kemal” adının Türkçe “Kamal”   şeklinde yazılıp söylenmesine izin verecek kadar çok inanmaktaydı.

Güneş-Dil Teorisinin meydana gelişinde Dr. Kvergié’in oynadığı rol

Güneş-Dil Teorisinin ortaya konmasında rol oynayan önemli eserlerden biri, şüphesiz Viyana Üniversitesinde Doğu Filolojisi doktorası yapmış olan Hermann F. Kvergié’in (doğ. 1895), 1935 yılı ocak ayında Viyana’da hazırlayıp Atatürk’e göndermiş olduğu “Türk Dillerindeki Bazı Öğelerin Psikolojisi” (La Psychologie de quelques éléments des langues turques) adlı yazısıdır. Atatürk, 1935 yılının Şubat-Ağustos aylarında bu yazı ile yakından ilgilenmiş ve onu incelemiştir. Hatta Jesuit papazı Sümerolog Hilaire de Barenton’la birlikte Dr. Kvergié’i de 1936 Türk Dil Kurultayına çağırmış, onlara birer tez okutmuş, ayrıca Dr. Kvergié’in bir süre Ankara’da kalmasını sağlamıştır. Dilcilik alanında Viyana okulu, Friedrich Müller’den beri (1876), geniş davranan, klasik disiplinin dışına çıkan ve dilciliğe antropoloji ve sosyoloji öğeleri de katan bir okul olarak tanınmıştır. Bu gelenek o zamandan beri değişmemiş, Dr. Kvergié de Prof. W. Czermak’ın öğrencisi olarak bu geleneğe göre yetişmiş, dilbilime Sigmund Freud’un psikanalizini de katmış ve dil çözümlemesi için yeni bir yöntem bulduğunu sanmıştır.

Dr. Kvergié’in 41 daktilo sayfası tutan yazısı 55 bölüme ayrılmıştır. Eserin hiçbir yerinde güneşten söz edilmemişse de Güneş-Dil Teorisinin bazı temel kavramlarına burada rastlanabilir. Zaten bu teorisinin esaslarını anlatan Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili (Ankara, 1935) adlı eserde (s.7), Dr. Kvergié’in yazısı hakkında şöyle denmektedir:

“Bu sırada Dr. Phil. Orient. H. F. Kvergié’in Psychologie de quelques éléments des langues turques adlı basılmamış kıymetli eserini okuduk. Türk dilindeki süfikslerin gösterici manalarını bulmak için Dr. Kvergié’in bu nazariyesini Türk Dil Kurumunun ekler hakkındaki geniş ve çok misalli çalışmaları sayesinde anlayabildik ve istifade ettik.”

Dr. Kvergié’in bu eseri basılmadı. Kendisi bunun bir suretini bana vermiş olduğu için, bunu birkaç satırla özetlemek ve Atatürk’ün “istifade ettik” dediği bazı noktaları burada kısaca anlatmak istiyorum.

Güneş-Dil Teorisi (s.8-11), ilk insanın iç benliğini (ego) ve dış dünyayı birbirinden kesin olarak ayrı gösteriyor. Buna göre, ilk insan “harici dünyadan gelen levhalar” ve “harici dünyayı temsil eden gösterici işaretlerle” karşı karşıya bulunmuştur. Yine teoriye göre, “insan benliğini, kendini saran harici âlemdeki objeleri tespit fikrine eriştiği zaman anlaşılmıştır.” Dr. Kvergié’in eserinde de aynı konu hakkında şu düşünceler geçiyor (s.2 -4): “Beşeri bir dili konuşmak, bize, dışımızda bulunduğunu sandığımız ruhi hayatla asıl iç benliğimizde geçen olaylar arasında bir alışveriş gibi gelir. Dış dünyayı görür ve onu fizik gücümüz veya düşünce ve psişik dilimizle hâkim oluruz… Manevi hayatımızın, harici dünyadan gelen levhalar veya iç benliğimizde geçen ruhi cereyanlar şeklinde beliren en ince teferruatını ancak dil vasıtasıyla tespit edebiliriz.”

 Güneş- Dil Teorisi, Dr. Kvergié’in bu son düşüncesini şu kelimelerle anlatmıştır:

“Fikri hayatın en ince teferruatı, harici dünyadan gelen levhalar veya içimizde doğan ruhi cereyanlar şeklinde tezahür eder. İnsan bunları dil vasıtasıyla tespit etmeye muvaffak olur.” Dil felsefesi alanında, Güneş- Dil Teorisi ile Dr. Kvergié’in görüşleri daha başka noktalarda da birleşiyor. Bunlardan biri, teorinin şu paragrafındadır (s.8): “Dilin fonksiyonu, açlığı bildirmek, kuvveti göstermek, zevk hislerini ifade etmek ve bütün fena hislerden ve hayat tehlikesinden nefsi vikaye etmektir.”

Dr. Kvergié aynı fikri şöyle anlatmıştır (s.4): “Dilin ödevi açlığı bildirmek, güç gösterme, zevk hislerine sahip olma, hoşa gitmeyen hislerden ve hayat tehlikesinden kaçınma isteklerini belirtmektir.” Yine, başka bir ilke olarak teori şöyle diyor (s.11): “İlk insanlar, aralarında türlü jestler yaparak anlaşmak devrinden, gayet basit ve mahdut birkaç manalı söze jestlerini katarak anlaşma devrine geçmiş oluyorlar. Dillerin bugünkü tekâmülünde bile insanlar, tam fikir ve maksatlarını anlatabilmek için sözlerine jestler katmaktadırlar.”

Dr. Kvergié’e göre de insanın ilk dili, gösterme esasına dayanan işaret dili olmuş, “lafzi dil”ler de bu “gösterme esası”nı devam ettirmişler; yalnız, “el işareti” yerine “sözlü işaret” kullanmışlardır. Buna göre, ilk insan gibi, gelişmiş insan da konuşurken kendisini merkez (ego) olarak kabul etmiş, dış dünyayı kendisinden belli şekillerde ve belli ölçülerde uzaklaşan ışınlar, alanlar şeklinde kavramıştır.

Bu esası Türkçeye uygulayan Dr. Kvergié, eklerimizi, konuşanın dış dünyasını meydana getiren ve bunun ince bölüntülerini gösteren alanlar, mesafeler şeklinde göstermeye çalışmıştır. Böyle olunca, tabii olarak her ses (harf) bir yön, mesafe, hareket alanı, dolayısıyla da kavram ve anlam değeri kazanıyor, gösterme, çevre, iyelik hareket, soru, olumsuzluk vb. gibi. Bu ses öğeleri birbirleriyle birleştiği zaman özel anlamlar çıkabilir, bunlar bazen birbirine karşıt durumda da olabilir. Mesela, Dr. Kvergié’e göre m, özü, benliği gösteren bir sestir, men (ben), el-i-im, ben-i-im sözlerinde olduğu gibi, n sesi ise, özün yakınını, “muhatab”ı gösterir, se-n, göz-ü-n gibi. z’nin alanı daha geniştir, bi-z, si-z; s bunun bir değişiğidir, geliyor-s-u-n-u-z örneğinde olduğu gibi.

Güneş-Dil Teorisini açıklayan kitabın başında renkli iki levha vardır. Bunlardan birincisinde, 6 özektaş daire gösterilmiş ve ortadaki daire içni “İlk insanın bulunduğu mıntıka; buradan kendisini saran harici âlemdeki objeleri temaşa ve tetkik ediyor”, öbür daireler içinde “harici âlemi teşkil eden objeler” denmiştir. İkinci levha ise, “İnsan harici âlemdeki objelerin farklarını ve her birinin bulunduğu sahayı, bu sahaların birbirleriyle ve kendi ile olan münasebetlerini gösterebilecek gayreti neticesinde türlü vokalleri ve konsonları icat ediyor” şeklinde açıklanmıştır. Yine teoriyi açıklayan kitap, “Eklerin Rolleri” bölümünde, “objeler veya düşünceler, süjeye nazaran, yakın, uzak başka başka sahalarda bulunabilirler” dedikten sonra, bu sahaları birbirinden şöyle ayırıyor (s.33-35): m, en yakın sahayı, mülkiyeti ve belirme sahasını gösterir, p-b, v-f, ğ-y de bu sahadadır; n, kendine bitişik olan mahdut sahayı gösterir, z, oldukça geniş bir sahadır, s ile ş de bu sahanın içindedir; ç, c, j, esas olarak z sahasında ş, s gibidir, fakat süje ve objeyi gösteren konsonlar yerine de geçebilir; L, en uzak mıntıkalara kadar, her sahadaki objeleri ve hareketleri uzağı, büyüğü, belli olmayanı, enginliği, genişliği gösterir; t/d, çok kuvvetli yapıcı ve yaptırıcı, hâkim bir unsurdur; k, her türlü obje ve düşünceyi tamamlar, manayı tayin eder; r, yakın, belirli bir sahayı ve o sahadaki hareketi gösterir, istenilen şeyin olduğunu ifade eder. Vokallerden a, e, ı, i yakın hatlara, o, ö, u, ü ise uzak hatlara işaret eder.

Bunlar teorinin kullandığı kelimelerle anlatılan sözlerdir. Dr. Kvergié, ben, sen, şu, ol zamirlerine ve işaret edatlarına dayanarak, “b, yakını, s/ş uzağı, L (§ 21) daha uzağı gösterir” dedikten sonra, r, s, d/t’nin “saha ve uzaklık derecesi”ni belirtmeye yaradığını, L’nin geneli, uzağı, genişi, katmerliyi ve sınırsızı” gösterdiğini, t’nin “yapıcı ve yaptırıcı (§ 44) olduğunu, r’nin (§ 50) “bitmişi, erişilmişi, tamamlanmışı, istenilen şeyin yapılmış olduğunu” anlattığını, k’nin “bağ kurma ve belirtme” öğesi olduğunu, vokallerden (§ 28, 29), a, e, i’nin “yakın olana”, o, u, ö, ü’nün de “uzakta bulunana” işaret ettiğini birer birer açıklamıştır.

Bilindiği gibi, dillerin doğuşu konusunda dilbilimciler arasında birbirinden farklı görüş ve açıklama eğilimleri yer almıştır. Bazı dilbilimciler, ilk insanın konuşmasını çeşitli tabiat olayları ile ilgili sesleri taklit etme eğilimine bağlarken bazıları da bu konuda sosyoloji ve antropoloji yöntemine başvurmuşlardır.

Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kıvergitsch, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşleri ile birleştirerek dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmak istemiştir. Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi adlı incelemesinde ileri sürdüğü teorinin özü, Türkçenin eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün bazı ses değişme ve gelişmelerine bağlanmasıdır. Bu temel görüşten yararlanarak Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili adlı kitapçığı hazırlamış olan Atatürk, teoriden iki şekilde yararlanmak istemiştir:

1. Türk milletine; eski, köklü tarihi ile olduğu kadar, eski ve köklü dili ile de gurur duyabileceğinin aşılanması,

2. 1932-1936 yılları arasındaki özleştirme çalışmalarında temel alınan tasfiyeciliğin frenlenmesi.

Atatürk, bu çalışmayı incelemiş ve çok beğenmiştir. Bunun üzerine çalışmayı, incelenmesi üzerine dil heyetine göndermiştir. Fakat dil heyetindeki kişiler, çalışmanın incelemeye değer bir içerik sunmadığını ve temelsiz olduğunu söylemişlerdir. Atatürk’ün ısrarı üzerine, Abdülkadir İnan, Naim Nazım ve Hasan Reşit gibi bilim adamları, bu çalışmadan hareketle “Güneş Dil Teorisini” oluşturmuşlardır. Atatürk, bu çalışmayı desteklemiş ve 3. Dil Kurultayı’na davet edilen yabancı dil bilimcilere de sunulmasını sağlamıştır.

Atatürk’ün görüş ve amaçları

Atatürk‘ün bu çalışmayı desteklemesinin bazı nedenleri bulunmaktadır. Bu dönemde dilimiz yabancı dillerin etkisinden kurtarılmak istenirken, daha kötü bir çıkmaza sokulmuştur. Bunun için dilin önündeki engeli kaldırarak, daha düzenli ve bilinçli Türkçeleştirme yapılabilmesi için bu teori bir çıkış yolu olarak görülmüştür. Ayrıca o dönemde halk, yüzünü Batı’ya dönmüş durumdadır. Uygarlığın ve gelişmişliğin ölçüsü olarak, Batı’yı kabul etmeye başlayan toplumu, öz değerlerimiz içinde yüceltebileceğimiz yönünde düşündürmek için, önce batılı bilim adamlarının Türk Dili üzerindeki yanlış düşüncelerini yıkmak gerektiği düşünülmüştür. Böylece halkı daha “milliyetçi” bir duruşa çekebilmek için, bu teori desteklenmiştir.

Güneş Dil Teorisi, temel olarak dünyadaki bütün dillerin “güneş” sözcüğünden başlayarak oluştuğunu kabul eder. Bu teoriye göre, bütün dünya toplumları için güneş çok önemlidir. Çünkü güneş, “ısıtma, ışıtma ve yükselme” özellikleriyle, bütün toplumların nazarında değerli ve yüce görülmüştür. Isıtma özelliği, ateş, duygu, heyecan ve sevgi; ışıtma özelliği, aydınlık, zeka, parlaklık ve güzellik; yükselme özelliği ise, esas, sahip, efendi, çokluk ve güç olarak kabul edilmiştir. Isısının insanların yaşamlarını devam ettirmesini sağlaması, ışığının yol gösterici olması, insanların yiyeceklerini güneş sayesinde bulmaları nedeniyle, insanların güneşe bu kadar önem vermeleri, onu bir şekilde ifade etme isteğini doğurmuştur. Bunu da en kolay ifade edilebilen “A” sesiyle dillendirmiştir. İlk bilinçli ses olan “A” sesinin yanında, sanki bir “Ğ” sesi de varmış gibi görünmektedir. Ömer Asım Aksoy’a göre yalnızca bu bile, fonetik olarak bu sözcüğün Türkçe kökenli olduğunu göstermeye yeterlidir; çünkü “Ğ” sesi, yalnızca Türkler‘de bulunmaktadır.

“A” sesinden sonra gelen “Ğ” sesinin yerine, “Y, G, K, H, U, B, M, P, T” sesleri de kullanılabilmektedir. Bunları 8 sesli harfle birleştirdiğimizde 72 tane kök oluşturulur. Bunlara da “birinci dereceden prensibal kökler” denir. Belirtilen harflerin dışındaki sessiz harflerle 8 ünlünün birleştirilmesinden ise 88 kök oluşur. Bunlara da “ikinci dereceden prensibal kökler” denir. böylece Türkçenin 168 tane ana kökü meydana getirilmiş olmaktadır. Bu ana köklerden hareketle, güneş sözcüğünün Türkçe kökenli olduğu kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Arapçadaki “şems” sözcüğünün de “güneş” sözcüğündeki seslerin yer değiştirmesiyle oluştuğu kabul edilmektedir. Ayrıca bazı adların da Türkçe kökenli olduğu, “Amazon” sözcüğünün “amma uzun” ifadesinden oluştuğu veya “Niyagara” adının “ne yaygara” ifadesinden oluştuğu gibi örnekler verilerek kanıtlanmaya çalışılmıştır.

Bu teori, dünyanın en eski dilinin Türkçe olduğunu ortaya koyma çabası içerisindedir. Yapılan çalışmalar sonucunda, Türkçenin insanoğlunun konuşmaya başladığı en eski dil olduğu ve son derece düzenli olduğu için bütün dillerin anası konumunda olduğu kabul edilmiştir. Zaten bugün yapılan araştırmalar da, Türkçenin en eski yazılı kaynaklara sahip dil olduğunu ortaya koymuştur. Güneş Dil Teorisi çalışmaları çok sağlam kaynaklara dayanılarak oluşturulmamış olabilir; fakat Türkçeleştirme çalışmalarının daha sistemli ve bilinçli olarak yapılmasında büyük rol oynamıştır.

Atatürk 1936 yılında dil konusunda yaptığı bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde ısrarla çalışmalıyız. Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim: ‘ketebe’, ‘yektübü’ Arabındır; ‘kâtip’, ‘mektup’ Türkündür” diyordu. O, bu sözleriyle, elbette tarihî görevini tamamlamış olan Osmanlı Türkçesine dönüşü kastetmemiştir. Çok açık olarak halkın diline girip benimsenmiş olan sözlerin değil, daha üzerinden yabancı damgasını atamamış olan sözlerin üzerinde durulması gereğine işaret ederek gidilecek doğru yolu belirlemiştir.

Atatürk, Türk dili hakkındaki olumlu görüşlerine daha çok antropoloji yoluyla varmıştır. Bu konu hakkında, Jacques de Morgan’ın “Tarih-Öncesinde İnsanlık” (L’Humanité préhistorique, 1921) adlı eserini okumuş, İsviçreli Antropolog Eugène Pittard’la Türkiye’de birkaç kez görüşmüş, onun “Irklar ve Tarih” (Les races et I’historie, 1924) adlı eserini ve genel olarak bu profesörün görüşlerini beğenmişti. Atatürk’ün, Türklerin tarih başlangıcı hakkındaki görüşü şöyle özetlenebilir:

Tarih öncesi çağında yeryüzünde birçok ırklar yaşamakta idiler. Bunlar arasında Türklerle doğrudan doğruya bir ilgisi olmayanlar da vardı. Bunlar kendilerine göre birer uygarlığa sahiptirler. Türlü yerlerde yapılan kazılar, bize bu ırk ve uygarlık tabakalarını tanıtmıştır. Çok kere uygarlıkla ırk arasında sıkı bir bağ bulunuyor, ırkı da bıraktığı iskeletlerden ve özellikle kafataslarından tanıyabiliyoruz. Mesela Akdeniz çevresinde yapılan bir kazı, alt tabakada uzunkafalı bir ırkın bulunduğunu, bunun da ancak “çamur ve balçık uygarlığı” içinde yaşanış olduğunu gösteriyor. Üst tabakaya çıkıldığında, maden uygarlığının izlerine raslanıyor; aynı tabakadaki kafatasları incelendiği zaman da bunların yuvarlak kafalı olduğu ortaya çıkıyor.

Demek oluyor ki, üstün uygarlığı, yuvarlak kafalı bir ırk getirmiştir. Yuvarlak kafalı, yani dağlı Alpin ırkın anayurdu da Orta Asya olduğu için, üstün nitelikte olan maden uygarlığının, Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dan Akdeniz’e ve başka yerlere dağılmış olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu tarih görüşüne ekli olan dil görüşüne göre de Orta Asyalı ırkın türlü kolları Cilalıtaş çağında anayurttan dağıldıklarında, üstün uygarlıkta kullanılan eşya ve kavram adlarını da birlikte götürmüşler, bunlar o yerlerde konuşulan dillere alıntı olarak girmiştir. Bu konularda Atatürk’ün görüşü kısaca bu olmuştur. O, “Bütün ırklar Türk ırkından, bütün diller de Türkçeden çıkmıştır” diye bir yargıda bulunmamıştır.

Atatürk, eski Türk kültür kelimelerinden birinin yal- kökü olduğuna inanıyordu. Bu kanışını 1936 Türk Dil Kurultayına gelen yabancı dilcilere kurultaydan önce Dolmabahçe Sarayında verdiği bir çay toplantısı sırasında açıkladı ve savundu. Yal-yıl- (mesela, Uygur Türkçesinde yaltırık=ışık, Karahanlı Türkçesinde yalduruk=parlak, ayrıca yaldız, yıldız, yıldırım vb.) Türkçede ışığı, parlaklığı anlatan bir köktü; Macarcada vil- “ışık” demekti; Hint-Avrupa dillerinde de, électriquen’in kökü olan ulek (Sanskritçe ulka=parlak cisim, Yunanca êlêktôr parlak cisim, güneş, êlektron=altın ve gümüş karışımı, altın parlaklığı, kehlibar) “parlaklık” anlamını veriyordu; Hint-Avrupa ailesinde bu kökten ancak, dört beş kelime türemişti, oysa ki Türkçede yal-/yıl- kökünden olma yüze yakın kelime vardı.

Atatürk aynı yaltırık kelimesini kurultayda okuttuğu tezde de (Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936. Tezler, Müzakere Zabıtları, İstanbul 1937, s.219-220) ele almış ve teoriye göre açıklamasını yapmıştır. “Güneş-Dil Teorisi’nin Analiz Metodu Tatbikatı” başlığını taşıyan bu tez tamamıyla Atatürk tarafından yazılmış, 27 Ağustos 1936 perşembe günü kurultayda, ad verilmeden, İsmail Müştak Mayakon tarafından okunmuştur.

1937 Eylülünde İkinci Tarih Kurultayı bu hava içinde toplandı. Birçok yabancı bilginlerin de katıldığı bu kurultayda okunan tezlerden pek çoğu tarih tezimizi ele almış veya onun çevresinde dolaşmıştır. Kurultaya katılan İsveçli Arkeolog T.J. Arne, yurduna döndükten sonra, 25 Ekim 1937 de, “Sveske Dagbladet” gazetesinde, “Atatürk’ün Dil ve Tarih Teorisi” başlıklı bir yazı yayımlayarak, Atatürk’ün görüşlerini çürütmeye çalıştı. Bu yazı Türkçeye çevrilerek Atatürk’e sunuldu, ertesi akşam Çankaya’ya çağrıldık.

Atatürk yazıyı okumuştu; biz de öyle. Biraz görüşüldükten sonra, “Yani demek istiyor ki”, dedi Atatürk, “Orta Asya’nın altı bomboştur.” Yumruğunu masaya indirdikten sonra şöyle devam etti: “Fakat emin olunuz ki, arkadaşlar, günün birinde, bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar (yani Avrupalılar) verecektir.”

İsveçli profesörün yazısında Atatürk’ün hoşuna giden şu cümle de vardı: “Türkmen bozkırlarında Milattan Önce 1500 yıllarına doğru, uygarlığın aşırı derecede gerilediği tespit edilebilmiştir; sebebi bilinmeyen bu gerileme, yukarıda anılan Türk göçünden sonra meydana gelmiştir.” Bu cümleyi okuduktan sonra Atatürk şöyle dedi: “İşte ilk itiraf burada. Bu bozkırlarda uygar Türkler oturuyordu. Onlar göçe çıkınca, uygarlık tabii geriler.”

Ertesi yıl Atatürk’ü kaybettik, az sonra savaş başladı, yabancı dergilerin çoğu piyasadan çekildi. Fakat 23 Aralık 1940’ta elime geçen bir antropoloji dergisinde şu haberi okudum: 1939 yılının Temmuz ayında, genç Rus arkeologlarından Dr. Aleksey P. Okladnikov ve eşi, Orta Asya’nın tam göbeğinde, Taşkent yakınında bulunan Teşik-Taş adlı mağaradan, Homo neanderthalensis denilen tarih öncesi bir insan ırkından olan sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunun kafatasını ortaya çıkarmışlar.

O sırada Rusya’da çalışmakta olan tanınmış Amerikalı Antropolog Hrdliˇcka, bu kafatasını ve mağarayı inceledikten sonra, bu buluşun antropoloji ve Orta Asya’nın tarih öncesi bakımından “son derece önemli” olduğunu söylemiştir. Kafatası, Yontmataş çağının Muster tabakasına ait olduğu için, 150.000 yıllık bir eskiliği vardı. Çocuk kafatasının yanı başında, Muster uygarlığı tipinde, çakmaktaşından âletler, o çağa ait hayvan kemikleri ve kül kalıntıları görünüyordu.

Bu haberi okurken, Atatürk’ün masa başındaki sevimli yüzü, indirdiği yumruk ve “günün birinde bunun tam aksini ortaya çıkaran delili bize yine onlar verecektir” şeklindeki sezgisi bütün parlaklığı ile gözümde belirdi. Artık Orta Asya’nın alt tabakası “bomboş” sayılmayacaktı. Orada, Aşkabad dolayındaki eski Anau kültüründen (M.Ö. dokuzuncu bin yıl), hattâ Cilalıtaş çağından çok önce, Yontmataş çağının alt tabakalarında, Orta Asya halkının atalarına ait, gözle görülür, elle tutulur ve 150.000 yıllık bir eskiliği olan kafatasları, ateş kalıntıları ve uygarlık aletleri vardı. Atatürk, ölümünden sonra da bir yengi kazanmıştı.

Türkçenin eski bir kültür dili olduğuna inanan Atatürk, bu dilin birçok nedenlerden dolayı bin yıldan beri işlenmemiş olduğunu da biliyordu. Bu açığı kapatmak, Türk dilini yine işlenmiş ve işlek bir kültür dili durumuna getirmek için de Türk Dil Kurumunu kurmuş, Türk dilinin yapı kurallarına uygun olarak Türkçe köklerden yine Türk ekleriyle yeni kelimeler türetmiş ve dilimizin çeşnisini büyük ölçüde özleştirmiştir. Bu arada matematik terimleri üzerinde de önemle durmuş, hatta 1936 -1937 kış aylarında Dolmabahçe Sarayına çekilerek, geometri öğretenlere ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olmak üzere küçük bir geometri kitabı yazmıştır.

Yazdığı eser de yazar adı gösterilmeden, 1937’de İstanbul Devlet Basımevinde Milli Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır. Bu eseri yazarken göz önünde bulundurmak istediği Fransızca kitapları Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman’la birlikte Beyoğlu’ndaki kitabevlerinden seçerek aldık ve saraya götürdük. Atatürk okullarda kullanılmakta olan geometri kitaplarını da incelemiş ve bu arada Hasan Fehmi Hocanın bir kitabında dik paralelyüz (parallélepeipède droit) şeklinde örnek olarak aynalı dolabın verildiğini görünce hocayı saraya çağırmış ve Türkiye’de kaç köy çocuğunun aynalı dolabı bildiğini bir eğitim sorunu olarak güler yüzle sormuştur. Hoca ile tatlı bir söyleşiden sonra, “aynalı dolap” silinmiş yerine “kibrit kutusu” konmuştur.

Atatürk’ün “Geometri” adını taşıyan 48 sayfalık kitabında bütün terimler Atatürk tarafından bulunarak konmuştur; boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, yay, kiriş, çember, teğet, açı, taban, eğik, yatay, düşey, dikey, üçgen, dörtgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yamuk, eşit, çarpı, bölü, oran, orantı, alan, varsayı, artı, eksi, kesit, türev, konum, gerekçe, yöndeş vb.

Bunlardan, mesela açı’ya biz eskiden “zaviye” derdik; açıortay’a “munassıf”, geniş açı’ya (zaviye-i münferice”, açı uzaklığı’na “bud-ü müzevva”, iç tersaçılar’a da “zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”. Eğitim ilkelerine göre, bir kavramı anlayabilmek için çocukta zihnin açık bulunması gerekir. Yukarıda anılan yabancı asıllı ve yabancı kurallı kelimeler tam tersine olarak, çocuğun zihnini tıkıyordu. İşte Atatürk’ün önderliğiyle ulusal dil kaynağından türetilmiş bu yeni terimler, zihni çelen ve tıkayan binlerce yabancı asıllı terimleri silmiş süpürmüş, zihinleri açmıştır.

Atatürk’ün de amacı zaten bu idi: Ulusal dilin benliğini ortaya çıkarmak, onunla övünmek, onu işlemek, anlamayı ve anlaşmayı kolaylaştırmak.

Atatürk Haklıydı

“Türkçe, dünyadaki en eski dillerden biridir, hatta en eski dildir ve dünya’daki diğer dilerin pek çoğu Türkçe’den doğmuştur.” dediği ve bu doğrultuda araştırmalar yaptırdığı için Atatürk’ü eleştirenler, bugün Atatürk’ün haklı olabileceğini görmelerine karşın bu gerçeği seslendirmekten ısrarla uzak durmaktadırlar.

Atatürk’ün 1930’larda Güneş Dil Teorisi çerçevesinde gerçekleştirdiği dil araştırmaları sonunda ulaştığı bulgular, (Türk dilinin en eski dil olduğu vb.) 80 yıl sonra bu gün, bu konuda yapılan az sayıdaki fakat çok önemli çalışmalarla doğrulanmaktadır.

Batı merkezli tarihin dar kalıplarını parçalayan yerli ve yabancı bilim insanları (Kazım Mirşan, B. Gerey, Osman Nedim Tuna vb.) bugun, Türkçe’nin çok eski bir geçmişe sahip en köklü dilerden biri olduğunu kanıtlama noktasına gelmişlerdir.

Örneğin Osman Nedim Tuna, 40 yıl süren bilimsel araştırmalar sonunda Türk Dillerinin MÖ. 10.000’lere kadar dayanan çok köklü bir dil olduğunu kanıtlamıştır.

Osman Nedim Tuna, 1989 yılında yayınlanan “Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk DilininYaşı Meselesi” adlı eserininde Türk dilinin “eskiliği” konusunda şu çarpıcı değerlendirmelere yer vermektedir:

“Türk dilinin zamanımızdan 3500 yıl önce müstakil ve     iki kollu bir dil olarak varlığı ıspatlanmıştır(…) İlk Türkçe ve ana Türkçenin muazzam bir zaman  önce  yaşamış olması gerekir. Bu sonuç, benim 1978 yılı sonunda tamamlayıp 1983 ağustosunda yayınladığım, Altay Dilleri Teorisi adlı çalışmamda, Türk dilinin arkelogy ve glottochronology araştırmalarından hareketle ileri sürdüğüm yaşı, en pinti hesaplara göre, 8500’dür. (s.52-55) Şimdi bu rakam doğrulanmaktadır. Çünkü ana Türkçeden ana Doğu ve Batı Türkçesine kadar geçen zamanı     da hesaba katarsak bu devreden zamanımıza kadar geçen 5.500 yılın ikiye katlanması mümkündür.”

Yani, Türk dilinin kökleri MÖ.11.000’e uzanmaktadır ki bu tarih, Batı merkezli tarihin ve o tarihin esiri olan bilim insanlarının telaffuz bile edemeyeceği kadar “eski” bir tarihtir.

Başka bir dil araştırmacısı Selahi Diker, 35 yıl kadar süren araştırmaları sonunda kaleme aldığı “Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı eserinde Sümer dili, Lidya dili, Hurri dili, Frig dili, Hatti dili, Truva dili, Etrüsk dili vb. Antik Çağ dillerinin Türkçe kökenli olduğunu çok kapsamlı analizlerle ortaya koymuş ve Türk dilinin              MÖ. 5000’lere kadar uzandığını belirtmiştir: “Yazılı Türk tarihi ise, çağımızdan beş bin yıl öncesine, yazının Sümerler tarafından icadına kadar uzanmaktadır. “

1936-1938 Dönemi

Bu dönem dilde yer alan kelimelerin sadeleştirilmesi, özleştirilmesi döneminin zirve yaptığı dönemdir. Bu dönemde özellikle ders ve okul terimleri üzerinde durulmuş, çeşitli bilim dallarına giren orta öğretim terimleri için yoğun çalışmalar yapılmıştır. Fizik, kimya biyoloji, zooloji, botanik vb. müspet bilim dallarına başarılı Türkçe terimler kazandırılmıştır. Atatürk, bu çalışmalara öncülük ederek, terimleri de kendisine ait olan 48 sayfalık bir geometri kitabı hazırlamıştır. Bu terimler 1938 yılında okul kitaplarına geçmiştir. Böylece Osmanlı Türkçesinden gelen; mustatîl, tamamlayan zaviye, hattı munassıf, muhit-i daire gibi terimlerin yerini; dikdörtgen, tümey açı, açıortay, çember gibi Türkçe terimler almıştır.

Bu dönemde 24 Eylül 1936’da Dolmabahçe Sarayı’nda açılan III.Türk Dil Kurultayı’nın son toplantısında, Kurumun adı da Türk Dil Kurumu’na çevrilmiştir.

Dil ve tarih alanındaki çalışmalar süregelirken, Atatürk, 9 Ocak 1936’da Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurdu. Bu fakülte Türk dilini, Türk tarihini, Türk coğrafyasını kaynaklarına inerek araştıracak, gerekli eleman ve bilim adamlarını yetiştirecek bir fakülte olarak düşünülmüştür. 1936-1938 yılları arasında yapılan Türk dili çalışmalarını bilim temeline yerleştirilecek tedbirlerin getirildiği bir dönem olarak nitelendirebiliriz.

Atatürk’ün Dil ve Tarih Kurumları’na ilişkin bu arzusu, 1983 yılında, 2876 sayılı kanunla devlet himayesinde bir akademik kuruluşa dönüştürülerek gerçekleştirilebilmiştir.

Atatürk’ün Türk dili ile ilgili yaptığı çalışmalar, Türkçe’nin gelişimi adına olumlu sonuçlar vermiş, Türk dili kendi benliğine kavuşma yolunda hızla ilerlemiştir.

3. Türk Dil Kurultayı’nda 1936’da bütün yönleriyle incelenmiş tüm bulgular ortaya konmuştur. Bu kurultaydan sonra elde edilen veriler 1935-1938 yılları arasında 25 ciltlik bir kitap halinde bastırılmıştır. Dilden atılmak istenen sözcükler diğer dillere de Türkçe’den geçtiği için bunları korumanın bir zararı yoktur düşüncesi hakimdi. Bu hararetli tartışmanın sona ermesiyle gelinen noktada bu görüşü savunmanın gereksiz olduğu düşüncesiyle bu teoriden vazgeçildi. Güneş-Dil Teorisi geçerliliğini yitirmesiyle birlikte Türkçe etrafında tartışılan birçok konu rafa kaldırılmıştır.

Dil devriminin 1936-1938 yılları arasındaki dönemi, çalışmaların genellikle yaşayan Türkçe temelinde normal dil çalışmalarına dönüştüğü bir dönemdir. Bu dönemde, terimler ve özellikle okul terimleri üzerinde durulmuş; matematik, fizik, kimya, biyoloji, botanik, zooloji gibi müspet bilim dallarına başarılı terimler kazandırılmıştır. Hattâ, bu yöndeki çalışmalara Atatürk’ün kendisi bile öncülük etmiştir. Onun müstakil, müselles, mütesaviyü’l-adla gibi öğrenilmesi güç Arapça terimler yerine; kare, dikdörtgen, eşkenar, üçgen, açı, teğet vb. Türkçe karşılıkları da kendisinin koymuş olduğu 48 sayfalık küçük bir geometri kitabı vardır. Böylece, verimli bir çalışma dönemine girilmiş oluyordu. Atatürk 1938 yılının, Meclisi açış konuşmasında okunan yazısında, o yıl öğretime Türkçe terimlerle yayılmış kitaplarla başlanmış olmasının, kültür tarihimiz için önemli bir olay olduğunu kaydetmiştir.

Atatürk, 1932-1936 yılları arasında gönüllüler eliyle yürütülen ve “dil sofrası” diye adlandırılan Çankaya toplantılarında da ele alınan dil çalışmalarının beklenen başarıya ulaşmadığını görüyor ve biliyordu. Bu durumun temel nedeni, çalışmaların bilim kaynağından beslenmemiş olmasıydı. Ancak, ülkenin o gün içinde bulunduğu koşullar ve bu iş için hazırlıklı bir bilim kadrosunun bulunmaması, ister istemez işin bir süre gönüllüler eliyle yürütülmesini gerekli kılmıştır. Dil davasını boşlukta bırakmak mümkün değildi. Onun için TDK’nın Öztürkçecilik”, “arı Türkçecilik”, “dilde ilericilik” ve “devrimci görüş” gibi adlar altında yeniden dilde ırkçılık ve tasfiyecilik niteliğindeki aşırı özleştirmecilik hareketine yönelmiştir. Her ne kadar bu görüşü benimsemiş olan kesimlerce, bu yönlendirme, dil devrimini, Türkçeleşme yolunda daha ileri bir düzeye ulaştırma diye gösterilmişse de, uygulamalara bakılınca, bu eğilimin ulaşmak istediği amaç ve hedefler bakımından dil devrimi ile birleştirilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü, kökence Türkçe olmayan her sözü dilden atma amacı güden “arı Türkçecilik”, dilcilik anlayışı ve dilin sosyal gerçekliği ile bağdaştırılamadığı gibi, dil devriminin temel felsefesi ile de bağdaştırılamaz. Çünkü;

1. Bir sözün Türkçe sayılıp sayılmamasının ölçüsü, onun kökeni değildir. Ses yapısı, zevk ölçüsü, kullanılış biçimi ve anlam bakımından dilin kendi ölçülerine aykırı düşmemesi, o sözün dilde yerleşmiş ve herkes tarafından anlaşılır olup olmamasıdır. Her dil gibi Türkçe de çeşitli dillerden kelime almış ve onlara kelime vermiştir. Dilimize bu yolla girmiş akıl, aşk, bülbül, eser, hasta, hastahane, hatır, hatır saymak, kira, kiracı, kitap, kültür, mantı, sınır gibi sözler, dilin kendi potasında eritilip Türkçeye kazandırıldığı ve Türkçenin gelişmesini de engellemediği için, bunları arı Türkçecilik anlayışı ile dilden atmak, Türkçeye hiçbir şey kazandırmaz; aksine, çeşitli yönlerden zarar verir.

2. Türkçenin malı olmuş bu türlü bir kısım alıntı sözlerin, zamanla kazandığı yeni anlamlar ve kavram incelikleri vardır: kalp’in yerine yürek’i getirerek kalp kırmak yerine yürek kırmak diyebilir miyiz? kalpsiz “merhametsiz” ile yüreksiz “korkak” aynı şeyler midir? Arapça kafa’nın yerine Türkçe baş’ı getirmekle sorun çözülür mü? Kafasız adam’la başsız millet, kafayı çekmek deyimi ile başı çekmek deyimi aynı anlamlara mı gelmektedir? Elbette hayır! Akıllı kimse ile akılsız kimse’yi uslu kimse, ussuz kimse diye mi nitelendireceğiz? Akıl akıldan üstündür deyimini us ustan üstündür’e çevirsek aynı anlam ve zevk dolgunluğunu verebilir mi? Görülüyor ki, bir dilin söz varlığı, o toplum bireylerinin düşünce yapısından kavram alanı genişliğine ve oradan da zamana bağlı dil-kültür ilişkisine uzanan bir gelişmenin ürünüdür. Bunlar ayak altına alınarak dil geliştirilemez. Dile işleklik kazandırmanın yolu, dili toplumla ve sosyal yapı ile bütünleştiren ölçülere, yani dil sisteminin gereklerine uymaktır. Oysa, dilde devrimci görüş anlayışı ile ortaya atılan sözlerin çoğunda sistemlilik yerine sistemsizlik ve başıboşluk yer almıştır. Bunlar bağlantı yerine bağıntı; baskı yerine bası; düşünce, fikir yerine düşün; eser, kitap, araştırma yerine yapıt (yapmak: örtmek, kapatmak anlamındadır.) ruhi, ruhsal yerine tinsel; yaban, yabancı yerine yabanıl sözlerini kullanmaktan çekinmemişlerdir. “Devrimci görüş kuralların tutsağı olmaz” ilkesine bağlanarak bir süre kuralsızlığı kurallaştırmaya çalışmışlardır. Dilin yapı ve işleyiş özellikleri ile bağdaşmayan bu tutum, toplum bireyleri arasında bir ayrım yaratma tehlikesi de doğurmuştur.

3. Öte yandan, arı Türkçecilik tutkusuyla, belirli sözlere saplanıp kalma eğilimi, dilin anlatım gücünü de sınırlamaya ve daraltmaya başlamıştır. Söz gelişi derece, devre, kademe, safha, hamle kavramları için yalnız aşama; taarruz, tecavüz, hücum için yalnız saldırı; sebebiyle, vasıtasıyla, münasebetiyle, yüzünden, bakımından vb. sözler yerine hep nedeniyle sözünün kullanılması dili bir anlatım kısırlığına doğru sürüklemiştir.

4. Bu türlü uygulama sakatlıklarını dile getirenler de dilde “ilericilik”, “gericilik” tartışmasına çekilmek istenmiştir. Bu noktada farklı eğilimler de gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak, şurası kesinlikle bilinmelidir ki, Osmanlı Türkçesi artık kendi devrini tamamlamış ve tarihe mal olmuştur. Günümüz Türkiye Türkçesi ise, zamana bağlı çeşitli değişme ve gelişme süreçlerinden geçerek bugüne ulaşmış; toplumun farklı sosyal ve kültürel gereksinimlerinden yararlanarak biçimlenmiş bir dildir. Burada yapılacak şey, yapılmış ve yerine oturmuş ögeleri yerinden oynatıp boş şeylerle uğraşmak yerine, dilimize akın etmekte olan, dilimizin yapı ve işleyiş ölçülerine de uymayan yeni yabancı söz ve terimlere karşılıklar bularak dilin güçlendirilmesi ve zenginleştirilmesi olmalıydı. Ne yazık ki, bu fırsat pek değerlendirilememiştir. Gerçi 1980 sonrası yıllarda, arı Türkçecilik yolundaki sakat eğilim terkedilmiş ise de, dilde bu eğilimin bıraktığı bazı kayıplar da olmuştur.

Atatürk’ün Türk Dili ile İlgili Yaptığı Çalışmalar

Bir milletin birlik ve varlığını sürdürebilmesinde dilin çok önemli bir yeri vardır. Bunu çok iyi bilen Atatürk, Türk Dili’nin zenginleşmesi ve sadeleşmesi için çalışmalar yapmıştır.

Yazı İnkılâbı (Yeni Türk Alfabesi)

Atatürk’ün Türk toplumunda bir yazı inkılabı yapılması gereğini benimseyen görüşü oldukça eskidir ve Cumhuriyet’ten önceki yıllara kadar uzanır. Atatürk’ün yazı inkılabı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin ihtiyaçlarını karşılayamaması, bunun sonucu olan okuyup yazma güçlüğünün, sosyal ve kültürel gelişmelerin önünü tıkamış olmasıdır. Arap dilinin ses yapısı ile Türk dilinin ses yapısı arasındaki sistem ayrılığından kaynaklanan bu uyuşmazlık yüzünden, Türk dili Arap alfabesine ayak uyduramamış ve imlânın kelime kalıpları halinde klâsikleştiği devirden başlayarak birçok sorunlar ortaya çıkmıştır.

Lâtin alfabesinin kabulü konusundaki ilk girişimler 1923 yılında başladı. Ancak, her şeyden önce toplumun bu yeniliğe hazır hale getirilmesi gerekiyordu. 1924-1928 yılları arasındaki devre, bu konuda TBMM’nde ve basında yer alan tartışmalarla, yeni Türk alfabesinin kabulü için bir ortam hazırlama devresi olmuştur. Atatürk’ün direktifi ve Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 26 Haziran 1928’de resmen çalışmaya başlayan Dil Encümeni, Lâtin alfabesi temelinde fakat her yönü ile Türkçe’nin ses yapısına uygun bir milli Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiştir. Atatürk yazı inkılabını 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu parkında halka yaptığı tarihi konuşması ile açıklamıştır. Yazı inkılabı daha sonraki günler de başöğretmen sıfatı ile bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği Anadolu seyahatleri ve eğitim seferberliği ile geçmiştir. Türk alfabesi 1 Kasım 1928 tarihinde kanunlaşarak resmen yürürlüğe girmiştir.

Dil İnkılâbı (Türk Dil Kurumu)

Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında, sade bir Türkçe kullanılıyordu. Zamanla Arapça ve Farsça’dan birçok kural ve kelime dilimize girdi. Böylece Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan Osmanlıca karma bir dil olarak ortaya çıktı. Yöneticiler ve aydınlar Osmanlıca’yı kullanırken, halk Türkçe konuşuyordu. Dildeki bu ayrılık Türkçe’nin gelişmesini ve milli bütünlüğün kurulmasını engelliyordu.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren dilin sadeleşmesi ile ilgili çalışmalar yapıldı. Fakat olumlu bir sonuç alınamadı. Cumhuriyetin ilânından sonra, Türkçe’nin yabancı dillerin etkisinden kurtarılması çalışmalarına hız verildi. Türk dili ile ilgili çalışmalar yapmak üzere Atatürk’ün emriyle Türk Dilini Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kuruldu (1932). Bilim ve fikir adamlarının katıldığı bir dil kurultayı toplandı.

26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, kurumun çalışma programını kapsayan şu maddeleri tespit etti:

  1. Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması
  2. Türk dilinin tarihi ve karşılaştırmalı gramerlerinin yazılması
  3. Anadolu ve Rumeli ağızlarından olan kelimelerin derlenmesi, Osmanlıca kelimelere Türkçe karşılıklar bulunması,
  4. Türkçe bir sözlük hazırlanması,
  5. Kurumun organı olarak bir derginin yayımlanması,
  6. Türk dili üstüne yazılmış yerli ve yabancı eserlerin toplanması ve gerekenlerin çevrilmesi,
  7. Terimlerin Türkçeleştirilmesi.

Türk Dil Kurultayı’ndan sonra, hazırlanmış mükemmel bir çalışma programı olduğu halde, Kurum’da bu işleri yürütecek bir bilim kadrosu bulunmadığı için çalışmalar ve başlatılan “dil seferberliği” yurdun her köşesindeki gönüllü aydınlarla yürütülüyordu. Tarama yolu ile elde edilen dil malzemesi, 1934 yılında 2 cilt halinde Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi adıyla yayımlanmıştır. Ancak, bu yolun doğurduğu aksaklığın dil gerçeğine ters düşerek dili bir çıkmaza doğru sürüklediğini gören Atatürk, tavsiyecilik yönündeki denemelerin önünü kesmiş, bu yoldaki görüşünü: “Türkçenin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur. Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım” sözleri ile açıklamıştır. Çalışmaların 1934-1936 yılları arasındaki döneminde, bir önceki dönemin tarama ve derlemeleri bir ayıklamadan geçirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçları Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu ve Türkçeden Osmanlıcaya Cep Kılavuzu adlı iki küçük kılavuzda toplanmıştır.

Bu dönem, birinci dönemdeki aşırılığın bir dereceye kadar dizgine alınabildiği ılımlı özleştirmecilik dönemidir. Ancak bu dönem çalışmaları da Atatürk için sevindirici olmuştur denemez. Çünkü, kılavuzda aslında Türkçe olmayıp da Türkçe gibi gösterilen kelimeler vardı. Ayrıca yayın hayatında yer alan devlet, devir, hâtıra, hükümet, kitap, kalem, sabah, millet gibi artık dilin yapısına sinmiş ve Türkçeleşmiş olan Osmanlıca kelimeleri atmakta kolay değildi. Atatürk bütün bunları görüyordu. Bu konudaki görüşünü de Komisyon Başkanı Falih Rıfkı’ya şu sözlerle açıklamıştır: “Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını bir komisyon halinde aylarca çalıştırdık. Elde edilen netice şu bir küçük lûgatten ibaret. Bu tarama dergileri cep kılavuzları ile bu dil işi yürümez Falih Bey; biz Osmanlıcadan ve Batı dillerinden istifadeye mecburuz.”

TÜRK DİL KURUMU, Tarihçe

Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün talimatıyla kurulmuştur. Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif’at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri’dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif’at’tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak tespit edilmiştir. Atatürk’ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır.

26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun “Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın” adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934’te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936’daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur.

Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür:

  1. Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak;
  2. Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmak.

Atatürk’ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940’larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır.

Daha sonra birçok cilt hâlinde ortaya çıkacak olan Tarama ve Derleme Sözlüğü’yle ilgili çalışmalar da Atatürk’ün sağlığında başlamıştır. Tarama Sözlüğü, 13. yüzyılda başlayan Batı Türkçesinin eski eserlerinin taranmasıyla; Derleme Sözlüğü, Anadolu ağızlarında kullanılan kelimelerin derlenmesiyle oluşturulmuş büyük sözlüklerdir. Çağdaş Türkçenin grameri, sözlüğü, imlâsı ve terimleriyle ilgili çalışmalar da Atatürk tarafından ilgiyle izlenmiştir.

Türk Dil Kurumunun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede çok hızlı bir arılaştırma akımı da başlamıştır. Bizzat Atatürk’ün öncülük ettiği, Türk dilinin yabancı kökenli sözlerden temizlenmesi akımı 1935 güzüne kadar sürmüş; halkın diline girip yerleşmiş kelimelerin dilden atılması işleminden bu tarihte vazgeçilmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuş ve özellikle 1960’tan sonra Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmaya devam etmiştir. 1980’den sonra tartışmalar durulmuş, bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır.

Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığını Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bırakmıştır. Bu iki kurumun bütçesi bugün de Atatürk’ün mirasından karşılanmaktadır. Bu miras bugün Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan Türkiye İş Bankası sermayesinin %28,9’unu oluşturmaktadır.

Türk Dil Kurumunun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk’ün sağlığında Millî Eğitim Bakanının Kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951’de değiştirilmiş; böylece Kurumun devletle bağlantısı koparılmıştır. İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982’de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınmış; böylece devletle olan bağlar yeniden ve daha güçlü olarak kurulmuştur.

Atatürk, 1 Kasım 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin V. dönem 2. yasama yılını açış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti:

Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş  derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar)Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir.

Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim.

Atatürk’ün bu dileği dikkate alınarak her iki kurum da böylece akademik bir yapıya kavuşturulmuştur.

Bugün Türk Dil Kurumu, 20’si Yüksek Öğretim Kurumu; 20’si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu tarafından seçilen 40 asıl üyeye sahiptir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlardır. Başbakanın önerisiyle Cumhurbaşkanınca tayin edilen Kurum Başkanı ve 40 asıl üye Bilim Kurulunu oluşturur. Kurumun bilimsel çalışmaları bu kurul tarafından plânlandığı gibi yönetim işlerini üstlenen Yürütme Kurulu ile bilimsel çalışmaları yürüten Kol ve Komisyonların üyeleri de bu kurul tarafından seçilir.

SONUÇ

Dil çalışmalarındaki asıl gerçek: Türk dilinin parçalı halden kurtarıp sadeleştirilmesi ve halkın konuşma dili ile yazı dili arasında birliğin, ahengin kurulmasıydı.

Dil devrimi, 70 yıllık uygulama sürecinin ortaya koyduğu dalgalanma ve bazı yanlış uygulamalara rağmen, genellikle çok başarılı olmuştur. Bu yönlendirme sayesinde, dilimiz, kendisine yabancı kalmış ve halkın diline mal edilememiş yüzlerce Doğulu ve bir kısım Batılı söz ve kurallardan arındırılarak, bunların yerine Türkçeleri getirilerek kendi yapı ve işleyiş ölçüleriyle yol alabilecek sağlıklı bir temele oturtulmuştur. Türkiye Türkçesi, bu yolla pek çok Türkçe söz kazandığı gibi, bilim, sanat ve teknik alanlarının pek çok terimi de Türkçeleştirilmiştir.

Böylece, genel yapısı itibariyle sağlıklı bir yazı ve bilim dili olma niteliği kazanmıştır. Ancak, uzun bir tarihî süreçten geçen yoğun çabalarla bu düzeye gelmiş olan Türkçemiz, eğitim yetersizliği ve ana dili bilincinin körlenmesi başta gelen çeşitli etkenlerle son yıllarda yeniden bir kirlenme ve yozlaşma eğilimine girmiş ve çözüm bekleyen birtakım sorunlar ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır.

Bu sorunlar İngilizce söz ve terimlerin dile akın etmiş olması, imlâ ve söyleyiş yanlışları, anlatım yetersizliği, söz varlığındaki daralma ve büzülme gibi, dil devriminin temel ilkelerini zedeleyen noktalarda toplanabilir. Dilimizin, iç ve dış yapısında kendini gösteren bu bozulma eğiliminden kurtarılarak kendi kültür değerlerini ve kimliğini koruyan bir çizgiye çekilmesi, ivedili ve etkili önlemlerin alınabilmesine bağlıdır.

Dil yalnızca bir konuşma aracı değil, aynı zamanda düşünceyi anlatıma dönüştürme aracı olduğu için, kültürün yaratıcısı ve geliştiricisi görevini de yüklenmiş bulunuyordu. Dolayısıyla dil, millî kültürün temel direği durumunda idi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür.”, “Millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” sözleriyle kültüre büyük değer veren Mustafa Kemal Atatürk, dilin bir ulus varlığı için ne denli kutsal bir değer taşıdığını dikkate alarak dil ile kültür arasındaki sıkı bağlantıyı da şu açık seçik sözlerle dile getirmiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”

Atatürk’ün Türk Dili ile İlgili Sözleri

» Dilimiz çok zengindir, güzeldir. Bunu ortaya çıkaracaklar, sizin gibi duygusu derin, yorulmaz Türk gençleridir. Türkçemizi günün en ileri bilgi dili yapmak, değerli araştırmanızdan beklenir. Sizlere uğurlar dilerim. (27 Ağustos 1932)

» Türk demek Türkçe demektir; ne mutlu Türküm diyene.

» Türk milletinin dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yüceltmek için çalışır. (1929)

» Zengin sözlüğümüzün toplandığı gün, milli varlığımız en kuvvetli bir dal kazanacaktır. Bizim milliyetçiliğimizin esası dil birliğinin korunmasıyla mümkün olacaktır. (1938)

» Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin.

» Türk milleti demek Türk Dili demektir. Türk Dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, menfaatlerinin kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk Dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir. (1929)

» Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. (1928)

» Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır. (1930)

» Gaye, bugünkü ve yarınki Türk’ün medeniyetini kucaklayacak en güzel ve en ahenkli Türkçe’dir. (1932)

» Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir.

» Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz. (1924)

» Batı dillerinden hiçbirinden aşağı olmamak üzere, onlardaki kavramları anlatacak keskinliği, açıklığı haiz Türk bilim dili terimleri tesbit edilecektir.

» Millî eğitimin ne demek olduğunu bilmekte hiçbir tereddüt kalmamalıdır. Bir de millî eğitim esas olduktan sonra onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da millî yapmak zarureti münakaşa edilemez.

» Türlü bilimlere ait Türkçe terimler tesbit edilmiş, bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. Bu yıl okullarımızda tedrisatın Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hâdise olarak kaydetmek isterim.

» Atatürk’ün Türk bilimci ve eğitimcisine vasiyeti:

“Bakınız arkadaşlar, ben belki çok yaşamam. Fakat siz, ölene dek Türk gençliğini yetiştirecek ve Türkçe’nin bir kültür dili olarak gelişmeye devamı yolunda çalışacaksınız. Çünkü Türkiye ve Türklük, uygarlığa ancak bu yolla kavuşabilir.”

» Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, ilgili olmasını isteriz (Söylev ve Demeçler, C. I, S. 311)

» Unutulmamalıdır ki, Devletimizin birinci görevi -Anayasa’da da belirtildiği gibi- Türk adının, kimliğinin, onun için de Türkçe’nin ilelebet yaşamasını sağlamaktır. Çünkü varolma savaşında hiç ihmal edilmeyecek tek cephe bu.

» Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.

» Ülkesini yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. (1930)

» Türk dilinin kendi benliğine, aslında güzellik ve zenginliğe kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, ilgili olmasını isteriz. (1932)

» Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız. Her aydın hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli, konuşma dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz. (1938)

» Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz. (1931)

» Başka dillerdeki her bir sözcüğe karşılık olarak dilimizde en az bir sözcük bulmak ya da türetmek gerekir. Bu sözcükler kamuoyuna sunulmalı, böylece, yaygınlaşıp yerleşmesi sağlanmalıdır.

» Kat’î olarak bilinmelidir ki Türk milletinin milli dili ve milli benliği bütün hayatında egemen ve esas kalacaktır. (1933)

Bakınız;

Atatürk ve Güneş Dil Teorisi (Pdf) Doç Dr. A. Melek ÖZYETGİN

Türk tarih tezi ile Türk dil tezinin kavşağında güneş-dil teorisi, Gökhan Yavuz DEMİR

Kaynaklar;

www.dilbilgisi.net/dilimiz/ataturk-ve-turk-dili/

www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi-zeynep-korkmaz/

www.turktoresi.com/viewtopic.php?f=2&t=12270

isteataturk.com/g/icerik/Turk-Dil-Kurumu/722

www.dildernegi.org.tr/TR,457/ataturk-ve-turkce.html

www.bilgiustam.com/gunes-dil-teorisi-nedir/

www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi/

Atatürk ve Türk Dili, TDK Yayınları, 1963, s. 41-52

Bu yazı Atatürk’ün Güneş Dil Teorisi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-gunes-dil-teorisi/feed/ 0
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi http://ataturkicimizde.com/ataturkun-turk-tarih-tezi/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-turk-tarih-tezi/#respond Wed, 22 May 2019 12:05:51 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8112 Atatürk’ün Türk Tarih Tezi Atatürkçü düşünce kuruluşlarının, araştırma merkezlerinin ve hatta Atatürkçü yazarların dahi ihmal ettiği bu konu, Atatürk Türkiye’sinde öne çıkan millileştirme ve Türk...

Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi

Atatürkçü düşünce kuruluşlarının, araştırma merkezlerinin ve hatta Atatürkçü yazarların dahi ihmal ettiği bu konu, Atatürk Türkiye’sinde öne çıkan millileştirme ve Türk Kültürü ile yeniden tanıştırma ve bu sayede Ulus’a moral ve manevi güç verme, millet olma bilincine katkı sağlama gayretlerinin en önde gelenlerinden idi. Bir diğer konuda elbette Türk Dil Tezi idi. Yazık ki anılan Türk Tarih Tezi onca gayret ve alınan mesafeye rağmen unutuldu, yerine Türk İslam sentezi egemen oldu ve bugün bu alanda yazılı bir eser dahi bulmak oldukça güç.

Oysa Atatürk’ün kendisi ve ilk kez bir İzmir ziyaretinde Namazgah’taki bir ilkokulda sunum yaparken tanıdığı ve çok etkilendiği Afet İnan aracılığı ile modern Türk tarihçiliğinin oluşumunda önemli etkiler yaratmak için verdiği emek azımsanamayacak kadar çoktur ve bu tarihçi anlayış çok eskilere, Mu kıtasına ve hatta daha da eskilere kadar gider. Sonuçta ana arayış şudur; Türkler zaten Türk nüfusu barındıran Anadolu’ya büyük kafilelerle medeniyetin asıl beşiği Orta Asya’dan gelmiştir, peki, Orta Asya’ya nereden gelmiştir? Arayışlar bunun içindir ve bu sorunun bilimsel cevapları dünya tarihini değiştirecek niteliktedir.

Çünkü detaya inildiğinde görülecektir ki bugün dünyada yer alan pek çok ulus Türk kökenlidir, Türk kavmidir, dinini, dilini, topraklarını değiştirse de Türk’tür.

Afet (İnan) Hanım, gerek yurt dışında tahsil ederken ve gerekse 1927 yılından sonra Ankara’da “Türk Tarih Tezi”nin oluşumunda çok önemli katkılar sunmuştur. Öyle ki; Batı’nın Türkleri aşağılayan ve “ikinci sınıf bir millet” olarak gösteren oryantalist yayılma tezlerine ve Türkleri göçebe, medeniyete hiçbir katkısı olmayan, “yerleşik bir halk” olarak görmeyen “barbarlar” diyerek niteleyen ırkçı ve yayılmacı yakıştırmalarına karşı “Türk Tarih Tezi”ni oluşturmuştur. Ve bunu İsviçre’de doktora tezi hazırlayarak yapmıştır. Ve O bu tez ile emperyalist Batı’ya Türk milli devletinin tarihsel köklerinin ne kadar derin ve zengin olduğunu, Türklerin medeni bir topluluk sayılmaları gerektiğini, tarihsel ve kültürel kanıtlarla belgelemiştir. Türk Tarih tezi diye anılan çalışmaların ana fikri ve gayesi de aslen budur.

Ulu Önder Atatürk, Avrupalıların, Türkleri sarı ırka bağlamak, yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak, medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor, Türk vatanının bizim olduğunu, tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu. Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı. Bunu büyük bir anket takip etti. Türkiye’de tarihle uğraşanlar, Türk tarihi ile ilgili kitapları incelemeye memur edildiler.

Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk’e sunuldu. Bu çalışmaların ilk ürünü olarak, Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eser 1930 yılında bastırıldı. Bir sene sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere “Türk Tarih Heyeti” kuruldu (15.4.1931). Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” demiştir.

26.9.1932 tarihinde Ankara’da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel bakımdan tartışıldı. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.” Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.

Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.

Batı dünyası, Türklerin Anadolu coğrafyasına girip burayı Türkiye haline getirmeye başladıkları tarihlerden itibaren, kendilerinin 1815 Viyana Kongresi’nde adını koydukları ve siyasî literatüre soktukları Şark Meselesi’ni uygulama alanına koymuştur. Burada hedef sadece devlet olmamıştır, bütün Türk varlığı olmuştur. Türk milleti ve vatanını hedef alan iftiralar yöneltilmiştir. Bu iddiaları şöyle sıralamak mümkündür:

  1. Türklerin sarı ırktan oldukları, dolayısıyla Avrupalılara göre ikinci sınıf insan sayılmaları gerektiği,
  2. Türklerin medenî kabiliyetten mahrum oldukları, dolayısıyla medeniyet düşmanı oldukları,
  3. Türklerin yaşadıkları toprakların kendilerine ait olmadığı iddialarıdır.

Bu iftiraların sahibi olan Batı dünyası, Türklerin önce Avrupa ve Balkanlar’dan, daha sonra da Türkiye’den tamamen atılmaları, yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İngiliz devlet adamlarından Gladston, Batının gerçek niyetini, “Türkler’in kötülüklerini kaldırmanın tek bir çaresi vardır, o da yeryüzünden vücutlarının kaldırılmasıdır” sözleriyle ortaya koymuştur.

Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele ile sadece askerî zaferleri hedeflememiştir. Türk milletinin muasır medeniyet seviyesine çıkmasına engel olan ne kadar olumsuzluk, eksiklik varsa hepsiyle mücadele etmeyi amaçlamıştır. Eksikliklerimizden bir tanesi de köklü tarihimizi tam anlamıyla araştırıp, ortaya koyamamamız ve bunları belgelerle, keşiflerle ispat edemeyişimizdir.  “Bugün, aynı inan ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır.”

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” diyen Atatürk, Türk tarihinin ilmî esaslara göre araştırılması, tarih şuurunun uyandırılması için çalışmaları bizzat başlatmıştır. Atatürk’ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir.

Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak.

İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak.

Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.

Bu üç hususu ise Atatürk “tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır” şeklinde ifade etmiştir.

Atatürk’ün, Türk Tarih Tezi’nde belirttiği hususları şöyle sıralayabiliriz:

  1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır
  2. Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır.
  3. Anayurtları olan Orta Asya’dan değişik sebeplerle göç eden Türkler böylece dünyaya medeniyeti yaymışlardır.
  4. Anadolu’nun ilk yerli halkları da Türklerdir, dolayısıyla buranın ilk sahipleri Türklerdir.
  5. Türklerin İslâm Medeniyetine katkıları araştırılmalıdır.
  6. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili iddialar araştırılmalı, gerçek ortaya çıkarılmalıdır.

Bütün bu konularda araştırma yapılması için direktifler vermiş, yapılan çalışmaları takip etmiş ve ortaya çıkan eserleri bizzat okuyarak incelemiştir. Türk Tarih Kurumu da bu çalışmaları yürütmek üzere 15 Nisan 1931 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Tezi’nin tartışıldığı I.Türk Tarih Kongresi, 2-11 1932 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. 1935 yılında, tarihçi ve öğretmen yetiştirmek üzere Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur.  Atatürk, Türk Tarihinin bir bütün olarak, ilmî usullerle araştırılmasını istiyordu. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır.”

Atatürk, Türk Tarihinin, dolayısıyla Türk medeniyetinin en ince ayrıntılarına kadar ortaya çıkarılması üzerinde durmuştur. Çünkü Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocukları kendileri için lâzım olan atılım kaynağını tarihte bulabileceklerdir. Türk çocukları bu tarihten bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.

Tarih, milli kültürü sadece taşıyan basit bir vasıta değil, aynı zamanda milli bilinci yaratan ve onu daima canlı tutan bir ana kaynaktır.

Bilindiği gibi Osmanlı tarihçiliği, Tanzimat dönemine kadar aktarmaya dayalı, edebi ve tasviri bir karaktere sahiptir. Bu eski tarihçiliğimizde İslam tarihi ve Osmanlı tarihi dışında, dünya tarihine ilgi duyulmamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar hâkim olan bu tarih anlayışına, “Ümmet Tarihi” anlayışı denir. Bu dönemde Müslüman Türklerin tarihi, İslam tarihi içinde değerlendirilmiştir. Ayrıca, İslam tarihinin ana kaynakları Arapça olduğu ve bunlar da Türkçeye çevrilmedikleri için, diğer bilim alanlarında olduğu gibi tarih alanında da kaynak sıkıntısı çekilmiştir.

Dünya tarihine, ancak Batı dilleri öğrenildikten sonra ilgi duyulmaya başlanmıştır. Tanzimat’tan sonra tarih yazıcılığımızda, Avrupa tarihçilerinin eserleri hiçbir incelemeye tabi tutulmadan ya aynen ya da kısaltılarak alınmıştır. Çoğu zaman genel tarih adıyla kaleme alınan bu tip kitaplar, Batı örneğinde kurulan Osmanlı okullarında da ders kitabı olarak okutulmuşlardır. Tanzimat devrinde Ümmet Tarihi anlayışına paralel olarak gelişen bu tarih anlayışına “Devlet Tarihi” anlayışı denir. Bu anlayış, Müslim ve gayrimüslim halkın kanun önünde eşit sayılmasına yönelik ıslahat hareketlerinin doğal bir sonucudur. Bu tarih anlayışına “Osmanlı Tarihi” anlayışı da denir. Çünkü bu anlayışın amacı, Müslim ve gayrimüslim halkın hepsini “Osmanlılık Siyaseti” altında ve “Osmanlılık İdeali” etrafında birleştirmektir.

Bu anlayışın ürünü olan tarih kitaplarında, Osmanlı Devleti’nin tarihine ve Osmanlı Devleti’yle ilişkileri ölçüsünde Avrupa devletlerinin tarihine yer verilmiştir. Osmanlı tarihi için başlangıç olarak da Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi kabul edilmiştir. Bu tarihten önceki Türk tarihine ilgi gösterilmediği gibi, Türklerin Osmanlı Devleti’nin kurulmasındaki hizmetlerine de yer verilmemiştir. Ayrıca, Tanzimat’tan sonra tarihle ilgilenenlerin çoğu iyi bir medrese öğretimi görmediklerinden, yeteri kadar Arapça ve Farsça da bilmiyorlardı. Bundan dolayı, İslam kaynaklarına inememişler ve Türk tarihi İslam tarihi içinde kalmıştır. Bunlar bildikleri Batı dillerinden yararlanarak, Avrupalı yazarların tarih kitaplarını ya aynen ya da kısaltarak Türkçeye aktarmakla yetinmişlerdir.

Ayrıca, Batılılaşma döneminde genellikle fen bilimleri ve askeri bilgilerin öğretimine ağırlık verilmiş ve sosyal bilimlerin öğretimi ihmal edilmiştir. Sosyal bilimlerin öğretiminin zayıf kalmasında, Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid iktidarının yıkılması endişesinin de etkisi olmuştur. Bu nedenle Abdülhamid’in uzun iktidarı döneminde sosyal bilimlerin programlarına müdahale edilmiştir. Sosyal bilimlerin programdan büyük ölçüde çıkarılmasının nedeni, öğretmenlerin bu derslerde hükümete eleştirici yorumlarda bulunmasıydı. Özellikle Fransız İhtilali’nin getirmiş olduğu yeni fikirler büyük ölçüde kısıtlanmıştır.

Bütün bu kısıtlamalara ve devletin iyi niyetle giriştiği ıslahat hareketlerine rağmen, Osmanlılık siyaseti toplum hayatına hâkim kılınamamış ve İmparatorluğu yıkmaya yönelik ayrılıkçı hareketler önlenememiştir. Daha doğrusu ‘’Osmanlılık’’, bir mefhum olmaktan öteye gidememiştir. Nihayet, Balkan devletlerinin teker teker ayrılarak bağımsızlıklarını elde ettiğini gören bazı Türk aydınları, milli tarih anlayışına sarılmak gerektiğini anlamışlardır.

Türk tarihi üzerindeki çalışmalar, I. Meşrutiyet devrinde başlamış, ancak esas yoğunluğunu II. Meşrutiyet döneminde kazanmıştır. Türk tarihi üzerindeki çalışmaların doğmasında Avrupa’daki Türkoloji araştırmalarının etkisi olmuştur. Ayrıca Orta Asya’nın Ruslar, Hindistan’ın İngilizler tarafından istila edilmesinin, diğer İslam ülkelerinin ise Avrupalıların nüfuz ve istilası altına girmesinin, Osmanlı İmparatorluğu içinde yarattığı manevi çöküntünün de bunda etkisi olmuştur.

Yukarıdaki faktörlerin etkisiyle Türk tarihine ilgi duyan aydınların çoğu, Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkındaki fikir ve kanaatlerini ciddi bir şekilde incelemeden aynen aktarmışlardı. Böylece Türk tarihi hakkında yanlış bilgiler, anlamsız iddialar ve hatta iftiralar da memleketimizde yerleşmeye başlamıştır. Türk tarihi hakkındaki bu yanlış bilgi ve görüşlerin yanında, XVIII. yüzyıldan itibaren Batı medeniyetinin üstünlüğüne duyulan hayranlığın da etkisiyle toplumda bir aşağılık kompleksi de yerleşmiştir.

bahsedilen bu  tarih anlayışları, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam etmiştir. Oysa Osmanlı Devleti parçalanmış, Saltanat ve Hilafet makamları kaldırılmış, bunların yerine milli egemenliğe dayalı yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Mustafa Kemal, milletin içine düşmüş olduğu felaketten kurtulması için, her alanda milli ve modern bir politika izlenmesi gerektiğini devamlı olarak belirtmiş, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda yeni Türk Devleti’nin yapısına uymayan bu tarih anlayışlarından ayrılmak gerektiğini açıklamıştır.

Türk Devleti yeni olmakla beraber, bu devleti kuran millet uzun ve şerefli bir geçmişe sahipti. Onun için Türk Milleti, bu şerefli geçmişine uygun tarih anlayışına kavuşmalıydı. Daha doğrusu Millet Tarihi anlayışının kabul edilmesi gerekiyordu.

Atatürk’ün Millet Tarihi anlayışını kabul etmesinde yukarıdaki temel nedenlerin dışında, bazı özel sebeplerin de etkisi olmuştur. Bunların başlıcaları: Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler, Türklerin medeni kabiliyetten yoksun olduğuna dair bilim ve gerçek dışı iddialar, Türk toprakları üzerindeki tarihi iddialardır.

Birçok Avrupalı düşünür, Türklerin sarı ırka mensup ve Avrupalı­lara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduklarını iddia etmiştir. Türklerin sarı ırka mensup gösterilmesinin bir sonucu olarak; medeni kabiliyetten mahrum bulundukları, medeniyet tarihinde hiçbir medeni eser yaratmadıkları, kurmuş oldukları ordularla yerleşik medeniyetler için her zaman bir tehlike kaynağı olan barbar ve göçebe topluluklar oldukları, bundan dolayı Avrupa’dan Asya’ya kovulmaları gerektiği görüşündeydiler.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi üzerine, Türk topraklarının paylaşılması sırasında, asırlarca Türk yurdu olan topraklar üzerinde hak iddia eden devletler ve çevreler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Yunanlılar, Batı Anadolu ve Trakya üzerinde; İtalyanlar ise Güney Anadolu üzerinde tarihi iddialar ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Doğu Anadolu’da Ermeni, Doğu Karadeniz’de Pontus devletleri kurulması için tarihin şahitliğine başvurulmuştur. Sevr Antlaşması da bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine dayandırılarak hazırlanmış ve Osmanlı Hükümeti’ne imzalatılmıştır.

Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine düşman orduları, Türk yurdundan temizlenmiş ve yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığı Lozan’da dünyaya kabul ettirilmiş olduğu halde, bazı emperyalist devletler Türk toprakları üzerinde tarihi hakları olduğunu ileri sürerek istilacı bir programı uygulamaya koyacaklarını göstermişlerdir. Bu durum, savaş meydanlarında ve konferans masalarında elde edilen maddi sonuçları, manevi alanda yapılacak çalışmalarla takviye etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur.

Bu nedenle Ulu Önder Atatürk; devamlı olarak aleyhimize kullanılan bu tahrif edilmiş tarih anlayışına karşı milli tarihimizi gerçek yapısıyla gün ışığına çıkarma çalışmalarını başlatmıştır.

Türk tarihi üzerindeki çalışmalarını 1928 yılından itibaren hızlandırmış ve yoğunlaştırmış olsa da aslında Atatürk’ün Türk Tarih Tezi doğrultusundaki çalışmaları Milli Mücadeleyle birlikte başlamıştır. İlk Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur tarafından Bakanlık bünyesinde kurulan birkaç daireden bir tanesi Türk Asar-ı Atikası Dairesi (Türk Eski Eserleri Dairesi)’dir. Bu dairenin görevi; Anadolu’daki Türk eserlerini araştırmak ve ortaya koymak, bunları Türk ve dünya kamuoyuna tanıtmaktır. Anadolu’da başlayan Atatürk hareketine uygun kültür politikası, Hamdullah Suphi Bey’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde (14.12.1920-20.11.1921) uygulanmaya başlamıştır.

Hamdullah Suphi Bey, Osmanlı Devleti’nin İstanbul merkezli politikasına karşılık, bütün Anadolu’yu içine alan yaygın bir kültür politikası izlemek gerektiğini savunmuştur. Hamdullah Suphi Bey, Bakanlık teşkilatını İstanbul’dan gelen memurlarla doldurduğu iddiasıyla hakkında verilen gensoru üzerine 4 Nisan 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle demektedir:

“Arkadaşlar, bir esas fikir vardır. Anadolu’muz İstanbul lehine olmak üzere devamlı soyulmuştur. Bütün büyük medreselerimiz İstanbul’dadır. Bütün yüksekokullarımız İstanbul’dadır. Bütün bilim adamlarımız İstanbul’dadır, sadece az bir kısmı kendi kendini yetiştirmeleri neticesi memleket içinde, Anadolu içerisinde kalmıştır. Biz fikir ve sanat bakımından kıymetli adamlarımızı İstanbul’da toplamışızdır. Eğer gaflette devam etmek istemiyorsak Erzurum gibi, Sivas gibi, Konya gibi, Ankara gibi Anadolu’nun bütün büyük şehirlerini bir fikir merkezi ve bir sanat merkezi haline koymamız gerekir. Biz uğradığımız felaketten bir ders çıkararak, zararımızı yarı yarıya indiririz. İstanbul içerisinde (kendi aleyhimize olarak) hapis kalmış olan bilim ve sanat erbabını Anadolu içerisine yaymamız gerekir. Şimdiye kadar bunu yapmamak gördünüz ki İstanbul ile Anadolu arasında büyük uçurum yaratmıştır. Bundan sonra iyi seçim yapmak şartıyla, kaliteli adamlarımız sayesinde endişelerimize ve gerilemelere son verebiliriz.’’

Hamdullah Suphi Bey’in Anadolu üzerine yoğunlaştırılmış kültür politikasının ana ilkelerinden birincisi, İstanbul’da birikmiş bilim, kültür ve sanat adamlarının Anadolu’ya aktarılması ve bunların Anadolu’nun kalkınmasında görevlendirilmesidir; ikinci ana ilkesi de Anadolu’nun tarih, kültür ve medeniyetinin araştırılması ve incelenmesidir. Bu amaçla Anadolu’nun tarihine, kültürüne ve eğitimine hizmet edenler ve bu alanlarda eser yazanlar ödüllendirilmiş ve desteklenmişlerdir.

Nitekim Antalya bölgesini araştırarak kitap haline getiren Şükrü Efendi’ye, Konya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren Abdülkadir Efendi’ye ve Kütahya bölgesini araştıran ve bu araştırmalarının sonucunu kitap haline getiren İsmail Hakkı Bey’e ödül verilmiştir. Bu konular hakkında sorulan sorulara 10 Kasım 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verdiği cevapta bakan Hamdullah Suphi, şunları söylemiştir:

“Anadolu, yabancı bir memleket kadar bizim için yabancı bir yerdir. Ne eski eserlerini inceledik, ne kitabelerini (yazıtlarını) inceledik, ne şarkılarını toplamışızdır. Anadolu bizim için meçhul (bilinmeyen) olan bir memlekettir. Arkadaşlar! Bunları kim incelemiştir bilir misiniz? Ermeniler incelemiştir. Komidos Varteks isminde bir Ermeni, Anadolu’nun bütün şarkılarını toplamış ve bütün bunları Avrupa’da kitap halinde bastırmıştır. Avrupa’da bu şarkılar Ermeni musikisi olarak çalınıyor.

Bir Macar gelip Anadolu’da kelimeleri ve şarkıları toplamıştır. Birtakım yabancılar gelerek memleketimizin çeşitli kısımlarını ve mesela Konya bölgesini incelemiş, gitmiş Sivas’ı incelemiş, fakat biz memleketimizi incelememişizdir. Özel bir maksatla kendi yaşadığı memleketi, kendi milliyetine ait olan tarihi ve oradaki eserleri incelemiş bir kişiye ödül verdiğimizden dolayı takdir mi yoksa tenkit mi edilmeliyim?”

Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’nin ön hazırlığı olarak değerlendirilebilecek bir çalışma da Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1922-1926 yılları arasında çoğunluğu Türk tarihi, Anadolu tarihi ve Türk düşünürleri ve yazarları hakkında kitapların yayınlanmasıdır. Yine 1922 yılında Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti (Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü) tarafından yayımlanan Pontus Meselesi isimli kitabın girişinde Anadolu’da büyük bir medeniyet kuran Sümerler ve Etiler’in Turani kavimler olduğu ileri sürülmüştür.

1928 yılında Afet İnan, Atatürk’e Türklerin sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupalılara göre ikinci dereceden bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek  “bu böyle midir?” diye sormuştur. Atatürk, “hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” cevabını vermiş ve bundan sonra tarihle yoğun bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır. Atatürk tarih araştırmalarını devletin önemli işleri arasına almış ve belli bir vaktini bu işe ayırmayı kararlaştırmıştır. İlk önce tarih konusunda çıkmış yeni kitaplarla bir kitaplık kurmuştur. Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarihle uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeye koyulmuştur. Bakanlardan, milletvekillerinden, profesör ve öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışma görevi vermiştir.

Bu çerçevede tercüme edilmiş kitapların özeti çıkarılmış, incelenen konular üzerinde raporlar hazırlanmış ve Atatürk’e sunulmuştur. Böylece Türk tarihi üzerinde geniş çaplı bir araştırma başlatılmıştır. Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk Tarihi Tetkik Heyeti’nin kurulması ile uğraşılmıştır. 23 Nisan 1930 tarihinde toplanan Türk Ocakları Kurultayında, Atatürk’ün direktifleriyle “Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu heyetin ilk işi, bir komisyona Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlatmak olmuştur.

Bu komisyonun üyeleri; Tarih ve Medeni Bilgiler Öğretmeni Afet Hanım ile Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mehmet Tevfik, Çanakkale Milletvekili Samih Rifat, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Akçuraoğlu Yusuf, Aydın Milletvekili Dr. Reşit Galip, Bolu Milletvekili Hasan Cemil, Ankara Hukuk Mektebi Profesörü Sadri Maksudi, Sivas Milletvekili Şemseddin Günaltay, İzmir Milletvekili Vasıf Çınar ve İstanbul Hukuk Fakültesi Profesörü Yusuf Ziya Bey’di. İncelenmek üzere önce 100 adet basılan kitabın önsözünde Türk Tarihi Tetkik Heyeti‘nin kuruluş amacı şöyle açıklanmıştır:

“Bu kitap, belirli bir amaç gözetilerek yazılmıştır. Şimdiye kadar memleketimizde yayınlanan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara kaynak olan Fransızca tarih kitaplarında, Türklerin dünya tarihindeki rolleri bilinçli ve bilinçsiz olarak küçültülmüştür. Türklerin, ataları hakkında böyle yanlış bilgiler edinmesi, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini geliştirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla ulaşılmak istenen asıl amaç, bugün bütün dünyada yayılan ve bu şuurla yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların düzeltilmesidir.

Aynı zamanda bu, son büyük olaylarla ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk Milleti için milli bir tarih yazmak ihtiyacı yolunda atılmış ilk adımdır. Bununla, milletimizin yaratıcı kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak, Türk zekâ ve üstün yaratılışının sırrını meydana çıkarmak, Türkün özelliklerini ve gücünü kendine göstermek ve milli gelişmemizin derin ırki köklere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz. Bu deneme ile muhtaç olduğumuz o büyük milli tarihi yazdığımızı iddia etmiyoruz. Ancak bu konuda çalışacaklara genel bir yön ve hedef gösteriyoruz”.

Bu kitap; İnsanlık Tarihine Giriş, Türk Tarihine Giriş, Çin, Hint, Mezopotamya (Kalde, Elam ve Asur), Mısır, Anadolu, Ege Havzası, Eski İtalya ve Etrüskler, İran, Orta Asya olmak üzere on bir bölümden oluşuyordu. 1931 yılında ise Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” haline dönüştürülmüştür. Atatürk’ün yüksek himayesi altına alınan Cemiyetin amacı, yönetmeliğinde şöyle belirlenmiştir:

Madde 3- Cemiyetin amacı, Türk tarihini incelemek ve elde edilen sonuçları yayımlamak ve duyurmaktır.

Madde 4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, amacına ulaşmak için aşağıdaki vasıtaları kullanır:

a) Toplanıp bilimsel müzakerelerde bulunmak,

b) Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp yayımlamak,

c) Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak bilgi ve belgeyi elde etmek için gerekli yerlere araştırma, kazı ve keşif ekipleri göndermek,

d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti çalışmalarının sonuçlarını her türlü yollarla yayımlamaya çalışmaktır.

Böylece Türk Tarihi üzerindeki araştırmalar, bir ocak ortamından çıkarak kurum statüsüne yükselmiştir. Bu zamana kadar genellikle dokümanter bir nitelik taşıyan Türk tarihi araştırmaları, arkeolojik ve antropolojik araştırmalarla da desteklenerek, teorik görüşleri doğrulama imkânına kavuşmuştur.

Atatürk’ün Tarih merakı

Atatürk tarihe, özellikle Türk tarihine daha okul sıralarındayken ilgi duymaya başlamış ve bu ilgi hayatı boyunca artarak devam etmiştir. Bu ilgisi sonucu hayatının her döneminde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Atatürk’ün tarihe ilgisini özel kütüphanesinde bulunan tarih kitaplarından da anlamak mümkündür. Kütüphanesindeki 4.289 eserden 885 tanesi tarih kitabıdır. Yaklaşık yüz çeşit konu içinde tarih kitaplarının bu sayıda olması, Atatürk’ün tarihe olan ilgisi hakkında açık bir bilgi vermektedir.

Atatürk daha Türk Tarihini Tetkik Heyeti kurulmadan önce (1930), Türk tarihi hakkında geniş ve doğru bir bilgiye sahipti. Atatürk’ün bu kuvvetli tarih bilgisinin Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında olduğu gibi inkılâpların gerçekleştirilmesinde de önemli etkileri olmuştur. O, savaş meydanlarında askerlik sanatı hakkındaki bilgi ve tecrübelerine harp tarihi hakkındaki bilgilerini de katarak tarihi, milli bir heyecan kaynağı şeklinde kullanarak başarıya ulaşmıştır. Yine Atatürk tarihi, gerçekleştirmek istediği inkılâplar için bir dayanak olarak kullanmıştır. Ömrünü tamamlamış olan Osmanlı kurumlarını kaldırırken, onların artık işlevlerinin kalmadığını göstermiştir.

Tarihsel araştırma sonuçları

Atatürk’ün önderliğinde Türk tarihi üzerinde yapılan araştırmaların sonuçları, 1932 yılında I. Türk Tarih Kongresi’nde Türk bilim çevrelerine ve kamuoyuna, 1937 yılında II. Türk Tarih Kongresi’nde de dünya bilim çevreleri ve dünya kamuoyuna sunulmuştur. Arkeolojik, antropolojik ve dilbilim araştırmaları üzerine temellendirilen Türk Tarih Tezi’nin daha iyi anlaşılması için bazı ön bilgiler vermek yararlı olacaktır. Yapılan araştırmalara göre, insanın yeryüzünde ilk çıkışı son jeolojik (Antropozoik) zamanda olmuştur. İnsanın ilk çıkışını açıklayan “monogenizm” ve “poligenizm” adlı iki teori vardır.

Bunlardan monogenizme göre, insan ilkönce bir bölgede meydana gelmiş ve diğer bölgelere buradan dağılmıştır. Poligenizme göre ise, insan aynı anda çok sayıda bölgede birden meydana gelmiştir. Doğal bir varlık olan insanın, belli bir ortamın hazır olmasıyla meydana gelmesi akla daha yakındır. Ancak insanların her yerde aynı tarzda hayat yaşadıklarını iddia etmek oldukça zordur. Bu nedenle insanlığın ilk doğuş yeri tek olarak kabul edilmese de, insanlığın kültür beşiği tek merkez olarak kabul edilebilir. O merkez de Orta Asya’dır. İnsanın meydana geldiği Antropozoik zaman dilimi, kendi içinde Paleolitik (eski taş), Mezolitik (orta taş), neolitik (yeni taş) ve maden devirlerine ayrılır. İnsanlar yazıyı maden devrinde bulmuştur.

İnsanlık tarihi, yazının icadından önceki Prehistorik (tarih öncesi) devir ve yazının icadından sonraki Historik (tarihi) devir olmak üzere ikiye ayrılır. Yalnız, yazının icadı insanların yaşadığı her bölgede aynı zamanda gerçekleştirilmemiştir. Yani insanlık, tarihî devirleri aynı anda yaşamamıştır. Örneğin Orta Asya’da Türkler yontma taş devrini MÖ 12.000 yıllarında yaşarken, Avrupa bunu 5.000 yıl sonra yaşamıştır.

IV. zamanın paleolitik devrinde dünyanın verimli birçok bölgelerinde (Afrika, Avrupa) dolikosefal tipi insanlar vardır. Bu insanlar bir hayli yayılmış olmakla beraber, sadece Orta Asya’da bu tip insanlara rastlanmamıştır. Bu sırada Orta Asya’da neolitik devreye erişmiş bir insan tipi olarak brakisefaller görülmektedir. Böylece bu devirde yeryüzünde dolikosefal ve brakisefal olmak üzere iki ırk vardır. Mezolitik devirde ise Çin, Hint, Hindiçin ve Avrupa’da hem dolikosefal hem brakisefal hem de ikisinin karışımı olan mezosefal tipi insanlar görülmektedir. Bu karışım, brakisefal insanların esas yurtları olan Orta Asya’dan çıkarak dünyanın dört bir yanına dağılmalarıyla olmuştur. Çünkü paleolitik devirde Afrika ve Avrupa’da brakisefal, Orta Asya’da ise dolikosefal insan tipine rastlanmamıştır.

Türklerin atası olan beyaz tenli insanlar, iklimin değişmesi sonucunda yurtlarını terk ederek doğu, batı ve güney yönlerinde göç etmek zorunda kalmışlardır. MÖ 6000–5000 yıllarında başlayan göçler, hep birden değil, art arda dalgalar halinde olmuştur. Türkler, yaratmış oldukları yüksek medeniyeti ve bu medeniyetin unsurlarını gittikleri yerlere beraberlerinde götürmüşlerdir. Tahıl tarımı, evcil hayvanlar, tekerlek, su üzerinde ulaşım, madencilik bu unsurlar arasında en önemlileridir. Bu maddi medeniyet unsurlarıyla birlikte bunların isimleri de daha doğrusu Türk dili de gitmiştir. Böylece dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olan Türklerin göçleri sonucunda, insanlık tarihinde köklü bir sosyal değişim meydana gelmiştir. Türkler bu hareketleriyle dünya kültür ve medeniyetinin yaratıcısı olmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu kültür ve medeniyeti dünyaya yaymışlardır.

Ancak, Atatürk Türklerin Avrupa’ya, Çin’e ve Hindistan’a giden kollarından çok; batı yönünde ilerleyen, Yakındoğu’ya gelerek buralarda Sümer, Hitit ve diğer Anadolu medeniyetlerini kuran kollarıyla ilgilenmiştir. Buna, bugünkü yurdumuzun tarihini aydınlatması ve Türklerin dünya medeniyeti içindeki yerinin tespit edilmesi bakımından önem vermiştir. Bu konuya ağırlık vermekle birlikte, Türk tarihinin zaman ve mekân içindeki birliğini ve bütünlüğünü hiçbir zaman gözden uzak tutmamıştır.

Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri ve önemi

Bu konuda Türk Tarih Kurumu tarafından yapılan yayımlar esas alınmıştır. Bu yayınlar; Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan kitaplar, kazı ve inceleme raporları, “Belleten” dergisinde çıkan makaleler, Tarih Kongreleri zabıt tutanaklarıdır. Bu yayınlar üzerinde yapılan incelemelerden şu sonuçlar elde edilmiştir:

Türk tarihi araştırmalarında Göktürk-Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti olarak, coğrafi bakımdan kuzeyde bulunan Türklere ağırlık verilmiştir. Buna karşılık Uygurlar-Karahanlılar-Gazneliler-Tolunlular-İhşidiler gibi güneyde bulunan Türkler hakkında çok az araştırmaya rastlanmaktadır. Bunlar dışında Altınordu, Kırım, Timurlar, Memluklular ve Hindistan Türk İmparatorluğu hakkında kuzey Türklerine göre az, güney Türklerine göre daha çok araştırma yapılmıştır.

1940 yıllarından itibaren Türk tarihinin İslami dönemine ait araştırmaların diğer araştırmalara oranı devamlı olarak artmıştır. Bu artış, Osmanlı ve Selçuklu tarihleri üzerindeki araştırmaların artmasından ileri gelmiştir.

1940 yıllarından itibaren Yunan ve Roma tarihine ait araştırmalar da devamlı artmıştır. Bu artış ise Anadolu’da eski Yunan ve Roma yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların artmasından kaynaklanmıştır.

Eski Anadolu tarihine ait araştırmalar, Anadolu medeniyetlerinden özellikle Hitit tarihi üzerindeki araştırmalar, hiçbir kesintiye uğramadan devam etmiştir. Hitit tarihinin yanında Asur, Fenike, Sümer, Frigya, Lidya, Babil, son zamanlarda da Urartu kavimleri üzerinde araştırmalar da yapılmıştır.

Atatürk ve Cumhuriyet tarihi üzerindeki araştırmalar 1940 yılları hariç, 1950’li yıllardan itibaren devamlı olarak artmıştır.

Yabancı dillerde yayımlanmış Türk tarihinin kaynakları ile Türk tarihine dair araştırmalar, özellikle 1940’lı yıllarda Türkçeye çevrilmiş, ondan sonra da azalarak devam etmiştir.

Türk Tarih Tezi, bazı Avrupalı tarihçilerin araştırmalarına dayanılarak ileri sürülmüş, ancak daha sonra bu tez arkeolojik, antropolojik ve dilbilimsel araştırmalar ve delillerle desteklenmeye ve temellendirilmeye çalışılmıştır.

Özellikle Atatürk döneminde Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar, birbirine bağlı ve birbirini destekleyici bir nitelikte yürütülmüştür. Ancak daha sonra Türk tarihi ve Türk dili üzerindeki araştırmalar gittikçe birbirlerinden ayrılmıştır. Bu ayrılmada Türk Dil Kurumunun araştırmalarında dilin sosyal, tarihi ve kültürel temellerini incelemekten çok, büyük ölçüde sözlük çalışmalarına ve edebiyat araştırmalarına ağırlık vermesinin rolü olmuştur.

Yukarıdaki tespitlere dayanarak Türk Tarih Kurumunun Türk Tarih Tezi içindeki yeri hakkında bir değerlendirme yapıldığında görülebilecek en önemli hususlar şunlardır:

* Türk tarihinde birlik ve bütünlüğün kurulmasının sağlanmasıdır.

* Türk tarihinin İslam tarihi dışında bağımsız olarak araştırılmasıdır.

* Bazı Avrupalı tarihçilerin Türk tarihi hakkında ileri sürdükleri yanlış bilgilerin, Türk milleti üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesidir.

* Türklerin ikinci anayurdu olan Türkiye’nin tarihinin aydınlatılması yolunda önemli adımların atılmış olmasıdır.

Fakat çağdaş medeniyetin temelinde Türk medeniyetinin bulunduğu yolundaki Türk Tarih Tezi’nin önemli bir iddiasının topluma ve bilim âlemine mal edilmesi hususunda beklenen başarı sağlanamamıştır. Tam tersine, çağdaş medeniyetin temelinde Yunan medeni­yetinin bulunduğu şeklinde bir yanlış anlayış zamanla Türkiye’de de yerleşmiştir. Bu anlayışın yerleşmesinde eski Yunan ve Roma medeniyetleri hakkında yapılan incelemelerin ve bu toplumlara ait Anadolu’daki eski yerleşim bölgelerinde yapılan kazıların etkisi olduğu gibi, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun çalışma ve araştırmalarının birbirinden kopuk olması nedeniyle, Türk Tarih Tezinin lengüistik delillerden mahrum bırakılması da etkili olmuştur. Bunların dışında, bu anlayışın yerleşmesinde, 1940’larda Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tercüme ettirilerek yayımlanan ve okul kitaplıklarına konulan Yunan, Roma ve Batı klasiklerinin de etkisi olmuştur.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu’nun yayımlanmasına kadar dernek statüsünde çalışmışlardır. 1982 Anayasası’nın 134. maddesi uyarınca 2876 sayılı Kanun ile Atatürk’ün manevi himayesinde, Cumhurbaşkanı’nın gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulmuştur. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, bu yüksek kuruma bağlanmışlardır. Ayrıca bu Kanun, Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi adında iki yeni kurumun daha kurulmasını sağlamıştır.

Böylece günümüzde; Atatürk, Türk tarihi, Türk dili ve Türk kültürü konuları bu yüksek kurum tarafından incelenmektedir. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunun yanında Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi’nin kurulması olumlu olarak değerlendirilmektedir. Ancak Atatürk’ün arzusu, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun birlikte Türk Bilimler Akademisi haline getirilmesiydi. Bu arzusu tam olarak yerine getirilemediği gibi, “Türk Tarihi” ve “Türk Dili”nin yanında bu değerlerin oluştuğu mekân olan “Türk Coğrafyası” da eksik bırakılmıştır. Böylece, Atatürk’ün Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurmasındaki asıl amaç tam olarak yerine getirilememiştir. Aslında Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi birlikte düşünülmelidir.

“Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.” (Ord. Prof. Dr. Enver Ziya KARAL)

Genel Sebepler:

Atatürk’ün tarih üzerinde çalışmaları, İstiklâl Savaşımızın, kültür alanında devamıdır. Bu çalışmalar memleket içinde ve dışında milli tarihimizin zararına olarak gelmiş yabancı tarih görüşlerinden kurtulmak ve tarihimizin gerçek karakterini belirtmek için, yapıldı.

Bu iş kolay olmadı. Atatürk milli tarih anlayışını kurmak için ilkin Osmanlı İmparatorluğu devrinde değer kazanmış tarih anlayışını çürütmek zorunda olduğunu anladı. Osmanlı tarih anlayışı üç konaktan geçerek gelişmiş bulunuyordu. İmparatorluğun kuruluşundan Tanzimat’a kadar süren devirde, ümmet tarihi anlayışını görüyoruz.

İslâm uleması, İslâmlık temellerine dayanan İmparatorluğun İslâm halkı arasında ortak bir kültür vasıtası yaratmak için tarihten faydalanmağı düşünmüş ve İslâm tarihini, bu maksatla devlet tarihi olarak kabul etmişlerdi. İslâm tarihinde Türklerin İslâmlıktan Önceki tarihleriyle, İslâmlığın yayılmasında gördükleri büyük hizmetten hiç bahsedilmiyordu, Tanzimat devrinde ümmet tarihine paralel olarak devlet tarihi anlayışı gelişmeğe başladı.

Bu yeni anlayış, İslam ve Hristiyan halkının kanun önünde eşit sayılmağa başlamasının bir neticesi idi. İslam tarihinin medreselerde okutulmasına devam edildi. Fakat medrese dışında açılan okullarda İslâm tarihi yanında Osmanlı tarihi öğretimi başladı.

Yeni tarih anlayışında, Osmanlı devleti için başlangıç olarak, Osmanlı devletinin kuruluş tarihi, kabul ediliyordu. Bu tarihten önceki Türk tarihi ile Osmanlı devletinin kurulmasında Türk Milletinin sarf ettiği gayretler, belirtilmek şöyle dursun, işaret bile edilmemişti. Tanzimat ve birinci Meşrutiyet, Osmanlı halkım ortak değerlere kavuşturmadıktan başka, milliyetçilik cereyanlarını da önleyemedi.

İmparatorluğun türlü taraflarında bağımsız devletler kurulması üzerine Türk münevverlerinden bazıları milli tarih anlayışına, sarılmak gereğini duydular. Bunlar, Türklerin, Osmanlı tarihiyle İslâm tarihinde yaptıkları büyük işin belirtilmesini istedikleri gibi, bu iki tarihin ötesindeki Türk tarihinin kaynaklarına gidilmesi lüzumunu da belirttiler. Bu yeni tarih anlayışı istikametinde başlayan çalışmalar en çok ikinci Meşrutiyet devrinde gelişti.

Devlet bu çalışmalara karışmadı, Aydınlardan tarihe merak sardıranlar, Avrupalı bilginlerin Türk tarihi alanında edinmiş oldukları bilgileri ve kanaatleri, ya hiçbir kritiğe tâbi tutmadan ve yahut gevşek bir kritikten geçirerek derlemeğe ve yaymaya başladılar.

Bu suretle Türk tarihi hakkında, gerçeğe uymayan birçok bilgiler, manasız iddialar ve hatta iftiralar memleketimizde de yerleşmeğe başladı. Osmanlı İmparatorluğunda geliştiklerine kısaca işaret ettiğimiz bu üç tarih anlayışı, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına kadar, yan yana yaşamağa devam ettiler.

Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması ve halifeliğin kaldırılması, ümmet tarihi anlayışını, Osmanlı Devletinin yıkılması da, manasını yalnız Osmanlı tarihinde bulan devlet tarihi anlayışını modası geçmiş tarih anlayışları durumuna düşürmekte idi.

Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkomutan ve Devlet Başkanı olarak söylediği nutuklarda fırsat buldukça bu tarih görüşlerinden ayrılmanın gereğini ve yeni bir tarih görüşüne varmanın önemini belirtti. Lozan Muahedesinin imzalanmasından sonra bu düşünce üzerinde ısrarla durdu. Türk Milleti dünyaca tanınan ve sayılan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurmuştu. Devlet yeni, fakat millet uzun ve şerefli bir geçmişe malikti. Milletin kendi adını taşıyan tarihine kavuşması muhakkak lazımdı. Bunun için de millet tarihi anlayışını kabul etmekten başka çare yoktu.

Özel Sebepler:

Bu genel sebep yanında, Atatürk’ü, millet tarihi anlayışını kabul etmeye zorlayan, aşağıdaki sebepleri görüyoruz:

Türklerin sarı ırktan olduğuna dair dünyada yayılmış olan yanlış bilgiler: Avrupa düşünürlerinden bir kısmı, ya din gayretkeşliği veya sadece siyasi düşüncelerle Türkün sarı ırka mensup, Avrupalılara göre ikinci neviden bir insan tipi olduğu bilgisini yaymışlardı. Bu bilgi okul kitaplarına bile geçmiş bulunuyordu.  Türkiye’de tarih araştırmaları gelişmiş bulunmadığı ve tarih yazarlarımızdan büyük bir kısmı Avrupa tarihlerinden tercümeler yaparak, Tarih kitabı yazdıkları için, Türklerin ikinci nevi bir insan tipi olduğu yolundaki yanlış bilgiler memleketimizi de istila etmiş bulunuyordu.

Türklerin medeni kabiliyet ve istidattan mahrum oluşu:  Türklerin sarı ırktan gösterilmesinin bir neticesi olarak medeni kabiliyet ve istidattan mahrum bulundukları da kabul edilmekte idi.  Yakın çağlarda, Osmanlı İmparatorluğunda yapılan Islahat hareketlerini beğenmeyen, bir çok Avrupa tarihçileri ve siyasileri, Türkleri anlayışsızlık ve kabiliyetsizlikle itham ettikten başka, hiç bir medeni eser yaratmadıklarını, Avrupa’da ordu kurmuş bir insan topluluğu mahiyetinde olduklarını, ileri sürmüşlerdir. Hattâ Türkiye’de ara sıra patlak veren siyasi buhranlar sebebiyle Türklerin Avrupa’dan Asya’ya kovulması icabeden barbarlar olduğu bile söylenmiş ve yazılmıştı.

Türk toprakları üzerinde tarihi iddialar:  Osmanlı devletinin birinci cihan harbini kayıp etmesi üzerine, Osmanlı topraklarının taksimi, bir olupbitti gibi kabul edilmişti. Bu toprakların taksimi sırasında Anadolu ve Trakya gibi öz ve öz Türk toprağı olan yerlere hak iddia eden devletler çıktı. Yunanlılar batı Anadolu ile Trakya’ya, İtalyanlar’da güney Anadolu’ya yerleşmek için bu topraklar üzerinde tarihi iddialar ileri sürdüler.  Doğu Anadolu’da bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulması için tarihin şahitliğine başvuruldu.  Sevr Muahedesi bu yanlış ve tahrif edilmiş tarih bilgisi üzerine hazırlanarak, Osmanlı Devletine imzalatıldı.

Kurtuluş savaşımızla, topraklarımızı yabancı ordulardan temizledik ve istiklâlimizi Lozanda dünyaya tanıttık. Fakat Türk milletiyle Türk toprakları hakkında yüzyıllardan beri sakat tarih bilgisiyle beslenmiş olan, dünya umumi efkârını her an düşman olarak karşımızda bulabilirdik.

Nitekim Lozan antlaşmasından sonra bile emperyalist bazı devletlerin, Türk toprakları üzerinde tarihi haklar serdederek istilâcı birer programın tatbikine hazırlanmakta oldukları, söz ve hareketlerinden anlaşıldı.

Bu da gösteriyor ki kurtuluş savaşımızda elde edilmiş olan maddi neticeleri, manevi alanda yapılacak çalışmalarla tamamlamak lazımdı. Bunun için de aleyhimizde kullanılmış olan silahın cinsinden bir silah ile kendimizi müdafaa etmekten başka çare yoktu. Aleyhimize kullanılan silah tahrif edilmiş olan tarihti.

O halde bize düşen görev, tarihimizi gerçek yapısı ile meydana, koymak ve şaşırtılmış bulunan efkârı umumiyeyi, Türk milleti ile Türk toprakları hakkında aydınlatmaktı. Buraya kadar yapılan kısa açıklama Atatürk’ün Türk Tarih tezine vermiş olduğu önemi belirtecek karakterdedir.

Atatürk’te tarih merakı ve sevgisi okul sıralarında başlar. Kurtuluş savaşında türlü vesilelerle söylediği nutuklarında fikirlerini kuvvetlendirmek için, daima tarihten misaller getirdiğini görüyoruz. Tarihle uğraşmak hususundaki düşüncelerine ilk defa olarak, 1923’de kendisine fahri Profesörlük ünvanını vermiş olan, İstanbul Edebiyat Fakültesinin, fahri Profesörlük beratını Ankara’ya getirmiş olan, heyetine söylemiştir. Bu heyette bulunmuş olan Prof. Şemseddin Günaltay, Belleten de yayınladığı bir yazıda Atatürk’ün sözlerini şöyle nakletmektedir:

“Beratı takdim ve lütfen fahri müderrisliği kabul buyurduklarından dolayı müderrisler meclisinin şükranlarını arz ettik. Heyetimize iltifatta bulunan Gazi bir aralık kendisinin mektep sıralarından beri çok sevdiği tarihle daima meşgul olduğunu, bu itibarla fahri müderrisliğinin Edebiyattan ziyade tarihe ait olmasının daha münasip olacağını söylediler“.

Bu sözlere rağmen Atatürk’ün 1923’den 1928 yılına kadar tarihle yakından alakadar olduğunu görmüyoruz.  1928’de Bayan Afet (İnan) kendisine, Türk ırkının Sarı ırka mensup bulunduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci “Secondaire” nev’i bir insan tipi olduğunu yazan bir Fransızca kitap göstererek: – Bu böylemidir? diye sormuştur.

Atatürk’ün verdiği cevap şudur: “Hayır olamaz, bunun üzerinde meşgul olalım” bundan sonra Atatürk devamlı ve sıkı bir şekilde tarihle uğraşmaya başlamıştır. Onun yıllardan beri aydınlatılmasını gerekli bulduğu belli başlı tarih meseleleri şunlardı:

Türkiye’nin en eski yerli halkı kimlerdir?

Türkiye’de ilk medeniyet nasıl kurulmuş veya kimler tarafından getirilmiştir?

Türklerin cihan tarihinde ve dünya medeniyetinde yeri nedir?

Türklerin bir aşiret olarak, Anadolu’da devlet kurmaları bir tarih efsanesidir. Şu halde bu devletin kuruluşu için başka bir izah bulmak lâzımdır.

İslam tarihinin gerçek hüviyeti nedir? Türklerin İslâm tarihinde rolü ne olmuştur?

Atatürk, bu meseleler üzerinde milletimizi ve dünyayı eski ve hatalı tarih anlayışından, yeni ve doğru bir tarih anlayışına getirmenin kolay olmadığını biliyordu.  Bu önemli iş için her şeyden önce, teşkilâta sistemli, devamlı ve sabırlı bir çalışmaya lüzum görüyordu. Atatürk tarih tetkiklerini büyük devlet işleri arasına alınca, belli bir vaktini bu işe hasretmeği kararlaştırdı.

İlkin tarih sahasında çıkmış en yeni kitaplarla bir kitaplık kurdu.

Sonra Türkiye’de tarih yazan ve tarih ile uğraşabilecek kimselerle bu kitapları incelemeğe koyuldu, Bakanlardan, Milletvekillerinden Profesör ve Öğretmenlerden bazılarına tarih konuları üzerinde çalışmak vazifesi verildi.

Tercüme edilmiş kitapların özü çıkarılmakta, incelenen meseleler üzerinde raporlar hazırlanmakta ve Atatürk’e sunulmakta idi.

Böylece Türk Tarihi üzerinde büyük ölçüde bir anket işi başlamış oldu.

Bu iş bir taraftan gelişirken diğer taraftan da Türk tarihinin incelenmesi ile devamlı olarak çalışmak üzere Türk Tarihi Tetkik Heyetinin, kurulması ile uğraşıldı.

Tarih çalışmalarının ilk mahsulü 1930’da yayınlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları’’ isimli kitap oldu. Atatürk bu kitabın birçok yerlerini beğenmedi. Bu kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra da Türk Tarihi Tetkik Heyeti resmen kurulmuş oldu. Heyetin kurulmasıyla çalışmalar hızlandı.

O kadar hızlandı ki, Türk Tarihi Tetkik Heyeti bir aralık gezici bir hal aldı.  Çankaya’da, Yalova’da, Dolmabahçe’de, vapurda, trende, sözün kısası Atatürk’ün çalışmak için vakit bulduğu yerlerde toplantılar yapıldı. Toplantı saatlerinin yalnız başlangıcı belli idi. Bazen 24 saat fasılasız çalışıldığı da olurdu.

Çalışmalar çok kere münakaşalı geçerdi.  Atatürk’ün münakaşalarda haklıyı ayırt etmek için kullandığı usul hakkında bir fikir edinmek için Prof. Muzaffer Göker’in Belletende yayınladığı “Atatürk’ün huzurunda” başlıklı yazısında şu satırları alıyoruz:

“Bir gün Ankara Halkevindeki Tarih Kurumu Dairesinde müsveddeleri okumak için toplanmıştık. Müzakereler hararetli oldu. Bilhassa iki arkadaş arasında müzakere, münakaşa şeklini aldı, O akşam Atatürk lütfen cemiyet azalarını sofralarına davet buyurdular. Günlük mesai hakkında malumat aldıktan ve her zaman olduğu gibi çalışmaları iltifatları ile teşvik ettikten sonra söz sırası günün münakaşa mevzuu olan meseleye geldi.

Münakaşadan son derece zevk alan Atatürk gayet neşeli bir halde günün hadisesini hülâsa ettikten sonra münakaşanın huzurlarında devamını kendilerine has nezaketiyle rica ettiler. Arkadaşlar mevzuu anlatmağa başladılar: Onları dinledikten sonra kâğıt ve kalem getirilmesini emrettiler. Zaten kâğıt ve kalem yemek odasının demirbaş eşyası sırasına girmişti. Salonun bir ucunda kara tahta, kenarda etajerlerin üzerinde lügatler, ansiklopediler yemek odasına bir mektep manzarası hali vermişti. Ve orası hakikatte bir mektepti. İstenilen şeyler geldikten sonra Atatürk her iki arkadaştan iddialarını yazı ile tespit etmelerini istedi.

Münakaşalarda başlangıçtaki iddiaların unutulması sık sık görülen birşey olduğu için buna lüzum görüldüğünü ilave etti. Sonra arkadaşlardan sözlerini teyit için ne gibi ilmi vesikalara ve mehazlara müracaat edeceklerini sordu. Bunlar da kâğıda yazıldı. Kütüphaneden istenilen kitaplar geldikten sonra okuma ve tercüme başladı. Neticede bir taraf hak kazandı. O zaman Atatürk kaybeden arkadaşımıza dönerek bu neticenin kendisinin yüksek kıymetini küçültecek bir hadise olmadığını ilâve ederek gönlünü aldı.

Yalnız dedi ki:

“Size her zaman söylerim. Yalnız kendi başınıza ve kendiniz için çalıştığınız zaman herkes gibi böyle bir netice ile karşılaşmanız mümkündür. Hatta sık sık olabilir. Cemiyeti ben bunun İçin kurdum. Buradaki üyeler yurt içinde ve dışında tarihe ait yapılan çalışmalarda ve kendi tetkikleri neticelerinden birbirlerini haberdar ederek birbirlerini tamamlayarak çalışırlarsa netice daha müsbet olur. Bunu yaparken şahsınıza ait bir buluşun başkaları tarafından kullanılmasından ve mesut neticelerin isminize değil, mensup olduğunuz cemiyete ve millete mal edilmesinden endişeniz olmasın. Millet bunun kadrini bilir. Millet sevgisi kadar büyük sevgi yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanan hepsi milletin eseridir dedim. Aranacak olursa doğmanda budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımıza ileri süremeyiz. Bu güne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük İşlerimiz vardır, kimi araştırmalar da bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem budur: Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliği ile çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur.”

Atatürk, Türk Tarihi Tetkik Heyetinden, çok istifadeli çalışmalar bekliyordu. Fakat heyette bazen her şey beklediği gibi gitmiyordu. Ara sıra heyet üyelerini irşad edecek yolda direktifler vermek mecburiyetinde kalıyordu. Tarih çalışmalarının ayarlanmasında ve istenilen istikamette yönetilmesinde tesir yapan bu direktiflerin önemlilerinden bazıları şunlardır.

“Büyük Devletler kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetikik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha, büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır,”

“Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek ferdasında nadim olmaktansa hiç bir eser vücuda getirmemek, aczini itiraf etmek evlâdır.”

“Biz tarih yazarken aport değil bizzat fiiller ve hadiseler arayan adamlarız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmiyelim.”

“Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız, Bu vesikalar üzerinde yapacağınız tetkikatta her şeyden ve herkesten evvel, kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu nokta-i nazarlardan kıskanç olmak İsal edebilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatan ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacısının… baziçesfi kalırsınız.”

“Tarih hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmağa çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak meçhuliyeti ve bu noktadan cehlimizi itiraf etmeden çekinmeyelim.”

“Biz daima hakikat arayan ve buldukça, bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlarız.”

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir hal alır.”

Bu direktiflere göre yürütülen tarih çalışmaları neticesinde 1931 yılları sonlarında okullar için dört ciltlik bir umumi tarih serisi ortaya kondu.

Ağırlık noktasını Türk Tarihi teşkil eden bu serinin müsveddelerini Atatürk baştan aşağı okudu ve tashih etti.

Yeni Türk Tarih Tezi yazılımı

Yeni tarih kitaplarımız Milli Tarih Tezimizi de ihtiva etmekte idi. 1932’de Ankara’da Tarih Profesör ve Öğretmenlerinin iştiraki ile ilk defa olarak toplanan Türk Tarih Kongresinde Türk Tarih Tezi geniş ölçüde açıklamalar ve tartışmalarla millete mal edildi.  Kültür alanımızda bir inkılâp ifade eden bu tezin esası şudur:

“Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve bütün milletlere kültür ışığını saçmış olan millet Türk milletidir.”

“Türk ırkı, çok kere öne sürüldüğü gibi sarı değildir. Türkler beyaz insanlardır ve brakisefaldir. Bu günkü yurdumuzun sahipleri, en eski kültür kurucularıyla aynı vasıfları taşıyan çocuktandır,”

“Türkler yayıldıkları yerlere medeniyetlerini de götürmüşlerdir. Irak, Anadolu, Mısır, Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalılardır. Biz bugünkü Türkler de Orta Asyalıların çocuklarıyız.”

Türk Tarih Tezi, Tarih alanında yapılan en yeni çalışmalarla Arkeolojik, Antropolojik araştırmalar neticesinde elde edilmiş olan vesikalara dayanmaktadır.

1937’de toplanan ikinci Türk Tarih Kongresinde Tarih tezimiz yabancı ilim adamlarının da tetkikine arz edildi. Kongrenin komisyonlarında ve genel toplantılarında yapılan açıklamalara göre Türk Tarih Tezi âlemşümul bir tarih gerçeği olarak kabul edildi. Türk Tarih Tezinin kabul edilmesi ile milli tarihimiz gerçek karakterini millet ve dünya nazarında kazanmış oldu. Türkleri medeni milletler birliğinden ayırmak ve onları insan yapısıyla medeni vasıfları bakımından ikinci neviden saymak gibi yalnız kin ve garaz mahsulü olan bir edebiyat da gene tarih tezimizle çürütülmüş oldu.

Türk Tarih Tezinin, cihan tarihi anlayışında da ileri bir adım olduğunu kabul etmek lazımdır.  Tezimiz beşer kültürüne Orta Asya’yı beşik göstermekle bütün dünya milletlerinin hasretini asırlardan beri çektikleri ortak bir kültür temeli de yaratmaktadır. İlk anlarda, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi istikametinde yönetilmiş çalışmalarında ırkçı ve emperyalist düşüncelerin izlerini arayanlar oldu. Fakat onun bütün hayatı, bütün düşünce ve çalışmaları milliyet ile insanlığın uzlaşacağı yolunda bir inanın örnekleri ile süslenmişti. Bu örneklerden birini Balkan milletlerinin üyelerine bir antanta varmak için Türkiye’de çalıştıkları sıralarda söylediği şu sözlerde görüyoruz.

“Balkan Milletleri İçtimai ve siyasi ne çehre arz ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş yakın soylardan, müşterek cetleri olduğunu unutmamak lâzımdır.”

“Karadeniz’in Şimal ve Cenup yolları ile binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip Balkanlarda yerleşmiş olan insan kütleleri, başka başka adlar taşımış olmalarına rağmen, hakikatte bir tek beşikten çıkmış kardeş kavimlerden başka bir şey değildirler.”

Atatürk, Türk Tarih Teziyle insanların aralarında anlaşmak ve müşterek saadetleri yolunda çalışmak için muhtaç oldukları kültür ortaklığının kuvvetli bir adımını da atmış oluyor.

O, “İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırmak, birbirlerini sevdirmek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir.” sözü ile de, Türk milletinin saadetine verdiği değeri diğer milletler içinde tanımış olmuyor mu?

Ölümünde Türk milleti kadar bütün dünyanın da onun için göz yaşı dökmesi, belki de milliyet manasını ve insanlık idealini en güzel anlatmış olmasından ve bu uğurda açık gönül ile çalışmasından ileri gelmiştir.

Türk Tarih Tezi’nin iki temel amacı

Türk ulusunu odak alarak tarihi yeniden yazarak bir Türk ulusal kimliğinin yaratılmasına katkıda bulunmak, bu şekilde Cumhuriyet’in temel amacı olan ulus-devlet yaratma sürecine tarihsel bir referans oluşturmak.

Türklerin dünya uygarlıklarının gelişiminde önemli bir yere sahip olduğu tezini kanıtlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetinin tarihsel olgularca doğrulandığını göstermek.

Temel kabuller

Türk Tarih Tezi, beyaz ırkın kökeninin Orta Asya olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre çeşitli göç dalgaları halinde Orta Asya’dan dünyaya yayılan Türkler dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur. Türk Tarih Tezi’nin temel kabulleri şu şekilde özetlenebilir:

*Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu Orta Asya’dır,

*Medeniyetin beşiği Türklerin anayurdu olan Orta Asya’dır,

*Göçler sonucu Türkler birçok yere yayılmış ve uygarlaşmayı tetiklemiştir,

*Anadolu’nun ilk yerli halkları Türklerdir; Hititler vs. halklar dahil,

*Kürtler dağ Türk’üdür. Bu yüzden 80 yıl önce Kürtlere dağ Türkü denilmişti,

*İtalya’da yaşamış Etrüskler Türk’tür,

*Irak’ın güneyindeki Sümer uygarlığını Türkler kurmuştur,

*Mısır medeniyetinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal Türklerdir,

*Maya, Aztek ve İnka Amerika uygarlıklarını Türkler kurmuştur,

*70 bin yıl önce Asya ve Amerika kıtası arasından batmış Mu kıtasında konuşulmuş olan Mu dili Türkçedir,

*Peygamber Hz. Nuh Türktür. (Hz. İbrahim’in ve hatta Hz. Muhammed (sav)’in Türk’lüğü kuvvetle muhtemeldir.

Görüldüğü gibi, Türk Tarih Tezine göre Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın temsilcileridir: Hitit, Sümer, Etrüsk, Rum, Yunan, Kürt, Macar vs. halklar Türk sayılmaktadır. Başka bir deyişle, bu teze göre Avrupa’dan Çin’e kadar uzanan coğrafyadakilerin çoğu Türktür.

Atatürk’e göre Türk tarihi

“Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir” sözü de Anadolu’da Türklerin varlığının Malazgirt Savaşı’ndan çok öncelere dayandığı anlamını taşımaktadır; Anadolu’nun en eski halkları Atatürk’e göre Türk’tür.

Bu gerçekliği Atatürkün kendi yazdığı şiirdede görebiliriz: “Gafil, hangi üç asır, hangi on asır / Tuna ezelden Türk diyarıdır. / Bilinen tarihler söylememiş bunu / Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak, / Dinleyin sesini doğan tarihin, / Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak / Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin. / Asya’nın ortasında Oğuz oğulları, / Avrupa’nın Alpleri’nde Oğuz torunları / Doğudan çıkan biz / Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz / Türk sadece bir milletin adı değil, / Türk bütün adamların birliğidir. / Ey birbirine diş bileyen yığınlar, / Ey yığın yığın insan gafletleri / Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde, / Hakikat nerede?”

Bu şiirden anlaşıldığı kadarıyla Atatürk’e göre Alp Dağları’na kadar uzanan yerdekiler Türk’tür. Tuna nehrinin “ezelden beri Türk diyarı” olduğunu belirterek de Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna gibi Tuna havzası ülkelerinin üzerinde yaşamış olan halkların Türk olduğu tezini ortaya koymaktadır.

Atatürk, Türk Tarih Tezi’nde dile getirilen göç hareketleri ve “Kayıp Kıta Mu” efsanesi arasında bir bağlantı kurulabileceğini düşünmüş ve bu konuda araştırma yapmak için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bu efsaneye göre Pasifik Okyanusu’nda, Asya ve Amerika kıtaları arasında bulunan ve Avustralya’nın iki katı büyüklüğünde olan Mu Kıtası 70 bin yıl önce batmıştı. Atatürk, Türk halkının Mu kıtasından dünyaya yayılmış olabileceğini düşünerek bir araştırma başlattı; Meksika’ya elçi olarak atanan Tahsin Mayatepek’i, Türkçe ile Maya dili benzerliğin araştırılmasıyla görevlendirdi.

SONUÇ

Mustafa Kemal Atatürk’ün esaretten kurtulma, var olma ve en az medeni dünya seviyesinde kültür ve bilim üretme heves ve arzusu, tarihten gelen benlik ve kudrete bağlıydı. Delile muhtaç bu iddiaların en yücelerinden birisi de Tarih Tezi’ydi. Gerek yurt dışındaki kaynakları okuyarak, gerekse yurt içindeki arkeolojik kazı ve incelemelere ön ayak ve destek olarak Mustafa Kemal Atatürk, mevcut tarihin aksayan yönlerini tespitte, yanlışları ortaya çıkarmakta bir tarihçi titizliği ile de öncüydü.

Dahası o bilgi birikimi ile ve yönlendirmeleri ile Milli şuuru, millet olma ve medeniyetin beşiği olma idrakini toplumuna izaha çalışırken, bir yandan da ilim dünyasına bu tezini ispata çalışıyordu.

Mertliği tarihe armağan etmiş Türk’lerin ezeli ve ebedi medeniyet nurlarını ispat için ömrünün son zamanlarını bu inanca ayıran Atatürk, kurduğu Türk Tarih Kurumu ile de bunu sistematikleştirmiş, bilimsel hüviyete sokmuş ve kurumsallaştırmıştır. Mu kıtasından itibaren Türk’lerin anayurdu arayışlarını ispata çalışan Atatürk, Türklerin sanılanın aksine sarı ırktan olmadığını, barbarlıkla alakası olmadığını, pek çok ulus ve devletin Türk kökenli olduğunu tespit ve ispat etmiştir.

Lakin batının yerleşik tarihi ve o tarihi yazanlar güçlüdür, yerleştirdikleri Türk düşmanlığını silmeye razı değillerdir ve bunun yerine Türklüğü, İslamcılıkla yer değiştirmek hevesindedirler. halen de bu misyon devam etmektedir. Çünkü zayıf bir Türkiye ve tarihinden habersiz bir millet bu kahpe senaryoya çok daha uygundur.

İşte Ulu Önder’in gaye ve davası da bu oyunu bozmaktır ve kısmen başarılı da olmuştur. hatta bu uğurda Afet İnan’a Ertuğrul gemisini tahsis etmiş, adalardaki kazılara maddi destek sağlamış, kurul ve toplantılara muhakkak katılmıştır. Çıkarılan dergi ve gazetelerin, toplantı tutanaklarının tanzim ve yayımı, müzelerin kurulması ve ziyarete açılması hep bu maksat iledir.

Maalesef Atatürk’ün vefatı ile bu tez önce zayıflamış ve sonra terk edilmeye mahkûm bırakılmıştır. Bu sayede de Türk’lük mazisini ve kudretini bilmez halde, “Araplaştırma” kastı ile, kopya ve sahte batılı tarihlere maruz bırakılmıştır. Bu ise bugün dahi yaşanan sorunların temelidir.

Cumhuriyetçi aydın yazarlara, araştırmacılara ve özellikle Türk Tarih Kurumu’na düşen görev, bu tezi doğruluğunu ispat edemese ve ikna edemese bile takip etmek, aksi ispatlanana kadar pes etmemek, halkı da bu tez istikametinde aydınlatmaktır.

Çünkü tarih, dünya ve medeniyet Türk’tür. Bu elbet anlaşılacaktır. Lakin bu anlayışta en büyük sorumluluk ve görev bizlere düşmektedir. Oysa bizler hala Atatürk’ün sağladığı huzur ve güven ortamında mışıl mışıl uyumakta olduğumuzdan, hala batının yazdığı empoze tarihe tutsağız.

Uyanmak ve tarihimize sahip çıkmak umuduyla …

Kaynaklar;

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1582

https://www.cukurovader.org.tr/wp-content/cache/all/ataturkun-turk-tarihi-tezi/index.html

https://www.turkcebilgi.com/t%C3%BCrk_tarih_tezi

Bu yazı Atatürk’ün Türk Tarih Tezi ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-turk-tarih-tezi/feed/ 0
Hak, hukuk ve adalet http://ataturkicimizde.com/hak-hukuk-ve-adalet/ http://ataturkicimizde.com/hak-hukuk-ve-adalet/#respond Tue, 07 May 2019 11:00:19 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=8068 Hak, hukuk ve adalet Dillere dolanmış, sloganlaştırılmış bu üç kelime basitçe modern demokratik cumhuriyet rejimlerinin hukuk devleti olmasının ve vatandaş hak ve hürriyetlerine saygılı olunmanın...

Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Hak, hukuk ve adalet

Dillere dolanmış, sloganlaştırılmış bu üç kelime basitçe modern demokratik cumhuriyet rejimlerinin hukuk devleti olmasının ve vatandaş hak ve hürriyetlerine saygılı olunmanın ve özellikle adaleti tesis ve idame ettirme kararlılığının adıdır ki, bunun açılımı; kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı ve devlet-vatandaş ilişkilerinde partizanlıktan uzak, bilimsel yaklaşım ile laikliğin esas alınması, karşılıklı hak, görev, yetki ve sorumlulukların yerine getirilmesi, yerine getirmeyenlerden hesap sorulmasıdır.

Daha basit ve kısa söylersek bu üç kelime ile kast edilen; hakların korunması, görev ve yetkilerin anayasa ile belirlenmesi, adaletin kesinlikle sağlanması ve aksamaya sebep unsurların düzeltilmesi ve aksatan kişilerin cezalandırılması suretiyle devletin beka ve idamesinin çağdaş olarak sağlanmasıdır.

Detaya inildiğinde ise HAK kelimesinden; kişi ve toplumun, fert ve kamunun karşılıklı olarak sahip olduğu kabiliyet, hürriyet ve irade serbestliği anlaşılır ki herkesin hakkı bir diğer hakkın başladığı yere kadardır. Kamunun hakları ise fert haklarının genel toplamı olmak yanında bir de statü gereği sahip olduğu kurumsal haklardır. Hak, haklı olmak, hakkaniyet anlamlarında kullanılan bu kelime, en temel ve insani değerler olan yaşamak ve ifade hürriyetinden başlamak üzere, sağlık hizmeti alma, eğitim görme, ticarete atılabilme gibi sayısız hakkı içerir. Hatta bu hak kelimesi kişinin istediği dine mensup olma hatta dini toptan inkâr yetisini dahi ifade eder. Burada tek nüans hakların kullanımında başkaca haklara tecavüz etmemek ve yasalara karşı gelmemektir.

Yasalar denilince de karşımıza hukuk çıkar ki hukuk yasaların toplamı ile tesis edilen yasalaştırma, yasaları uygulama ve yargılama sisteminin genel adıdır. Hukuk çatısı altında yazılı ve sözlü hukuk kuralları olduğu gibi bu işi hukuk adına yapanların da tamamı yer alır. Hukuk, öz itibarıyla mevcut ve kabul edilmiş haklara saygılı ve uygun olmak mecburiyetindedir, hakkı sahiplerine iade ettirmeyi hedeflemelidir, haksızlıklara mani olmalıdır ve hakkaniyeti kesin kez sağlamalıdır ki bu hakkaniyetin adı adalettir.

Adalet bir kadın ismi değil, hak ve hürriyetlere sadık kalarak tesis edilmiş, kurumsal, modern ve eşitlikçi hukuk sistemi ile adil kanunlaştırma veya yargılama ile temin edilen hakkaniyetin adıdır. Yani haklardan doğan ve hakları gözeten hukuk, modern ve laik yapısıyla öyle adil bir düzen ve sistem yaratmalıdır ve hukuksal sonuçları öylesine kabul edilir ve vicdanları rahatlatır olmalıdır ki sonuçlar berrak, saf ve tartışmasız olsun. İşte adalet çoğunluğun memnuniyetini temin eden, haklar çatıştığında dahi orta yolu bulan, bekayı temin eden hukukun tarafsız meyvesinin adıdır.

Anlaşıldığı üzere hak, hukuk ve adalet üçlemesi modern ve çağdaş devletlerin vazgeçilmezi, aynı zamanda dinlerin tamamının emridir. Bilhassa İslam dininde Yüce Allah haklara koşulsuz riayeti, bağımsız ve tarafsız yargılamayı, kesin kez sağlanması gereken adaleti emretmekle ve hatta Peygamberini mealen adaleti temin etmek ve yerleştirmek için seçtiğini buyurarak konunun önemine vurgu yapmaktadır.

Konu bu kadar hassas ve mühimdir, sistemi tesis ve idameden sorumlu olanların görev ve mesuliyetleri bu denli büyüktür.

Atatürk ilke ve inkılaplarının gayesi; modern ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuvvetler ayrılığı prensibiyle çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak, bu yapılırken fert ve devlet dengesi kurarak, karşılıklı hak ve hürriyetleri belirlemek, toplumsal huzur ve kardeşliği tesis ederken devletin bekasını gözetmek, yasaları tartışılmaz, sabit, anlaşılır ve eşitlikçi hale getirmek, anlaşmazlıkları yine sulh yoluyla çözmek ilkesine sadık kalmaktır.

Hakları elinden alınmış, hukuk diye dini hurafelere mahkûm edilmiş, adaletten uzak köhne saltanat ve hilafet sisteminin kadı sistemi ile bu refahın yakalanamayacağını bilen kurucularca, yeni Türkiye Cumhuriyeti çağdaş yasalara ve bilimsel kabullere dayalı tesis edilmiş, sayısız ülkenin yasaları ve medeni kanunları incelenerek ortaya milli bir yasal irade çıkartılmıştır.

Zamanın darlığına, teknolojisine, siyasi gelişmelerine, ekonomik imkânlarına, yaşanan savaş yıllarına ve isyan ve ayaklanmaların huzuru zorlayan şartlarına rağmen Atatürk ve dava arkadaşları yapılabilecek en uygun ve milli anayasayı hazırlayarak milletin irade ve onayına sunmuştur.

Öyle ki aslen bu ilk anayasa tüm zorluk ve aksamalara rağmen bazı değişikliklere uğradıysa da bu zamana kadar gelebilmiş yani yüz yıl kadar ömürlü olmuştur. İnşallah ilelebet de daim olacaktır.

Lakin değiştirilen, sözde modernleştirilen, insan haklarına daha uygun hale getirilen, siyasi ve diplomatik gereklerle çerçevesi değiştirilen mevcut anayasal sistemde ve uygulanırlığında, kuruluş yıllarındaki tarafsız ve adil azimden uzaklaşıldığını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur.

Sözde esnekleştirilen hukuk sistemi, tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybetmekle kalmamış, uygulama olarak da eşitlikten her geçen gün daha da uzaklaşmış, keyfiyet kazanmıştır.

Bu sistemin meyvesi durumundaki adalet dinin en temel öğelerindendir ve konuyu dini pencereden incelemek isteyen okurlar buradan bilgi edinebilirler.

Toplumsal huzur ve barışı teminde etkin rol oynayan adaletin tesis edilememesi veya tam olmaması, ülkelerin ekonomiden sanata, tarımdan sanayiye, spordan dış politikasına kadar her alanda menfi etki yaratacak ve vatandaş kardeşliğini bozacak kadar vahim bir noksanlıktır ki ülkemizde ve tüm İslam âleminde halen yaşananlar buna delildir.

Disiplinler zorla tesis edilse de yüceltilmeleri sevgiyledir. Şayet diretme ve dayatmalar hukukun her anına ve alanına yayılıyorsa, bazı kesimler kayrılıyor, adaletten sapılıyorsa, keyfilik hâkimse, eşitlik ve tarafsızlık temin edilemiyorsa, maksatlı olarak imtiyazlar bazı kesimler lehine kullanılıyor ve takdir hakları hep aynı kesim lehine kullanılıyorsa o ülke veya coğrafyada adaletten söz edilemez, hukuk ve haktan bahsolunamaz.

Adalet ve hukuka güven sarsılınca da motivasyon düşer, ilişkiler şüphe gölgesi altında kalır, kardeşlik duyguları zayıflar, bir kesimin diğerine hırsı artar, husumetler yükselir ve Allah korusun herkes kendi adaletini sağlama cihetine gider.

Suçların cezasız kaldığı, suçluların ortalıkta serbestçe dolaştığı, kamu ve kişilere musallat olan tacizcilerin cezalandırılamadığı, yasaların adalete değil bazı kesimlerin menfaati istikametinde çıkarıldığı bir ortamda ise adaletsizlik, toplumu saran bir mikrop gibi tüm işlevsel fonksiyonları hasta eder, kanser eder.

Atatürk Türkiyesi’nin en mühim kelimelerinden olan “namus”, adaletin tesis etmekle mükellef olduğu hür ve adil düzenin, şerefli ve haysiyetli vatandaşlarının adıdır. Bu kelime, kişisel ve toplumsal ahlakın tek kelimelik halidir ve adaletin sağlamayı hedef aldığı örnek insan tipini işaret eder. Yani adaletsizlik aynı zamanda namussuzluktur.

İtirazlar, karşı çıkmalar olsa da tüm bunlar adil ve herkesçe aynı şekilde uygulanabilir olduğu müddetçe sıkıntı yoktur, olsa da kısa sürede toplumsal uzlaşma ile çözülebilir. Lakin yasalar herkese aynı uygulanmıyorsa adalet olmadığı gibi toplumsal uzlaşma da mümkün değildir. Bu uzlaşma olmadan da refah ve huzur arayışları çözümsüz kalmaya mecburdur.

Zorla tesis edilen haklar yasalaştırılabilir ve hatta meşruluk kazandırılabilir ama bu meşruluk tartışılırdır ve dinen caiz olması da şüphelidir. Yine meşruluk ve caizlik mukayesesine dini pencereden bakmak isteyen okurlar buraya göz atabilir.

Hak ve hürriyet arayışları en temel haklardandır. Lakin herkese aynı ölçüde kullandırıldığı ve sonuçlarının da aynı istikamette sonuçlandırıldığı takdirde. Yol veya şekil itibarıyla farklı olan uygulamalar, kelime oyunlarıyla süslense de kamu vicdanı, gerçeği ve tam adaleti görmek ister ki tüm adalet aynı zamanda mutlak adalete hizmet etmekle mükelleftir. Mutlak adalet ise hakların sahiplerine iade edildiği, dinen de makul olan adalettir. Yani kişisel yorumlardan uzak, tarafsız ve objektif adalet, mevcut yasalar yürürlükte olduğu sürece her zaman ve herkese eşit uygulanandır.

Yasaların yorumları hukuk içinde kaldığı müddetçe ve müteakip kararlarda bunlara sadık kalınıp aynı tepkiler verildikçe muteberdir. Sonuçta adalet haklıların gücüdür, güçlülerin hakkı değildir. Bu anlamda, lehte veya aleyhte olsun hukuki meselelerde varsa yasalara yoksa içtihatlara müracatlar hep aynı esas ve çerçevede yapılmalı ve aynı sonuçlar alınmalıdır ki halkın hukuka güveni temin edilebilsin.

Yöneticilerin en büyük veballerinden olan bu hususta Cumhuriyet kurucuları yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerini birbirinden ayırarak kayırma ve eşitsizlik tehlikelerinin en baştan önünü kesmiş ve alınabilecek tedbirleri en baştan almıştır. Lakin zaman içinde bu güven sarsılmış ve yakın zaman uygulamaları ile güven sarsılmıştır.

Devletler gibi tüm kurumlar ve kişilerde hak, hukuk ve adalet anlamında aynı kaidelere uygun davranmak zorundadır ki herkes bir şekilde bir sistem veya kümenin yöneticisi durumundadır. Mahiyetlerin veya akraba yahut ailenin içinde adalet tesis edilemiyorsa o aile, akrabalık veya şirket batmaya mahkûmdur, dağılmak zorunda kalacaktır. Hak geçirmemek, hakkaniyetli olmak diye adı konan haklara riayet konusu bu nedenle adaletin tesisinde büyük rol oynar ve bu adaleti sağlayabilen yönetici kadro daha uzun ömürlü olur. Aksi halde ise adaletsizliğe tahammülsüzlük o toplumu o denli rahatsız eder ki bir zaman sonra en fanatikler dahi bundan rahatsız olur.

Adalet herkese ve her zaman lazımdır. Bugün yaptığı haksızlıktan menfaat elde edenler bir zaman sonra o haksızlığa kendisi uğrayacak, adaletsizlik yapanlar bir zaman sonra adalet arayışına girecektir. Oysa olması gereken adil bir sistem tesis ederek, bunu haklara saygı çerçevesinde işletmek ve refaha hizmet eder hale getirmektir.

Herkesi memnun etmek veya her hakkı müdafa etmek her zaman mümkün değildir, hatta bazı hakların tesisi için bazı hakların gaspı bile söz konusudur. Buna örnek kamu hakları ile kişi haklarının çatıştığı durumdur ki kamu hakları her daim önde olmalıdır. Yine iki kişi arasında doğan hak çatışmasında arayı adil olarak bulmak ve hak kaybına uğrayanı küstürmeyecek tedbirler almak adalet dağıtıcıların bir diğer görevi olmalıdır.

Oldubitti ile tesis ve idame edilemeyecek büyük bir kıymet olan adalet, terk olunur veya terazisi bozulursa hakkaniyet zarar görür ve unutulmamalıdır ki adaletin simgesi tanrıçanın elinde terazi varken gözleri bağlıdır. Bu kimseden korkmadan ve baskı altında kalmadan adil karar verileceğine olan yemindir. Bu adalet dağıtıcıların unutmaması gereken bir husustur, gözler önündedir. Korku ve baskı ile adalete zarar verenlerin ise hukuk ile zaten alakaları yoktur, olamaz da.

Hukuk, şerefle ve onurla korunması gereken bir manevi değerdir, mesuliyettir.  Hukukun üstünlüğü temel ilkedir ve bu husus sosyal hayattan, demokrasiye kadar pek çok alanda itibar sebebidir, çağdaşlaşma ölçüsüdür.

İşi siyaset olanların yasa üretme sürecinde adaleti baz ve vazgeçilmez kabul ederek, sistemi ve devlet düzenini koruyucu tedbirler alması başlıca vazifesidir. Yoksa yasama görevi belli kesimlerin meşru olmayan hallerinin meşru hale getirilmesi gayreti demek değildir.

Adaletin savunulması dinen Allah adınadır ve adaletin dimdik ayakta tutulması farzdır. Ana baba, kardeşler hatta kendi aleyhimize dahi olsa Yüce Allah’ın emri adaleti dimdik ayakta tutmaktır. Bunun ötesinde adaleti temin ve yasaları egemen kılmak anayasal bir görevdir. Yani adaletsizliğe sebep olanlar hem dini hem de ceza hukuku açısından suçludur.

Tüm kurum ve kuruluşlar, tüm organ ve kuvvetler anaysa ile çerçevesi çizilmiş hukuka uymak mecburiyetindedir. Bunun istisnası yoktur ve uymayanlara öngörülen cezaların tatbiki de yine yargılama mensuplarına görev olarak verilmiştir.

Hukuk kavramsal olarak, iş hukuku, borçlar hukuku, İslam hukuku, medeni hukuk, devletler hukuku gibi bölümlere ayrılmışsa da ana esasları aynıdır ve hedefi adaleti temindir. Adaleti temin edemeyen hukuk yasal ve meşru değildir, tanzime muhtaçtır.

Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen, sorgulayan, takip edip hesap soran hukuk sistemi, görev ve sorumlulukları da belirlemek suretiyle bir ceza ve ödül sistemini de tesis etmiştir. Bu şu demektir ki hukuka uygun iş üretenler mükâfatlandırılacak, hukuka aykırı davrananlar cezalandırılacaktır. Adalet tüm bu ceza ve mükâfat bahislerinde de vazgeçilmez olarak aranması gereken ana unsurdur.

Sonuç olarak

Hak, hukuk ve adalet bir slogandan çok öte, devlet olmanın, kardeş olmanın, huzur ve refahın ortak adı ve idealidir. Tesis edilebildiği takdirde barış ve huzuru getiren adalet, hak ve hürriyetlerin özgürce kullanılabildiği, hukukun herkes için eşit uygulandığı ortamdan doğan uygun ve herkesçe kabul edilen tatlı meyvelerin adıdır.

Adaleti tesis ve temin edemeyen tüm hukuk, hak ve hürriyetler meşruluktan uzaktır, vicdanlara hitap edemez ve tanzime muhtaçtır. Çünkü adaletin varlığı, sadece yasalarla belirlenmiş mevzuat miktarınca değil, aynı zamanda vicdanlarda aldığı kabul oylarının nispetincedir.

Adalet tesis ve dağıtmakla mükellef olanlar önce Allah’a ve sonra devlete karşı yükümlüdür, adil olmak zorundadır, tarafsız ve korkusuz olmalıdır. Olamıyorsa o iş zaten ona göre değildir, o kişi o işe ehil ve layık değildir, ettiği yemine aykırı davranıyordur. Halbuki işin ehil ve liyakatli olana verilmesi de Allah emridir.

Adalet zulüm değil barış üretmeli, karmaşa değil huzur ve refah doğurmalıdır. Kabulü imkansız olan çözümleri dayatmakla, taraflı yorumlar ile gerçekleri saptırmakla tesis edilemeyecek adalet, faydadan çok zarar verir ve devletin temellerini dipten sarsar. Kamunun göreceği bu zarar ise fertlerin hayatına dek tesir ederek kardeşlik hislerini, mukaddesatı bozar ve kutuplaştırır. bu da yine Allah’In kardeş olun emirlerine aykırı bir durum teşkil eder ki adaletsizlikler her bakımdan dine de, modern yaşama da, akla da aykırı durumlar oluşturur.

İtibarsızlaştırılan tüm geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerin ana sorunu hukuk sitemlerindeki yanlışlardır. Bunun telafisi ise toplumsal uzlaşma ve hürriyet alanlarının dokunulmazlığının sağlanması ile mümkündür.

Güçlüden ve zenginden yana olan bir hukuk sistemi yerine makul ve doğru olan tarafsız ve bağımsız bir sistemdir. Hatırlanmalıdır ki at semeri çalan sahabenin yargılanmasında Hz. Peygamber, dava edilen ve haksız yere suçlanan masum yahudiden yana olmuş ve ayetle övülmüştür. Nitekim daha sonra o sahabe münafıklaşmış, küfre dalmış bir başka hırsızlık yaparken gebermiştir. Tume bin Ubeyrık kıssasına buradan bakabilirsiniz.

Netice olarak diyoruz ki adalet herkese ve her zaman lazımdır, adaletsizliklerle kazanılanlar kaybedilmeye mahkûmdur, haksızlıklar elbet hesaba çekilir. Tüm hukuksal sistem ve kimseler adalet duygusu ile yaşamalı ve ölmelidir ki ADALET sadece bir anayasal bir mecburiyet değil aynı zamanda ve daha çok Allah EMRİDİR.

Adaletsizlik durumunda mazlumların ahı yerde kalmaz ve hesap bir gün mutlaka sorulur.

Adaletli olunması durumunda ise fertler mutlu ve huzurlu, devlet daim ve güçlü olur.

Bu yazı Hak, hukuk ve adalet ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/hak-hukuk-ve-adalet/feed/ 0
Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdıkları http://ataturkicimizde.com/cumhuriyetin-kadinlara-kazandirdiklari/ http://ataturkicimizde.com/cumhuriyetin-kadinlara-kazandirdiklari/#respond Thu, 07 Mar 2019 08:12:34 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=7896 Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdıkları Kadın, gerek İslam dinin de ve gerekse toplum yaşamında hayatın yarı parçası, medeni ve yumuşak yüzü, duygusal ve doğurgan yanıdır. Kadın, erkeklerden...

Bu yazı Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdıkları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdıkları

Kadın, gerek İslam dinin de ve gerekse toplum yaşamında hayatın yarı parçası, medeni ve yumuşak yüzü, duygusal ve doğurgan yanıdır. Kadın, erkeklerden aşağı değil eşittir ve gerek yaratılışla ve gerekse hukuken ve gerekse geleneksel olarak kendisine verilen görevlerde uygun, dürüst, adil ve hakkaniyete dayalı muamele görmek durumundadır. Bu bir lütuf değil mecburiyettir.

Cumhuriyet Türkiye’si ile kadının kazandıklarına bakmadan evvel, kadınların Cumhuriyet’ten önce neler kaybettiğine ve neleri yaşamak zorunda bırakıldıklarına acımasız ve tarafsız olarak bakmak lazım gelir ki konu bu şekilde çok daha net anlaşılır.

Cumhuriyet Öncesi Kadın

Kadı sisteminde erkekten aşağı durumda farz edilen kadının gerek şahitlik, gerek nikah ve gerekse miras hukukunda yeri malumdur. (Burada İslam hukukunun kadına biçtiği hak ve oranlarla karıştırmamak lazım gelir. Nihayetinde ayetler açık ve adil bir şekilde kadının miras, şahitlik türü hak ve görevlerini emretmiştir. Kadının kadılık sistemindeki yeri bu noktadan hareket eder görünür ancak çok daha kötü kararlara mahkum eder haldedir.) Öte yandan seçme ve seçilme hakkı olmayan kadın (haşa) bir mal durumundadır ve geleneklere göre adeta esir hayatı yaşamakta, alınıp satılmakta, erken yaşta evliliğe mahkum edilmekte, kendisine sorulmadan başgöz edilmekte, boşanma hakkı dahi olmadan kahredici zulüm yıllarına sebat etmeye mecbur bırakılmaktadır. Boşanan kadının baba evine dönmesine imkan yoktur, dul kadınların adı kaçınılmaz olarak kötüye çıkmaya mahkumdur.

Nikah hakkı, evlilik cüzdanı dahi olmayan kadının evliliği, erkeğin ağzından çıkacak üç kez “Boş ol! Boş ol! Boş ol!” kelimesine bağlıdır.

Okutulmayan, çalışması dahi yasak edilen, ev hapsine mahkum, çarşaflar arasındaki iki santimetrelik bir görüşe mahkum kadın, namuslu ve haysiyetli olsa da erkekler gözünde daima namussuzluğun sebebi vaziyetindedir ve bu ithamla suçlananların çoğusu taşlanarak öldürülmekte, et ticaretini yürütenler erkekler olduğu halde hayat kadını muamelesi görmekte, tecavüze uğrayan kadınlar dahi aşifte damgası yemektedir.

Erkeğin kölesi durumundaki kadın evde en pis işleri yaparken, erkeğin ise tam egemenliği söz konusudur ve kadının istemek bir yana itiraz etmek hakkı dahi yoktur.

Yemek yapmaktan ve çocuk doğurmaktan başka işi olmayan kadın, okuması yasak olandır ki bilgi ile donandığı zaman erkeğe bela olacağı düşünülendir. Bu yüzden Cumhuriyet öncesi kadınların okur yazar oranı sadece % 3’tür.

Üretmeyen, sürekli tüketen durumundaki kadının Cumhuriyet öncesi zamanlarda yeri topluma yük olmak, en kadınsı mesleklerden dahi mahrum kalması noktasıdır.

Kadın, tesettüre boğulması gereken, göz zinasının sanki tek sorumlusu gibi düşünülen, ancak içkili eğlence sofralarının rakkaseleri durumundaki yaşayan ama ruhsuz varlıktır. Kadın kocamış erkeklere arkadaş olması istenen onbeş yaşındaki çocuk gelinden ibarettir.

Söz hakkı olmayan, tercih edemeyen, kendi hayatını yaşayamayan, seçemeyen, mahkum olduğu hayatı yaşamak durumundaki kadının yeri karanlık, acı, gözyaşı ve zulümdür.

Yabancı ve gayrimüslim mis kokulu (!) kadınların peşinde koşan erkeklerin, kendi hanım ve kızlarına reva gördüğü bu çağ dışı muameleleri anlamak doğal olarak mümkün değildir. Lakin hakikat budur. O dönemlerde çalışan kadınlar arasında Türk kadını yoktur, eczacı türü tahsile dayalı mesleklerde zaten Türk kadınının adı anılmamaktadır.

Erkeklere serbest olan çoğu şeyden mahrum bırakılan kadının yeri,  mali değeri yüksek büyükbaş davarlardan da aşağıdır!

Cumhuriyet Sonrası kadın

Türk İstiklal Harbi’nde rüştünü ve namusunu ispat etmiş Anadolu kadını, tüm cahilliğine rağmen içinde yanan vatan ve iman aşkı ile cephe gerisinde fedakarca çalışmış, ordu ve millet ihtiyaçlarını karnındaki, kucağındaki bebekten üstün tutmuş mübarek insandır.

İnkılaplar ile evvela hüviyete ve sonra özgürlüğe ve nihayet eşitliğe sahip olan kadın anayasal olarak gerek din alanında, gerekse beşeri hayatın sosyal alanlarında erkekle aynı seviyeye gelebilmiş, cehalet çukurlarından kurtularak aydınlanmış, tüketici vaziyetten üretici durumuna gelmiş, seçilen olduğu kadar seçen haklarına da sahip olmuştur. Kendisine boşama hakkı dahi verilen kadın Cumhuriyet ile adeta “VAR” olmuş, görünür hale gelmiştir.

Kadınlara tanınan siyasi haklar – seçme ve seçilme hakları – meselenin sadece görünen yüzüdür. geri planda ise adalet ve hukukta tam bir eşitlik söz konusudur ve artık kadın istemediği evliliklere, okuldan uzaklaştırılmaya, başlık parası ile alınıp satılmaya mahkum değildir.

Nice sanat, siyaset, meslek öncüleri çıkartan kadınlarımızın, tıpkı Kurtuluş savaşında mermi taşıyan mübarek annelerimiz gibi, toplumun uyanış ve dirilişinde öncülük etmesi hep bu kazanımlar sonucudur.

Seyahat özgürlüğünden, okuma hürriyetine, evlilik ve boşanma hukukundan miras hukukuna, aile içi statüsünden eğiticilik yapmaya, meslek icra etmekten tesis sahibi olmaya, kıyafetten fikriyata kadar her alanda kadın Cumhuriyet’le birlikte hak ettiği değer ve kıymete erişmiştir.

Medeni kıyafetler ile çağdaş ve kendisine güvenen kadın sembolü sadece şekli manada da sınırlı kalmamış, ahlak tabanlı namus meselesi bu sayede tek taraflı olarak kadınlara fatura edilmekten çıkmıştır.

Erkeğe mahkûm veya erkeğin malı durumundaki kadın Cumhuriyet’le birlikte artık vardır, eşittir, söz sahibidir, üretkendir, kıymetlidir, hukuken koruma altındadır.

Artık okumak isteyen kadın okuyabilir, evlenmek istemeyen kadın evliliğe itiraz edebilir veya boşanmak isteyen kadın boşanma davası açabilir haldedir ve tüm bunlar Cumhuriyet iledir.

Özetle;

Cumhuriyet’in sağladığı tüm imkân ve değerlerden sonuna kadar ve eşit ölçüde istifade imkânına yine Cumhuriyet’le sahip olan kadınlar için Cumhuriyet fikri bir varoluş ve insanca yaşam meselesidir.

Medeni kanun ile sağlanan haklar, diğer inkılaplar ile elde edilen kazanımlar kadınları mahkûm oldukları karanlık çukurlardan kurtarmış, et ve zevk vesilesi olmaktan kurtarıp, sadece yemek ve doğurma işiyle meşgul bir statüden çıkarmış ve kadın hüviyet ve haysiyetine erdirmiştir.

Daima erkeğin arkasında kalmaya mahkum edilen kadın, Cumhuriyet Türkiye’sinde artık erkeğin yanı başındadır, hayatı müşterek omuzlamaktadır ve hak ettiği haysiyet ve şerefine kavuşmuştur.

Bu nedenle kadınlarımızın Cumhuriyet’e erkeklerden çok daha fazla sahip çıkması gerekir.

Çünkü erkekler Cumhuriyet ile (aslında) bazı haksız da olsa kazanımlarından, din veya töre ile kadınların cehalet ve mahkumiyetlerinden de istifade ile asırların birikimiyle ve din kisvesi altında elde etmiş oldukları zevk ve kabiliyetlerden taviz vermiş, hak kaybına uğramış, asırlardır üstün olduklarını kabul ettikleri kadınların seviyesine (!) inmişlerdir.

Kadınlar ise erkeklerin kaybettiği varsayılan tüm bu sayılanların kazanan tarafıdır ve bu hakların muhafazası sadece Cumhuriyet’in devamıyla mümkündür.

Cumhuriyet’in gelecek nesillerini yetiştirecek olanlar en az babalar kadar annelerdir ki bu anneleri bilgili, haysiyetli, vatansever ve aydın olmaya mecbur eder.

O halde kadınlar için tek yol Cumhuriyet’tir!

Ancak unutmamak gerekir ki medeni Türk kadınının hedefi güzel ve çekici olmak değil, kültürlü, faziletli, saygıdeğer ve bilgili olmak, hanımefendi olabilmektir. (Dünya güzeli seçilen Keriman Halis’e Atatürk’ün söyledikleri kadınlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.)

Atatürk’ün, Keriman Halis’in dünya güzeli seçilmesine dair Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçten; ( … Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli seçilmiş olmasını çok doğal buldum. Ancak, Türk gençlerine bu nedenle şunu hatırlatmayı gerekli görüyorum: Övündüğünüz doğal güzelliğinizi bilimsel biçimde korumasını biliniz ve bu yolda bir değişimin sürekli olmasını ihmal etmeyiniz. Bununla birlikte asıl uğraşmaya zorunlu olduğunuz şey, annelerinizin ve atalarınızın yaptığı gibi yüksek kültürde ve yüksek erdemde dünya birinciliğini tutmaktır.)

Bu nedenle de Atatürk ve dava arkadaşlarının haklı mücadelesine saygı duymak, inkılaplar ile kendilerine hak sağlayanlara minnet duymak en çok kadınların görevi ve vicdan borcudur.

NOT: Hala Atatürk ve inkılaplar aleyhine nefes tüketenlerin maksadını anlamak ise mümkün değildir. Mesnet olarak göstermeye çalıştıkları ayetler ise kadını köle değil, erkeklerle eşit görmekten ibarettir. Dinimiz kadınları yüceltmekte, namuslu yaşama sevk etmekte, erkeklerle birlikte cihada davet etmekte, aydınlanmayı, üretmeyi emretmektedir. Medeni kanun ile kadının çağdaş kıyafete bürünmesi tüm bu kazanımların simgesi durumunda olduğu içindir ki hala hilafet kafalılarca ibadet hakkı dahi elinden alınan, süs ve eğlence malzemesi yapılan kadın kara çarşaflara mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Çünkü kara çarşaf – dinde asla yeri yoktur – İnkılaba, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e saldıranların bayrağı durumundadır. Tercih kadınlarındır.

Ya Cumhuriyet ile insanca yaşam ya çarşafa mahkûm Cumhuriyetsiz kölelik mevki…

Bu yazı Cumhuriyet’in kadınlara kazandırdıkları ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/cumhuriyetin-kadinlara-kazandirdiklari/feed/ 0
ATATÜRK HER YERDE http://ataturkicimizde.com/ataturk-her-yerde/ http://ataturkicimizde.com/ataturk-her-yerde/#respond Mon, 07 Jan 2019 11:58:08 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=6994 ATATÜRK HER YERDE Mustafa Kemal Atatürk, tarihin yok sayılamayacakları arasında adını altın harflerle liste başına yazdırmış bir asker ve devlet adamıdır ki sadece Türk Milleti...

Bu yazı ATATÜRK HER YERDE ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
ATATÜRK HER YERDE

Mustafa Kemal Atatürk, tarihin yok sayılamayacakları arasında adını altın harflerle liste başına yazdırmış bir asker ve devlet adamıdır ki sadece Türk Milleti için değil tüm cihan için O’nun adı, mertlik, cesaret, öngörü, namus ve inancı ifade eder.

Böyleyken akıl ve bilgi noksanlığında boğulanlar için O’nu tanımamak, eserlerine minnet duymamak ve hatta O’na düşman söylemlerde bulunmak ne dinen ve ne de insanlık gereği caiz ve doğru değildir. Maalesef bu yaşanmakta ve O’nun aydınlattığı karanlıklar göz ardı edilmektedir.

Bu gaflet elbette gerçeği değiştirmemekte, Türk’ün batırıldığı çamurlardan yeşil otlaklara çıkmasına öncülük eden Ulu Önder mazide ve kalplerde altın gibi, güneş gibi parlamaktadır. O gafil ve cahiller görmese, görmek istemese de.

Çünkü Atatürk her yerde, her söz ve oluşta ve her zamandadır.

Hür okunan ezan seslerinin ardında, sokaklarda namus ve erdemiyle gezebilen genç kızların modern kıyafetlerinde, mahkeme salonlarında, kitaplarda, okul sıralarında, içilen suda, hür ve bağımsız olarak medeniyet yolunda koşan tüm bilim yuvalarında, yeşil ormanlarda, sanayi ve tarımda, sporda ve siyasette, milli marşımızda, andımızda, askeri marşlarda, bayram ve törenlerde, sokaklarda, evlerde, tarih kitaplarında, yurt dışı temsilciliklerde, makam odalarında, dev hamlelerde, devasa yatırımlarda, mutlu ve gülen yüzlerde, devletin şefkatli kollarında, güçlü ordumuzun kışlalarında, askere gönderilen vatan evlatlarının uğurlamalarında, açılış törenlerinde, gazetelerde, ekranlarda, kırlarda, köylerde, köy yollarında, uzak diyarlardaki köy okullarında, sulama kanallarında, dev barajlarda, mezralara giden elektrikte, mezun olan üniversite gencinin havaya attığı şapkada hep Atatürk vardır.

Atatürk bir beden veya madde değil maneviyattır, ilkedir, düşünce sistemi ve hayat felsefesidir ki bu anlayış ve idrak yaşamın gelişmesinde, değişerek güzelleşmesinde açtığı çığırla birileri inkar etse de kaçınılmaz olandır.

Çünkü O, güzel, doğru ve isabetli olan her şeyin ilk adı, ilk adımı, ilk fikri ve niyetidir.

Yokluktan varlığa, esaretten hürriyete, karanlıklardan umuda yolculuğun adıdır Mustafa Kemal. Bu nedenle yeni doğan bebeğin kulağına fısıldanan ezan sesinde de, merhumları defnederken okunan ayeti kerimede de O’nun izi ve eseri vardır.

Bugün hür ve bağımsız yaşanabiliyorsa, din ve hayat özgürce yaşanabiliyorsa, izzet ve şeref muhafaza edilebiliyor, güven ve huzurla gece yataklara girilebiliyorsa Atatürk iledir, Atatürk ve dava arkadaşlarının sayesindedir, Atatürk davasına yürekten inanmış Türk milletinin verdiği destek sayesindedir.

Atatürk bir tek bedendir. Atatürk ilke ve inkılapları ise O fikirlere sahip çıkan Anadolu halkının tek yürek olarak geleceğe emin adımlarla yürümesidir. Bu anlamda Mustafa Kemal demek Türk milleti, Türk milleti demek Mustafa Kemal demektir.

Bir önder, lider ve rehber olan Mustafa Kemal, ne ilahtır, ne peygamber, ne akıl hocası, ne de zorba bir yönetici. O, umudu tanıtan, güzel ve doğru olanı anlatan, öğreten, özgürlüğü ulaşılabilir kılan, zorlukları yenmenin yolunu canları feda etmekten geçtiğini ispat edendir.

O, hürriyet ve vatan uğruna sıcak odalarda, süslü makam koltuklarında kağıtlarla, kanunlarla oynayan değil, savaş meydanlarında, halk arasında, bizzat yaşayan, gören, tedbir alan ve güzelleştirendir.

O, köhne ve yanlıştan, yobazlıktan, hurafe ve batıllardan arındıran, cehalete savaş açan, kem gözleri, kötü ve haysiyet yoksunlarını, saltanat tutkunlarını ıslah eden, yedi düveli dize getirendir. O, hak ve hakikati, adalet ve nizamı egemen kılan, egemenliği gerçek sahibi olan halka iade edendir.

O, insanca yaşamayı sağlayan, mal olan kadın ve kızları eşit ve modern görünüme kavuşturan, hukuku adaletle bağdaştıran, kadınlara toplumda ait oldukları yeri kazandıran, ilerleme ve çağdaşlaşmayı mümkün kılandır.

Bu yüzden O, turistik otellerdeki resepsiyonun güler yüzü, üniversite hocalarının baş öğretmeni, oy kullanabilen kadınların anayasal hakkı, 23 Nisanlarda çocukların neşesi, 19 mayıslarda gençlerin “Dağ başını duman almış” türküsüdür.

Atatürk, bu vatanın has ve en değerli evladı, bayrağın, vatanın, hürriyet ve istiklalin temin edicisidir, bu millete Allah’ın bir lütfudur.

O, anlatan öğretmen, dinleyen öğrenci, idare eden müdür, kapıda bekleyen veli, zili çalan görevlidir, eğitimdir, öğretimdir, milli ve güzel olan her şeyin adıdır.

O, kalkınmadır, sağlıklı ve huzurlu yaşamdır, emniyet ve asayiş, mutluluk ve refahtır.

O, önlenen salgın hastalıklar, biten erken ölümler, artık rastlanmayan çocuk ölümleridir.

O, modern sanattır, sinemadır, heykeldir, sinemadır.

O, tramvaylar, uçaklar, havaalanlarıdır.

O, yeşil ormanlar, rüzgar jeneratörleridir.

O, bebek yaşta gelin edilemeyen kızların sevinç gözyaşlarıdır.

O, dedelerin mazisindeki yüce kahraman, torunların dede masallarındaki korkusuz kumandandır.

O, zaferdir, barıştır, diplomasidir, bekadır, güvendir.

O’nun adı, geleceğe güvenle bakmaktır, kulaklarda çınlayan gençliğe hitabedir, onuncu yıl, onbeşinci yıl, ellinci yıl marşlarıdır.

O, “Korkma” diye başlayan milli marşımızın “Korkuları yenen” ulu önderidir, “Hakka tapan milletimin hakkı”, “ne mutlu Türküm diyene” deyişindeki Türklük ruhudur.

O, işe koşturan milyonların sabah güneşi, akşam yorgun eve dönen emekçilerin gönül huzurudur.

O, askerin selamı, vekilin yemini, doktorun hipokratıdır.

O, İstanbul adını Konstaniye’den çevirten, dünyaya Türk’ü tanıtan, dünyada eşi emsali bulunmayan gezici sergi Karadeniz gemisi ile cihana yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtandır.

O, tarım ve sanayi hamleleriyle, inkılaplar ve yatırımlar ile borç içinde yüzen devleti düze çıkaran, eski borçları dahi ödeyen, bu milletin cebindeki servetleri helal ve borçsuz kılandır.

O, tarihtir, dildir, kültürdür.

O, Türklük bilinci ve insanca yaşamdır.

O, laik, Müslüman ve adam olmaktır.

O, Türk ve Müslüman, eğitimli ve çağdaş, modern ve kültürlü, akıllı ve bilime saygılı olmaktır.

Atatürk her yerde, her zaman ışıktır, rehberdir, önderdir.

Çünkü O; “ATA” Türk’tür.

O, sadece duvarları süsleyen bir resim değil, KALPLERİ ISITAN BİR GÜNEŞTİR.

Bu yazı ATATÜRK HER YERDE ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturk-her-yerde/feed/ 0
Einstein’ın Atatürk’e mektubu http://ataturkicimizde.com/einsteinin-ataturke-mektubu/ http://ataturkicimizde.com/einsteinin-ataturke-mektubu/#respond Thu, 03 Jan 2019 23:03:30 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=6697 Einstein’ın Atatürk’e mektubu Almanya’da 1932 sonbaharında yapılan genel seçimleri, Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi, yani Naziler kazandı ve Hitler, 1933’ün 30 Ocak günü başbakanlığa getirildi. Naziler’in...

Bu yazı Einstein’ın Atatürk’e mektubu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Einstein’ın Atatürk’e mektubu

Almanya’da 1932 sonbaharında yapılan genel seçimleri, Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi, yani Naziler kazandı ve Hitler, 1933’ün 30 Ocak günü başbakanlığa getirildi. Naziler’in hedeflerinden biri, Yahudiler’in, öncelikle de Almanya’daki Yahudiler’in köklerinin kazınmasıydı. O tarihten birkaç sene önce başlamış olan Yahudi karşıtı hareketler Naziler’in iktidarı elde etmelerinden sonra daha da arttı ve çok sayıda Yahudi, Almanya’yı terketti. Ayrılma hazırlığı yapan Yahudiler arasında dünyanın önde gelen bilim adamları da vardı ve Albert Einstein da onlardan biriydi.

1930’lu yıllarda, Berlin Üniversitesi’nde ders veren Einstein, Nazi baskısına daha fazla dayanamayarak Paris’e taşındı ve “College de France”da hocalık etmeye başladı. Tabii Almanya’da (ve hatta Avrupa’da) bulunan diğer Yahudi profesörler de, güvende olmadıkları için, sığınacakları güvenli bir ülke arıyorlardı.

Bu sırada, Nazi tehdidi altında bulunan Museviler’in himayesi maksadıyla Nazi iktidarı sırasında Paris’te kurulmuş, “Yahudi Nüfusu Koruma Grupları Birliği” ismini taşıyan ve kısa adı “OSE” olan bir kurum oluşturulmuştu. Birliğin merkezi Paris’te idi ve şeref başkanlığına da Albert Einstein getirilmişti. Ama hala Almanya’da kalan önemli sayıda Yahudi bilim insanı bulunuyordu. Hepsi de kurtuluş umudu arıyordu.

İşte tam da bu sebepten dolayı, ‘Albert Einstein’ imzasını taşıyan-17 Eylül 1933 tarihli bir mektup, OSE tarafından Atatürk’e teslim edilmek üzere T.C. Başbakanlığı’na gönderildi.

Albert Einstein,  mektubu “OSE’nin şeref başkanı” olarak göndermişti. Einstein, “Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Başkanlığı”na, yani Başbakanlığa hitaben son derece nazik bir dille yazdığı mektubunda Almanya’daki bazı kanunlar dolayısıyla çok sayıda Alman bilim adamının mesleklerini icra edemez hále geldiklerini söylüyordu.

Bilim adamlarının çalışabilecekleri bir ülke aradıklarını da anlatan Einstein, 40 kişilik bir uzman listesi hazırladıklarını yazıyor, bu kişilerin hiçbir karşılık beklemediklerini anlatıyor ve Türk Hükümeti’nin söz konusu bilim adamlarını kabul etmesi halinde sadece insani bir faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağını, Türkiye’nin bu kabulden büyük kazanç sağlayacağını da ifade ediyordu.

‘Ekselansları’ şeklinde başlayan mektup, şöyleydi:

“OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesör ve doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler. Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu bilim insanları, bir yıl müddetle, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler. Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etme cüretini buluyorum.”

Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan şeref duyan, Prof. Albert Einstein.

Einstein, şimdi Başbakanlığa bağlı olan “Cumhuriyet Arşivi”nde muhafaza edilen 17 Eylül 1933 tarihli mektubunu yazdığı sırada, başbakanlık makamında İsmet Bey (İnönü) vardı. Belgenin üzerinde yeralan ve İsmet İnönü’nün el yazısıyla olan nottan anlaşıldığına göre, İnönü, 9 Ekim günü mektubu “Maarif Vekáleti’ne”, yani Milli Eğitim Bakanlığı’na havale etti. Milli Eğitim Bakanı, o tarihte Reşid Galip Bey idi. Fakat sonuç olumsuzdu.

Albert Einstein’ın arşivdeki mektubunun alt kısmında ve yan tarafında el yazısıyla üç madde halinde yazılmış bazı notlar bulunuyor. Reşit Galip Bey’e ait olduğunu sanılan ve işlek olması dolayısıyla güçlükle okunabilen bu notlarda geçen “Teklif, mevzuat-ı kanuniyemizle …değildir”, “Bunları bugünkü şeráite (şartlara) göre kabule imkán yoktur” şeklindeki ifadelerden, teklifin bakanlık tarafından ilk aşamada kabul edilmediği anlaşılıyor.

Ve sonra, Albert Einstein’a şu şekilde bir cevap (14 Kasım 1933 tarihli) mektubu gönderildi:

“İktidardaki hükümetin politikası gereği Almanya’da bilimsel ve tıbbi çalışmalarını yerine getiremeyen 40 profesör ve doktorun Türkiye’ye kabulünü dileyen mektubunuzu aldım. Bu beylerin hükümetimiz kuruluşlarında bir yıl ücretsiz çalışmayı kabul ettiklerini gördüm. Teklifiniz çok çekici olmasına rağmen ülkemiz kanun ve nizamları gereği size olumlu cevap verme imkânı göremiyorum. Saygıdeğer profesör, bildiğiniz gibi şu anda 40’tan fazla profesör ve doktor istihdam etmiş durumdayız. Çoğu benzer nitelik ve kapasitede olan bu şahıslar da aynı politik şartlar altındadırlar. Bu profesör ve doktorlar burada geçerli kanun ve şartlar altında çalışmayı kabul etmişlerdir. Şimdiki halde, çeşitli kültür, dil ve kökenlerden gelmiş üyelerle çok hassas bir oluşum geliştirmeye çalışıyoruz. O nedenle içinde bulunduğumuz şartlar gereği daha fazla personel istihdam etmemizin mümkün olmadığını üzülerek bildiririm.”

Saygıdeğer profesör,

Arzunuzu yerine getirememenin üzüntüsünü ifade eder, en iyi duygularıma inanmanızı rica ederim.

Talep reddedilmişti. Ancak buna rağmen; Einstein’ın istediği 40 bilim insanı değil, 190 Alman bilim insanı Türkiye’ye geldi. Bu bilim insanları önce Almanya’dan, 1938’teki Anschluss’tan (Avusturya’nın Nazi Almanyası tarafından işgal edilmesine verilen isim) sonra Avusturya’dan ve 1939’daki Nazi istilasından sonra Prag’dan gelmişlerdi.

Bu dönemde Türkiye’nin katkıları işe yaramış, mesela dokuz ay toplama kampında kaldıktan sonra kurtarılan diş hekimi Alfred Kantorowicz gibi bilim adamları İstanbul’da yeni bir hayat kurma olanağı bulmuşlardı. Başbakanın ve bakanlar kurulunun olumsuz tavrına rağmen, bu Türkiye’ye gelmelerini sağlayan güç neydi?

O dönemde Başbakan ve Bakanlar Kurulunun muhalefetine karşın bu önemli bilim insanlarına kapıyı açan kişi de, tahmin edileceği üzere Mustafa Kemal Atatürk olması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye’nin bu tarihten hemen sonra onlarca Alman bilim adamını davet edip üniversitelerde görevlendirmesi ve Üniversite Reformu’nun da bu sırada yapılması, Milli Eğitim’in karşı çıktığı teklifin kabulünde çok daha yüksek bir makamın, yani bizzat Reisicumhur Mustafa Kemal’in devreye girmesinin etkili olduğunu düşündürüyor.

İlk bilim insanı grubu geldiği zaman onları Dolmabahçe Sarayı’nda konuk İran Şahı şerefine verilen bir ziyafete davet eden de oydu. Hepsiyle tek tek görüşmüş, onlara hoş geldiniz demişti. Hatta bu davette İran Şahının dişlerini tedavi eden profesör Alfred Kantorowicz’ti. Göz hekimi Joseph Igersheimer ise, şah için yeni gözlük reçetesi yazmıştı.

Prof. Dr. Münir Ülgür’ün beyanı;

Bu konudaki bir diğer kıymetli kanıt da, Princeton Üniversitesi’nde 1949 yılında Einstein ile görüşen İstanbul Teknik Üniversitesi’nin emekli hocalarından Prof. Dr. Münir Ülgür’ün Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknik Dergisi’ne yaptığı açıklamadır. (Daha önce Prof. Dr. Kerim Erim (1930) ve Dr. Adıvar’ın (1946), Einstein ile görüşme yaptığı biliniyordu. Prof. Dr. Münir Ülgür’ünde Einstein ile görüştüğü de böylece anlaşılmış oldu.)

Prof. Ülgür, açıklamasında Einstein’ın görüşme sırasında “Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz. 1933’teki üniversite reformunuz sırasında beni de ülkenize davet etmişti” dediğini, daveti kabul etmemesinin sebebini de “İmkánlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim” sözleriyle açıklamıştı diye naklediyor. Bu ifadeler, Alman bilim adamlarının Türkiye’ye doğrudan veya dolaylı olarak Atatürk’ün talimatıyla gelmiş olduklarını göstermektedir.

Prof. Dr. Münir Ülgür’ün Bizzat görüştüğü Einstein’ın “Atatürk’e Olan Sevgisi ve Saygısını Gösteren” Sözlerine dair demeci şöyledir;

 “İTÜ tarafından General Electric’te eğitim çalışması yapmak üzere 1948’de ABD’ye gönderildim. Beni General Electric seçti. Çok zor bir kabuldü. Seçim için ABD’den bir profesör gelmiş, beni imtihan ederek ve sonra da benimle bir mülakat yaparak karar vermişti.”

“ABD’de 2.5 sene kaldım. Philadelphia’da çalışıyordum ve Einstein’ın da Princeton Üniversitesi’nde olduğunu biliyordum. Einstein ile görüşmeyi istiyordum ama bunun gerçekleşebileceğ ine de çok ihtimal veremiyordum.”

“1949 yılında bir gün üniversitedeki sekreterine telefon ettim ve görüşme isteğimi bildirdim. Hiç beklemediğim bir şekilde hemen cevap geldi ve Einstein’ın beni beklediği bildirildi.”

“Eşim ve o zaman 2.5-3 yaşında olan kızımla birlikte Einstein’ın üniversitedeki ofisine gittik. Bizi çok sıcak bir şekilde karşıladı ve bizimle yakından ilgilendi. Küçük kızımı dizine oturttu ve ona piyano çaldı. Onu fevkalade mütevazı bir insan olarak gördük.”

“Bizi hemen kabul etmesinin nedeni, benim Atatürk’ün bir evladı olmamdı. Konuşmalarımız sırasında Atatürk’ü kastederek ‘Siz biliyor musunuz, dünyanın en büyük liderine sahipsiniz’ dedi.”

1933 Üniversite Reformu sırasında Atatürk’ün, kendisinin de Türkiye’ye gelmesini istediğini söyledi ve “Arkadaşlarım hep oradaydı ama burada imkânlar çok fazla olduğu için burayı tercih ettim”

Malesef Atatürk’ün kendisini nasıl ve ne zaman davet ettiğine dair elimizde yazılı bir belge yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti, 1930’larda, Nazi zulmünden kaçan, yüzlerce profesör, öğretmen, doktor, avukat, sanatkâr ve laborant ile binlerce az veya çok tanınmış kişiyi mülteci olarak kabul etmiştir. Bunların çoğunluğuna, Naziler tarafından kovulmalarından sonra altı ay içinde Türkiye’de önemli görevler verilmiştir. Çoğunluğu, o sırada reforme edilmekte olan ve modernizasyon safhasında bulunan İstanbul Üniversitesi ile Ankara Üniversitesi’nin yeni kurulmakta olan fakültelerinde kürsü profesörlüklerine atanmışlardır. Diğerleri ise birçok bilim adamı kuşağının yetiştirildiği önemli bilim ve araştırma enstitülerinin kurulması ve yönetilmesinde görevlendirilmişlerdir.

Söz konusu yıllarda, Türkiye’nin kendisi, Yugoslavya ve Yunanistan’ı ezip geçen ve sınırlarına yerleşen Nazi ordularının yakın bir istila tehdidi altında bulunuyordu ve Naziler, Türkiye’den, Nazi işgali altındaki Avrupa’da bulunan Yahudilere bir yardım üssü olmasından vazgeçmesini ve aynı zamanda Türkiye’ye iltica eden Yahudilerin yaşamlarını sona erdirmek için Almanya’ya gönderilmesi de dâhil çeşitli isteklerde bulunuyorlardı ki, Türk hükümeti bu isteklerin hiçbirini umursamamış ve reddetmiştir. Hatta öyle ki; Hitler, İsmet  İnönü’ye kendi imzasıyla yolladığı bir mektupta onların yerine “daha iyilerinin gönderileceğini” ekledi. İnönü’nün yazılı yanıtı şöyle oldu: “Biz bizdeki iyilerle yetineceğiz.”

Darülfünun’un kapatılıp İstanbul Üniversitesi’nin açılmasıyla Tıp, Fen, Edebiyat, Hukuk ve İktisat Fakülteleri’nde yabancı bilim adamları çalışmaya başlamış ve alanlarında büyük başarı­lara imza atmışlardır. Yabancı bilim adamları sayesinde öğretim programları çağa uygun bir hale getirilmiştir.

Bu dönemde üniversite kütüphanesi gelişmiş, ders kitaplarının kalitesi ve sayısı da artmıştır. Ayrıca bu dönemde bilimsel çalışmalar dışında birçok asistan ve öğretim üyesi de bu bilim adamları tarafından yetiştirilmiştir.

İstanbul Üniversitesi’nde çalışan profesörlerin yaklaşık yüzde 80’inin en az bir kitabı, yüzde 60’ının ise iki ve daha fazla kitabı yayınlanmıştır.

Tıp Fakültesi profesörlerinin çoğunluğunun iki, üç veya dört kitabı yayımlanırken, Fritz Arndt, Ernst Hirsch, Alfred Isaac, Fritz Neumark, Curt Kosswig, Andreas Schwarz gibi çeşitli bilim dallarına mensup profesörlerin Türkiye’de beş ve daha fazla kitabı yayımlanmıştır.

Ernst Hirsch’in birçok kanunun çıkarılmasında – örneğin Türk Ticaret Kanunu ile Türk Telif Hakları Kanunu – büyük payı vardır. Ayrıca 1946’da çıkarılan ve Özerklik Kanunu diye anılan önemli Üniversite Kanunu’nda da katkısı bulunmaktadır

Üniversite Konferanslarına ve ilk bilimsel mecmuanın yayımlanmasına 1935 yılında başlanması da, ilk yıllarda kuruluş çalışmaları ve öğretim faaliyetlerinin ağırlıkta olduğunu göstermektedir. Hukuk Fakültesi Mecmuası ve Fen Fakültesi Mecmuası 1935, Romanoloji Mecmuası 1937, Tıp Fakültesi Mecmuası 1938, İktisat Fakültesi Mecmuası 1939 ve Psikoloji ve Pedagoji Mecmuası 1940 yılında yabancı profesörlerin katkılarıyla yayın hayatına başlamıştır.

Alman hocalar yazdıkları kitaplar ve çeviriler vasıtasıyla kütüphanelerin kitap sayısının artmasında önemli bir rol oynamıştır. Bunun yanında dünya çapında önemli bilimsel eserler Türkçeye kazandırılmıştır. Bundan başka bu profesörler tarafından yazılan Türkçe eserler de mevcuttur.1933-1942 yılları arasında toplam 252 adet kitap çeviri, telif eser üniversite yayını olarak bilim camiasına kazandırılmıştır.

Bugün Türk üniversitelerinde çalışan çok sayıda profesör, bu yabancı bilim adamlarının ya öğrencileri, ya da öğrencilerinin öğrencileridir. Örneğin,

Kimya alanında Fritz Arndt ve Friedrich Breusch,

Tıp alanında Erich Frank , Felix Haurowitz, Rudolf Nissen, Werner Lipschitz, Siegfried Oberndorfer, Philipp Schwartz ve Hans Winterstein,

Zooloji alanında Curt Kosswig,

Botanik alanında Leo Braune ve Alfred Heilbronn,

Astronomi alanında Wolfgang Gleissberg Erwin Finlay Freundlich,

Felsefe alanında Ernst von Aster ve Hans Reichenbach,

Sosyoloji alanında Gerhard Kessler,

Pedagoji alanında Wilhelm Peters,

İktisat alanında Fritz Neumark, Alfred Isaac ve Alexander Rüstow,

Hukuk alanında Ernst Hirsch ve Andreas Schwarz,

Filoloji alanında Leo Spitzer gibi profesörlerin yetiştirdiği çok sayıda Türk bilim adamı üniversitelerimizde çalışmıştır.

Sonuç; Einstein Paris’i zamane şartları ve imkanlar nedeniyle tercih etmiş, ülkemize gelmemiştir. Lakin bu diğer bilim insanlarının gelmesine engel olmamıştır. O’na daveti ise bizzat Atatürk’ün doğrudan veya dolaylı yoldan yaptığı kendi ifadesidir ki o zamanki hükümetin mektupla olumsuz yanıtına rağmen yahudi bilim adamlarının ülkemize gelişi gerçekleşmiştir.

Bu yazı Einstein’ın Atatürk’e mektubu ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/einsteinin-ataturke-mektubu/feed/ 0
Atatürk olmasaydı http://ataturkicimizde.com/ataturk-olmasaydi-2/ http://ataturkicimizde.com/ataturk-olmasaydi-2/#respond Thu, 03 Jan 2019 20:46:11 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=6690 Atatürk olmasaydı Dünyada hiçbir lidere hem de vefatından neredeyse bir asır sonra bu kadar çok saldırılmamış ama yine hiçbir lider bu kadar saygı görmemiştir. Atatürk...

Bu yazı Atatürk olmasaydı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk olmasaydı

Dünyada hiçbir lidere hem de vefatından neredeyse bir asır sonra bu kadar çok saldırılmamış ama yine hiçbir lider bu kadar saygı görmemiştir. Atatürk hem yerli ve hem yabancı, hem sevenleri hem sevmeyenleri için işte bu kadar büyük bir liderdir. Komik ve acı olan şudur ki bugün O’na kötülük yakıştırmak hevesindekiler dahi O’nun sağladığı hür ve huzurlu ortamda nefes alıp vermekte ve demokratik olarak fikir beyan edebilmektedir.

Oysa akıl ve namus sahibi herkes durup düşünse Atatürk’ün yaşamadığı bir vatanda şu an hangi durumda olacağımızı tahmin etmek hiçte zor değildir. İsterseniz hep birlikte bir göz atalım ve bunu yaparken o zamanki şartları ve durumu göz önüne alalım.

Evvela cehalete teslim olmuş, üçüncü sınıf vatandaş muamelesi gören bir toplum düşünelim ve bırakın alfabeyi matbaayı dahi yabancılaştıran, reddeden bir zihniyeti hatırlayalım. Sonra halk olamamış, insan dahi sayılmayan, teba hatta kul olarak adlandırılan, kişiliksiz ve tutsak bir halk tasavvur edelim. Yönetenlerin halkı kul gördüğü, kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gördüğü bir yaşam. Fakir, mutsuz, geri kalmış, hastalık ve yokluklarla boğuşan. Sonra bunların basiretsizlikleri ile üstümüze çullanmış sayısız ve amansız düşman.

Dört koldan sarılmış vatan, akbabalar gibi Anadolu ve İstanbul’a çullanmış yabani kuşlar, kurtulmayı dahi düşünemeyen bir insan kitlesi ve onu yönetenler, medet ummaktan uzak, çaresiz mazlumlar. Batının aydınlanma hareketlerinden uzaklaştıkça, toprak ve gelir kaybeden, evlatlarını yok yere şehit veren bir ulus. Yitirilen topraklar, hastalıklı hayvanlar, sıfır ekonomi, erken ölümler, törelere ve hurafelere teslim olmuş bir İslam modeli, din ve devlet işleri içiçe girmiş, ayaklanmalarla, çetelerle, soykırım ve katliamlarla cebelleşen ama kendisini muhafaza etmekten mahrum bir kitle.

Bu tabloyu uzatmak mümkün.

Ülkenin güneyindeki diğer devletlerinde, doğusundaki kardeş ülkelerinde durumu pek farklı değil. tamamı doğu kültürü etkisinde, çağdaş yaşama uzak, tarih ve kültüründen habersiz, batının empoze tarihlerini kendi tarihi sanar vaziyette yaşayan halklar.

O esnada batı, modernleşmeye ve aklı yakalamaya meyletmiş, bilimle dost bir ülkeler kervanı halinde. Dinde ve yaşamda aydınlanmayı dilemiş, devrimler, icat ve keşifler ile kabuk değiştirmeye azmetmiş, kardeş kavgalarından sıkılmış, yayılmak, sömürmek isteyen canavarlar sürüsü ve fakat tamamı hasta adam dedikleri Osmanlı’yı yemek hevesinde.

İşte tam bu ortamda tablo ise şöyle;

Osmanlı kuşatma halinde, askerleri tutsak, orduları terhis edilmiş, tersanelerine girilmiş, devlet ve halk harap vaziyette, düşman çizmeleri yurdun dört bir yanında ve daha kötüsü yönetim onlardan medet umar halde ve en acısı saldırgan canavarların hevesleri bu kadarla da sınırlı değil. Vahşet, tecavüz, katliam, haksızlık, soygun, talan, yangın yurdu sarmış vaziyette ve dur diyecek yok, koruyacak yok. Medetler manda yönetimlerine havale edilmiş durumda.

Anadolu kan ağlıyor, insanlar zavallı halde, hastalıklar, yokluklar, çaresizlikler diz boyu.

Tablo buyken karanlıklar üzerine Atatürk doğuyor ve çağdaş bir sosyal hukuk devleti genç Türkiye Cumhuriyeti; İslam’ı yaban otlarından, ülkeyi çaresizlikten, Türk’ü yok olmaktan, devleti tarihten silinmekten, bayrağı indirilmekten koruyor. Kara bulutlar yerini masmavi bulutlara bırakıyor ve zalim saldırganlar sürüsü “geldikleri gibi gidiyorlar.”

Şayet Atatürk olmasaydı sorusunun cevabı buraya kadarki karanlık ve yeis dolu sahnede yeterince vardır ama özetlemek gerekirse;

Atatürk olmasaydı devlet ve halkın bekası, hürriyet ve istiklali olmayacak, bağımsızlıktan söz edilemeyecek, vahşetler artarak devam edecek, Türklük ve Türk devletleri tarihten silinecek, bayrak inecek, analar ağlayacak, göz yaşları dinmeyecekti.

Sadece Türkler değil, mazlum devletlere de emsal olmayı kaderin bir mesuliyeti olarak taşımak zorunda olan Türk milleti vazifesini yerine getirmemiş ve cihat etmemiş olmakla küfre saplanmış olacak, zulme baş kaldırmamakla İslam’ın en temel şartını da inkar etmiş olacaktı.

Atatürk olmasaydı, ezan sesleri susacak, ibadethaneler yıkılacak, yakılacak, kiliseleşecek, ezan sesleri yerini çan sesleri alacaktı. Sokaklarda başka başka diller konuşulacak, Türkler esir veya köle haline gelecek, azınlıklar ve etnik kökenli gayri müslimler eziyet ve kahretmelerine devam edecekti.

Halk fakir ve umutsuz yaşama devam edecek, her gün şartlar çok daha zorlaşacak, milli bir şey kalmayacağı gibi tarih, kültür ve gelenekler de yok olup gidecek, din hobileşecek, Türklük ayaklar altına alınacak, iki bin yıllık Türk ordusu silinecek, devletsiz kalmayan Türk milleti devletsiz ve sahipsiz kalacaktı.

Atatürk olmasaydı, şehitlerin kanı yerde kalacak, bu aziz vatan topraklarını bizlere emanet eden atalarımızın kemikleri sızlayacaktı.

İzzet, namus ve şeref gibi kavramlar unutulacak, münafık ve müşrik yardakçılar payelenirken doğru ve dürüst insanlar damgalanacak, hapse konulacak veya öldürülecekti.

Vergi yükü altında inleyen toplum ilaç dahi bulamayacak, işgalciler altın kaplamalı saraylarında sahillerde keyif çatarken bu toprağın insanları hizmetçilik eder hale gelecek, kızların namusu düşman askerlerinin vicdanına kalacaktı. En kutsal değerler, en manevi kıymetler, hatta Kur’an’lar yerlerde sürünecek, analara zulmedilecek, dedelere işkenceler edilecek, gençler taş ocaklarına, madenlere, tarlalara mahkum edilecekti.

Atatürk olmasaydı, yiyecek ekmek olmayacak, çöpler karıştırılacak, işgalcilerin kemik artıkları ile beslenilecekti. İlaç olmayacak, aşı olmayacak, küçük yaşta bebek ölümleri, salgınlar, sokaklarda dolaşan fareler hayatın gerçekleri olacaktı.

Dişle, tırnakla kazanılan evler, tarlalar, iş yerleri işgalcilerin tapulu malı olacak, servetlere el konulacak, atalardan yadigâr en kutsal miraslar dahi yabancıların eline geçecekti.

Atatürk olmasaydı, gelecek nesillerin suratına bakacak yüzümüz olmayacak, Allah’a can vermek en büyük korkumuz olacaktı. Peygamberimizin dahi kemikleri sızlayacak, şehitlerimiz bize lanet okuyacaktı.

İmanımız, ibadetimiz ve bir zaman sonra dinimiz yok olup gidecek, sahabelerin, Salihlerin, velilerin hışmını hak edecektik.

Yeni doğan bebelerin anası belli olacak ama babası belli olmayacaktı.

Atatürk olmasaydı, kurtuluş sağlansa ve barış temin edilse dahi köhne yaşam sürecek, aydınlanma yakalanamayacak, inkılaplar yaşanmamış olacağından ilim ve akıl bizlere dost olmayacaktı. Bu sayede de geri kalmış vaziyette, ilkel ve çağ dışı yaşamın temel direklerini kan davaları, aşiret kavgaları, hurafeler, batıl inançlar ve yabani töreler, din sanılan ilkellikler, kültür sanılan yanlışlıklar, akla düşman tutuculuklar oluşturacaktı.

Atatürk’ün fikri bayrağı şayet bu topraklarda dalgalanmasaydı, Cumhuriyet yani halkın hür iradesi asla gerçekleşmeyecek, dinin ve fıtratın en temel hukuku olan irade kullanma mesuliyeti yerine getirilemeyecek, halk teba veya kul olmaktan öte gidemeyecek ve bu sayede İslam’ın en temel maruf yani insanlık değerlerine de ters düşmüş olacaktı. Hak ve hakkaniyet yerlerde sürünecek, eşitlikten söz edilemeyecek, hürriyet ve istiklal cadde ismi olmaktan öte gidemeyecekti.

Atatürk’ün yaktığı ateş Anadolu’yu sarmasaydı bebeler erken yaşta gelin edilecek, kızlar okula gidemeyecek, kadınlar ikinci sınıf vatandaş hatta davar türü mal olmaktan öte gidemeyecek, kızlar para ile satılır hale gelecekti.

Atatürk aydınlanması olmasaydı ölçü ve tartılardaki geri kalmışlık ve batı ile uyumsuzluk pek çok karmaşaya sebep olacak, ticari hayat ve ekonomi asla istenen seviyeye gelemeyecekti.

Eğitim ve öğretimde milli his egemen olamasaydı, akıl ve bilimle barışılamayacak, tahsil yapılamayacak, aydınlanma ve gelişme sağlanamayacak, batı medeniyeti ile rekabet edilemeyecek, sanat, finans, tıp gibi en asli branşlarda dışa bağımlılık asla bitmeyecekti.

Bu ülkenin evlatları yaşama ve eğitim alma hakkından mahrum kalacak, kütüphaneler olmayacak olsa da boş kalacak, okuma yazma halkın en fazla onda biri tarafından bilinir olacaktı. Acıdır ki halk bu durumda bir iki kelime arapça veya farsça bileni veli veya peygamber sanacak, arapça harfleriyle yazılı tüm kitapları kutsal sanmaya devam edecekti.

Atatürk olmasaydı Kur’an’ın mealini ve tefsirini bu ulus belki daha asırlarca öğrenemeyecek, bu nedenle dininden habersiz yaşamaya ve şirki, küfrü tanımadan ölmeye devam edecekti. Müslüman dünya Atatürk olmasaydı İslam’a çöreklenmiş yaban otlarını temizlemeye asla teşebbüs dahi edemeyecek, mason locaları ve misyoner Hristiyanlık sokaklarda kol geziyor, dini tanınmaz hale getiriyor olacaktı.

Tekke ve zaviyelerin anlaşılmaz ve çağdışı anlayışları ile tarikatlaşan millet parçalara ayrılacak, mü’minler kardeş olamayacaktı. Ahde vefa, vatana vefa olmayacak, verilen sözler tutulamayacak, manevi değerler terk edilecekti.

Atatürk olmasaydı, sokaklar abuk subuk kıyafetlerle dolaşan insanlarla dolup taşacak, o kıyafetler bazılarına mevki yolunu açarken, bazıları kıyafetleri nedeniyle din dışına aforoz edilecekti.

Modern eğitim imkânı olmayacak, din eğitimi esas sayılacak, hukuk dahi anayasaya değil sözde içtihatlara ve icmaya göre şekillenecek ama başta halife olmak üzere bazılarınca eşitlik hep kendi lehlerine kullanılacaktı.

Kadınlar mirastan az pay alacak, oy kullanamayacak, çocuk doğurmaktan öte gidemeyecekti.

Hastanelerine doktor yetiştiremeyecek toplum yabancı doktorların merhametine kalacaktı.

Halk elindeki üç beş kuruşu da ithal edeceği arabalara, kitaplara, eşyalara verecek, üretemediği için bunların tamirlerini dahi yapamayacaktı.

Atatürk olmasaydı ne ahilik ruhu kalacaktı ne de toplum ve İslam ahlakı.

O olmasaydı ülke üç kuruş toprağa sıkıştırılmış ve esir alınmış vaziyette hala orta çağı yaşıyor olacaktı.

Sadece bu ülke vatandaşları değil tüm mazlum devletlerin, gelişmekte olan ulusların ve İslam – Türki devletlerin hayal ve umutları yerle bir olacaktı.

Atatürk yaşamamış olsaydı, aile bağları, kardeşlik duyguları, milli hisler, imeceler, kan bağları yerini menfaat ve yardakçılıklara bırakacaktı.

Atatürk olmasaydı Türklüğün unutulmuş değerleri asla gün yüzüne çıkamayacak, mertlik ve ananeler hatırlanmayacaktı.

Ülke yangınlardan çölleşecek, bakımsızlıktan kısırlaşacak, Türk’e vatan diye bırakılan topraklar yabancıların çöplüğü olacaktı.

Semalarda Türk bayrağı değil ecnebi bayrakları dalgalanacak, Türk bayrağı ayaklar altına paspas yapılacaktı. Ne milli marşımız, ne de saygı duruşumuz olacak ve ne de minnet ve şükranla andığımız bir Ata’mız, Atatürk’ümüz olacaktı.

Ne gençlik bayramımız, ne çocuk bayramımız, ne Cumhuriyet bayramımız olacak, mevlitlerle yetinecek, oruç tutanlar dahi eziyet görecekti. Kadir geceleri dahi Kur’an okuyuşları karanlık evlere, çekik perdelere mahkûm olacaktı. Hac ibadetine gitmek zaten hayal olacaktı.

İstanbul boğazı, Çanakkale boğazı, denizlerimiz yabancı donanmalarla dolup taşacak, kızlarımız genel evlere malzeme olacak, yabancı askerler keyif çatarken namusumuz üç paralık olacaktı.

Mahkemelerde hak ve adalet aramak mümkün olmayacak, yabancı hukuka tabi olunacak, daima haksız bulunulacak ve hapsedilenler hep bu vatan evlatları olacaktı. Dahası işlenmemiş suçlar için dahi hapis yatan bir yığın masum olacaktı.

Vatan toprakları dışındaki Türkler kurtarma umudu dahi taşımayacak, diğer devletler ve halklar Türklüğün esir halinden keyiflenerek Osmanlı’nın intikamını almakla neşelenecekti.

Osmanlıya ve Türklüğe asırlarca minnet borçlu olan küçük devletler ve azınlıklar, zulümden kaçıp bize sığınan Yahudiler, içimizde huzur ve barış içinde yaşayan etnik kökenler bir anda vahşileşecek ve azılı düşman kesilecekti.

Yer altı ve yer üstü servetlerimize göz diken çok olacak, milli şuur ve birlik sağlanamayacağı için de tavizler kapütilasyonlar şeklinde artarak devam edecek ve vatan yok olacaktı.

Saray ve tüm mülki amirler bu duruma şükretmekle ve işgalcilere yardakçılık etmekle meşgul iken hakikatleri görmeye korkacak, zulümlere sessiz kalacak, hak arayamayacak, koltuk sevdasına düşecekti. Aksine tamamı ayaklanmayı hayal eden ulus evlatlarının tepesine binecek, haklarında idam fermanı çıkarmaktan ve bunun için dini fetva vermekten dahi çekinmeyeceklerdi.

Korku sokakları saracak, uykuya hasret kalınacak, ekinler tarlada kuruyacak, umutlar ve hayatlar tükenecekti.

Özetle Atatürk olmasaydı; hürriyet ve istiklal olmayacak, köhne zihniyet yerini medeniyete bırakamayacak, namus ve şeref yaşayamayacak, Kur’an yerlerde sürünecek, ezanlar susacak, milli kültür ve ahlak yok olacak, esaret dolu kahır dolu anlar Türk’ün kaderi olacaktı.

Bugün yaşadığımız bu güzel, huzur dolu ve refah hayatın hiçbir getirisi Atatürk olmasaydı yaşanamayacaktı. Kaldı ki O’nun vefatından sonra dahi bizler mirasına sahip çıkamadığımız için çok daha mutlu olma şansını kaçırmış vaziyetteyiz, Atatürk yaşamamış ve Türk milletine nasip olmamış olmasaydı ne bayrak dalgalanacak, ne marşımız okunacak, ne ordumuz, ne milli adında hiçbir şeyimiz olmayacaktı.

Bu yüzden bu vatanda nefes alan herkes Atatürk’e namusunu, şeref ve hürriyetini, dinini ve istikbalini borçludur. Allah’ın bu millete lütfu olan Atatürk, milletin O’na verdiği ada layık bir vatan evladı olarak en büyük asker, devlet adamı ve liderdir.

O’nun maddi olarak yaptıkları, manevi olarak uyandırdığı hisler ve başlattığı aydınlanma hevesleri yanında sönük kalır. Çünkü O’nun mirası maddi değil manevidir. O’nun mirası ve memleketin geleceği gençliğe emanettir ve gençlik O’nsuz yıllara yeniden mahkûm olmamak için O’nu tanımak ve anlamak mecburiyetindedir.

Yoksa bu milletin bir kez daha orduları lağvedilecek, tersanelerine girilecek, halk harap ve bitap olacaktır.

O’na saygıda kusur edenler bu yazıyı iki kez okumalı, anlayanlar duymayanlara iletmelidir.

Bu yazı Atatürk olmasaydı ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturk-olmasaydi-2/feed/ 0
Kadının çilesi / Sinan MEYDAN http://ataturkicimizde.com/kadinin-cilesi-sinan-meydan/ http://ataturkicimizde.com/kadinin-cilesi-sinan-meydan/#respond Mon, 17 Dec 2018 23:12:22 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=4334 Kadının çilesi / Sinan MEYDAN “Bugünün icaplarından biri kadınlarımızın her bakımdan yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız da âlim olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim derecelerinden...

Bu yazı Kadının çilesi / Sinan MEYDAN ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Kadının çilesi / Sinan MEYDAN

“Bugünün icaplarından biri kadınlarımızın her bakımdan yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız da âlim olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim derecelerinden geçecekler ve sonra kadınlar erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı olacaklardır.” (Mustafa Kemal Atatürk, 31.1.1923, İzmir)

Görünen köy kılavuz istemez. İktidarın, yeniden Osmanlılaşma hayali doğrultusunda dinsel hukukun egemen olduğu bir toplum tasarladığı çok açık… Bu toplum tasarımında kadının yeri belli… Kadın güya dinsel gerekçelerle önce kendi içine, sonra evine kapatılıp sokaktan, işten, okuldan; kısacası sosyal hayattan uzaklaştırılmak isteniyor.

Türkiye’nin nereden nereye geldiğini ve nereden nereye götürülmek istendiğini görebilmek için tarihe bakmalıyız.

ESKİ TÜRKLERDE KADIN

Ziya Gökalp şöyle diyor: “Eski kavimler arasında hiçbir kavim Türkler kadar kadına hak vermemiş ve saygı göstermemiştir.”

Gerçekten de eski Türklerde kadın-erkek birçok bakımdan eşitti. Türkler her şeyden önce tek eşliydi. Çocuklar üzerinde baba kadar annenin de hakkı vardı.

Eski Türklerde kadınların sadece sosyal değil, siyasi hakları da vardı. Örneğin, buyruklar “Hakan ve hatun buyuruyor ki” diye çıkarılırdı. Devlet başkanlığı yapan, ülke yöneten Türk kadınları vardı. Bin yıldan fazla bir zaman önce Türk kadını kurultaylara (meclislere) katılıyordu.

“Yargıç” olan Türk kadınları vardı. Örneğin, Uygur hakanının annesi Uluğ Hatun, davalara bakmış bir yargıçtı.

Türk illerini gezen Arap seyyah İbn-i Batuta Türk kadınlarını şöyle anlatıyor: “Burada kadınlar erkeklerden daha üstün sayılırlar… Türk kadınları yüzleri açık dolaşırlar. Erkeklerden kaçmazlar.”

Türkler Müslüman olduktan sonra bir süre daha kadının özgürlüğü ve kadın-erkek eşitliği devam etti. Anadolu Türklerinde, Ahilikte kadınlar örgütlenmesi olan “Bacılar Teşkilatı” vardı.

Milli Mücadele’de erkeğiyle omuz omuza bağımsızlık mücadelesine katılan Türk kadınına verilen hakların bazıları, Türk kadınının bin yıldan fazla bir zaman önce sahip olduğu haklardı.

Atatürk, Türk kadınının Milli Mücadele’deki kahramanlığıyla gurur duyuyordu. O, Türk kadınına verdiği hakları, Türk kadınının gerçekten hak ettiğini düşünüyordu.

OSMANLI’DA KADIN OLMAK

Tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı’da kadın olmak çok zordu. Öyle ki Osmanlı’da kadın esirlerin alınıp satıldığı pazarlar vardı. Yabancı devletlerin baskısıyla Osmanlı’da 1856’da kölelik resmen kaldırıldı. Ancak gizli olarak köle alım satımı devam etti. 1864 tarihli bir resmi senede göre 10 yaşındaki bir Çerkes kızının 4000 kuruşa satıldığı belirtiliyordu. (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. 8, s. 208).

Osmanlı’da kadın-erkek ilişkileri, dinsel hukuka göre belirlenmişti. Evlenmede, 1917’ye kadar, yaş sınırı yoktu. Bu nedenle “buluğa erdi” denilerek küçük kız çocuklarının evlendirildiği de olurdu. Çok eşlilik yaygındı. Evlenmede kadının iradesi söz konusu değildi. Boşanma erkeğin isteğine bağlıydı. Mirasta ve şahitlikte kadın-erkek eşit değildi.

Kadın, toplumda erkekten gizlenmeye, peçe ve çarşafla kapanmaya, kafes hayatı yaşamaya zorlanmıştı. I. Dünya Savaşı’na kadar, kadının çalışma özgürlüğü olmadığından ekonomik özgürlüğü de yoktu. Kadının her şeyi gibi eğitim, öğrenim hayatı da çok sınırlıydı. 19. yüzyılın sonlarında açılan bazı kız okulları vardı. Ancak bu okullar kadının derdine derman olmamıştı. Cumhuriyet kurulurken kadınların okuma yazma oranı çok düşüktü. Osmanlı’da kadının, erkek doktora muayene edilmesi bile tartışılırdı. Bu durum, kadın doktorun olmadığı bir toplumda kadının ölüme terk edilmesi demekti.

Osmanlı, kadınlar için bir yasak toplumuydu. Örneğin, 18. yüzyılda kadınların, devlet tarafından belirlenen kıyafet dışında sokağa çıkmaları yasaktı. III. Selim döneminde, 1791 tarihli bir yasak fermanında şöyle deniliyordu: “İngiliz şalisi denilen çuha gayet ince olduğundan o çuhadan ferace giyen kadınların ferace altındaki esvapları dışarıdan görünüyor. Kadınların İngiliz şalisinden ferace kestirmeleri evvelce şiddetle men edilmiştir. (…) Bu yasağımızı dinlemeyen terzi tutulup aman verilmeyip dükkânının kapısına asılacaktır.”

III. Osman, III. Ahmet ve II. Abdülhamit yayımladıkları fermanlarla peçeyi zorunlu tutmuştu. Ancak bazı suçluların çarşafla kendilerini gizlemeleri üzerine, II. Abdülhamit çarşafı yasaklamıştı. (Rukiye Bulut, “İstanbul Kadınlarının Kıyafetleri ve II. Abdülhamit’in Çarşafı Yasaklaması”, Belgelerle Türk Tarih Dergisi, No: 8, Mayıs 1968, s. 35).

Osmanlı’da kadınların erkeklerle arabada, vapurda ve tramvayda yan yana oturmaları da yasaktı. Araçlar bir perdeyle bölünmüştü. Meşrutiyet döneminde bile Gülhane Parkı’na kadınlarla erkeklerin aynı günlerde girmesi yasaktı. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 470). Atatürk’ün, kadınlarla ilgili ilk devrimci uygulamalarından biri, 1923’te bu yasakları kaldırmak olacaktı.

Osmanlı’da zaten çok sınırlı olan kadın hakları, padişah fermanlarıyla daha da sınırlandırılmıştı. Örneğin, III. Selim ve IV. Mustafa yayımladıkları fermanlarla kadınların belli zamanlarda evden çıkmalarını yasaklamıştı. 19. yüzyıl sonuna kadar kadınların erkeklerle birlikte kayıklara binmesi bile yasaktı. Dahası da var: 1578 tarihli bir fermanla kadınların Eyüp’te kaymakçı dükkânına girmeleri, 1752 tarihli bir fermanla da kadınların mesire yerlerine gitmesi yasaklanmıştı. (Bkz. Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Tarihinde Yasaklar, İstanbul, 1950).

Osmanlı dağılmaya başladıktan sonra ulema sınıfı; Osmanlı’nın dağılıp çözülmesinin nedeninin dinden uzaklaşılması ve kadınların dinsel kurallara uymaması olduğunu iddia ediyordu. Örneğin Balkan bozgununu, Meşrutiyet’le birlikte kadınların açılıp saçılmasına bağlayan hocalar vardı.

Bu bağnaz düşünce, Milli Mücadele Meclisi’nde bile devam etti: Örneğin, 1921’de Meclis’te kadınların muayene edilmesinin dine uygun olup olmadığı tartışılmıştı. Yozgat Milletvekili Hulusi Efendi, hasta kadınların muayene edilmesinin “şeriata uygun olmadığını” savunmuştu. 1921 Meclis’inde kadınlara peçe zorunluluğu getirilmesi ve süslü giysilerin yasaklanması istenmişti. Yine 1921’de Atatürk’ün Ankara’da düzenlediği Maarif Kongresi’ne kadın öğretmenlerin de katılması Meclis’te büyük tepki yaratmıştı. 1921’de Meclis, savaşa katılıp gazi olan 12 yaşındaki Nezahat’a rütbe ve madalya yerine “büyüdüğü zaman çeyizini sağlayacak bir hediye” vermekle yetinmişti. 1923’te nüfus sayımında kadınların da sayılması teklifi Meclis’te tepkiyle karışlanmıştı. 1924 Anayasası hazırlanırken kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi reddedilmişti.

Bu arada, Avrupa’da Orta Çağ’da kilisenin, “şeytan” diyerek kadın yakması, Osmanlı’da kadınların kötü durumunu meşrulaştırmaz.

Türk kadınının hakları için hiç mücadele etmediği de doğru değildir. Meşrutiyet döneminde başlayan bir kadın hareketi vardı. Nezihe Muhittin gibi okur-yazar az sayıda kadının öncülük ettiği bu kadın hareketi, Atatürk’ün kadın devrimini kolaylaştırmıştı.

SEÇEN, SEÇİLEN, OKUYAN, ÇALIŞAN CUMHURİYET KADINLARI

Bugün gazetelerde, televizyonlarda sıkça kadın cinayetleriyle, karma eğitime son verme tartışmalarıyla, çocuk gelin haberleriyle karşılaşıyoruz. “Hamile kadın sokağa çıkamaz” diyen, kadının çalışmaması gerektiğini söyleyen, “6 yaşındaki çocuk evlenebilir” diyen ilahiyatçılarla veya kız öğrencilerin kıyafetinden tahrik olan felsefe öğretmeniyle göz göze geliyoruz. Geçtiğimiz hafta gazetelerde bir klibin, “tahrik edici” bulunduğunu ve Diyanet’in sitesinde “kız çocukları 9 yaşında evlenebilir” açıklamalarını okuduk.

Şimdi gelin, Atatürk Türkiye’sine gidelim ve o günlerde basına yansıyan bazı kadın haberlerini okuyalım:

Kadınların seçme seçilme hakkının olmadığı Cumhuriyetin ilk yıllarında gazetelerdeki seçim haberlerini okuduğumuzda, aday olamadıkları halde, bazı tanınmış kadınlara da oy verildiğini görüyoruz.

Örneğin, 16-30 Temmuz 1923 tarihli Hâkimiyeti Milliye Gazetesi, Latife Hanım’a Kilis’te 5, Ankara’da 2, Elazığ’da 46, Aksaray’da 3, Antalya’da 7, Tarsus’ta 2, Düzce’de 1, Yozgat’ta 1, Konya’da 39, İzmir’de 1, Malatya’da 54, Diyarbakır’da 20 oy; Halide Edip (Adıvar) Hanım’a Kilis’te 1, Diyarbakır’da 11, Malatya’da 28, Elazığ’da 7 oy çıktığını yazıyordu. Ankara’da ayrıca Memduha Hanım’a 1 oy çıkmıştı. Gazeteye göre Malatya’da Mevhibe İnönü’ye 4, Kara Fatma’ya 2, Nezihe Muhittin’e de 1 oy çıkmıştı. Diyarbakır’da Müfide (Tek) Hanım’a 12, Galibe Hanım’a 1 oy çıkmıştı.

Latife Hanım, kendisine gösterilen ilgiden çok memnundu. 8 Temmuz 1923 tarihli Hâkimiyeti Milliye Gazetesi’nde yayımlanan, Konya Belediye Başkanı Kazım Efendi’ye çektiği bir teşekkür telgrafında, Konya halkının, kendisine verdiği 39 oyun aslında Türk kadınlarına verildiğini belirtiyordu.

Evet, aslında bu oylar kadınların siyasal katılımının habercisiydi. 1930 ve 1934’te Atatürk, birçok Avrupa ülkesinden önce, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verdi. 1 Mart 1935’te açılan Beşinci Meclis’in albümünde tam 17 kadın milletvekilinin fotoğrafı vardı.

Cumhuriyetin ilk yıllarına ait gazeteleri taradığımızda eğitimini bitiren, meslek sahibi olan ve çalışan kadın haberlerinin ilk sayfadan verildiğini görüyoruz.

Örneğin, 9 Mart 1930 tarihli Cumhuriyet’te, Hidayet İsmail ve Nigar Şevkat adlı iki genç kadının felsefe bölümünü bitirdikleri haberi yer alıyordu.

1 Nisan 1930 tarihli Cumhuriyet’te “Zafer” başlığıyla “İlk kez bir Türk kadınının dün fırkaya (CHP’ye) aza kaydı yapıldı. Bu bayan Ankara muallimlerinden Afet Hanım’dır” deniliyordu.

7 Nisan 1930 tarihli Cumhuriyet, CHP’ye İstanbul’da ilk kaydolan kadının Resmiye Hakkı Şinasi Hanım olduğunu yazıyordu.

4 Mayıs 1930 tarihli Cumhuriyet, ilk kadın yargıcımız Beyhan Hanım’ın dün ilk defa mahkemeye çıktığını yazıyor ve fotoğrafını veriyordu. Haberde, Beyhan Hanım’ın ilk kadın avukatlardan olduğu, Birinci Ticaret Mahkemesi’nde işe başladığı belirtiliyordu.

9 Ağustos 1930 tarihli Cumhuriyet, “Kadınlarımız hayatta muvaffak oluyorlar” diyerek İsmet Hanım’ın Sicil Müdürü olduğunu yazıyor ve fotoğrafını basıyordu.

30 Eylül 1930 tarihli Cumhuriyet, Behice Hanım’ın eğitimini tamamlayarak Cumhuriyetin ilk kadastro mühendisi olarak atandığını yazıyordu.

17 Mart 1931 tarihli Yenigün Gazetesi, Dr. Suat Hanım’ın bir tıp heyeti tarafından yapılan sınav sonunda operatörlük sertifikası aldığını yazıyordu. Gazete, ilk kadın operatör Suat Hanım’ın bir de fotoğrafını yayımlıyordu.

31 Mayıs 1931 tarihli Cumhuriyet, mahkemelerde stajlarını tamamlayan hukuk mezunu hanımların 6’sının hakimliğe tayin edildiğini, böylece Türkiye’deki kadın hakim sayısının 9’a yükseldiğini yazıyordu. Ayrıca İstanbul, Ankara, İzmir “Asliye mahkemelerine aza mülazımlıklarına” atanan hanımların adları veriliyordu: Suat ve Muazzez İstanbul’a, Muammer, Hayriye Ankara’ya, Zübeyde ve Hikmet İzmir’e…

3 Temmuz 1931 tarihli Cumhuriyet, İş Bankası Beyoğlu Şubesi Muamelat Şefliği’ne, bankanın Ankara memurlarından Hatice Hanım’ın tayin edildiğini yazıyordu. “Kendisi bir banka şefliğine tayin edilen ilk Türk kadınıdır” deniliyordu.

7 Temmuz 1931 tarihli Yenigün’de Selim Sırrı Tarcan, Düzce’de bir Türk kızının eczane işlettiğini anlatıyordu. (Sami N. Özerdim, “Cumhuriyet ve Kadın”, Ulus)

O günlerde gazeteler, müftülük nikahı, kız çocuklarını evlendirme, başörtüsü tartışmalarıyla değil, okuyan, meslek sahibi olan, çalışan; hayata katılan kadın haberleriyle doluydu.

CUMHURİYET KIZLARININ HAYALLERİ

23 Nisan 1931’de Çocuk Bayramı’nın sürdüğü günlerde, Yenigün’de küçük kız öğrencilere “İleride ne olmak istersiniz” diye bir soru sorulmuştu. Kızların çoğu “muallime” (öğretmen) olmak istediklerini belirtmişti. Diğer kızlar ise şu yanıtları vermişti:

– Sabiha: İş Bankası’nda katip
– Rezzan: Bankada katip
– İffet: Avukat
– Aliye: Edebiyatçı
– Seher: Mimar
– Jülide: Mimar
– Adalet: Doktor
– Kadriye: Bankacı
– Mehlika: Tayyareci
– Meleksima: Mühendis
– Muzaffer: Kimyager
– Melek: Doktor
– Münevver: Sanatkar
– Hatice: Muharrir
– Süeda: Musikişinas
– Rahime: Gazeteci… (Sami N. Özerdim, “Cumhuriyet ve Kadın”, Ulus)

Daha 1931 yılında, kızlarımızın, Cumhuriyetin verdiği o umutla, o kendine güvenle geleceğin çağdaş Türkiye’sini kurmaya hazır oldukları anlaşılıyor. Başardılar da… Öğretmen, katip, avukat, mimar, pilot, doktor, sanatkar, yazar oldular.

Demem o ki, Cumhuriyeti kuranların, 9 yaşındaki kız çocuklarının evlenmesi, kadının hayattan dışlanması diye bir gündemi yoktu. Atatürk ve fikir arkadaşlarının derdi kızlarımızı okutmak, eğitmek, iş sahibi yapmaktı; bilinçli nesiller yetiştirecek bilinçli anneler yaratmaktı.

Türk kadını, Cumhuriyetle elde ettiği haklarının gasp edilmesine izin vermeyecektir. Hiçbir güç Türk kadınını yeniden esir, sefil, köle, cariye yapamayacaktır.

Sinan MEYDAN, 8 Ocak 2018

Bu yazı Kadının çilesi / Sinan MEYDAN ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/kadinin-cilesi-sinan-meydan/feed/ 0
Atatürk’ün İstanbul adını dünyaya duyurması http://ataturkicimizde.com/ataturkun-istanbul-adini-dunyaya-duyurmasi/ http://ataturkicimizde.com/ataturkun-istanbul-adini-dunyaya-duyurmasi/#comments Mon, 26 Nov 2018 09:22:19 +0000 http://ataturkicimizde.com/?p=5402 Atatürk’ün İstanbul adını dünyaya duyurması ATATÜRK’ÜN İSTANBUL’UN ADINI DÜNYAYA KABUL ETTİRMESİ: 28 MART 1930 Constantinopolis veya Constantiniyye değil İstanbul Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne...

Bu yazı Atatürk’ün İstanbul adını dünyaya duyurması ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
Atatürk’ün İstanbul adını dünyaya duyurması

ATATÜRK’ÜN İSTANBUL’UN ADINI DÜNYAYA KABUL ETTİRMESİ: 28 MART 1930

Constantinopolis veya Constantiniyye değil İstanbul

Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar İstanbul’un adı, “Konstantiniyye” idi. Atatürk son tarih olarak 28 Mart 1930’u verdi ve bu tarihten sonra yurt dışından gelecek mektuplarda şehrin adı olarak Konstantiniyye yazılması durumunda mektupların iade edileceğini bildirdi. Batı dünyası ayağa kalkmıştı…

Bu şehre en eskiden Byzantion deniliyordu. Sonrasında Constantinopolis (Costantinople) denildi. Zamanla halk arasında İstanbul adı da kullanılmaya başlandı. İstanbul’a Osmanlı Devleti zamanında sadece “Der-Saadet” “Asitane” gibi unvanlar verildi. Hatta başkent anlamına gelen “Payitaht” bile isim gibi kullanıldı. Ama Osmanlı okumuşları dahi Kostantiniyye ismini kullanmaktan vazgeçmediler. Halk; ise İslambol diyordu.

Türklerin eline geçmesine karşın Batılılar bu şehre Konstantin’in Şehri anlamına gelen Konstantinopolis demeye devam ettiler.

Ta ki Türkiye Cumhuriyeti kurulup Mustafa Kemal Atatürk, bu işe el atana kadar.

Kemal Atatürk; Batı, özellikle de Rum Hıristiyanlığının hedefindeki bir şehir olan İstanbul’u öz adına kavuşturdu. Bunun nasıl olduğunu gelin yabancı bir kaynaktan öğrenelim:

Charles H. Sherrill, 1932-33’te ABD’nin Ankara Büyükelçisi idi. Gazi Mustafa Kemal’i ve yeni cumhuriyeti anlattığı eserinin giriş başlığı çok çarpıcıdır: “Costantinople Değil İstanbul”

Büyükelçi Sherrill burada İstanbul’u anlatırken diyor ki: “Biz yabancılar, bu eski şehir için Costantinople adını kullanmaya o kadar dilimizi alıştırmışız ki şimdi “İstanbul” demekte hayli güçlük çekeriz. Ama 1929 yılının ocak ayından beri bu şehrin resmi adı artık İstanbul’dur ve Costantinople yazılarak gönderilecek mektupların Türk posta idarecileri tarafından geri gönderilmesi ihtimali her zaman vardır…

3 Ocak 1929’da Türkiye’nin posta telgraf ve telefon genel müdürü, merkezi İsviçre’nin Bern şahrinde bulunan Uluslararası Posta, Telgraf ve Telefon Teşkilatı’na bir mektup yazarak bundan sonra “Constantinople” yerine “İstanbul” adının kullanılması gerektiğini resmen bildirmiştir.”

(Bakınız: Bir Elçiden GAZİ MUSTAFA KEMAL, Tercüman Yay. S.24)

İşte bu karardan sonra Konstantin Şehri, resmen İstanbul olmuştur. Böylece Türk ve Müslüman kimliğine kavuşmuştur.

Herkesin bu durumu iyi bellemesi için 1950’lerde ABD’de “İSTANBUL İS NOT CONSTANTİNOPLE” adlı bir şarkı bestelendi ve bir pop müziği grubu bu şarkıyı ünlendirdi…

İstanbul’un Fethi’nin 500. Yıldönümü olan 1953 yılında sözleri Jimmy Kennedy , bestesi Nat Simon’a ait olan şarkı The Four Lads adlı müzik topluluğu tarafından plağa okunarak dünya çapında ünlendi. Bu şarkının İngizlizce özgün sözleri aşağıdadır:

Istanbul was Constantinople
Now it’s Istanbul, not Constantinople
Been a long time gone, Constantinople
Now it’s Turkish delight on a moonlit night

Every gal in Constantinople
Lives in Istanbul, not Constantinople
So if you’ve a date in Constantinople
She’ll be waiting in Istanbul

Even old New York was once New Amsterdam
Why they changed it I can’t say
People just liked it better that way

So take me back to Constantinople
No, you can’t go back to Constantinople
Now it’s Istanbul not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That’s nobody’s business but the Turks

Istanbul was Constantinople
Now it’s Istanbul, not Constantinople
Been a long time gone, Constantinople
Now it’s Turkish delight on a moonlit night

Every gal in Constantinople
Lives in Istanbul, not Constantinople
So if you’ve a date in Constantinople
She’ll be waiting in Istanbul

Even old New York was once New Amsterdam
Why they changed it I can’t say
People just liked it better that way

So take me back to Constantinople
No, you can’t go back to Constantinople
Now it’s Istanbul not Constantinople
Why did Constantinople get the works?
That’s nobody’s business but the Turks

Şarkının Türkçe sözleri ise şöyle;

Şarkıcı: They Might Be Giants
Şarkı: Istanbul (Not Constantinople)

İstanbul (Konstantinopolis Değil)

İstanbul Konstantinopolis’ti bir zamanlar
Şimdi orası “İstanbul”,Konstantinopolis değil
Gideli çok oldu Konstantinopolis
Artık Türk Lokumu, mehtaplı bir gecede

Konstantinopolis’teki bütün kızlar
Artık İstanbul’da yaşıyor, Konstantinopolis’te değil
Yani eğer Konstantinopolis’te bir randevun varsa
İstanbul’da bekliyor olacak seni

Eski New York bile, New Amsterdam’dı bir zamanlar
Neden değiştirdiler, söyleyemem
Sadece böylesini daha çok sevdiler

Peki beni geri götür Konstantinopolis’e
Hayır, geri gidemezsin Konstantinopolis’e
Gideli çok oldu Konstantinopolis
Konstantinopolis’in başına bunlar neden geldi?
Türklerden başka kimseyi ilgilendirmez bu

İstanbul, İstanbul

Eski New York bile, New Amsterdam’dı bir zamanlar
Neden değiştirdiler, söyleyemem
Sadece böylesini daha çok sevdiler

İstanbul Konstantinopolis’ti bir zamanlar
Şimdi orası “İstanbul”, Konstantinopolis değil
Gideli çok oldu Konstantinopolis
Konstantinopolis’in başına bunlar neden geldi?
Türklerden başka kimseyi ilgilendirmez bu

Peki beni geri götür Konstantinopolis’e
Hayır, geri gidemezsin Konstantinopolis’e
Gideli çok oldu Konstantinopolis
Konstantinopolis’in başına bunlar neden geldi?
Türklerden başka kimseyi ilgilendirmez bu

İstanbuuul!

Bu şarkı İngilizce, Fransızca, Almanca vs. dillerinde düzenlenerek bütün dünyayı dolaştı…Hâlâ dillerdedir​..

Pekçok versiyonu bulunan şarkının videosu ise aşağıdadır.

Bu yazı Atatürk’ün İstanbul adını dünyaya duyurması ilk olarak şu sitede yayınlanmıştır Ataturkicimizde.com. Yazının kaynağı bu sitedir.

]]>
http://ataturkicimizde.com/ataturkun-istanbul-adini-dunyaya-duyurmasi/feed/ 1